Enuma Eliş...
Dünyadaki
toplumsal yeniden düzenlenişte dinsel saflaşmanın günümüzdeki gerçek önemi,
konunun bir kez daha ve fakat yeni bir düzlemde ele alınmasını zorunlu
kılmaktadır.
Zamanımızın
üç büyük dininin kutsal kitapları; Eski Ahit, İncil ve Kuran'ın
bilinen en eski kaynağı Sümer kil tabletleridir.
Toplumsal
konular ele alındığında bir yanları daima Hristiyan kalan Avrupa bilim dünyası,
birkaç bin yıl önceki 'ilkel insanın' tanımladığı bir dinin modern
takipçisi olmayı bir çeşit aşağılanma olarak algılamış, bilim aşkına bile olsa,
bu durumu kabullenmekte güçlük çekmiştir.
Bir parça
kavrayış derinliği ve özgür düşünceyle hareket etmiş olsalardı, Sümer
topraklarında yalnızca Yeryüzü Cennetini değil; göğün 33. katına çıkmadan önce,
Sümer tanrılarının etten-kemikten birer yönetici olduklarını da
görebileceklerdi; eski insanın, aidi olduğu ve olmadığı toplum birimleriyle
ilişkisini yöneten yasaları ve onların günümüze doğru evrimini
anlayabileceklerdi.
Bugünkü insan, bütün bilgi, davranış ve
inançlarında eski insanın doğrudan ve kesintisiz mirasçısıdır. (1*)
Tarihin
bugüne taşımış olduğu toplumsal kurumlar, dünkü biçim ve anlamlarını değişik
ölçülerde iç yapılarında taşıyor olmakla birlikte şimdi artık oynadığı rol
bakımından ilk haldeki kurumlar değildirler.
Değişik görüntü ve bozulmuş anlamlarının
gerisinde, oluşmasına yol açan tarihsel nedenleriyle birlikte bu kurumları var
eden toplum yasalarını anlamaya ve açıklamaya çalışırsak görürüz ki doğal insan
mantığına oturmuş eski edimlerin ilk hallerinin hiç birisinin 'uydurma',
'hayal' ve 'anlaşılmaz'lıkla bağlantısı yoktur. Tersine o kurumlar,
eski toplumun en gerçek işlerlik, yapılanma ve şekillenişinin sağlam
yansıtıcısıdırlar.
Eski
Ahit'in Sümerler döneminden devraldığı ve bizim, şimdi temel yönlerini
denetleyebildiğimiz bir soyutlama süreci içinde, değişen yorumlar temelinde
ulaştığı noktaya dayanarak aktardığı "insanın çamurdan var
edilmesi", "Adem Baba" ve "Havva Ana" anlatımı,
uzun tarih içinde yakın dönemin yeni bir ürünüdür. Bulunan ve belki de daha
eskileri bulunacak olan kil tablet bilgilerine çok şey borçluyuz. Tabletler
göstermektedir ki Sümer insanı, başka konularda olduğu gibi, başlangıçta, ilk yaratılış
olan "Sümer ülkesinin tohumunun fışkırması" konusunda, o
anda yaşadığı gerçeği gördüğü biçimiyle, önce düzenlemek ve sonra da
anlatmaktan öte hiçbir şey yapmamıştır.
Bütün doğal
topluluklar gibi Sümerler de insanın en gerçekçi ilk hallerinden birini temsil
ederler.
Ölümle
yaşam arası gidip-gelen zorlukları yaşayan eski insanın, zamanını, yeni
nesilleri aldatmak amacıyla, yalan ve düşlerden oluşan bir mitoloji üretimiyle
geçirdiğini düşünmüş olmak, kilisenin düşünsel mermerlerini hedef alıp yıkmak
zorunluluğu anlaşılır olmakla birlikte, Avrupa 'aydınlanma çağı'nın sayfalarında
yine de bir leke olarak kalmıştır.
6000 yıl
önce Sümerler, yazısı olmayan her topluluk gibi yaşanılmış gerçek tarihlerini
yeni nesillere, ilahiler yoluyla aktarıyorlardı. Yalnızca yazılı hale
getirilmesinden sonra değil, fakat sözlü olarak ortaya çıkışından itibaren bu
tarih aktarım biçiminin, binlerce yılın törpüsü altında aşınmış olması ve bu
nedenle de parlayan bir süreç geçirmiş olduğu kendiliğinden anlaşılır. Bu
oluşum içinde, tarih anlatımındaki olaylar örgüsü ve kavramların içerikleri de
değişmiş olmalıdır ve değişmiş olduğunu incelemelerimiz boyunca
saptayabiliyoruz.
