22.11.2006

Töre ve Tören Kaynakları...


Safa Kaçmaz
Paris, 02.03.2004

Birey (ve toplum), eski töre ve kurumları zamanla dönüşen biçimleriyle torunlarına devretmek üzere tasarruf etmektedir. Geçirdiği ve geçirmekte olduğu aşınmalarla birlikte, doğum, sünnet, evlilik, ölüm... ve devlet törenlerinde onlara her gün rastlıyor ve uyguluyoruz. (*1) Bütün bu davranış halleri, uygarlaşma yolundaki eski toplumun barbarlıktan kurtulurken kendi içinde ve bir diğeri ile gerçekleştirdiği ittifak yapılanmasının, tarihten sayısız anı taşıyan ifadeleridir.

Sembolik hal alan veya onun daha yüksek bir özelliği olarak kutsiyet kazanmış bütün deyim, davranış ve kurumların gerisinde, eski toplumun gerçek ilişki biçim ve yaptırımları yer alır. Dolayısıyla benim bu konuları değerlendirme çalışmalarım, eski toplumu olduğu kadar, yeni toplumu tanıma çalışmasıdır da.

Eski toplum, bireyin aidiyet belirlemesi sırasında, onun toplum birimlere 'geçiş'inin en barışçıl şekillerde sağlanabilmesi için bir dizi ‘yardımcı kurum’ oluşturmuştu. Kurumsal Sosyoloji’nin büyük bir hata sonucu, ‘sanal, şakacıktan, yalancıktan’ diye tanımladığı bir dizi kurum, tarihte yerine getirdikleri ödevler bakımından son derece ‘reel’ ve ‘gerçek’tirler.

Bununla birlikte, toplumsal düzende binlerce yıl içinde dönüşerek başkalaşmış kurumları, önceki ve sonraki biçimlerinden bağımsız ‘saf’ özellikleriyle saptamak olanaksızdır; bunlar ancak, yaşayan bir organizmanın yok olurken geçirmekte olduğu değişim süreci içinde anlam bulurlar. Fakat bir kez, toplumun yönlendirici ibrişimleri alacakaranlıkta seçilmeye başlanınca, bütün eski töre ve davranış biçimleri, verili insanın anlamlı birer tercihi olarak tarih sahnesindeki rollerini istekle oynamak üzere zaten kendiliğinden sıraya girmektedirler.

Sümer-Babil toplumlarında, başlangıçta büyük oğulun ve giderek, genel olarak çoçuğun, baba toplum birim aidiyetine geçmesine hizmet eden farklı yardımcı kurumlar oluşmuştu. Bunlardan bazılarına biraz daha yakından bakalım.

Eski (ikinci kuşak) Sümer tanrılarından olan EA-Enki kendini tanıtırken şöyle diyordu:

“Tanrıların ağabeyiyim ben
Benim Ninhurşag'ın iyi bir ad verdiği,
Benim kutsal An'ın ilk doğan oğlu. ”

Babil’in ulu tanrısı Marduk da (Namrut, Martu), tıpkı babası Enki gibi, ‘ilk doğan’, büyük oğul idi:

“Ea-Enki’nin büyük oğlu olan Marduk...” (Hammurabi Yasaları)

Enki ve Marduk’un ‘büyük oğul’ olma vurgusu, Sümer–Babil toplumlarında, en azından iki kuşak tanrılar dönemi boyunca, büyük oğul’un tek mirasçı olduğu aşama ve bunun zamanı hakkında genel bir fikir vermektedir. Bu dönem, Tufan’dan daha önceye, Sümer oluşum başlarına, günümüzden 60-65 asır kadar evveline dayanmaktadır. Zamanımızın yerli topluluklarında bile, sonuçları toplumsal yaşama yansıyan ‘büyük oğul’, ‘küçük oğul’ ayrımının saptanan kalıntıları hesaba katılırsa, 15-20.000 kuşak boyunca devam eden bir uygulama ile karşı karşıyayız demektir.

İlk oğul’un baba toplum birimine geçişinin tarihte nasıl büyük bir değişim etkisi yaratmış olduğunu, anonim bir kişilik ve ilk oğulun sınıflayıcı tanımından başka bir şey olmayan Dumuzi’nin (Enkidu ve Gılgamış, Enmerkar bunun, karşı toplumlardaki simetrik yansıma ve isimlendirilişidir) Mezopotamya’da giderek derinleşen ve bize de ulaşan yaygın etkisi yansıtmaktadır. (*2)

Dumuzi ve İnanna çifti bize, Adem ve Havva olarak da devredilmiş gibidir. Bu durumda, eski toplumda ilk oğulun baba toplum birimine geçişinin, bütün bir eski akrabalık sisteminin ilk temel kırılma noktası olarak, büyük önemini tartabiliriz.

