Safa Kaçmaz
31.03.2004, Paris
Kutsal kitabın Adem ve Havva çiftinin ilk oğulları olan Habil ve Kabil, aslında, Çoban ve Çiftçi özellikli iki eski toplum birimi arasında oluşturulan kardeşlik ittifakının temsilcileridir. Kutsal kitaba göre, onların ilk kutsal edimleri de, sahip oldukları ürünlerin ‘ilk ağız’larını (‘turfanda’ ile ‘ilk doğan hayvan’ı) tanrıya sunmak olmuştu. Çoban ve Çiftçi toplum birimler arasında daha önceleri karşılıklı olarak doğrudan değişim konusu olan ürünler, burada artık,
tanrı(lar) üzerinden sembolik sunu halini almaya başlamıştır. (*1)
Sümer ve Babil Yaratılış anlatımlarına göre, tanrı EA veya Marduk, ‘insan’ı tanrılara hizmet etsin, ’tanrı sofralarına’ yiyecek ve içecek sunsun diye yaratmışlardı. Tufan’dan sonra Nuh’un yaptığı ilk şey de tanrılar için bir sunak hazırlamak ve tanrı(lara) kurban sunmak olmuştur. Bu aktarım biçimleri, 'insan' ile bir öteki ‘insan’ toplum birimi arasındaki ilişkilerin ‘tanrı’lar aracılığıyla yeniden düzenlenişi olarak ortaya çıkan Sümer ve Babil oluşumunun yaklaşık olarak hangi aşamalarda ortaya çıktığı hakkında da bir fikir vermektedir.
Eski toplum birimlerin karşılıklı yiyecek (kurban) sunma yükümlerinin artık taşınamaz bir noktaya kadar geliştiği bir aşamada, tanrı(lar) ve kutsal tapınak, bütün eski yükümlülüklerin kendilerinde toplandığı kutsal öğeler halini alırlar. Kutsallık soyutlamasını Sümerlerde olduğu gibi Tanrı mertebesine değin ulaştıramamış topluluklar tarafından sunu mekanı olarak kullanılan dağ başları, tepeler, su kıyıları, yaşlı ağaç altları, kolaylıkla kaybolmayan birer sınır noktası, tarafsız bölge ve bu bakımlardan kutsal noktalardı.
Eski toplumda iç ve dış yamyamlık ile toplum birimlerin karşılıklı yiyecek yükümlülük sisteminin genel yansıtıcısı olan kurban-sunu kurumu, giderek bir (totem) hayvan’ın kurban edilmesi, onun hazırlık, dağıtım ve yenilme biçimlerinden ibaret olan bir görüntü kazanmışsa da, gerçekte bu uygulama, eski toplumun tahıl ve meyvelere değin uzanan genel bir yiyecek-ihtiyaç paylaşım düzeninin parçası olarak ortaya çıkmıştır.
Meyve ve tahıla ilişkin “ilk mahsul” kurumu ile ilgili kutsal uygulamalar üzerine, yıllarca önce, Bay Hilmi Ömer tarafından yapılan değerli bir çalışma bulunuyor. Ne var ki, Bay Hilmi Ömer de çalışmasında, bu tür kurum ve uygulamaları eski insanın ‘iptidai zihniyeti’yle açıklama hatalı (ve kolay olan) geleneği sürdürmekte; ‘garip’ töre ve uygulamaların, aslında eski toplumun en gerçek ilişkilerinin birer anlatım biçimi olduğundan yola çıkmayan öteki toplumbilimcileri takip etmektedir. Bununla birlikte, tarihteki toplumda, paylaşım düzeninin ifadesi olan bir ‘ilk mahsul’ (ilk ürün) kurumu olduğunu bile farketmemiş olan uzmanlarımızın varlığı karşısında (*2), onun yine de övgüye değer çalışmasını özetle ve kısmen yeni dile dönüştürerek, aktarmak istiyorum:
***
“Şimdi evvela ilk ürün, daha sonra da ilk doğanlar kurbanının mahiyetini inceleme sırası gelmiştir.