Fakat Sümer
insanının yaratılış destanı ve öteki tarih aktarımlarını durmaksızın
soyutlayarak evrime uğratan torunlarının, bunu kötü bir niyet taşıyarak
yaptıklarını gösteren tek bir kanıta sahip değiliz ve olamayacağız da.
Yeni yaşantı biçimi içinde her kavramı
değişmiş haliyle tanıyan insan, eski şarkı ve yazıtları, gayet doğal bir
şekilde, o an yaşadığı koşulları gözeterek yorumlamak zorundaydı ve öyle de
yapmış olmalıdır.
Düşüncelerde
oluşan evrim, insan toplumunda değişen ilişkilerin gereklerine yanıt verecek
şekilde ilerletilmiştir.
Gelişmenin
böyle olmasının başka gerçek nedenleri de vardı. Yazının ilk şekillerinin,
sonraki nesiller bakımından çözümlenip, anlaşılma zorluğu yorum farklılaşmasına
maddi bir zemin sunmaktaydı.
Sümer
tabletlerini okumaya başladığımız anda tanrıların ve onlar aracılığıyla dinin,
tüm toplumsal yaşamın en temel ögesinden son ayrıntısına değin bütün ilişkiler
toplamının yasaları olarak bulunduğunu görürüz.
Umma ve
Lagaş arasındaki sınırı tanrılar belirler, çapa ve kazmayı Enlil icat eder; saban kullanma ve yazıyı insana tanrılar öğretir; Tanrı ve Tanrıçalar
durmadan şölenlere katılıp yer-içer ve sevişirler; tanrıçalar, bir erkeği
baştan çıkarıp kendisiyle yatmaya zorlar. Daha sonra bütün Tanrıların
Baba'sı olacak olan delikanlı Enlil, o sırada küçük yaşta olan
tanrıça Ninlil'e ırmaktaki bir kayık içinde tecavüz edince 'Büyük
Tanrıların 50'si, Yazgı Belirleyen tanrıların 7'si tarafından';
'Enlil, seni
ahlaksız, kentten defol;
Nunamnir, seni ahlaksız, kentten defol!
'
diye
azarlanır ve Nippur'dan kovulur.
Daha sonraki haliyle de tanrısal düzen, gerçek yaşamdaki düzenin gökyüzü ve yeraltındaki yansıması olarak varlığını sürdürecektir. Bu yansıma Zeus dünyasında da böyledir. Yerdeki insanların yaşamı, şenlik ve evlilikleri Olympus tanrılarının benzeridir. Tanrılar dünyası ile insan dünyası arasında birbirine sürekli bir geçişim bulunur. Bilim adamları eski toplumda tanrılar arası ilişki ile insanlar arası ilişkinin paralel duruşunu saptamakla birlikte, Tanrı yaşam ve yaşayışının, insanlar tarafından ancak "öyle hayal edilebildiği için öyle hayal edildiğini" düşünme eğilimini sürdürmüşlerdir.
Daha sonraki haliyle de tanrısal düzen, gerçek yaşamdaki düzenin gökyüzü ve yeraltındaki yansıması olarak varlığını sürdürecektir. Bu yansıma Zeus dünyasında da böyledir. Yerdeki insanların yaşamı, şenlik ve evlilikleri Olympus tanrılarının benzeridir. Tanrılar dünyası ile insan dünyası arasında birbirine sürekli bir geçişim bulunur. Bilim adamları eski toplumda tanrılar arası ilişki ile insanlar arası ilişkinin paralel duruşunu saptamakla birlikte, Tanrı yaşam ve yaşayışının, insanlar tarafından ancak "öyle hayal edilebildiği için öyle hayal edildiğini" düşünme eğilimini sürdürmüşlerdir.
En eski
tarihlerden beri toplum birim ilişkilerinin düzenlenmesini saptayan kurallar
toplamı vardı.
