24.07.2008

İnsanbilim


Tevrat, İncil ve Kuran'ın Mezopotamya Yazın Kaynakları

Safa Kaçmaz
El Kitapları;
İstanbul, 2007, 1. baskı, 14 x 22 cm, 192 sayfa, Türkçe, Karton Kapak.
ISBN No: 9758674250


Biyolojide hücrenin, fizikte atomun oluşturucularının incelenmesi ne önemde ise, insanbilim bakımından, kendi öz yasalarına göre hareket eden oluşturucu temel toplumsal birimlerin varoluş yasalarının incelenmesi aynı önemdedir.
Bütün varlığı boyunca insan toplumunun yönetsel, cinsel ve yiyecek düzeninde karşılaştığımız toplumsal birimlerin ortaya çıkarılması ve işleyiş kurallarının anlaşılmasının sağlanması, sadece eski toplumun değil, modern toplumun tanınması bakımından da zorunludur.
İnsan toplumunun işleyiş yasaları denilince, eski dün ile yeni yarın arasındaki insan toplumu hayatının bütününü kapsayan son derece ağır ve geniş bir konu ile karşı karşıya bulunduğumuz anlaşılacaktır. Böyle devasa bir konuyu ele almanın korkutucu yanı ne denli büyükse de, insanın serüveni bir kez izlenmeye başlanınca, konular giderek avucumuzun içine girmeye başlarlar.
Daha çok, eski toplum örnegi sayılan topluluklara ilişkin çeşitli rapor veya gözlem sonuçlarına; bize kendilerini kendi yazılı tabletleriyle aktaran Sümer bulgularına ..vb. dayanarak, insan toplumunun işleyiş yasalarının,hiç olmazsa bir bölümünün üzerinde epeydir çalışıyorum. İnsan toplumunun giderek unutmuş olduğu veya sosyal bilimcilerimiz tarafından hiç saptanamamış kimi eski kurumları ortaya çıkararak, eski toplum yapısıyla içice ele almayı deneyen bu çalışmalar, doğal olarak, bir tarih anlatımının daha ötesindedir. Toplumsal kavram ve kurumların yeni tanımlarını veren, çözülmüş sanılan konuların bazılarında yeni bir yorum sunan ve bana, bir kitap öncesi hazırlık yardımında bulunan bu yazılarım, şimdilik, insan bilimle tanışık alanlarda bulunanların dikkat ve ilgisini kendilerinin yürütecekleri bağımsız araştırmalara doğru yönlendirebilirse, insan bilimin yeni bir temele kavuşturulmasının gerekliliğini gösterebilirse, bu yeterli olacaktır. Konuların ana çerçevesinin belirlenmesi aşamasında genel hatlara vurguda bulunmak, insan topluluklarının farklı uygulamalarının genel paydalarını ortaya çıkarmaya çalışmak, şu anda daha önemli görünüyor. Ezberlenmiş ispatsız savların yinelenmesinden daha bunaltıcı bir şey olamaz.
Yaşam için zorunlu çalışmamdan arta kalan zamanımda hazırladığım bu yazılar, akademik dünyada, alanlarında son derece yetkin akademisyenlerimiz arasında, bana yazma lütfünde bulunanlar aracılığıyla edindiğim izlenime göre, ilgi ile izlenmektedir. Bu ilginin, yazılarda ele alınan konuların ilerletilmesine yönelik çalışma ortamlarının yaratılmasına dönüştürülmesi sevindirici olacaktır. Akademik bünye içinde bulunan değerli uzmanlarımız, akademik dünya dışından gelen farklı yorum ve çalışmalara gereken değeri verecek olgunluğu göstermektedirler. Son yıllarda, düşünce kalıplarının dışına çıkılmasını sağlayabilen akademik çalışma rahatlığı, eskiden daha katı olan yaklaşımların değişmesini de beraberinde getirmişe benzemektedir.
Burada, yazılarımla ilgili olarak bana sorulan ‘kaynaklar’ konusunu yazılarımda açıklanan vargılara ulaşma süreci ile birlikte ele alarak açıklamam belki daha yerinde olacaktır.