İlk ürün kurbanının kökeni ve sebebi, ilkel anlayışın özelliğinde (yani herhangi bir şeyi ilk defa yapmak veya herhangi olay silsilesinin ilki karşısında bulunmak, yeni bir hayat şartına girmek -evlenmek, erkeklik / kadınlık yaşına basmak... - gibi her yeni şeyin, her değişimin mukaddes, tabu sayılmasında) aranmalıdır. (*3)
(...)
İlk ürün, ilk buğday yahut bağ bozumundan kutsallığı veya tabuyu kaldırmak için yapılan ayinler ve takdimeler (sunumlar) Allah’a, ruha ya da ruhlara, ölüye yapıldığına göre muhtelif şekillerdedir: İlk ürün bazen resmi ve tantanalı bir şekilde yenir. Veya kurban etiyle hazırlanmış bir yemekle karıştırılarak yenir. İlk ürün bazen de hükümdara, reise yahut papaza verilir. Bu amaçla kutsal topraklara ekilmiş mahsulün bir bölümüdür.
İlk ürün ayini çoğunlukla özenle hazırlanan uzun törenlerdir. Vücutları mukaddes yemeğe hazırlamak için önce oruç tutulur, ya da kusturan şeyler içilir. (*4) Bu tören çoğunlukla bir ziyafetle sona erer. Fakat her sene yeni bir ateş yakılarak cemaate dağıtma geleneği olan yerlerde ise bu tören, yılbaşı ayininin bir çeşidini oluşturur. Dünyanın her tarafına yayılmış bu ayinlerden bütün ayrıntısıyla söz etmeyi bu yazıdaki amaç yönünden zorunlu görmüyor, yalnız Sami dinler alanındaki değerlendirmelerimizi daha iyi anlatabilmek amacıyla evrensel nitelikte birkaç tipik örneği çok kısa olarak anmakla yetiniyoruz.
(...)
Bu kısa önsözden sonra doğrudan doğruya, İbranilerde ilk ürün sunumunun özelliklerini incelemeye başlayabiliriz.
İbranice “sürüde ilk doğan yavru” anlamına gelen 'bekhor' kelimesiyle, bu kelimenin yakını olan 'bikkurim' tabiri (*5), bazen hububat da dahil olmak üzere "ilk olmuş meyvalar ve mahsuller” anlamını, çoğunlukla da ilk olmuş meyvalar ve mahsullerden Allah’a takdim edilen küçük ve fakat seçkin bir kısmı ifade etmektedir: “Tarlada ektiğin mahsulünün turfandası yani hasat bayramını ve sonunda mahsulünü devşirdiğinde, devşirme bayramını hıfz edersin... ”
(Huruç, XXIII, 16 ve onu takip edenler)
İbranice 'reshit' kelimesi ise;
ürünün ilkini: “Toprağının ilk turfandalarını Allah’ın Rabb’in beytine götüresin” (Huruç, XXIII, 19).
Hasadın ilkini: “Beni İsrail’e söyle ki, size vereceğim diyara girip mahsulünü biçtiğinizde, mahsulünüzden turfanda olarak bir demet kahine götüresiniz” (Lavilolar, XXIII, 15).
Buğdayın ilkini: “Hamurunun ilkinden bir pide refiyye takdimesi diye takdim edip, harman refiyye takdimesi gibi bunu da o şekilde takdim edersiniz. Hamurlarınızın ilkinden asırlarınızca Rabb’e refiyye takdimesi veriniz” (Adat, XV, 20 ve onu takip edenler).
Yünün ilkini: “Koyunlarınızın ilk yapağısını ona veresin” (Tesniye, XVIII, 4)
ifade eder.
