Safa Kaçmaz
Paris, 09.02.2004
Eski toplumda süt analığı kurumu, sanılıp söylendiği gibi, "annesini kaybeden" veya "ana sütü az olan" çocukların durumuyla ilgili olarak ortaya çıkmış değildir. "Süt anne" , "süt nine", "süt kardeş" gibi akrabalık kavramları ve "haram-helal süt" yönleriyle İslam’da devam eden "süt akrabalığı" kurumunun yazılı kaynaklarını da Sümer ve Babil kayıtlarında buluyoruz.
Fakat, eski tarih kayıtlarını yeterince değerlendirmemiş Bay A. R. Balaman gibi uzmanlarımız, Avrupa sosyoloji çevrelerinde genellikle hâlâ kabul gören yanlışlara da dayanarak Süt Akrabalığı kurumunu "sanal", "düzmece" veya "şakacıktan kurumlar" kategorisinde tanıtma adetini sürdürmüşlerdir. (Balaman A. R, Evlilik, Akrabalık Türleri-1982- İzmir)
"Süt analığı" ve bundan doğan "süt kardeşliği", eski toplumda "sanal" veya "şakacıktan" bir akrabalık kurumu değildi. Süt akrabalığı oluşması halinde ilgili taraflara (sünnet kirveliği kurumunda da olduğu gibi) peşinen evlilik yasakları doğuyor olması, bu kurumun, eski toplumda, en az ‘kandaşlık kurumu’ kadar önemli olduğunu ve "süt akrabalığı" ilişkisini kullanan toplumların tarihinde "kandaş"lıkla aynı rolü oynamış olduğunu göstermektedir.
Süt akrabalığı, eski toplumda, doğuran gelin’e oğul’u emzirme yasağıyla birlikte, bu ilk oğulun baba toplum birimine geçişinin önündeki bir engeli kaldırmış olmalıdır. Halaların veya baba toplum birim tanrıçalarının kutsal "süt analığı" yoluyla ilk oğul, baba toplum biriminin parçası haline geldiği için, şimdiki "süt kardeşleriyle" evlilik (cinsel ilişki) yasağına tabi olur. Aralarında hiç bir "kan bağı" bulunmayan, yani "kandaş-karındaş" olmayan kız ile erkek çocuğun, emziren ortak bir ana aracılığıyla süt kardeşi olur olmaz evlilik yasağına tabi olmalarının anlamı buydu.
Sümer-Babil toplumunun bu "ilk oğul"u, eğer, onu "doğuran gelin" tarafından emzirilseydi, adaş dede-dayı toprağının aidi olarak kalmaya devam edecekti. Dolayısıyla da, baba toplum birimine ait kadınlar üzerindeki evlilik hakkını sürdürmüş olacaktı. Bu ise, artık baba toplum birimine ait sayılan bu oğul bakımından, yürürlükteki akrabalık sisteminin yıkımı demekti. Bu akrabalık sisteminde, damat ile gelinin ait olduğu toplum birimler, kendi kadınlarını, sadece karşı yanın erkeklerine vermekle yükümlüydüler. Eski toplum, Dumu-zi döneminde, en azından ilk oğul’un, baba toplum birimine ait sütle beslemesini sağlayan süt analığı kurumunu oluşturarak, oğul’un ana’lığına, süt veren kadını geçirmişti. Bulgu ve kalıntılar eski toplumun bu dönemdeki gelin’e, bu nedenlerle, doğurduğu çocuğu emzirmeyi yasaklamış ve ilk oğul’un anası saymaktan vazgeçmiş olduğuna işaret ediyor.
"Süt ana"lık kurumu, şimdi, "sanal", "düzmece" veya "şakacıktan" sanılan bütün akrabalık kavram ve kurumları gibi, tarihteki gerçek ilişkilerin artık genellikle işlevsiz kalan kalıntılarından başka bir şey değildir. Türklerde de olduğu gibi, sokakta gördüğü ve tanımadığı birisine "ana"lık, "bacı"lık, "dayı"lık, "baba"lık dağıtan Asya, Afrika ve Amerika’nın bütün "şakacı" toplulukları, bu tür sınıflayıcı kavramlarda, eski gerçek akrabalık düzeninin anısını yaşatırlar.
