22.11.2006

Kutsal rakamlar ve ölüm olgusunun gizlenmesi...


11.08.2004

İncelemesi içinde sürekli olarak Abipon 'erkek'lerinden bahseden Bay Sherzer, bu erkeklerin, genel bir cinsiyet kategorisi ötesinde, 'ovalı', 'dağlı' vb. şekilde de tanımlandığını yeterince dikkat almamaktadır. Verilen bilgilere göre, üç temel guruba ayrılmış olan Abipon'lar, aynı şeyi ifade etmek için, dağlı veya ovalı oluşlarına göre, farklı bir lehçe veya hiç olmazsa farklı bir kelime kullanıyorlardı. Demek ki, oluşmuş Abipon birliği, farklı alt guruplara mensup olanların bir birliği idi ve 'erkekler' bu farklı alt guruplara ait erkeklerdi. Bu durum, kadınların da 'kadın cinsi' olma ötesinde, bu temel guruplara göre aidiyet farkı olan, yani farklı toplum birimlere ait kadınlar olduğunu gösteriyor. Eski toplumda aidiyet farkı temel bir ayrım konusudur. Toplum birimler içinde ve aralarındaki bütün kurallar, aidiyet birliği veya aidiyet farklılığını temel alarak oluşturulmaktaydı.

Abiponlar arasında kimi törenlerin 'dokuz gün' sürüyor olması, Abiponlar arasında geçmişe dayanan bir aidiyet ayrımının işareti olmalıdır. Bütün eski toplumlar gibi, Abiponlar da, başlangıçta kendi iç düzenlerini kurarlarken, her içe kapalı topluluğun sahip olduğu üç kuşağın yanyana bulunuşu doğal olgusunu çıkış noktası almış gibidirler. Sonradan hıristiyanlıkta 'baba, oğul ve kutsal ruh'a dönüşerek süren 'kutsal üçleme'nin en eski kaynağı, doğal toplumun 3 kuşağa ayrılan doğal birliğidir. Yaklaşık bütün eski veya modern topluluklarda kalıntıları bulunan 3'ün (veya katsayısı olan rakamların) kaynağı, en eski doğal toplumun doğal bölünüşünün, oluşturulan bütün kurallar için çıkış noktası, paylaşım ve yükümlülük temeli olarak kabul edilmiş olmasından ve bütün bu kuralların da zamanla kutsiyet kazanmasından başka bir şey değildir. Eski toplum, kutsal 6, 9 veya 12 rakamlarıyla, oldukça doğal bir şekilde tanışıyordu. 3 kuşaklı 2, 3 veya 4 toplum birimli ittifak toplulukları, Zeus ve 12 tanrısını, İsa ve 12 havarisini, Ali ve 12 imamını hiç tanımadan, örneğin Avusturalya yerlilerinde olduğu gibi, bu tür rakamlara ulaşmak zorundaydılar. Dünyanın her yanında örneği görülen kutsal rakamlar, bir öteki topluluktan ödünç alınarak kültürlerine sokulmuş değildir. İşin aslına bakılırsa, Zeus, İsa, Ali ile öteki tanrı, havari veya imamlar, sadece, önceki üç'leme geleneğinin yeni koşullardaki ifadeleridir. İsa'nın 12 havarisi adeta derleme ile toparlanarak, geçmisteki 12 İsrael oğullarını temsil etmek üzere oluşturulmuştu. Demek ki, karısını '3'den 9'a boş ol' diyerek boşama geleneğini yaşatan Türk topluluğunun gerisinde de 3 kuşaklı doğal toplumsal yapı bulunur. Onların zamanla kurdukları ittifaklara bağlı olarak kutsal 9 rakamına ulaşmış olmaları ne bir tesadüf, ne uydurulmuş bir saçmalık, ne de 'derin' gökyüzü bilimciliğinin ürünüdür. Bay J. P. Roux, eski Türklerin kutsal 9 rakamının (ve bunlardan türemiş 9 Koy, 9 Hilal, 9 Işık gibi sözlerin...) gerisinde, kaynak olarak, 9 gezegeni ararken bütünüyle yanılmaktaydı. Kutsal rakamlar, ay, yıldız veya gezegenlerden çok önce, eski toplumun ittifak-birlik oluşturan parçalarının sayısını yansıtır. Abiponlar'da da 9 gün süren törenlerin bulunması, onların 9 toplum birimli bir ittifak düzenlenişini yaşamış veya o anda hâlâ yaşamakta olduklarını ortaya koyuyor. Bay Roux, kutsal rakamların kaynağını, gezegen sayılarında aradığı için, İsa'dan sonraki ilk 5-6. yüzyıllar sırasında 7 gezegeni dahi bilmeyen eski Türklerin, nasıl olup da, o sırada kesinlikle bilemeyecek oldukları 9 gezegene bağlı bir kutsiyet anlayışını geliştirmiş olduklarına şaşırırken, aslında kendi hatasının kaynağına da dikkat cekmiş olmaktadır. Eski toplum, ay, güneş veya öteki gezegen sayılarına bakarak kutsal rakamlara ulaşmış değildir.