İlk ürün konusunda İbranilerde gözlenen olaylar, yukarda kısaca söz ettiğimiz fikirler ve bu fikirlerimizi doğrulayan dünya geneline yayılmış teamüllerle karşılaştırıldığında, iptidailerin (ilkellerin) anlayışı ile İbrani köylü dini arasında bu sunum açısından hemen hemen hiçbir fark bulunmadığını göstermektedir. Bununla birlikte, Eerdmans’ın fikrine göre, İbranilerin bu ilk ürün sunumu, mayasız çörekler yiyerek gerçekleştirildiğine göre “buğday ruhunu gelecek senenin tohumu için muhafaza etmek" amacıyla yapılmış bir ilkbahar ziyafetinden başka bir şey değildir. Yine de bu konuda kesin olarak söylenecek şey, daha evvel Kenanilerde de olduğu gibi, İbranilerin her sene ilk mahsule atfettikleri içten kutsiyettir. (*6)
Yeni bir bağın ilk üç sene zarfındaki bütün mahsulü “sünnetsiz” sayılıp yenmediği halde, dördüncü senenin mahsulü tamamen Yehova’ya ayrılmıştır:
“Ol diyare girip meyvesi yenilir herhangi bir ağaç diktiğinizde onun meyvesini hitansız (sünnetsiz) gibi nâpâk (pis) tutasınız. Dördüncü senede meyvasının kaffesi (hepsi) Rabb’e sena için mukaddes olsun. Beşinci senede meyvasını yiyesiniz ki sizin için mahsulünü arttırsın. ” (Lavilolar, XIX, 23-25).
İbranilerde ilk ürün sunumunun içerdiği anlamı Laviloların bu emrinden çıkarabiliriz. Çünkü burada yegane önem verilen şey, dördüncü senede ürünün mabede takdim edilmesi değil, fakat ilk üç senelik mahsulün tabu olduğudur. Nitekim tabunun diğer bir şeklini, sürüden ilk doğanların kurban edilmesi olayında görmekteyiz. En eski İbrani şeriatında “İlk merkep yavrusu fidye verilerek kurtarılmadığı takdirde boynunun kırılması” (Huruç, XXXIV, 20) emir olunmaktadır. Sonradan bu gibi sunumların hepsinin mukaddes vergi sınıfına ithal edilmek eğilimini görmekteyiz. Zira, “fidye verilerek kurtarılmamış eşeğin bedeli harimül ehrama ödenmek üzere satılması” emir olunduğu gibi (Lavilolar, XXVII, 27), hatta en eski İbrani şeriatında, ilk doğan çocukların da fidye karşılığında kurtarılması gerekmektedir. (*7)
(...)
Tarlaların kenarındaki ürünün biçilmemesi yahut bir köşede bilerek bırakılan veya gerçekten unutulan demetin alınmaması konusundaki Lavilolar ve Tesniye kanunları: “Diyarınızın mahsulünü biçtiğinizde tarlanın kenarını tamamiyle biçmeyesin ve bıçkından düşen başakları devşirmeyesin, yani bağında kalan üzümleri devşirmeyip, onları fakir ve garip için bırakasın” (Lavilolar, XIX, 9-10).
“Tarlanda mahsulünü biçtiğin zaman, tarlada bir demet unutursan onu almak üzere dönmeyesin, garip ve yetim dul kadının olsun ki Allahın Rabb, seni ellerinin cümle işlerinde bereketliye, zeytin ağaçlarını silktiğin zaman kalanı daldan dala araştırmayasın. Garip ve yetim dul kadının olsun. Bağını bozduğunda kalan üzümleri devşirmeyesin. Garip ve yetim dul kadının olsun” (Tesniye, XXIV, 19-21)
gibi emirlerin gerçek anlamları başlangıçta tarla ruhlarına sunulan ilk ürün takdimelerinden başka bir şey değildir.