Sümer ve Babil kıralları, Dumuzi-Marduk geleneğini sürdürerek, sistemli olarak üç kurumu, kendi özellikleri arasında vurgulamaya özen göstermişlerdi:

*‘Kutsal süt emmiş’ olmak
*Bir tanrı(ça) tarafından ‘ad verilmiş’ olmak
*Bir tanrı(ça)nın ‘ilk oğul’u olmak

Lu-gal-zaggasi, bu geleneğe dayanarak kendini şöyle tanıtıyordu :

« Uruk kıralı,
Ad’ı , Utu (An) tarafından verilmiş,
Ninhursag’ın kutsal sütünü emmiş,
Uruk tanrıçası Ninabuhadu’nun ilk oğlu
Lu-gal-zaggasi »
(*3)

‘Süt akrabalığı’ kurumunu daha önce ele almıştık; ‘süt analığı’ yoluyla başlangıçta ilk oğul, baba toplum biriminin aidi haline getiriliyordu. (Bkz. Sümerlerde Süt Akrabalığı...)

‘Ad’ konusuna gelince, birkaç bin yıl önceki eski toplumda bireyin adı, bağlı olduğu toplum birimini ve ilkine bağlı olarak sosyal konumunu ifade etme aracıdır. Bireyin kim olduğu sorusunun yanıtı, bu yüzden, hiç olmazsa birkaç kuşaklık soykütük aktarımı ile anlam bulur. İlyada'nın her kahramanı, kendini, en azından dede kuşağına kadar geriye giderek ifade etmekteydi. İsa’nın Tanrı veya Tanrı Oğlu olması bile, İncil’de bir sayfa boyunca ona bir soykütüğü düzenlemeyi engellememiştir.

Öte yandan, ‘ilk oğul’ baba toplum birim aidiyeti sürecinde artık, eski adaş-dedenin ‘ismi’ni de terk etmeliydi. “Göbek bağı”nı açığa çıkardığı için bilinmesi tehlikeli olan ve gizli kalması tercih edilerek doğan bebeğin kulağına fısıldanan ‘göbek adı’ uygulaması, oğul bakımından, başlangıçta, süresi birçok toplulukta değişen bir ‘isimsizlik dönemi’ kurumu ile tamamlanır. Bunlar, baba toplum birimine ait sayılmayan, bu yüzden mirasçı olamayan ve yine bu yüzden ait olmadıkları toplum birimin ‘adı’na sahip çıkamayan oğullar olmalıdır. Ayrıca, baba toplum birimine geçebilmek için ‘isim’siz olmak, eski bir ‘düşman ismi’ taşıyarak geçmekten de daha kolay olmalıydı. (*4)

Farklı yanlar taşısa da, paralel örneklerini Afrika topluluklarında da bulduğumuz, ‘adlanma’, ‘adlanarak geçiş’ törenlerinin bir benzerine Oğuz Kağan destanında da rastlarız. Orada gerçekleşen şey, oğul’un baba toplum birimine bir kabul törenidir de aynı zamanda. 14-15 yaşına kadar ‘adsız’ oğul, (bu törende ‘düşman öldürme’, sembolik ölüm-dirilim motifleri de kullanılır) şaman ritüeli eşliğinde, Dedem Korkut (veya Manas destanının Ay Koca’sı) aracılığıyla ‘adlandırılır’ ve ‘Oğuz tonuna’ sokularak ‘Oğuzlanır’; doğuran ana toplum birimi ile çocuğun bağları tamamen koparılmış olur.

Sümerlerde, ad vermenin, başlangıçta Tanrı(ça)ların görevi olduğu anlaşılıyor. Fakat bu olguyu metafizik anlamda ele almamalıyız. O sırada, Tanrı(ça)lar adına yetkili şaman’ların veya öteki dini görevlilerin davranışları, Tanrı(ça)ların davranışları olarak değerlendiriliyordu. Tanrı(ça)lar adına açılmış tapınaklarda, oraya ait olarak doğan çocuğun, o tanrı(ça)nın adını almış olması anlamında ‘tanrı(ça)nın ad vermiş ‘ olması da mümkündü.