Süt akrabalığı kurumu eski toplum bakımından sonuçları ciddi yükümlülükler doğuran gerçek bir kurum olduğu için Hammurabi, özel bir hükümde şöyle yazdırmıştı:
§ 194 - Eğer bir adam, evladını süt anaya verir, o evlat süt ananın elinde ölürse ve süt ana, (ölen bebeğin) babasının ve anasının haberi olmadan ikinci bir çocuğu (emzirmek için) alırsa, bunu ispat ederlerse, (ölen bebeğin) babasının ve anasının haberi olmadan ikinci bir çocuğu bağrına bastığı (emzirdiği) için (süt ananın) memelerini keseceklerdir. (Hammurabi Yasası)
Bu hükümde tanımlanan suç, süt ananın, emzirdiği evladın ölmesine yol açması vb. değildir. Süt ananın memelerinin kesilmesine yol açacak şiddetteki suçu, ölen bebeğin ana ve babasının iznini almadan bir başka çocuğun da "süt anası" olmasıdır. Eski toplumda bu davranış ciddi bir suçtur; çünkü süt ana, ölen çocuğun ana, baba ve kardeşlerini, onların bilgi ve onayları olmadan, emzirdiği ikinci çocuk üzerinden başkalarıyla süt akrabası haline getirmekteydi. Bu ise her iki tarafın, nesiller boyu devam edecek bir evlilik yasağı kapsamı içine girmelerine yol açıyordu.
Süt analık kurumu, Mezopotamya veya Turuva’da, giderek köle kadın veya dadıların yükümlülüğüne doğru evrim göstermişse, bu, bütün kurumların tarihte bozulmaya uğramaları gerçeğinin yanısıra, yeni bir evlilik yasağı sıkıntısının, en küçük ölçülere ancak bu köle kadınlar kanalıyla düşürülebileceği içindir de.
09.02.2004
Sümer Kutsal Kadınları...
Safa Kaçmaz
Paris, 16.02.2004
Geçiş dönemindeki yeni duruma göre, kız çocuklar, dayı toplum biriminin aidi sayılmaya devam edilmekle birlikte, artık baba toplum birim toprağında kalıyor, burada yetişiyor ve baba toplum birim aidiyeti yolunda ilerliyorlardı. Bu ise, sorunlu bir duruma yol açar. Çünkü, şimdiki babanın bu kız evladı, dayı toplum biriminin aidi sayılmaya devam edildiği sürece, baba toplum biriminin erkeklerinin (en azından potansiyel) karısı olarak da kalıyordu. Dolayısıyla şimdi artık baba toplum birimine geçmiş erkek kardeşlerinin ve hatta, bu yandaki birimin bir erkeği olduğuna göre, baba'sının da (en azından potansiyel) karısı kabul edilmesini sağlayan eski kural yürürlükte kalıyordu. (*1) Hammurabi yasası, tarihte ortaya çıkan bu sonuca tanıklık ediyor:
§ 154 - Eğer bir adam kızı ile yatarsa, o adamı şehirden çıkartacaklardır.
Kuran da bu konuya yeniden eğildiğine göre, 'yasak'lanmış eski uygulamalar sürmeye devam etmiş gibidir:
"Sizlere anneleriniz, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, erkek kardeşlerinizin kızları, kız kardeşlerinizin kızları, sizi emziren süt anneleriniz, süt hemşireleriniz, karılarınızın anneleri, kendileriyle zifafa girdiğiniz kadınlarınızdan evlerinizde bulunan üvey kızlarınız, -onlarla zifafa girmemişseniz kızlarıyla evlenmenizde bir sakınca yoktur- ve öz oğullarınızın karıları ve iki kız kardeşi birlikte nikahlayıp almanız haram kılındı. Ancak geçen geçti, Allah bağışlayıcı ve merhamet edicidir. (Nisa Suresi, 23. ayet)
Eski akrabalık sistem ve kavramlarına göre, bu yandaki erkeğin karısı olması öngörülmüş olan kadının, geçiş dönemi içinde, giderek aynı erkeğin anası ve kızı haline dönüşmüş olması, hesapta olmayan bir sonuçtur ve eski toplum, önceki akrabalık kavram ve kurumlarının bu bozuluşu ve yeniden şekillenişi karşısında ürker.