Doğal zorluklar içinde varlık sürdüren her topluluk gibi Abipon'lar da yaşam karşısında, gerçekçidirler. Savaştan döndüklerinde kayıp ve kazançlarının hesabının tüm topluluğa verilmesi sırasında ortaya serdikleri davranışları da bunu gösteriyor. Gerçekçi olmalarına karşın, Abiponlar, savaştaki kayıplarını sıralarken 'öldü' sözcüğünü kullanmaktan ısrarla kaçınmakta, ölüm olgusunu başka sözcüklerle ifade etmeye özel bir çaba göstermektedirler. Örnegin Namelen isimli bir
kadının kocası o savaşta ölmüş ise, savaş kayıbı bu erkeğin ölümü, "Namelen'in kocası, artık yok" diye belirtilmektedir.

Abiponların, bir insanın ölümünü 'o, artık yok' diye gizlemesi, günümüzdeki ölümlerin 'kayıp' ilanlarıyla bildirilmesi uygulaması, yakınların ölümünü gizlemek biçimindeki davranışla birleşmektedir. Ölüm olgusunu 'kayıp' , 'kaybetme', 'yitirme', 'sonsuzluğa uğurlama', 'sonsuz uykuya dalma' gibi kavramlarla tanıtma tutumu, Abiponlar'da örneğini gördüğümüz eski toplumun, yakınların ölüm'ünü gizleme çabasının günümüze ulaşan kalıntılarından birisidir. Buradaki gizleme tutumunu açıklarken, 'ölüm karşısında üzülmek' gibi duygusal bir argümana başvurmak, konuyu etraflıca açıklamada oldukça cılız kalacaktır. 'üç günden sonra duyalar' denilerek takvimsel gizlemeye bağlı bir ölüm gizleme tutumunda 'üzülme' argümanına yer bulmak zordur. Ölüm olgusunun sistemli gizlenişinde eski ölü yamyamlığı dönemine uzanan kaynaklardan daha önce bahsetmiştik.

Abiponlar, savaş devam ederken, haber bekleyen topluluğa bilgi ulaştırsın diye aralarından bir atlı savaşçıyı gönderiyorlardı. Bu atlı haberci daha uzaktan görünür görünmez, kalabalık kitle, sağ ellerini dudaklarının üzerine vurmaya başlıyor ve haberciyi ineceği yere kadar izliyorlardı. Haberci bu sırada tek bir kelime konuşmamaktadır, konuşmaması gerekir. Eve veya konaklanacak yere yaklaşınca da, atından doğrudan doğruya, ayakları altına serilmiş bir yatağı üzerine atlar ve ancak, işte o zaman konuşmaya ve savaş bilançosunu anlatmaya başlar. Savaş sırasında az sayıda düşman öldürülmüş veya yaralanmışsa bile, bu durumu 'hepsi öldürüldü' diye aktarır. Sonra da kendisinin öldürdüklerinden başlamak üzere, öldürülenleri sıralamaya başlar. Dinleyiciler de bağrışır: "Hesap kabul! Hesap kabul!”