Din olarak
daha sonra karşımıza çıkan olgu, özünde, yeni yaşam koşullarının gerisinde
kalan eski topluluk ilişki yansıtma kurallarının toplamından ve onların bazen
yeni koşullara uyarlanmasından başka bir şey değildir.
Süreç
içindeki evrimi, değişik bölge topluluklarında, farklı anlatım biçimleri
kazanmış olsa da din her yerde, birer uydurma, korku ve hayaller toplamı olarak
değil fakat tam tersine, başlangıçta, toplumsal ilişkilerin en gerçekçi ilk
hallerinin saptanmış yasaları olarak insan yaşamında yer alırlar.
Böylece en
geri, en 'ilkel' toplulukların bile kutsal ve kutsal olmayan
varlıkları, günümüzün yasal ve yasal olmayan davranış biçimlerinden başka bir
şey olmayan kurallar toplamı olarak ortaya çıkar.
Din kelimesi,
Semitik Akadca dilinde, dinu=karar, hüküm, kanun, yasa,
mahkeme olarak bulunur; kural anlamına gelmektedir. Amin, amen
bir akitin, sözleşmenin sonundaki "öyle olsun" dileği, bir
onay'dır. Eski Ahit'te tanrı Yahwe veya Elohim, sistemli
bir biçimde Adem, Nuh, Abraham, Musa ve öteki peygamberlerle akit
yapmak için çöl yollarında onlarla buluşur ve anlaşmayı tazeler.
Kazıt
çalışmaları sırasında bulunan tablet çözümlemelerinden yola çıkarak, en eski
yapısını anlamaya çalıştığımız "Sümerlerin dini", onu,
başlangıçta toplum birimler arası paylaşım ilişki düzeninin anlatımı olarak
biçimlendiren insanın torunları tarafından zorunlu olarak öylesine
geliştirilmiştir ki bugün bu konularda uzman olan ve üzerine yüzlerce sayfalık
tezler hazırlayan bilim adamlarımız, Samuel Kramer örneğinde de
olduğu gibi sonunda yine de genellikle çaresiz kalmaktadırlar.
Oysa
ilişkide olduğu en uzak toplulukları bile etkileyen Sümerler, geliştirilmiş bir
ilişki düzenin anlatımı olan dinlerinin kaynaklarını da bize kendileri
açıklayan üstün bir kültür temsilcisidirler üstelik.
İnsan atası
o denli gerçekçidir ki sonraki torunları, kendi tarihsel koşulları öyle
gerektirdiği için onu da 'gökyüzünün 33 katı'ndan birisine taşımış olsalar
bile cennet'in nerede olduğunu; Tanrının, Adem ile Havva'yı ilk olarak nereye
yerleştirdiğini, yanılgıya yer bırakmayacak tarzda açıklamışlardı.
Eski
Ahit'in daha ilk sayfalarında Yaratılış bölümüne ilişkin, iki ayrı tapınak
yorumunun bir çeşit zorunlu-onayı ile ardarda eklenmiş iki çeşitlemesiyle
karşılaşırız. Tanrı Yahve'nin Yeryüzü cenneti Aden Bahçesi'ni yaratması,
Gök'ün, Yer'in ve İnsan'ın yaratılmasından sonra bu ikinci varyantta aktarılır:
"Tanrı Yahve, doğuda, Eden'de bir bahçe kurdu ve o bahçeye şekillendirdiği İnsan'ı koydu.
"Tanrı Yahve, doğuda, Eden'de bir bahçe kurdu ve o bahçeye şekillendirdiği İnsan'ı koydu.
Tanrı Yahve, topraktan, güzel görünüşlü ve yemesi hoş ağaçlar ve bahçenin ortasına Yaşam Ağacı olan Helal ve Haramı Tanıma Ağacı'nı çıkarttı.
Bahçe'yi sulamak için Aden'den bir nehir çıkıyor ve dört koldan bu Bahçe'ye hayat veriyordu. Kolun birinin adı Pişon'du, toprağında altın olan Havıla ülkesini çepeçevre dolanıyordu; öteki Gidon idi. Üçüncünün adı Dicle, Asur'un doğusundan akardı. Dördüncüsü de Fırat 'dır."