Akademik dünyadan gelmeyen birisi olarak ve yazılı hale getirme gibi bir ön amaca sahip olmadan başladığım, sonuçların doğruluğundan emin olabilmek için zaman zaman yeniden başlara döndüğüm, insan toplumunun işleyiş yasalarıyla ilgili okuma çalışmalarım, başlangıçta yalnızca, kendi düşüncelerimin doğruluğunu denetlemekten başka hiç bir hedef gütmüyordu. Birbiriyle ilişkili farklı alanlara dağılmayı gerektiren okuma ve araştırma çalışmalarım ana hatlarıyla 90'lı yılların sonlarına doğru ‘tamam’lanmış sayılabilir. Bu çalışma sürecinde eski yanılgılarımı saptamamı sağlayan ve düşüncelerimi rahatlatan bir zemine ulaşmıştım. 80’li yılların ortalarından itibaren zihnimi kurcalayan sorulara yanıt bulabilmek için yoğunlaştığım bu çalışma içinde ulaştığım ve bir kez ulaşınca da, temelleriyle birlikte bütün eski bilgilerimi yeniden şekillendiren bu vargılar şimdi bir bölümüyle, ancak son bir-iki yıldır yayınlanmaktadır.

Onların bulgu ve yorum birikimleri olmasaydı sonuçlarına ulaştırmayı belki de hiç beceremeyecek olduğum çalışmalarım, görüntülerini hep geride tutan ve adlarını yeri geldikçe andığım ihtirassız bilim adamlarının, insan toplumunun eski döneminin açıklığa kavuşturulması yönündeki çabalarına çok şey borçludur. Kendileri, benim onlardan bir okur olarak beklediğim sonuçları, yapmış oldukları çalışmalar bakımından, açıkça ortaya koymamış, daha doğrusunu söylemek gerekirse, o sonuçlara hiçbir zaman ulaşamamış olsalar bile, yaşamlarının neredeyse tamamını, bir bilim adamı olarak eski yazıt çözümlemelerine ayıran B.Hrozny gibi şahısların çalışmalarını okumak, en sıkıntılı dönemlerimde bile, öğrenme mutluluğu tadılan bir zevk olmuştur.
Avrupalı bilim adamlarımızın Sümerlere ve onların yazılarına ilişkin yanlış yorum ve hatalı değerlendirme yönelimleri ne kadar büyük olursa olsun, bugün Sümerler üzerine ne biliyorsak, bunu daha çok onların çalışma sonuçlarına borçluyuz. Eğer Avrupalı uzmanlarımızın on yıllarla ölçülen bireysel ve ortaklaşa çalışmaları olmasaydı, insan tarihinin en önemli sayfalarından birisinin açılması ve okunması herhalde gecikmiş olacaktı.