Çünkü eski akrabalık sistem ve terimlerine göre, bu yandaki erkeğin karısı olması gereken kadın şimdi, ya oğul'un anası ya da baba'nın kızı halini almaktadır. Eski uygulama, Hammurabi yasasında kanun zoruyla veya Tanrı buyruklarıyla yeniden düzenlenmeye çalışılır. İS. 7. asırda , 'yakın akraba evliliği' hakkında yeniden (haram) yasak getirme gereksinimine bakılırsa, Mezopotamya'da şimdiki aile biçimine geçiş Hammurabi'den sonra bile 25-30 asır kadar daha sürmüş olmalıdır.
Karşılaşmayı ummadığı böyle bir sonuç karşısında, eski toplum, ya Afrika yerlilerinde olduğu gibi, 18 ve 19. yüzyılda kıtalarına gelen Avrupalı aydınların 'inceste' haykırışlarını duyup büzüleceği vakte kadar işi oluruna bırakacaktır; ya da yasa hükümlerinin yanısıra kimi kurumsal çözümler de üretmeye çalışacaktır.
Bu noktada Sümer, Babil ve Assur toplumları, kaynağı İnanna dönemine dayanan kutsal fahişelik kurumunu, yeniden ele alarak çözüm yolları geliştirirler: Şimdiki Baba, Dayı toplum biriminden sayılmaya devam edilen bu kızı kendi toplum birimi namına , tapınağa adayarak, bir anda, onu hem kendi toplum biriminin aidi kılmış olur ve hem de, böylece, onun üzerinde, kendisinin ve kendi toplum biriminin bütün erkeklerinin cinsel ilişki hakkını yasaklamış olur. Çünkü tapınak fahişeliği İnanna'dan beri yalnızca yabancı erkeklere sunulan bir kurumdu.
Babil'de İştar olarak tanınan Sümer İnanna'sının Uruk (Erek-Larak) yerleşimindeki kutsal tapınağında, Şamha-tu(zevk kızı) veya Harim-tu (fahişe) 'ler bulunduğunu biliyoruz. Cennet Huri'leri tanımı da buraya dayanıyor olmalıdır. 'Yabani toplumun' temsilcisi olan Enkidu'ya, yemeyi, içmeyi, giyinmeyi kısaca uygarlığı Gılgamış'ın kız kardeşi olan bu kutsal fahişe öğretmiş, yabancı misafiri doğrudan doğruya, İnanna'nın (İştar) kutsal mekanına götürerek Enkidu'nun gönlünü çalmıştı. Gilgamış ve Enkidu aracılığıyla iki farklı toplum birim arasında kurulan kardeşleşme, bir bakıma, Uruk kutsal fahişeliği yoluyla gerçekleşmiştir. İnanna'nın inşa etmesinden bu yana Kutsal Tapınak, yabancı erkeğin can korkusu duymadan, başlangıçta geceleri, Uruk kızları ile buluşma mekanı olarak da kullanılıyordu.
Kutsal beş Sümer yerleşimi (Eridu-Girsu, Badtibira-Pantabibla, Uruk-Erek, Sippar, Şuruppak) arasındakiilk kardeşlik ilişki düzeninin kurulması, her birimin kendi kadınları üzerindeki evlilik haklarının tamamen yasaklanması ve onların sadece yabancı erkeklere verilmesi yönüyle de ele alınmış olmalıdır.
Giderek, kadının, yaşamı boyunca, en azından bir kez, kutsal bir mekanda kendini yabancı bir erkeğe verme kuralı haline gerileyerek kutsallaşan davranış biçiminin gerisinde, toplum birimlerin kadınlarını karşılıklı olarak birbirlerine vermesi eski kuralı yatar. 'Şehirleşme'yle birlikte giderek değişen koşullarda, kadın, artık 'kendi şehri'den birisiyle de evlenebilme hakkını elde edebilmek için, 'yabancı erkek'le evlenme yükümlülüğünü hiç olmazsa sembolik hale getirmeliydi. Kendini yılda bir kez veya yaşam boyu bir kez yabancı bir erkeğe sunarak bunu sağlar. Daha sonra bu sembolik yükümlülük de, başka yolların yanısıra, bu kadın adına yabancı erkekle kutsal fahişelerin yatması yoluyla da aşılmış gibidir. Kutsal fahişeliğin, bir fedakarlık gerektiren saygın yanına bakılırsa, bu pek mümkün görülüyor. Evleninceye değin 'serbest aşk yaşayan' topluluklarda, bazı Amerika yerlilerinde, Tırakya'lılarda, genel olarak hiristiyan geleneğinde, bir yönüyle, yabancı erkekle evlenme eski yükümlülük izlerini de buluruz.