(Yaratılış. 2. 8)
Fransa'nın
Avranş Piskoposu daha 1698 yılında, Samara ile Basra arasında bulunan bu Dünya
Cenneti'ni eliyle koymuş gibi bulmuş ve burasını "Eden: Paradisus
terrestris" diye tüm dünyaya ilan etmişti.
Uruk=Erek,
Larsa, Niffer=Nippur, Ur, Girsu ve Eridu'nun, yani ilk Sümer topluluklarının
yerleşim alanında bulunan "Yeryüzü Cennetini" ve onun
yerini tanımlayan Sümer insanının, yaratılış ve diğer anlatımlarda aynı
gerçekçiliği göstermiş olmasından neden kuşkulanalım?
Sorun şuradadır ki Sümerlerin anlattığı Cennet
ve Yaratılış ile şimdi
bilinen "yaratılış" ve "cennet" kavram
ve tanımlamaları arasında, temelde hiçbir benzerlik kalmamıştır artık.
En eski
Sümer yaratılış ilahilerinde, tanrıların, yeri, göğü ve insanı yaratmış olduğu
söylenmez. Başka bir şey söylenir.
"Adı
yokken göğün daha
Yerin daha adı yokken
Babaları okyanustan
Anaları Ki-ama-t kargaşasına
Sular karışıp bir oluyordu.
Saptandı
sonra tanrılar
Lah-mu ve La-ha-mu seçildi ardından
Zaman akıp gidiyordu durmadan
Belirlendi sonra Sar-ki ve Sar-an
Günleri düzeltip ayarladılar. "
(Poéme de la création) (2*)
'Gök, yerden ayrıldıktan sonra
Yer, gökten ayrıldıktan sonra
İnsanın adı konduktan sonra
An, göğü alıp götürdükten sonra
Enlil, yeri alıp götürdükten sonra. . '
(Gılgamış Destanı - Kramer)
Sümer Yaratılış şiirlerinde 'var etmek' olarak yorumlanan sözler yerine, çok açık bir biçimde, 'ad vermek-adlandırmak' tan bahsedilmektedir. Sonraki "yoktan var etme" olarak yorumu, açıkça farklı bir şey söyleyen bu ilk Sümer ilahilerine dayanmaktadır.
Geçen
yüzyılın başında, en eski Sümer Yaratılış tabletlerini çözümleyen uzmanlarımız,
oradaki sözleri, eskiden öyle yorumlamaları toplumsal gereksinim olan Sümer
torunları gibi "yoktan var etme" biçiminde algılamaya devam
etmişlerdir. Bay Dhorme olağanüstü çaba gerektiren çalışmalarını bu
yorumları sürdürerek zayıflatmaktan kurtulamaz ve şöyle der:
" -'ad
verilmemişti. ad konmamıştı. adlandırılmamıştı' ifadeleri 'var değildi. .
yoktu' (bk. DELITZSCH. AHW. Sayfa 441) anlamındadır. Babil kozmonojisi,
yaratılışın anlatımına geçmeden önce, başlangıçta hiçbir şey olmadığını,
açıklar. (Sayfa. 2 , Paul Dhorme)
Sümer kil
tabletlerinde Tanrılar, yer-dünya-kara'yı; Sema-Göğ'ü; Adem-insanı..
' yaratan' olarak değil, onları birbirinden ayıran, onlara ad veren ve
onları ayrıştırıp ad vererek yeniden düzenleyenler olarak yer alırlar.
Hatta bu
işi Tanrılar bile yapmış değildir. Tanrılar daha henüz 'yaratılmamış' yani
saptanmamışlardır.
Çözümlenen
eldeki en eski yasa metni olan
Kral Urukagina tabletlerinde, "tohumun fışkırdığı en eski
zamanlardan beri 'pi-lul-da'=bil-lu-du (akadca), yani töre
vardı" cümlesine rastlarız.
Bu açıklama
artık toplumsal ilişkilerin yürütülmesinde ‘töre'nin yetmemesi ve yazılı
kanunlara gerek olduğu kapalı düşüncesinin bir çeşit özür açıklaması
gibidir. "Tohumun fışkırması" sözü 43 asır önceki Sümer
insanı bakımından yaratılış ilahileri yoluyla çok tanınmış olması gereken bir
sözdü:
"Enlil,
Sümer ülkesinin tohumunun topraktan çıkması için, yer'den göğ'ü ayırmak için,
yer'den göğ'ü ayırmaya karar verdi. "(3*)
Bu son derece
ilginç cümle, yaratılışın zaman içinde, farklı yorumlanması bakımından da bir
temel oluşturmuştur.