Yazılarımda Sümerler üzerine,ötekilerin yanısıra, İngiliz Woolley,Amerikan Kramer(S.N.KRAMER. Tarih Sümer'de Başlar. İstanbul–1999,Sümerler. Kabalcı.2002,Sümer Mitolojisi. Kabalcı 1999),alman Shomekel (Harmut SCHMOKEL. Sumer et la civilisation sumérienne. Payot. Paris )ve fıransız Delaporte, Huot (Jean-Louis HUOT. Les Sumériens. Paris),J.Bottéro’nun (L’épopéede Gilgames. Gallimard) vb. tarihsel bilgilerinden yararlanıyorum. Ayrıntılar bakımından bilgisi olağanüstü çeşitli olan E.Dhorme’un yeri ötekilerden daha farklıdır. (E. DHORME. Choix de textes religieux Assyro-Babyloniens.1906-Les Religions de Babylonie et d’asyrie-1949.Paris)
Bu eserlerden geniş bilgi aktarmaları yapmakla birlikte yazarlarının ağır yanılgılar taşıyan yorum ve yargılarındaki hatalara da yeri geldikçe işaret etmeye çalışıyorum.
Okura sunmaya çalıştığım sonuçlar, kuşkusuz, daha iyi biçimlerde de hazırlanabilirdi. Bana hiç hazır olanak sunmayan, bitmez bir gezgin yaşam koşulu, çoğu halde, kayıt ve başvuru kaynaklarımın belirtilmesini engelleyen kötü bir gerekçe olmuştur. Kitaplarım kartonlarda, defterlerim çekmeceler arasında dolanıp durmuştu. Yitip gidenler için ise yapılabilecek hiçbir şey yok artık. Mutlaka yazma ön kaygısıyla yürütülmemiş olan çalışma biçimi, ortaya çıkan bu sonucun anlaşılmasını da sağlar. Fakat yazım ve hazırlama bakımından bu yazılara yansıyan eksikliklere; iletmeden önce yeterince okuyamadığım zaman ortaya çıkan utandırıcı imla hatalarına karşın, ulaşmış bulunduğum vargılar artık bu halleriyle de, okur huzuruna çıkabilecek olgunluğa erişmiş görünüyorlar. 
On yıldan fazla bir zaman tek bir yazı yayınlamamamın nedeni, düşüncelerimdeki olgunluğa duyduğum kuşku idi.
Bununla birlikte, yazılarımda, yorumlarımı destekleyen az sayıda ‘kaynak’ bulunmasının asıl nedeni, hiç de yukarıda anlattıklarım değildir. Yazılarımın devamlı okurları, fark etmiş olmalılar ki, vargıların önemli bir bölümünün, olumlu ve olumsuz sorumluğu sadece beni ilgilendiriyor. Diyelim ki, Nuh Tufanı ile ilgili yorumlarımda, Sümer-Babil aktarımları ve Kutsal Kitap gibi ‘kaynak’lardan bahsetmekle birlikte, bir uzman veya yazar ‘kaynak’tan bahsedemiyorum, çünkü açıkça söylemek gerekirse, böyle bir ‘kaynak’ bulunmuyor. Bilim dünyası, ne yazık ki, Tufan’a, ya “kutsal uydurma” diye, ya da Eski Ahit’in aktarımıyla bakmayı sürdürmeye devam ediyor.
Eski toplumu ve onun tarihini yeniden anlar ve kurarken, dayandığım asıl kaynaklar, doğrudan doğruya, eski tablet yazıları, sosyolojik bültenlerde eski topluma ilişkin alan çalışma raporları vb. türündeki birincil kaynaklardır. Bunları da, notlarımda yer almışsa, kitap elimin altında ise belirtiyorum. Bunlar L`Homme-Revue Française d`anthropologie, Archiv Orientalni, Revue d’égyptologie, Journal des Africaniste gibi süreli yayınlardır. 
Umalım, ilerde koşullarım bana, bunlar ve öteki yayınlardan bahsetmemi sağlayacak olanaklar ortaya çıkarsın. Kutsal Tufan Anlatımları üzerine yazılarımı okumuş olanlar bu konudaki durumu daha iyi izleyebilirler.
Şimdi yazmakta olduğum, eski toplumda akrabalık konusunda da, 'kaynak’ kıtlığımız, Kutsal Tufan’daki durumdan daha iyi değildir. Kutsal fahişelik kurumunun kaynaklarını açıklarken, bunu, aşk tanrıçalarına nedeni belirsiz bir tür tapınmaya bağlayan (“Le culte qu’on rend à cette divinité, est plutôt une profanation qu’une religion”) Montesquieu’lerin bu noktada bana bir ‘kaynak’ olamayacağını, ilgili okur daha şimdiden görmüş olmalıdır.
53 yaşındayım; ne spekülatif vurgu, ne akademik kariyer ve ne de otoritelere dayanma kaygıları ilgilendiriyor artık beni. Bir yandan bilgi ve vargılarımın yazıya geçirilmesi, öte yandan sabır ve ciddiyetle sürdürülmesi gereken çalışmalarım, insan toplumunun dünü ve yarını arasında kurulacak köprüye bir katkıda bulunuyorsa, bu bana yeterlidir.

19.07.2008

...Ve Tanrı (lar) Yaratıldı Sonra!-4

İncelemekte olduğumuz farklı dini metinlerde, ilahi ve deyişlerde “Yaratılış”a ilişkin aktarımların tek bir değişmez varyanta dayanmadığı görmüş bulunuyoruz. Bu son derece normaldir de. Çünkü, erken Mezopotamya topluluklarının tarih sahnesine çıkışlarının özeti de demek olan, bölgede şekillenmiş “kutsal yaratılış” anlatımları, oradaki her farklı topluluğun olguları nasıl gördüğüyle; karşılarında ittifak kurdukları toplum birimini “nasıl” kavradıkları ve algıladıklarıyla da çok yakından bağıntılı idi. Bu metinler gerçek Mezopotamya tarihinden bağımsız ele alınamazlar.

