22.11.2006

Barış hareketi ve savaş!

Barış hareketi ve savaş!
Savaş karşıtı ve barış hareketi yanlısı olmak günümüzde
ne anlama geliyor?

Bütün tarih, eski toplumsal yaşamın, savaş ile barış alternatifleri arasında düzenlediğini gösteriyor: Eski insan toplum birimi, bir öteki toplum birim ile ya düşmandı; ya da kardeşlik antlaşması yaparak onunla barış içinde yaşardı. 


1917 yılında Sovyetler Birliği'nin ortaya çıkışından sonra içeriği sürekli değiştirilerek politik kurnazlık aracı olarak kullanılan, farklı ülke ve toplumsal rejimlerin barış içinde bir arada yaşama kuralları, günümüzde barış hareketinin yeniden ele alması gereken bir konu olarak öne çıkıyor.

İnsan toplumunun tarihsel eğilimi, uygarlığın barışın kurumsallaştırılması ve barbarlık ögelerinin toplum yaşamından sistemli olarak dışlanması doğrultusunda geliştiğini gösteriyor.

Günümüze ulaşmış eski bayramların gerisinde tarihte insanın ittifak ve antlaşma çabasını buluyoruz. Bu konuya önceki yazılarımızda bazı yönleriyle değinilmiştir: Sadece Mezopotamya'da değil, dünyanın her yanında, tarımsal takvime ilişkin yeni yıl, eski insan toplumunun çiftçi ile çoban birimleri arasında kurduğu ve karşılıklı değişimi öngören ittifak sembolü olarak doğmuş, kayıtlarda bolluk ve bereket kültü olarak yer almıştır; eski insan bolluk ve bereket için dua ederken aslında barışı hedeflemiş, selam sözcüğünü barış anlamıyla eski Sümer kaynaklı dinlerin başlangıç sözü derecesine yüceltmiştir.

Değişik ad ve biçimler altında, bütün topluluklarda varlığı saptanan en eski bayramlar özünde barış antlaşma simgeleriydi.

Bu bakımdan, eğer eski insan, torunlarının Nevruz'u bile bir 'savaş çağrısı' haline getirebileceğini düşünseydi, büyük olasılıkla, öteki topluluklarla ittifak kurarak uygarlık yolunda ilerlemek yerine barbarlıkta direnmeyi tercih ederdi.

Anlaşılıyor ki, ittifakın asıl ayağı toplum birimler arası
adaletli üleşim ilişkilerine basar. Barış içinde bir arada yaşama, taraf toplumlar bakımından, doğal ve toplumsal zenginliklerin karşılıklı üleşim yükümlülük tanımlaması anlamına gelmektedir. Zenginliklerin adaletli dağılımını öngörmeyen bir barış tanımı tarihte olmamıştır, bundan sonra da olmayacak görünüyor. Bu gerçeği belirtip, konunun öteki yanlarını ele alalım.

Klasik tarih, karşı tarafın ezilip yok edilmesiyle sağlanan 'barış'ı da barış olarak adlandırmaya devam eder. Önceki çağların kavramları günün gerek duyduğu ilişki biçimlerini tanımlayacak özelliğe kavuşturulmalıdır: Felsefi ve politik zeminde barış ile savaş arası belirleyici sınırlar büyük ölçüde birbirine karışmıştır; temelde birbirini dışlayan bu iki farklı kavram, aynı tek çizginin birbirine dönüşen evreleri olarak karşımıza çıkıyor şimdi.

Toplum birimlerin kendi iç barışları ve topluluklar arası barış ilişkileri, yalnızca, savaşın bulunmadığı durum-hal tanımı ile ancak çok dar haliyle ifade edilebilir. 21. yüzyılın modern barışı, kendi karşıtı olan savaşı bir araç olarak kullanarak barış haline dönüşmeyecektir! Tersine, özlenen barış, şiddet ve onun biçimlerinin dışlanması sürecine yayılmış bir barıştır; böyle bir barış, toplumun şiddet karşıtı kavrayışı bütün gözenekleriyle içine sindirerek ve bunları toplumsal var oluş ilişkilerine değin geliştirilmesiyle oluşabilir.

 ABD, İngiltere, İtalya, İspanya başkentlerinde bizzat işgalci ülke yurttaşlarının savaş karşıtı gösterileri uluslararası barışın kurulma yolunu; aslında bir bakımıyla eskiden bu yana kurulmakta olan sürecin işlediğini ve bu alanda daha kat edilecek bir yol olduğunu göstermektedir.

Şiddetin örgütlü askeri biçimi olarak savaşın kaynakları, eski insanın yamyamlık dönemine değin ulaşır ve günümüze de sanıldığı kadar uzak değildir. Bu bakımdan savaş, yalnızca ölmek ve öldürmekle sınırlı olmayan, geniş anlamıyla, varlığa yönelik genel bir yıkımı ifade eder. Bu nedenle de tarihte genel olarak kötülenmiş bir edim olarak yer alır.