Bu
bakımdan " tohumun fışkırması " ile Sümer topluluğunun
oluşturulması, bu oluşum sırasındaki uygulama geleneklerine atıf yapılmaktadır.
Anlamı değiştirilerek alınmış, İslam'ın "evlu be-la-dan
gayri" sözü 4350 yıl önce Sümer tabletlerinde bu şekilde yer
alıyordu. Torah, Tevrat sözü de Türkçedeki töre sözcüğüyle anlamdaştır ve
o kutsal kitap bu bakımdan bir "töreler" toplamıdır.
Sümerlerin başlangıçtaki Yaratılış anlatımına dayandırılan "yaratma" yorumu hatalıydı ve torunları eski Sümerlerin sözlerini zorunlu olarak tahrif ederek, zaman içinde dönüştürülmüş biçimi üzerine kendi dinsel anlatımlarını kurmuşlardır dersek, tabletlerin çözümünden bu yana, bu artık ispatlanabilir bir iddiadır.
ABD'li ünlü
Sümerolog Samuel Kramer bir yandan, Sümer kil tabletlerini ilk
çözümleyenlerden birisi olarak, yazılanlara sadık kalmış ve Sümer sözlerini
doğru olarak aktarmıştır. Fakat öte yandan, ısrarla bu kil tablet
çözümlemelerinde yer alan sözleri günümüzün ortalama bir Hristiyanı gibi
yorumlamaya devam etmiştir. Bay Kramer'de izlediğimiz tutum, konumuz
bakımından, tarihte daima sonraki insanın öncekine nasıl yaklaştığının tipik
bir örneği gibidir adeta.
Anlaşılıyor
ki Sümer insanının yakın torunları da bu şarkıları kendi torunlarına daima,
Bay Kramer'in şimdiki tutumunda olduğu gibi, kötü bir şekilde yorumlayarak
aktarmışlardı.
S.
Kramer, Gılgamış Destanı'nın girişinden bir alıntı yapar önce:
'Gök,
yerden ayrıldıktan sonra
Yer, gökten ayrıldıktan sonra
İnsanın adı konduktan sonra
An, göğü alıp götürdükten sonra
Enlil, yeri alıp götürdükten sonra... '
Bu durumda
bay Kramer haklı olarak şaşkındır: Çünkü tanrılardan önce yer ve gök
zaten vardı ve onlar bir bütün oluşturmaktaydı. Fakat Gök ile Yer hangi
gerekçeyle ve kim tarafından birbirinden ayrılmıştı? Daha önemlisi, insan
neden «yaratılmamış» ve fakat sadece "adı konmuş" ,
"insana ad verilmiş" ti?!
Üstelik
öteki kil tabletlerde, yer ile gök birbirinden ayrılmadan önce, her tarafın
eski ve sonsuz denizle kaplı bulunduğu yazılmıştır. Ünlü Sümer bilimcimiz bu
bilgiye de sahiptir. S. Kramer, kendisine ve dolayısıyla okuruna
sorduğu yanıtlanması gereken bu karmaşık sorular yumağından kurtulmanın yolunun,
öyle olması gerektiğini düşündüğü sıradan kilise yorumları serisi ile çözmeye
çalışmakta, daha doğrusu önümüze zorla oluşturulmuş bir bilinmezlik tepesi
yığmaktan başka bir şey yapmamaktadır.
Öte yandan
ünlü Sümer kazıtçısı Bay Woolley’ de Sümer
tabletlerinde "insanlar"ı kast ederek, 'kara
kafalar' yazılmış olmasından, doğrudan doğruya Sümerlerin "kara
saçlı bir halk" olduğu sonucuna ulaşmakla oldukça tedbirsiz
davranmaktaydı.