Bu tarihçede, “insan”dan daha önce “yılan”ın , “öküz” veya “at”ın yaratılmış olduğu biçiminde bir bilgi notu yer alıyorsa, anlamalıyız ki, aktarım dönemi, ilgili toplulukların hayvan ve-ya bitki totem dönemlerine denk geliyordu ve örneğin Bektaşiliğin “kamil insan”ı da bu nedenle, ön tarihte, önce “bitki” ve “hayvan” totem aşamaları yaşayarak “insan”laşma süreci yaşıyordu.

Kuşkusuz, bu erken atalar, “at” olarak nitelendikleri dönemde de “insan”dılar ama, tarih aktarıcı toplum birim yönünden,metinlerde, “at totemli topluluk”, yani dolayısıyla “at’lar” topluluğu olarak ifade ediliyordu. Bunlar “kuş”lar, “eşekler”, “köpekler” olarak da tanımlanabilirdi, çünkü bu dönemin topluluklarının çok büyük çoğunluğu, insan kurban sunumundan kurtulmak, insan yerine “at”, “domuz”, “koyun”, “keçi”, “öküz”, “dana”, “eşek” kurbanları sunmak biçimindeki “kurtarıcı hayvan kurban ve bitki sunumu” çözümünü uygulamaya başlamışlardı. Eğer, sonraki kutsal metinler, bir dini edim sırasında, mutlaka “kuzu”, mutlaka “oğlak”, mutlaka “sıpa” kurban etmek zorunda idi iseler, bunu, ilgili toplulukların “çocuk kurbanı”ndan bu yolla kurtuldukları biçiminde ele almak gerekliydi. Böylece bu “yavru” hayvanların cinsiyet ve renklerinin bile; hatta “ana sütü” emmiş olup olmadıklarının bile, o ritüellerde bu kadar tayin edici önem taşımasının nedeni de anlaşılır hale gelir. Çünkü, bu dönemde hayvan veya bitki totemler, renk düzeyinde bile ayrıştırılmış durumdaydı; “kara kuzu” veya “ak kuzu”; “kırmızı mercimek” veya “yeşil mercimek” bu nedenlerle farklı toplulukların simgeleri idi.

“Yaratılış” varyantlarını, eski toplumun “cahilce kurguları”, “hayal ve uydurmaları” kapsamında görmekten çıkarak ve Mezopotamya tarih iskeletine oturtarak ele aldığımızda, tek başlarına anlamlı olmayan bir dizi kavram veya vurgunun, aslında erken Mezopotamya tarih aktarımlarının birer parçası oldukları da anlaşılmaya başlanır.

Mezopotamya’nın “tarih iskeleti” dediğimiz zaman, derhal karşımıza çıkan birkaç önemli kesit bulunduğundan bahsetmiştik.

Bunların en önemlileri şunlardı:

4. binli yıllarda dar coğrafik anlamıyla Mezopotamya “Yukarı Mezopotamya” ve “Aşağı Mezopotamya” ,veya Kuzey” ve “Güney” haliyle iki belirgin farklı topluluğun yerleşim alanı halinde ele alınıyor olmalıydı. İlgili topluluklar, zamanla “Kuzey” yani “Yukarı” bölgeyi “Gök” kavramıyla; “Güney” yani “aşağı” bölgeyi de “Yer-Toprak” anlamıyla tanımlamaya ve bu içerikle ele almaya başlamış görünüyorlar. Dini metinlerde, eğer özellikle “Kuzey rüzgarı”, “Güney rüzgarı”ndan bahsediliyorsa; Sabiler arasında , “kuzey yönüne” veya “güney yönüne” tapmak özel bir kural ise, bunun kaynağı, erken Mezopotamya bölünmesinin anılarında aranmalıdır.

İnanna için , onun Gökyüzü ve Yeryüzü” arasında yolculuklarını anlatan bir ilahi aktarıldığında, kast edilen, bu bakımdan bildiğimiz “Gökyüzü” ve şimdi bildiğimiz haliyle “Yeryüzü” değildi. “Yer ve Gök arasında ittifak”ın bulunduğu bir döneme ait anlatım tarzı olarak, “Yer” ve “Gök” kavramlarıyla, Kuzey/Yukarı Mezopotamya’daki ve Güney/aşağı Mezopotamya’daki somut yerleşim- şehirler ve bu yerleşimlerdeki tapınaklar kast ediliyordu. Daha önce irdelediğimiz gibi, bu İlahiler, “Yer yüzü” ve “Gökyüzü”, şimdiki anlamıyla yer ve gök olarak ele almıyor; ilahilerin “Yer” ve “gök”ünün hangi somut şehirlerden oluştuğunu anlatacak kadar gerçekçi davranıyorlardı:

İnanna’nın Ölüler Diyarı’na İnişi

http://toplumvetarih.blogcu.com/2740344

(İnanna) , Yukarıdaki Büyük’ten,

Aşağıdaki Büyük’e inmeyi aklına koydu,

Yukarıdaki Büyük’ten

Aşağıdaki Büyük’e inmeyi aklına koydu tanrıça,

Yukarıdaki Büyük’ten Aşağıdaki Büyük’e inmeyi aklına koydu İnanna.