Fakat W. Robertson Smith’in fikrine göre, diğer birçok ziraatçi milletlerde olduğu gibi İbranilerde de ilk ürün sunumu, toprağın gerçek sahibi olan uluhiyete (tanrılık sıfatına) yani üründen vergi verilinceye kadar yenmesinin gayrimeşru olduğu prensibine dayanır:
“Allahınıza kurban göstereceğiniz o güne kadar ekmek ya kavrulmuş buğdayla taze başaklar yimeyesiniz” (Lavilolar, XXIII, 14)
Takip eden kanunlarda ilk ürün hakkında hükümler başka başkadır:
“Zahire ile şıralarının turfandalarının takdimini geciktirmeyesin” (Huruç, XXII, 29).
Burada sunulacak ilk üzüm ve ilk ürün arasında, ihtimal ki zeytinyağını da içerecek biçimde şıralar da sayıldığı halde daha sonraki bölümde yalnız arazinin ilk ürününden takdimede (sunumda) bulunulması isteniyor:
“Tarlada ektiğin mahsulünün turfandası yani hasat bayramını ve sene sonunda mahsulünü tarladan devşirdiğinde devşirme bayramını hıfz edesin” (Huruç, XXIII, 16). “Toprağının ilk turfandalarını Allahın Rabb’in beytine götüresin” (Huruç, XXIII, 19).
Prof. S.R. Driver’e göre, bu kanunlardaki ayrılık başlangıçta bu iki kanunun başka başka kitaplara ait olmasından, binaenaleyh şekil farkından dolayı muhafaza edilmiş bulunmasından kaynaklanmaktadır.
Yukarda kaydettiğimiz eski hükümlerde bütün bu takdimeler için miktar tayin edilmeyerek isteğe bağlı bırakılmıştır. Bundan bu aşamada, kelimenin tam anlamıyla bir "vergi" söz konusu olmaktan ziyade, teamülün belirlediği takdimeler olduğunu anlıyoruz.
Tesniye’nin XVIII-4. fıkrasında ise: “Buğday ve şarap ve yağının turfandalarını ve koyunlarının ilk yapağısını ona veresin” denmesi dikkat çekicidir. Çünkü bu fıkranın daha sonraki bir tarihte yazılmış olması muhtemeldir. Keza ilk Hazkıyal XIIV-30’dan da aynı sonuç çıkmaktadır:
“Buğday ve şarap ve yağının turfandalarını ve koyunlarının ilk yapağısını ona veresin” (Tesniye, XVII, 4). “Ve herşeyin ilk turfandası ve her ne takdimeniz varsa takdimelerinizin cümlesi kahinin olacaktır. Ve hamurlarınızın ilkini kahine veresiniz ki hanede bereket kararlaşsın” (Hazkıyal, XLIV, 30).
Doğrusu bu sonuncu kanunlar eski kanunlardan, tebidden sonraki (*8) kanunlara, yani ruhbani kitaplara aktarıldığını göstermektedir. Bu devrede bir taraftan ilk ürün, diğer taraftan ilk doğanlar, içerdiği anlamı (özündeki anlamı) kaybederek bu gibi sunumlar ve kurbanlar, ruhbana ödenen bir vergi niteliğini almıştır:
“Yağın alâsının hepsini ve şarap ve buğdayın alâsının hepsini yani Rabb’e verecekleri ilk meyvaları sana (yani ruhbana) verdim. Diyarlarında bulunan cümlesinden Rabb’e götürecekleri turfandaları senin olsun. Hanende her tahir (temiz) olan, ondan yesin” (Adat, XVIII, 12-13).
Reshit ile bikkurim (*5) arasında Nefiden sonraki zamanlarda ortaya çıkan bu fark Nahmiya kitabında daha açıktır:
“Toprağımızın turfandalarını ve cümle ağaçların meyvesinin turfandalarını sene be sene büyüten Rabb’e götürmeye... ve hamurumuzun turfandasını ve takdimemizi yani her tür ağacın meyvesini ve şarap ve yağı kahinlere Allahımızın beytinin odalarına götürmeye taahhüt eyledik”
(Nahmiye, X, 35-37)”
(Hilmi Ömer. Sami Dinlerde Kurbanın Mahiyet ve Faaliyeti: İlk ürün Kurbanı-4)
Hilmi Ömer’in yazısının tamamı için bkz. www.aleviten.com
31.03.2004
e-posta: safakacmaz@yahoo. com
NOTLAR...