Tutsak veya ganimet sıralanmasına başlandığında, ele geçirilen mallar sıralanır ve elçi, burada, her seferinde "sonsuz" ekini kullanır. Topluluk buna da 'Ndre' diye onay verir. Ardından kendilerine ait yaralıları sıralamaya başlar ki, kalabalık da buna, her seferinde, 'zavallı', 'yoksul' anlamlarına gelen "Teyreta" diye yanıt verir. Sıra kendilerinin ölülerine geldiğinde, haberci, hem ölülerin adını vermemekte ve hem de 'öldü' yerine 'artık yok' belirlemesini kullanmaktadır: "X'in kocası, artık yok". Sözcü, 'öldü' demek yerine, daima, özel bir cümle haline gelmiş bu tekerlemeyi kullanır. (*1) Bu andan itibaren ise, kadınlar saçlarını çözüp, ölüm törenlerinde ortaya koyacakları davranışları tekrarlamaya başlayacaklardır.

Abipon habercisi-elçinin, atın üzerinden doğrudan yatağa atlaması ve ancak ondan sonra konuşmaya başlaması, eski toplumdan bize ulaşan, açıklayıcı örneklerden birisidir. (*2) Modern toplumların özenle gözetip sürdürdüğü, yabancı devlet adamlarını karşılama töreninin vazgeçilmez (kırmızı) halısının başlangıçtaki kaynağı pek açıklanmamıştır. Ziyaret edilen ülke yetkililerinin, yabancı devlet adamını halı ve özel olarak da kırmızı halı üzerinde yürümeye zorlama geleneği ile evlenilen gelinin, zifaf odasına veya damat evine, kucakta taşınması özünde aynı temel çizgide buluşur. Bütün bunları Avrupa uygarlığının duygusal veya uygarca davranış evriminin bir örneği olarak kabul etmek daha revaçta olsa da bu gelenek, eski toplumun, yabancı bir toprağa ayak basmak veya bastırtmamak ilkesine dayanmaktadır. Yatak odası mahremiyeti veya, Ruslar arasında da yaygın olan her karyolanın yanaştığı duvara bir halı asma geleneğinin açıklaması 'yabancı toprak' - 'kendi toprağı' ile güç bulmaktadır. Yatağın bulunduğu odanın topraksal aidiyetini duvara asılmış halı deseni açıklar. 'Kutsal Yatak' terimine eski Sümer tablet ve desenlerinde de rastlıyoruz. Sümer kazılarında, ortak mezarlığın bulunduğu hallerde bile, bazı evlerin zemininde gömütlere rastlanmıştı. Yerleşim birimlerinde toplu ortak mezarlık olsa bile, 'ölülerini' kendi evlerinin oturum zeminine gömmeye devam edenlerin dayandığı ilke, ölüleri 'kendi toprağına gömme' ilkesiydi. Nazım Hikmet'in mezarının 'vatan toprağı'na taşınması vasiyeti ve ona uymak isteyenlerin dayandığı geleneğin gerisinde 5000 yıl önceki Mezopotamya toplumları da bulunuyor. Eski Ahit'in Abram-Abraham'ı ise ölümünden önce mezar yeri 'satın alarak' o toprak parçasını kendi toprağı haline getirmeye çalışıyordu. Yatak başlarına halı asma geleneği veya 'eşikten atlama', 'eşige bastırmama' gibi tüm eşik ananeleri, yabancı bir toprağa ayak basmak veya bastırmamak tutumu ile anlam kazanır.