Bununla birlikte dünya şiddetten kolayca vazgeçemiyor: Sonuçları yıkım ve dolayısıyla yeniden var oluş taşıyan şiddet, toplumsal düzenlemenin en kolay elde edilir ve başvurulabilir düzeneğidir. Böylece, savaş, politik zeminde kendini onlarca alt türe ayırarak destekçi arayışını sürdürmeye devam etmiştir.

İnsan kurnazlığının bir ürünü olarak şekillenen Saldırı ve Savunma; 
‘haksız ve haklı savaş’ gibi ayrımlar bir bakıma politik amaçlar için formüle edilmiştir. Fakat genel haliyle savaşlar tarihsel boyut bakımından insanın yitik dönemini anlatır. 1979'da, o andaki Afgan rejimi 'davet ettiği' için Sovyetler Birliği'nin Afganistan'daki işgali, 'işgal değil' diye savunulabilmişti. Daha dün sayılan bu olaydan geriye ne kalmıştır?

On binlerce ölü, ilk çağa dönmüş bir Afgan toplumu, Sovyet rejiminin kendini yıkan çürüyüşünün hızlanması, yokluğa ve eşitsizliğe karşı diklenmenin bayrağı olarak İslam’ın yükselişi ve şimdi orada da at oynatan ABD!

Çekoslovakya ve Macaristan da sosyalist dünyanın hayrı için işgal edilmişti! Sosyalizmin bu işgalden ne hayır gördüğü de şimdi saptanabilir!

Türkiye kamuoyu da savaş olgusunun bizzat kendisini; savaşa, o bir savaş olduğu için karşı çıkmak gerektiğini bütün yönleriyle tam olarak henüz tartışmamıştır. Hala geçer akçe olan tutum, her somut savaşın önsel olarak saptanmış ''demokrasiye, ulusal kurtuluşa, sosyalizme, cihada'' vb. göre düzenlenmiş etiket tasnifidir; siyaset bilimcilerin jeopolitik, ekonomik ve stratejik boyutlarıyla, kuyumcu terazisinde tartarak yaptıkları ölçüm sonuçlarına göre belirledikleri savaşın 'değeri', Başbakan Tayyip Bey'in tüccar dilinde 'fiyat' olarak karşımıza çıkar!

Burada farklı taraflarca kullanılan dil ve hedef, aynadaki yansıma kadar bir ve aynıdır; geriye o her şeye kadir 'ulvi amaç farkı' kalır!

Demek ki zıt alanlarda dursalar da insan varlığı bakımından kullanılan değer ve kelimeler tarafları aynı zeminde buluşturur.

Savaş raporları bunun çarpıcı örneğidir: "Düşman 5 ölü verdi, biz 5 şehit!"

Bu kağıt cephenin iki tarafında da imza bile değiştirilmeden kullanılabilir!

Demek ki birey olarak insanın varlığı, bu zeminin 'fiyat-değer'inin merkezinde durmadığı gibi henüz içine bile girmiş değildir!

Savaşı gruplandırma tutumu konuyu insan merkezli olarak ve tarihsel boyutlarıyla ele almayışın neden ve sonucudur. Etiket ayrımıyla savaşa karşı tavır, özünde savaş yanlısı tavırdır.

Fotoğrafta bugün barışçı görünen, yarın bir başka savaşın fiili tarafı haline dönüşmektedir: Savaş karşıtı hareketlerde yer alan ''Barış için Savaş!'' şiarı ise son perdeyi, eski Yunan dramlarından da acı bir şekilde kapatıyor; burada, savaş ile barış arasındaki karşıtlığı oluşturan bütün temel değerler varlık nedenlerini kaybetmiştir artık. . .

Burada kullanılan 'savaş'çeşitli biçimlerdeki direniş ve mücadelenin adı olarak değil, 'düşman'a aynı öldürücü araç ve yollarla yanıt vermenin adıdır. 

Eski insan toplumunda 'ceza' karşılığı olarak farklı öldürme biçimleri bulunuyordu . Nuh döneminin tanrıları 'insanlığı' suda boğma yoluyla cezalandırma biçimini özel olarak tercih etmişlerdi. Eskiden kutsal nedenlerle, daha sonra hukukta ceza olarak insan öldürme biçimleri de giderek 'insanileşmiş' bir süreç yaşar.

Hammurabi ve Asur yasalarında 'kazığa geçirme' veya nehre atma yasal bir idam türüydü. Uygar ABD'nin elektrikli sandalyesi de bir başka idam türüdür. Bugün herhangi bir toplumun bir insanı kazığa geçiren idam türünü yasal olarak hukukuna yerleştirebilmesi Avustralya ve Amazon yerlileri arasında bile mümkün değildir. Fakat eski toplumun, hem de o sırada bütün dünyada en ileriyi temsil eden Babil'in 35- 40 asır önceki yasasında yazılı olarak yer alıyordu. Tarihçiler, 2 asır önceki Fransız devriminde en çok iş gören aracın giyotin olduğunu yinelemekten adeta zevk alırlar.