(*1) Kutsal kitapların, yer, gök, su, ağaç, hayvan ve ‘insan’ın vb. yaratılışı olarak aktaracakları Sümer (ve Babil) ‘yaratılış’ı, herşeyden önce, ilgili toplum birimlerin ‘yaratılış’ olarak tanınan dönemdeki yiyecek (ve evlilik) yükümlülüğünü karşılıklı olarak düzenleme anlatımına dayanıyor olmalıdır.
‘Yaratılış’ döneminde tanrılara adak veya kurban (yiyecek ve içecek) sunma yükümlülüğü halini alan uygulama; toplum birimlerin içlerinde ve bir öteki toplum birimi bakımından eski yükümlerin artık yerine getirilemeyecek ölçülerde bozulmaya ulaştığı bir dönemi ifade etmektedir. Tanrıların duygu dünyasında, tapınak erkininin de ekonomik bakımdan güç kazanması, bir yönüyle bu noktaya da bağlı olarak gelişmiştir.
(*2) Varlığının izlerini, hediye sunmadan dilencilik olgusuna değin, geri veya uygar bütün toplumlarda bulabildiğimiz kurban-sunu kurumunu, ‘hayal-imagination’, ‘ilkellik’... gibi motiflerle açıklamaya devam etmek adeti günümüzde bile sürmektedir. Kurban veya sunu’nun kaynağını ‘ilkel düşünceye’, bu bakımdan anlamsızlığa, hurafelere bağlamak yaygın fakat yanlış bir yaklaşımdır. Bu tür açıklama yanlısı bilim adamlarımız, eski toplumun işleyiş yasalarının da yansıtıcısı olan bu tür kurum ve uygulamaları ‘gerçek dünyanın gerçek işlevlerinde’ aramaya başladıklarında, kuşkusuz daha yararlı ve sonuçlar elde edebilecekleri bir doğrultu kazanmış olacaklardır.
(*3) Bay Hilmi Ömer de ‘iptidai zihniyeti’, bir şeyi ilk defa yapmayı tabu kabul eden yaklaşım olarak tanımlıyarak konuyu açıklamaya çalışıyor. Fakat bu açıklama tarzı, örneğin kurban deyiminin, bazı eski dillerde, neden hem kurban edileni ve hem de kurban edeni aynı anda birlikte ifade ettiği olgusunu bile açıklayamaz. Burada kurban sunan, kendi yerine geçmek üzere bir kurban sunmakta; kurban sunan kurban’ın kendisi olmaktadır.
Kurban ve sunu, eski toplumda kurtarmalık ve sonradan vergi türü halini alacak olan bir yükümlülük olarak rol oynamıştır. Eski toplum yamyamlığı, bireyin kendi yerine genellikle totem olan hayvanını kurban etmesiyle aşmıştır. Eski toplumda, iki toplum birim arası kardeşleşmenin bir ayağını karşılıklı evlilik yoluyla kurulmuş akrabalık, öteki ayağını da, her toplum birimin doğal olarak sahip olduğu veya ürettiği ürünleri ‘kardeş’ toplum birimine verme yükümlülüğü oluşturur. Yüzlerce farklı biçimleri bulunsa da, Bahar ve Güz karnavallarında; kadın, erkek, çocuk geçiş törenlerinde, doğum, evlilik, ölüm törenlerinde izlediğimiz bu olgulardır.
Tabu, bir yasak türüdür ve genellikle yiyecek-içecek ve bunların hazırlık biçimleri ile evlilik ilişkilerine ait yasakları konu edinir. Tabu konusunun kökeni araştırıldığında bunun genellikle yenmesi, dokunulması, hatta bazen adının anılması bile yasak edilmiş olan bizzat o toplum birimin totemi olduğunu görüyoruz. Dokunma, alın yüz sürme, öpme töresi ile dokunmama tabusu (kadın ile erkek arasında, bir totem-yiyecek karşısında vb.) aynı olgunun haram-helal, iyi-kötü olan iki yüzünü ifade eder.