Sümer-Babil'de fahişelik ve tapınak-manastır kadınlarının kutsallığı, bütün öteki kadınlar namına, kadınların eski ilişkilerden kalan yükümlülüklerini üstlenmelerinden de doğmuştur. Böylece, öteki kadınlar gevşemiş eski akrabalık sistemleri içinde daha özgür bir evlilik düzenine doğru geçerken, eski yükümlülüklerinin önemli bir bölümünü hemcinsleri olan kutsal kadın ve fahişelere devretmişlerdi. Eski toplum, buna karşılık, duraksamadan, kutsal kadınları baba toplum birim parçası addederek ve baba mirasından sadece onlara pay vererek ödüllendirir!
Kutsal fahişelerle sadece yabancı erkeklerin ilişki kurabileceğini gösteren eski tabletler, Heredot'un verdiği bilgilerle de doğrulanıyor. Heredot'a göre, Babil'li kadın, hayatı boyunca en azından bir kere, Afrodit (Babil'in İştar ve Sumer'in İnanna'sı karşılığı) tapınağında kendisini bir yabancı erkeğe sunmak zorundaydı; bu yabancı erkek Babil'li kadına 'para' veriyordu. Bay Dhorme burada modern fahişeliğin kaynağına ulaştığını sanırken biraz erken davranmaktadır. (*2)
Heredot anlatımında, para olarak ödeme halini alan bu uygulamanın daha eski kaynağı, Babil'li kadının bir yabancı erkekle yattığına kanıt olarak saklaması gereken 'hediye' idi. Bu 'hediye'nin yabancı erkeği sembolize eden bir tanıtım ve kanıt aracı olarak önem taşıdığı açıktır. Eski Ahit, böyle bir tapınakta, 'bilmeden gelini ile yatan' bir peygamberin 'hediyesi'nden bahsederken geçmişe, Heredot'tan daha yakın durmaktadır.
Bir yandan 'şehirleşme', öte yandan da koca toplum birimine gelin gelen kadının doğurduğu kızların baba toplum birimine ait olma yolunda ilerleyişi, eski toplumun zaten tanıdığı kutsal kadınlık kurumunun yeni bir yükselişine yol açmış olmalıdır.
Kilise (Église) ve Sinagog (Synagoge) kelimeleri, eski İbrani, Akad ve Arap dillerinde Kiniştu kökünden gelen Keneşet, Kenişat kelimelerine dayanmaktadır ve bunların hepsi, toparlanmak, biraraya gelmek, buluşmak anlamı taşırlar. Tapınak kelimesine kaynak olan Tapmak da, Türkçe'de buluşmak anlamındaydı. Bu mekanlar, Tanrılar ile buluşma alanları haline gelmeden önce, gerçek toplumun, gerçek buluşma ve can güvenliği sağlanmış dokunulmazlık alanlarıydı da.
Aşk, üreme, bolluk ve bereket bayramları olarak tanınan törenler, aslında iki toplum birim arasındaki kardeşlik ittifakının kutsal evlilik'ler aracılığıyla her sene yinelenmesidir. Bu törenler (Gudea silindir tabletine göre) tapınaklarda gerçekleşiyordu. Kız evladın baba toplum birimine geçmekte olduğu bu dönemde, tapınaklar kutsal kadınlar bakımından hiyerarşik bir yapı kazanacak kadar gelişmiş durumdadır. Hammurabi yasalarının farklı özelliklerdeki kutsal kadın ve fahişe kategorileri bu süreci ortaya koymaktadır.