Eski toplum, bu dönemde, ‘ilk oğul’u baba toplum birimine kabul ettirebilmenin yollarını bulmaya çalışmaktadır. Burada oluşturulacak yardımcı kurumların görevi, çocuğu yabancı bir kadının (gelin’in) doğurmamış olmasını sağlamaktı; yardımcı kurumlar, bu çocuğun gelin tarafından doğurulmuş olduğunu gizlemeli, bu olguyu kabul edilebilir hale dönüştürmeliydi. Bu amacı başarmanın daha iyi bir yolu ise, çocuğu bizzat koca’nın doğurmasını sağlayabilmektir. Böylece erkek (damat), doğum öncesi hamileliği ve hatta doğumu da üstlenince, kimi eski Türk toplumlarında ‘erkek hamileliği’ ve ‘erkek lohusalığı’ yardımcı kurumlarıyla karşılaşmaya başlarız. Benzer kurumlara Afrika'da da rastlıyoruz. Burada, doğum tarihi yakınlaşınca, çocuğu olacak baba, doğuracak kendisi imiş gibi ‘hamilelik’ yaşamaya ve evde yatmaya başlamaktadır; kadın ise, hiçbir şey yokmuş gibi davranıp çalışmaya devam etmektedir; vakit geldiğinde ‘erkek doğurur’, ardından da, 'kırk basması' ve öteki tehlikelere karşı, ‘erkek lohusalığı’ dönemini başlatır. Burada ‘lohusa erkek’, çocuğun başında aslında onu korumaktadır. Erkek çocuk doğumunda sabahlara kadar kandil (şimdi ampul) yakma geleneğinin bir ayağı, ziyaretçilere ‘ziyafet vergisine’ dayanıyorsa, öteki ayağı da, herhalde gizli saldırı ve kaçırma girişimlerini önleme kaygısına dayanmaktaydı. Böylece çocuk, erkek tarafından bizzat doğurulmuş olduğuna göre, bu çocuğu, damat toplum biriminin kabul koşulları her bakımdan daha en başında yerine getirilmiş oluyordu. Babanın ‘doğurduğu’ oğulun toplum birime geçişi, burada neredeyse doğumla birlikte sağlanır. Bunun böyle olmadığı toplumlarda, erkek çocuğun baba toplum birimine geçişini sağlamak üzere, hepsi de ölüm-dirilim, savaş ve yiyecek-içecek ritüeli biçimi alan sayısız tür örnek ortaya çıkmaktadır.

Erkek hamile ve lohusalık yardımcı kurumlarında gördüğümüz insan kurnazlığı ve ‘şakacılığı’nın öte yüzünde, erkeğin, karısının doğurduğu çocuğu kendi toplum birimine kabul ettirmede karşılaştığı eski güçlüklerin yalın ve acıklı bir anlatımı bulunmaktadır.

Fakat geride, baba toplum birimine geçiş sağlamaları gereken öteki oğul ve kızlar bulunmaktaydı. Dayı’ların artık kendi karısının doğurduğu çocukların babaları haline gelmeye başladıkları bu sırada, yeğen-evlatlar, ananın gelin geldiği baba toprağına da tam olarak bağlanamamışlardı henüz. Bu oğul ve kızlar artık ana–dayı toplum birimine geri dönmüyorlardı ama, baba toplum birimi tarafından, ana-dayı topluluğunun parçası bir yabancı ve sığıntı olarak addedilmeye devam ediliyor olmalıydılar.

Mirasçı olamayan oğullar, belirli bir yaşta şimdiki babalarının toplum birimini terk etmek ve başka topraklara gitmek zorundadırlar. İlyada da ‘Zeus’un isteği’ doğrultusunda başka topraklara yerleşen, orada iç güvey olarak evlenen ve çeşitli ritüeller yoluyla o toplum birim aidiyetine geçen oğul anlatımları; oğulların sonu gelmez ‘gurbete çıkma’ masal motifleri, genel olarak bu dönem anılarını yansıtır. Bu süreç, anlaşıldığı gibi, ’iç güveyi alma’ sistemi ve ‘oğul edinme’ kurumuyla yaklaşık koşut olarak gelişerek dengelenmiştir.