Atom bombası ve kimyasal silahları şimdi uluslar arası antlaşmalarla
 'insanlık dışı' ilan ederek yasal bakımdan yasaklamakta olan insanlık, öteki bir dizi öldürme biçimini henüz kullanmakta, dolayısıyla onları bugünün etik değerleri bakımından 'insanlık dışı' tanımı dışında tutmaya (görmeye) devam etmektedir. Olgu budur. Şimdi açığa çıktığı gibi ABD ve İngiliz işgalcileri konvansiyonel olan ve olmayan silah biçimlerini şu anda Iraklılara karşı kullanmaktadır.

Bir insanın öldürülüş biçiminin önemi var mıdır?
Giyotin veya kılıçla; kimyasal gazla ciğerleri parçalanarak... atom bombası ile kömüre çevirerek... işkenceyle... tırnakları sökülüp yürek atışını durdurarak... mezara canlı gömerek... taşlayarak, aç bırakarak ... içkisine zehir katıp tatlı bir uyku içinde... Bush-Blair kuvvetleri Bağdat'ı bombalayarak değil de muhasaraya alıp insanları açlık yoluyla öldürürse, bu daha insancıl bir katliam sayılamaz!

Eski toplumda, bundan iki bin yıl önce, bir erkeğin, aidi olduğu toplum birimin yurttaşı haline gelebilmesi, onun bir düşman erkeğini öldürmesine bağlı idi. Henüz düşman yani bir insan öldürmemiş olanların boynuna eski Yunan sitelerinin bazılarında yular, bez bağlanırdı. Bu çaputu kravat, kravatı da uygarlık sembolü haline getiren insanın tarihi, insan varlığına yönelik şiddetin kimi biçimlerini süreç içinde durmadan yasaklama ve toplum yaşamının dışına itme çabasının tarihidir.

Bu içsel tarihsel dürtü doğrultusunda insan toplumu mücadeleye devam ediyor ve öldürmenin bizzat kendisinin toplumsal yaşamın dışına itilmesine çalışılıyor. Topluluk adına devlet eliyle cinayet olarak idamın yasaklanması günümüzde ülke hukukunun uygarlık ölçütü olarak algılanmaktadır artık. Yamyamlıktan bu noktaya gelmiş olan insan, kimi insan katletme biçimlerini toplum yaşamının dışına adım adım çıkararak yolunda ilerlemektedir.

 Uygarlık tarihi, şiddetin adım adım toplum dışına itilmesinin tarihidir.

''Reel politika'' uzmanları 'dünya gerçeği' vurgusuyla karşımıza çıkabilirler. Tarihsel yönelim, savaşa ilkesel karşı duruşun ütopya ve pasifizim olmadığını ortaya koyuyor. Dünyanın bugün ulaşmış bulunduğu gelişme aşaması, savaşın ilkesel reddinin gerçek ve ulaşılabilir hedef haline gelmiş bulunduğunu göstermektedir. Ne birinci ve ne ikinci dünya savaşında, savaş, örneğin şimdi, küçük Irak'ta olabildiği kadar dünyasaldı!

Bütün ülke vatandaşları arasında, sınırları çoktan aşmış olarak doğan barış temelindeki yeni ilişki biçimi, dünyanın bütün başkentlerinin Bağdat olarak algılanabilmesini sağlıyor. Dünya şimdi, hiç bir eski dönemde olamadığı kadar, dünyasına yakındır ve bu süreç işlemeye devam etmektedir.

Yalancılık ve dilenciliği kurumlaştırarak uygarlık oluşturan eski Hintlilerin Hindistan'ının Gandi'si, İngiliz sömürgecilerini tek bir kurşun sıkmadan dize getirdi. Şimdiki Bush ve Blair yönetimlerini, Iraklıların topları, tüfekleri, atom ve kimyasal bombaları değil, Bağdat'ı kendi başkentleri sayan insanlarının bütün dünyayı saldırganlar için Irak toprağı haline dönüştüren soylu direnişleri alt edecektir! ABD ve İngiliz yurttaşları bu direnişin ön taraflarında yer alıyor, daha da alacaklardır.

Saldırgan Bush-Blair ekibi ve onlar hayrına "keskin kalemleriyle" Coniciliğe soyunmuş bizim malum plaza kovboylarına, vicdanlardaki sanık sandalyesine ‘İnsanlık Suçlusu’ olarak oturma korkusundan başka bir şey kalmayacak.

Dünyanın dört yanından yükselen bu çağrılar, gerçek hedefine ulaştığında "silahlı" ve "keskin kalemli" Bush-Blair birlikleri, Iraklardan ırak durmayı pekâlâ öğreneceklerdir!

07.04.2003