Her şeyden evvel, eski tablet ve kanun yazılarında "bira satıcısı kadın", "meyhaneci kadın", "Kabare, han sahibi kadın'' (HY., §109-§111 vb.) olarak tanıdığımız bir kadın kategorisi bulunmaktadır.
Sümer kıraliyet soykütük listesinde "Kiş'te, Kiş'in temellerini sağlamlaştıran, hancı kadın Ku-Bau 'kıral' olarak 100 yıl hüküm sürdü" şeklindeki ifade, geçmişte 'hancı'lığın bir çeşit kutsiyetini de anlatıyor olmalı. Üstelik, Sümer secere kayıdında bir 'kadın kıral' olarak ender bir durumdur bu. Listenin ilerisinde de, "Kiş'te, (daha sonra) Ku-Bau'nun oğlu Puzur-Sin 25 yıl hüküm sürdü" diye yazılması, Hancı kadın'ın güçlü konumuna da bir işaret olmalıdır. (Liste için bkz, S. N. KRAMER. Sümerler. S. 428)
Assur yasalarında 'genelev' olarak ifade edilen bu kurumun, bir çeşit meyhane; sadece manastır kutsal kadınlarının yönetme ve içine girme hakkı olan buluşma mekanı olduğu anlaşılmaktadır:
§ 110 - Eğer manastırda oturmayan bir Naditum, bir Entum, bir bira evi (meyhane) açar veya bira (içmek) için bir bira evine girerse, o kadını yakalayacaklardır.
Genelev özelliğinden kendini henüz ayrıştırmamış olduğu dönemdeki Tapınağa ait olan kadınlar arasında ilk sırada 'baş rahibe' gelmektedir. Baş Rahibe, başlangıçta, kutsal evlilik törenlerinde tanrıçanın yerine geçerek, bir dizi kutsal hazırlıktan sonra , Tanrı temsilcisi kıral ile buluşuyordu. Kutsal baş rahibe, nin-dingir (tanrısal kadın) veya En-tu (ulu hatun) olarak bilinmektedir. Hammurabi bunlara(Manastırda oturmayanlarına) 'Taverna', 'meyhane', genelev açma ve içki içmeyi yasakladığına göre, Ku-Bau, geçmişte 'han' açma hakkı olan bir Baş Rahibe veya Naditum gibi görünüyor. İslam'ın Hacı'lığıyla ilgileri olmayan şimdiki genelev patroniçelerinin 'hacı ana' olarak tanımlanması, genelev ve yöneticisinin İnanna'dan bu yana geçmişteki kudsiyetinin, belki, zamanımıza aktarılmasıdır.
Tapınak düzeninde sıkça karşımıza çıkan, bir diğer kategori Kadiştu (Nu-nig) ve Naditu (Sal-me) 'lardır. Bunlar Zer-maşhitu (Nu-bar) , 'tohumu unutan kadın', daha tam olarak 'kısır kadın' demektir. Bu kadınlar daha çocukluk veya genç kızlık dönemlerinde tapınaklara adanıyorlardı. Daha adanma sırasında Naditu (Salme) adı aldıklarına göre, eğer 'özel bir tedaviden' geçirilmedilerse, bunların 'kısır' olacakları ve çocuk doğuramayacakları bilinemezdi. Üstelik bunların evlenme hakları da vardır. O halde 'Kısır kadın' nitelemesi, bunların çocuklarının, evlendikleri kocaya verilmemesi, tapınağa veya baba evine devredilmesi anlamında ele alınıyor olabilir. Öte yandan, 'normal' kadınların çocuk düşürtmesi veya bir adamın döverek düşüğe yol açması yasalarda cezalandırılıyordu. Fakat, eski toplumda gerek homoseksüellik ve gerekse hadımlık kurumları kullanıldığına ve bazı hallerde özendirildiğine göre, kimi kutsal kadınların, akrabalık ve miras sisteminde karışıklığa yol açacağı gerekçesiyle çocuk yapmama yükümlüsü kılınmış olmaları da mümkündür. Eski Sümer ve Babil'de bu sonuç için gereken çocuk düşürme teknikleri biliniyor olmalıydı.