Sümer ve Babil’deki çocuk paylaşımı süreci, oğulların baba toplum birimine geçişlerinin sağlandığı sırada, kız evlatlar bakımından, tapınaklara ‘sunma’ (adama) yoluyla sadece 'kutsal fahişe' olanlar bakımından gerçekleşebilmişti. Geriye kalan kız evlatların geçiş süreci tamamlanmamıştı. Burada, Sümer ve Babil toplumu, karşılaşmayı ummadığı bir sonucun yükü altında ezilmeye başlamaktadır; eskiden karıları olan kadınlar, şimdi aynı erkeklerin kız kardeşleri ve kız evlatları haline gelmeye başlamıştı. Bu durumdaki topluluk, ‘kutsal fahişe’lik kurumu aracılığıyla kendi erkeklerine yasaklayamadığı bu kız evladı kendisinden uzak tutacak yollar bulmalıydı.

Bu ‘kız evlat’ ve ‘kızkardeşin’, şimdiki baba başta olmak üzere, erkek kardeşlerinden ve bu toplum birimin bütün öteki erkeklerinden mümkün olduğunca uzak tutulmasının en sağlam güvencesi, eski topluma, onların aşağılanarak dışlanması şeklinde görünür. Eski toplum, kendini temsil eden totem (hayvan veya bitkiyi) yemeyi yasaklamanın iki yolunu zaten tanıyordu. Bunun bir yolu, totemi kutsal kılmaksa ikinci tamamlayıcı yolu da, ona karşı iğrenme duygusu yaratmaktır. Totem için yasak uygulatma tecrübesi geçiş halindeki kız evlatlara karşı tam olarak uygulanır.

Eski toplumda, aralarında sonradan mesafe, soğukluk ve korku bağları kurulmuş olan insan gurupları arasında, gerçekte, bir adım öncesinde, karşılıklı cinsel ilişki hakları bulunmaktaydı. (*5) Bay Freud, Totem ve Tabu’sunda, bazı Amerika yerlilerinde, damatların kaynanalarından ölesiye bir korku duyduklarını, kumsalda ayak izini görseler uzaklara kaçmak zorunda olduklarını yazıyordu. Eski toplumda, gelin ile kayınbaba arasında, kız kardeş ile erkek kardeş arasında vb. buna benzer onlarca örnek bulunuyor; eski toplumun sonraki torunları bu uygulamalara, her seferinde değişen, akılcı bir gerekçe kurgulamaktadırlar kuşkusuz. Yerlilerin, kaynana ile damat arasında en küçük bir temasın ‘çok büyük bir uğursuzluk’ getireceği şeklindeki açıklamalarına bilge Freud eğer inanmış ise, bunun sonuçları onu ilgilendirir. (*6)

02.03.2004

e-posta: safakacmaz@yahoo. com

***

(*1) Devlet törenleri, aslında, tören kıtalarının özel giyim biçimlerinden, konukların görüşmelere ulusal mezarlık ziyaretini takiben başlamalarından, uçak kapısına değin uzatılmış kırmızı halıya; gümüş tepside sunulan şehrin altın anahtarından, ‘şeref’ ve ‘sağlığa’ kaldırılan kadehlere kadar, eski toplumun ilişki biçimlerinin anlaşılmasında anahtar olan töreleri daha az değişmiş halleriyle yansıtırlar. Bu kurallara daha yakından bakıldığında, orada birkaç binyıl önceki uygulamaların izleri görülecektir.

Yabancı devlet adamının ayakları altına serilen ‘kırmızı halı’, iki fonksiyonu birden yerine getirir: ‘Kırmızı halı’, halı özelliğiyle, konuğun ‘yabancı’ bir toprağa ayak basmasını önlemiş olur; kırmızı özelliğiyle de konuğa sunulan kurbanların kanını sembolize eder.

Şehirlerin gerçekten de ‘kapı’lı oldukları bir dönemde, bu şehri muhasaraya alan yabancı komutana sunulan 'şehrin gerçek anahtarı', kan dökmeme karşılığı şehrin ona teslim edilmesi vb. anlamına geliyor olmalıydı.

En son olarak geçtiğimiz hafta Almanya Şansölyesi'nin Türkiye ziyareti sırasında, Türkiye Başbakanıyla karşılıklı kadeh kaldırma seramonisinde, en eski Sümer tanrılarının da ellerinden hiç eksik olmayan kadehleri görüyoruz. Tablet yazılarında yer alan tanrı toplantılarının ‘içme’ özelliği bir yana, kazıt bulgusu tanrı idol ve desenleri bunu yeterince kanıtlıyor. Bu kadehler, eski toplumda kardeşleşmenin, kan kardeşi olmanın onuruna kaldırılıyordu. Sonradan içine bira, şarap veya su konmuş olsa da.