Bir çığırtmaç, sözcü, elçi, eski toplumda aynı zamanda dinsel görevi de olan önemli birisiydi. Bay Sherzer'e göre, sözcü-çağırıcı, 'güzel bir manto?' giyerek, çadırdan çadıra Abiponları toplantıya çağırmaktaydı. Avrupalı ve ABD'li araştırıcılarımız, sosyal konum belirleyicisi böyle bir aracı genellikle 'güzel bir manto' biçiminde ele alıp tanıtıyorlar. 'Manto' motifini Tevrat'ın Tufan anlatımında , 'Nuh mantosu' olarak da buluyoruz. Burada sözü edilen 'manto', totemleri temsil eden hayvan türünün postundan veya bitkilerden yapılmış olmalıydı ve onu üzerine geçirenin, sosyal konumunu belirliyordu. Örnegin, Jean Paul II'nin üzerine taktığı kaftan, Papa'lık göstergesi olan bir 'manto'dur veya o 'güzel manto'yu yalnızca Papa'lık konumu olan birisi giyebilir.

'Güzel bir mantosu' olan Abipon çığırtmaç-sözcüsü, bir çadırdan içeri girince, kadınların çığırtmaç'ı selam'lama biçimi yalnızca bir 'dudak şaplatması ve sevinç' yansıtan ses çıkartmaktan ibaretti. Burada herhangi bir konuşma gerçekleşemez. Dudak çırpmasıyla oluşan bu ses, Apibon kadını ile erkek sözcü arasında gerçekleşen sözel ilişki ('konuşma') bakımından tek yasal ilişki türüdür. (*3)

Burada, ailenin yaşlı kadınının, çığırtmaç'ın altına derhal bir 'yatak' hazırladığına da tanık oluyoruz. Erkek, çığırtmaç ile gerekli konuşmayı - usulüne göre- yapmakta; sözcü, çıkıp giderken elinde getirdiği savaş sembolü mızrağı evin kadınına teslim etmektedir. Kadın ise, sözcüyü, yine yalnızca bir dudak çırpmasıyla oluşan sesle 'selamlar', böylece de 'konuşma yasağı'na uygun olarak uğurlar.

Safa Kaçmaz
Paris, 11.08.2004

e-posta: safakacmaz@yahoo. com


(*1) Konuşma kalıpları ve sözcük değerleri, söz konusu topluluğun gerçek toplumsal ilişkileri ile anlam bulur. Bu gerçek ilişkilere ulaşmak yerine, bay Sherzer'in inceleme metodu ve olayı aktarma ('sahneleme') türü uzmanlarımızın nasıl sonu gelmez bir bataklığa girdiklerini kanıtlamaktadır. Bay Sherzer'in inceleme metoduna şöyle bir göz atmak bile bunu gösteriyor:

"1) Sahne: Hastanın evi
2) Gönderici: Saman
Gönderilen yer: Ruhlar
3) Sonuç: Hastalığın iyileştirilmesi
4) Anahtar soru: ? (Soru işareti! Çünkü, araştırıcılar Bay
Sherzer'e bu noktada yeterli bilgi aktarmamışlar.)
5) Aracı-yardımcılar: Abipon dili: Konuşma.
Müzik. Su kabağı ve davul.
Saç ve göğüsler açık.
Kol ve bacak titremeleri.
6) Genel ve özel davranış biçimleri: ?
7) Söz dizim sonuçları: ?" (s. 64)

(*2) Bununla birlikte Joel Sherzer'nin veya onun da dayandığı gözlemcilerin, Abipon yerlilerine ilişkin, elçi konusunda verdikleri bilgilerin sınırlı olması, konumuzun daha iyi anlaşılabilmesi için, gerçekten bir kayıptır.

(*3) Abipon'larda her savaş sonrasında, sadece erkekler bir araya toplanırlar ve içki içmeye başlarlardı. Bu sırada hiçbir kadın ortalıkta görünemez, görünmemek zorundadır. Bu durum, alkollü içkiler ile 'kan içicilik' arasındaki eski bağa işaret ediyor gibidir; alkolün eski bir kaynağı olan kan veya yenilen et, kadınların aidi olduğu toplum birimine ait değilse bile; erkekler yönünden, genel olarak bir 'yabancı'ya aitti. Bulgular, eski toplumda, kadınlara yönelik olarak yaygın bir 'et yeme yasağı' bulunduğunu ortaya koyuyor. Bunun kaynağını 'kadın cinsi' olarak saptayıp savunmak, insan bilim bakımından son derece cılızdır.