Eratta kralı
ile Uruk kıralı Enmerkar arasında Bay Kramer'in deyimiyle, "ilk
sinir harbinin" yaşandığı sıralarda iki ülke ve iki kralı temsilen iki
dövüşçü seçilmesi ve bunların karşılaşması talep edilmişti. Fakat seçilecek
kişinin, ne siyah ne beyaz, ne kahverengi ne benekli ve ne de sarı olması
istenmişti. Bay Kramer bu durumu derhal
yorumlar; "-insandan söz ederken pek de anlamlı olmayan
terimler. " Fakat tabletin daha ilerisinde, Enmerkar'ın
yanıtında dövüşçü kelimesi yerine "giysi" kelimesi kullanılınca Kramer "anlam" bulmaya
başlamak üzeredir; "Renkler savaşçıların gövdelerinden çok giydikleri
giysileri belirtiyor olabilir." Bay Kramer gerçeğe
neredeyse dokunmak üzeredir!
Toplum
hayatında kutsal olan ayırt edici renkler, insan toplumunun geçmişinde yiyecek
hazırlık türüyle de doğrudan bağıntılı olarak karşımıza çıkacaktır.
Çok eski
tarihlerden beri toplum birimlerin kırmızı, beyaz, siyah, yeşil ve mavi
renklerle içiçe geçmiş olması, (dinsel ve ulusal giysilerde, bayraklarda,
düğün, ölüm, doğum seremonilerinde) bu konuyla doğrudan ilgilidir.
Sümer dilinin
ölü dil halini aldığını kolaylıkla ileri süren uzmanlarımız, eski Sümer ve
Babil topraklarında bulunan şimdiki ülkelerin yalnızca bayraklarına ve topluluk
giysi renklerine bakmış olmayı becerebilselerdi, eski Sümer tanrılarının
toplulukları birbirinden ayırmak için dünyayı, gökyüzünü, güneşi, suları ve
tanrı bahçesini tam da bu nedenle 'yaratmış' olduklarını görebileceklerdi.
Sümerlerin
ataları, ilk toplumsal düzenlemeleri sırasında, kara, mavi, kırmızı ve beyaz'ı
değişik toplum birimlerinin ayracı olan renkler olarak saptamış olmalıdırlar.
Mezopotamya
ve Ortadoğu'da günümüzde hala yaşayan bir dini
topluluğa "Kızılbaş" denince kastedilen, onların saç
renkleri değil, geçmişte başlarında taşıdıkları Kırmızı renk, belki altın=kızıl
renktir. "Karabaşlı halk" deyimi de Avrupalı bilginlerin
düşündüğü gibi, 'siyah saçlı bir halkı' anlatmak için kullanılmış
değildir.
Sümer
tanrısı Ningursu'nun kutsal mavi boğa'sı, Cengiz Han'ın kutsal 'mavi
köpeği', Türk boylarından bir kısmının kutsal 'mavi kurdu' da aynı nedenle 'renk' olarak
değerlendirilmiştir. Büyük olasılıkla Mavi renkli boğa, kurt ve köpek yoktu ve
hiçbir zaman da var olmamıştı. Fakat tanrısal, göksel, bu anlamda mavisel
kutsal boğa, kurt ve köpek ise-tabletlere yansıdığı kadarıyla- vardı ve
topluluk düşüncelerinde var olmaya da devam etmektedir.
"Kök-Türk'ler" biçiminde
bir soy bulunduğu iddiasının ardındaki yanlış da kutsal, tanrısal Türk
anlatımındaki 'mavi'=göğ'ün, kök olarak okunup yorumlanmasına dayanır.
Yeşilimsi koyu mavi renge Avrupalıların Turkuaz demeleri tesadüf
değildir. Ama bundan ötürü bir "mavi
Türk" değerlendirilmesi yapılamayacağı gibi, tabletlerdeki 'kara
kafa" sözünden de saç rengi çıkarılamazdı. Sümer ve sonraki Babil
dönemlerinde, İnanna=Hava ile Dumuzi=Adem=Adam'ın, tapınakların
en üst katında olan "evlilik odaları", baştan aşağı, toplum
birimlerini ayrıştıran farklı renkler temelinde ya "turkuaz" renkli
seramiklerden döşenmekteydi ya da kırmızı, beyaz boyalarla
'süslenmekte' idi. Beş kat üzerine, toplam yüksekliği 69 m . yi bulan ünlü Babil
kulesinin, Tanrı Kapısı'nın en üstünde
bulunan, Marduk ile Sarpanita'nın
(Sar-Banu-ta) "evlilik odası" da kutsal mavi seramikle
kaplanmıştı.Kabe ise kara'dır. Türkçe’de, Arap demek de kara'dır.