Eski toplum birimler arasında, barış üzerine verilmiş onur sözü bu kadehlerde içilen kurban kanlarıyla teyid ediliyordu. ABD’li bayan Evelyn Reed de, büyük bir cesaret örneğiyle, meyhanede içen iki kişinin, ‘sağlık’ ve ‘şerefe’ kadeh kaldırma ilgisiz söz ve davranışlarının, gerçekte barbarlıktan barışçılığa geçmekte olan toplumların ittifak toplantılarının kan içicilik geleneğine dayandığını yinelemişti. (Kadının Evrimi) ‘Sağlık’ ve ‘şeref’ sözleri, bu eski uygulama ile anlam bulmaktaydı. Bu nedenle de İncil’de, İsa’nın, son ziyafetinde havarilerine, kendi ‘kanı yerine geçmek üzere şarap’ sunduğu yazılıdır. İslam’ın, kadehi yasaklayamadığı yerde, içine şerbet doldurması, yarı-bilinçli olarak, aslında eski toplumun kan içicilikten uzaklaşma geleneğini sürdürmek güdüsüne dayanır.

(*2) Gılgamış, üç bölümden oluşan insan-tanrı karışımıydı. Onun iki parçası tanrı, bir yanı ise insandı. Bu, hıristiyanlığın kutsal üçlemesi; Tanrı, Kutsal Ruh ve oğul İsa tanımlaması ile uyuşan bir değerlendirmedir. Bu bakımdan Dumuzi-Adem-İsa geleneği de inceleme gerektiriyor.

(3) Eski toplum, İ.Ö. 3000’li yıllarda ‘tanrısal süt’ ve ‘tanrısal ad’ uygulamasını artık sadece kıralların asaletine takarak epey zamandan beri kutsallaştırmıştı. Bu durumdaki toplumda yaygın ve ‘reel’ olarak uygulanan, ‘süt analığı ve ‘ad verme’ kurumları olmalıydı. Bu durum eski kanunlarda, ilgili konuda hukümlerin bulunuyor olmasıyla da kanıtlanmaktadır.

(*4) Bireyi isimsiz (adsız-sansız) bırakmak tarihte, daha sonra, ’kahramanlık çağı’nda karşımıza bir amaç, ‘kazanılacak’ bir hedef olarak çıkmaktadır. Buna, Sümer ve Babil’de Dumuzi-Gılgamış döneminde ve eski Yunan ‘kahramanlık çağı’ denilen dönemde rastlıyoruz. Burada gizli göbek adı uygulaması, bir yanıyla oğulun yaşam güvencesine ihtimam ise, öte yanıyla adaş-dede’nin damat toplum birimi karşısında gücünün gerileme göstergesidir de.

(*5) 25-30 yıl kadar önce, hem Türk ve hem de Kürt köylerinde, yaşı küçük bile olsa, erkek evlatlarına karşı son derece mesafeli ve sanki onlar yetişkin birer erkekmiş gibi davranan ana’ları görmek beni sarsmıştı. Bu durum, herhalde, babanın ölümü halinde, ana’ların miras olarak oğula geçme tarihsel uygulamasının derinlere kök salmış duygusu; bu ana’ların devralıp sürdürdükleri bir davranış göreneği olarak yaşanıyordu. Burada ‘kadını aşağıladığı’ için dövülen feodalite, gerçekte daha çok semerdir.

(*6) Bazı Amerikalı yerlilerinin bu tutumu, onlarda, uzak olmayan bir geçmişte, kadın ve erkek arasındaki cinsel ilişkilerin, 3 kuşak ayrımını öngörerek (dedeye nene; babaya ana ve oğula kız kuşağı) yeniden düzenlenmiş olduğuna işaret eder. Aralarında 3 kuşak ayrımı bulunmayan cermenik kökenli Avrupalılarda, damat ile kaynana arasında Amerika yerlilerinde olduğu türden bir korku ve çekingenlik yoktu; bu durum, Avrupa’da, bilge Freud’ün ‘bizde de olsaydı’ diye iç geçirmesine neden olan kaynana-damat cinsel ilişkilerine yol açmaktaydı. Aslında bu, eski akrabalık türünde gelin ile kayınbaba arası evlilik ilişkisiyle tamamlanan bir bütündür.