Bunlardan bağımsız olarak, Hammurabi yasalarında 'Naditu'lar, kocalarına çocuk doğurmanın alternatifi olarak , bir esire yoluyla 'çocuk temin etme'liydiler. (HY. , § 137, §144, §145) Kutsal kitabın ünlü kısırı Sara da, kölesi Agar'ı kocası Abraham'a sunarak evlat sahibi olmuştu.
Hammurabi yasasında, sonuçları miras hakları üzerinde değiştirici etkileri olan üç tür Naditum tanımı buluyoruz.
(§-179, §-180, §-181, §-183. maddeler için Bkz; Eski Toplumda Miras Paylaşım Düzeni-3)
Buna göre, "Manastır Naditum"u, "Babil Marduk'unun Naditum'u" ve "tanrıya adanmış Naditum", baba mirası ile farklı ilişkiler içinde görünmektedir.
Sugitum'lara gelince, bir çok madde de yapılan Naditum-Sugitum karşılaştırmalarına göre, Sugitum, sosyal kategori olarak, Naditum'dan daha aşağıda yer almaktadır:
§ 144 - Eğer bir adam bir Naditum ile evlenirse ve o Naditum kocasına bir kadın köle verirse , o köle doğurursa, (fakat) bu adam (bu kez) bir Sugitum ile evlenmeğe karar verirse, o adama müsaade etmiyeceklerdir, Sugitum'u alamayacaktır.
§ 145 - Eğer bir adam bir Naditum ile evlenirse ve (Naditum) ona çocuk temin etmezse ve (0 adam) Sugitum ile evlenmeği kafasına korsa, o adam Sugitum'u alacaktır. Onu evine sokacaktır (fakat) o Sugitum, Naditum ile yarışmayacaktır.
Demek ki, Sugitum, kocasına devredilen bir çocuk doğurabiliyordu. Fakat öte yandan, herhalde, tam da bu nedenle Sugitum'un baba mirası üzerindeki hakkı neredeyse çeyizle sınırlıdır:
§ 183 - Eğer bir baba, Sugitum olan kızını kocaya verirken çeyizler ve mühürlü belge yazarsa, baba kaderine gittiği zaman baba evi malından hisse almayacaktır.
§ 184 - Eğer bir adam, Sugitum olan kızına çeyiz vermez (ve) kocaya (da) vermezse, baba kaderine gittiği zaman, baba evinin gücüne göre kardeşleri ona çeyiz verecekler , onu kocaya vereceklerdir.
Kayıtlarda yer alan Sal-Zikrum (Sinnişatu) kategorisi ise, kelime olarak 'kadın erkek', 'kadına dönüşmüş erkek' veya 'erkek kadın' gibi anlamlara geliyor. Bay Dhorme, bunlarda bir çeşit Amazon karakteri tespit etse veya bunların kadınlar arasında erkekleri temsil eden bir kesim olduğu düşünülse de, bunlar konuyu açıklayıcı değildir. Kayıtlarda sözkonusu olanın gerçek bir kadın olduğundan şüphe duyulamaz. Hammurabi yasası bunların 'kız evlat' olduğunu ifade ediyor.
Mısır topluluklarında, ilk erkek çocuğun kurban edilmesi geleneği, kız biçiminde (uzun saçlı ve kız elbiseli) yetiştirilen 'adaklı' çocuk kanalıyla da aşılmış olmalıydı. Adana'da Mısır kökenli Fellah'ların kız biçimli 'adaklı' erkek çocuklarını görmüştüm. Bu durum, Sal-Zikrum'un, burada tersine, erkek çocuk kimliğiyle yetiştirilen kız çocuk olabileceğini de düşündürüyor.
Öte yandan, 'sal-Zikrum' tanımı ile anlatılmak istenen, Türkçe'de, 'kız oğlan kız' ifadesiyle bize ulaşan anlamda olduğu gibi, kız evladın bakire olmasına bir vurgu da olabilir.
Sal-Zikrum ve Girşikkum (Bay Dhorme bunu Kirşeku diye okuyor) (=ufak tefek, küçük, minyon?) , doğurduğu oğluna sahip çıkamazdı:
§ 187 - Bir Girşikkum, bir saray hizmetkarı veya bir SAL. ZİKRUM'un evlatlık (verdiği oğul) üzerinde hak iddia edilmeyecektir. (*3)
Hammurabi yasası, onların oğulları bakımından da, doğuran ana-oğul ilişkisini uzak tutmayı sürdürür:
§ 192 - Eğer saraya ait bir hizmetlinin veya bir SAL. ZİKRUM'un oğlu, kendisini büyüten babasına ve anasına ''sen babam değilsin, sen anam değilsin" derse dilini keseceklerdir .