Hanımım Gökyüzü’nü terk etti,

Yeryüzü’nü terk etti,

İndi Ölüler Diyarı’na.

İnanna Gökyüzünü terk etti,

Yeryüzünü terk etti,

İndi Ölüler Diyarı’na,

Efendilik haklarını terk etti,

Hanımlık haklarını terk etti,

İndi Ölüler Diyarı’na.

Eanna'yı Uruk'ta bıraktı,

İndi Ölüler Diyarı’na.

Emuşkalamma'yı Bad-tibira'da bıraktı,

İndi Ölüler Diyarı’na.

Giguna'yı Zabalam'da bıraktı,

İndi Ölüler Diyarı’na,

Eşarra'yı Adab'da bıraktı,

İndi Ölüler Diyarı’na.

Baratuşgarra'yı Nippur'da bıraktı,

İndi Ölüler Diyarı’na.

Hursagkalamma'yı Kiş'te bıraktı,

İndi Ölüler Diyarı’na.

Eulmaş'ı Agade'de bıraktı,

İndi Ölüler Diyarı’na.

Yedi tanrısal yasayı yanlarına bağladı,

Tanrısal yasaları topladı, eline aldı,

Bütün yasaları hazır bekleyen ayağına yerleştirdi,

Şugurra'yı, ovanın tacını başına koydu,

Işıltıyla yüzünü kapladı,

Lacivert taşından... değneğini elinde sımsıkı tuttu, Küçük lacivert taşlarını boynuna taktı,

Parıldayan ... Taşlarını göğsüne tutturdu,

Altın bileziğini bileğine taktı,

... Zırhını göğsüne takti,

Hanımlık giysilerinin hepsiyle gövdesini örttü, ... Merhemini yüzüne sürdü.

İnanna Ölüler Diyarı’na doğru yola çıktı.

İlahilerin “ Yer ve Gök bitişik idi”, “Yer, Gök’ten, Gök, Yer’den ayrıştırıldı”, “Gök ve Yer, 7 kat halinde yaratıldı” gibi kalıp deyimler, erken Mezopotamya topluluklarının ittifak sürecinin ve bu toplulukların giderek ayrıştırılmasının anlatımından başka bir şey değildi.

(Devam edecek)

* ...Ve Tanrı (lar) Yaratıldı Sonra!-1
* ...Ve Tanrı (lar) Yaratıldı Sonra!-2
* ...Ve Tanrı (lar) Yaratıldı Sonra!-3

16.07.2008

...Ve Tanrı (lar) Yaratıldı Sonra!-3

...Ve Tanrı (lar) Yaratıldı Sonra!-3

16.7.2008

Kafü-nun’dan daha nişan yok iken
Bu görüp bildiğin Cihan yok iken
Hakka sığınacak mekan yok iken
Bizde gizlenmişti amasıyız biz.

(Harabi)

...Ve Tanrı (lar) Yaratıldı Sonra!-3

Değişik tasavvuf anlatımlarında, İncil’lerde,Tevrat ve Kuran’da, “yaratılış” aktarımlarında tek bir versiyon kullanılmadığını görmüştük. Avrupa aydınlanmacılığının hatalı felsefi temellerinden güç alan kaba ateizm, dinsel yaratılış versiyonlarını bir “kurgu”, “düşünsel tasarım” konuları olarak ele aldığı için, Mezopotamya kaynaklı yaratılış aktarımlarının farklı versiyonlarının nedenlerini göremediği gibi, diyelim ki, Kuran’da, Adem’in “su”dan, “nufte”den, “kan parçası”ndan, “kara toprak”tan, “yumurta”dan, “pişmiş kırmızı topraktan”, “kilden” vb. başlayan yaratılış aktarımlarında Muhammed çelişmesi ve mavallarını görmekten daha ileri gidememiştir.