(*4) Oruç kurumu, ’vücutları mukaddes yemeğe hazırlamak için’ oluşmuş değildir. Bay Hilmi Ömer’in oruç kurumunu nasıl değerlendirdiğinden bağımsız olarak, bütün topluluklarda, değişik zamanlarda, bir veya birkaç şeyi yeme veya içme yasağı bulunduğunu biliyoruz. Kutsal dinlerin oruç’u, yeme, içme ve cinsel ilişki yasaklarının zamanla sembolik olarak belli dönemlerde toparlanmış olmasından başka bir şey değildir. Oruç, ‘diyet’ veya ‘vücut sağlığı’na bağlı olarak ortaya çıkmamıştır.
(*5) Bikr ve bekaret, aynı zamanda kadın bakireliğini de anlatmak için kullanılmaktadır.
(*6) Kurban ve sunu’nun kaynağının araştırılmaya başlandığı her noktada ortaya çıkan yanlış yönelim burada da görülüyor. Eğer sözkonusu olan ‘ruh’ ise, bu buğday ile sınırlı olamaz. Böylece bu uygulamaların, kurban ve takdim edilen bütün hayvan ve ürünlerin ‘ruh’ları uğruna yapıldığını ileri sürmek gerekir ki, bunun da konumuzda herhangi bir açıklayıcı değeri yoktur.
(*7) Aslında bazı toplum ve tarih bilimciler, kurban, sunu veya ölü yemeği ile ‘kurtulmalık’ veya ‘vergi’ arasında bir ilişki bulunduğunu sezmiş veya ortaya koymuşlardır. Gerçekten de, modern vergi sisteminin kaynağı olan ayni vergi, bir ekonomi kategorisi haline evrilmeden önce, toplum birimlerin kurulacak ittifakının bir şartı olarak doğal veya üretilmiş zenginliğin öteki toplum birimlere sunulma yükümlülüğüne dayanmaktadır. Eski Sümer tabletleri, tapınak sunu kayıtları toplumbirimler arası barış ilişkisi temelinin ürün değişimine de dayandığını ortaya koyuyor. İlk ve sonbahar bayramları, çoban ile çiftçi'nin birbirlerine vermek zorunda oldukları ürün değişimi ve evlilik toplantılarının anılarını yaşatırlar. Tapınak (ve Tanrı) bu karşılıklı ilişkinin birleştirici ara noktası olarak giderek şekillenmiş ve toplum birimlerin ve onların aidi bireylerin birbirlerine karşı yükümlülüklerini artık sürdüremedikleri noktada bu yükümlülükleri kendinde toparlamaya başlamıştı.
Roma sömürgeciliği sırasında, henüz 'vergi' kavramı ile ifade edilmiyorken, bu eski yükümlülükler ile ilgili olarak, İsa’ya sorulmuş ve İncil, İsa'nın genellikle yanlış tanınan ‘laik' cevabını kaydetmiştir: "İsa onlara dedi ki, Sezar’a ait olanı Sezar'a verin; Tanrı'ya ait olanı da Tanrı’ya".
(*8) Tebid, [Uzaklaştırma, bir yerden bir yere sürme, kovma]
Tebid, buradaki haliyle Mısır sürgününü yani Musa dönemini anlatıyor olmalı. Musevilikte "exsode" olarak verilen referans, Mısır'dan kaçış, kovuluş, kurtuluş olgusudur. Bu olay, Musevilikte "çıkıştan önce", "çıkıştan sonra" gibi bir küçük milat kullanılmasına da yol açmıştır. Burada, anlaşılan, böylece, Musa ile başlayan dönem ile öncesi birbirinden ayrılmaya çalışılmış oluyor.