Ortadoğu'da
hem ak, hem kara giysilerin yan yana bulunuşu, konunun bir iklimsel tercih
bakımdan ele alınmadığını gösterir. Hititler üzerinden Sümer renk
ayrıştırmasının oraya da taşındığı sıcak Yunanistan'ın kadınları da kara renkli
giysileri sever. Hristiyan ve Müslüman din temsilcilerinin ve eski dinlerin
içinden çıkmış hukuk kurumlarının özel giysileri de bu eski geleneğin
renklerini taşır. Fransızca mavi-bleu, rengi olduğu kadar ‘etin çiğ halini’ de
anlatır. Türkçe’de göğ-gök maddenin renk hali olarak maviyi olduğu kadar, hem
sema'yı ve hem de yiyeceğin göğ ve çiğ halini tanımlar.Türkçe'de kara, toprak
ve kıtaları, yer küreyi-dünyayı anlattığı kadar maddenin renk hali olarak
noir=siyah-kara'yı da anlatır. . Yeşil, yeşil rengi olduğu kadar bitkileri,
yeşillikleri de anlatır ve Sümer torunları, eski tanrıların kara'sından dünya;
mavi'sinden sema; beyaz'ından su; yeşil'inden de ağaç ve bitkileri yaratmış
olduğu sonucunu çıkaracaklardı.
Sümer
yaratılış anlatımında, uzmanlarımızı şaşkınlığa sürükleyen "yer ile
göğün birbirinden ayrılması" üzerine sözler; tabletler yeniden ve
dikkatlice incelendiğinde görülebileceği gibi renkler temelinde toplum
birimlerin ayrıştırılması ve bu ayrılık temelinde gerekli barışçıl ilişkilerin
ve düzenin oluşturulmasıdır.
Sümer ülkesinin tohumu işte böyle ortaya çıkmıştır.
Sümer ülkesinin tohumu işte böyle ortaya çıkmıştır.
02.04.2003
(İnsan Bilim,
Eski Toplum Ve Sümerler isimli çalışmanın bir parçasıdır. )
Başvurular
Paul DHORME . Choix de textes religieux Assyro-Babyloniens. 1906-Paris
G.
CONTENAU. L'épopé de Gilgamesh. Poéme Babylonien. 1939-Paris
Harmut
SCHMOKEL. Sumer et la civilisation sumérienne. Payot. Parıs
Kadriye
YALVAÇ-Mebrure TOSUN. Sümer, Babil, Assur Kanunları. TDK. Ankara
Jean-Louis
HUOT. Les Sumériens. Paris
S. N.
KRAMER. Tarih Sümer'de Başlar. İstanbul-1999
HOMEROS.
İlyada. İstanbul-1997
Louis-Jean
CALVET Histoire de l'écriture. . Paris-1996
Jean-Paul
ROUX . Türklerin ve Moğolların Eski Dini. Nisan 1994. İstanbul
L`Homme.
Revue Française d`anthropologie. Paris.
Açıklamalar
(1*) Son
bir asırda Mezopotamya ve Anadolu'da bulunan kil tablet çözümlemeleri
karşısında, 2o. yy. İslam dünyasının sessiz kalan tutumu, bu alanda
başlangıçtaki çalışmaları istekle yürüten Hristiyan dünyası tarafından da süreç
içinde giderek paylaşılmıştır. Bununla birlikte, Jerusalem kilise görevlisi Paul
Dhorme gibi şahsiyetlerin Sümer ve Babil dinsel tabletlerinin çözümüne
sağladıkları katkılar her seferinde anılmaya layıktır.
(2*)
'(Lorsqu'en haut) le ciel n'était pas nommé,
(Et qu'en bas) la terre n'avait pas de nom,
De l'océan primordial, leur père,
Et de la tumultueuse Tiamat, leur mére à tous,
Les eaux se confondaient en un. '(Poéme de la création)
(Et qu'en bas) la terre n'avait pas de nom,
De l'océan primordial, leur père,
Et de la tumultueuse Tiamat, leur mére à tous,
Les eaux se confondaient en un. '(Poéme de la création)
(3*) " Enlil, pour faire sortir de terre la semence du pays de sumer, pour separer le ciel de la terre, decida de separer le ciel de la terre. "