§ 193 - Eğer, saraya ait bir hizmetlinin veya SAL. ZİKRUM'un oğlu, öz babasının evini öğrenirse, onu büyüten baba ve anadan nefret edip (kendi) babasının evine giderse gözünü oyacaklardır.
Nu-gig (Hasta olmayan?), Kadiştu, Kedeşah (kutsal kadın) ise 'kutsal fahişeleri' ifade ediyor. Bunlara Kişreti(şikreti) 'kapalı' da deniyordu. Burada ne anlamda 'kapalı' denildiğini bilmiyoruz. Fakat, Türkiye'de, evli bir kadın'ın 'üstüne gelen' ikinci kadına 'kapatma' da denildiğini biliyoruz.
Şamhatu (zevk kadını) , Harimatu ve Kişretu ( veya Şikretu) aynı zamanda 'adanmış' fahişeleri tanımlamaktadır. Bunlara genel olarak İştar kadınları (istari-tu) denilmesi, tanrısal kutsal yönlerini olduğu kadar İnanna'ya uzanan tarihsel derinliği de yansıtmaktadır.
Kudüs tapınaklarında da Nethinim (adanmış, verilmiş) kategorisi bulunuyordu.
Sümer-Babil toplumlarında, bunların dışında, büyücü, Şaman kadın 'kaşşap-tu'; "sal-er" ağıtçı kadın, ağlayıcı; Nartu ve
Zammertu, şarkıcı, muzisyen gibi 'kutsal'lık da taşıyan kadın kişilikler bulunmaktadır.
16.02.2004
***
NOTLAR...
(*1) Türkiye şimdi, Antalya'ya adını veren Attalos'un 'kız kardeşi ile evliliğini' öğrenmiş oldu. Fakat bu, eski toplumda, salt Attalos'a özgü bir olay değildir. Hitit kıralı Arnuvanda da aynı zamanda kız kardeşi olan bir kıraliçe ile evliydi. Bay Ekrem Akurgal ve Bay Ekrem Memiş, bu 'Hitit kıralının kızkardeşi ile evlenmesini' ahlaksal yönden pek uygun bulmadıklarından ve Hitit yasalarının yakın akraba evliliğini yasaklayan kanunlarını gözönünde tutarak, kıral ile kıraliçenin secere kayıtlarını incelemişler ve sonunda, kıraliçeye 'olsa olsa üvey kardeş olan' bir koca bulmaya çalışmışlardı. Böylece de "bu karmaşık mesele"yi çözdüklerini sanmışlardı. (Belleten. TTK Yayınları)
Ne varki, belli başlı Sümer tanrılarının karıları, aynı zamanda onların 'kızkardeşleri'dir de. Inanna Dumuzi'nin 'hem karısı, hem kızkardeşi'ydi. Sara, Abraham'ın; Hera da, Zeus'un hem 'kızkardeşi hem karısı'dır. Mısır Firavunlarının karıları da bir çok halde kızkardeşleridir. Bu yüzden bir Hitit kıraliçesine 'olsa olsa üvey kardeş' olan bir kıral koca bulmakla sorun çözülmüş olmaz. Konu yalnızca, eski toplum birimler arası ittifak, kardeşleşme, çift başlı kıraliyet ve yeni oluşmuş akrabalık sistemleri ile birlikte ele alınarak 'çözümlenebilir'.
(*2) "On connait le passage d'Hérodote (I, p. 199) suivant lequel les babyloniennes doivent une fois dans leurs vie s'asseoir dans le temple d'Aphrodite et s'unir à un étranger qui leur jette de l'argent." (Éduard DHORME. Les Religions de Babylonie et d'Asyrie. P. 219)
(*3) Bayan M. Tosun ve M. Yalvaç tercümesi bu noktada pek anlaşılır değil. İlgili öteki maddeler doğru çevirinin böyle olması gerektiğini gösteriyor.