Sonraki dinsel yaratılış anlatımları, bir dizi eski farklı yaratılış anlatımlarının zamanla bütünleşmiş özelliğini yansıtıyordu ; Muhammed’in farklı yaratılış elemanlarını, onlar sanki birbirleriyle hiç çelişmiyormuş gibi aktarmasının nedeni de, Muhammed dönemine ulaşan bir dizi farklı yaratılış versiyonunun bulunmasıydı ve Muhammed, farklı kavimlerin yaratılış aktarımlarına, hepsi de o sırada kutsallaşmış metinler olarak sahip çıkıp farklı bağıntılarda kullanmaktan başka bir şey yapmış değildi.

Farklı yaratılış versiyonlarının, eski toplum birimlerin, özel olarak kendi ön atalarının tarih sahnesine çıkma sürecinin anlatımları olarak şekillenmiş yazın-söylem biçimleri olduğu bir kez saptanınca, bize ulaşmış yazılı metinler, ayrıntılı bir analize tabi tutulabilecek hale gelmeye başlarlar.

Harabi veya diğer tasavvuf-Bektaşi, Alevi söylemlerinin dikkatle izelenmesi halinde de, “Yaratılış” versiyonlarının hiç de klasik Kuran söylemiyle paralellik taşımadığını; hatta son derece ilginç bir tarihçe tarzı olduğunu saptamaya başlarız.

Harabi’de şunları okumuştuk:

“Daha Allah ile Cihan yok iken
Biz anı var edip ilan eyledik
Hakk'a hiçbir layık mekan yok iken
Hanemize aldık mihman eyledik.”

Bu aktarım tarzının, genel tanımlara bezeli Kuran aktarım tarzına göre son derece ilginç olduğu görülüyor. “Allah ile Cihan”ın yokluk anına yapılmış böyle bir vurgu, kuşkusuz, tipik “yaratılış” varyantından son derece farklı bir dönemin anlatımı olarak bulunuyordu ve Harabi, özel olarak kendisine ait olmayan böyle bir aktarım tarzını dayandığı binlerce yıllık ön kaynaklardan almış, öğrenmiş ve aktarmış olmalıydı.

Harabi’nin dayandığı ön kaynaklara göre, bu önkaynaklar, öylesine eskiydi ki, ortada henüz “Allah ve Cihan” yok iken, Allah’ı ve Cihan’ı onlar ilan etme yoluyla “var ediyorlar”dı ve bu dönemde, ortalıkta henüz Hak’ka layık bir mekan, Beyt, Ev, Tapınak bile kurulmuş değildi; Bektaşi babalığının ön kaynakları, Tanrı’yı bizzat kendi hanelerinde, Beyt’lerinde, Tekke’lerinde barındırıyor ve misafir ediyorlardı.

Bu yaklaşım tarzı, Bektaşiliğin kendilerini “Beyt ehli”, “Ehli Beyt” olarak görmeleriyle tamamen uyumludur ve ortaya bu aktarım tarzı ortaya koyuyor ki, Mezopotamya’daki Bektaşi ön kaynakları, “Allah ve Cihan”dan çok daha önceki dönemlere dayanmaktaydı.

Bu durumda anlıyoruz ki, “Allah”, genel bir tanrı tanımı olarak var değildi ve Cihan kavramı da,bütün bir “Dünya”yı, “Evren”i anlatmıyor; son derece dar bir bölge tanımı olarak devreye giriyordu.Öyle ki, “Cihan” daha ilan etme yoluyla “var edilmemiş”, yani dinsel dilde “yaratılmamış” iken, Bektaşiliğin ön kaynakları ve onların “Hanesi”, yani tapınakları, Tekkeleri, daha o zamandan vardı.

Bu anlatım tarzına “maval” demek, ancak Mezopotamya tarihi bilinmiyorsa, olanaklıdır. Ya da, aslında Harabi’nin “özet”i, onların dayandığı ön topluluk bakımından yaşanmış tarihin onlar tarafından algılanış biçimlerinin bir ifadesiydi.

(Devam edecek)

**

...Ve Tanrı (lar) Yaratıldı Sonra!-1
...Ve Tanrı (lar) Yaratıldı Sonra!-2

12.07.2008

...Ve Tanrı (lar) Yaratıldı Sonra!-2

Kafü-nun’dan daha nişan yok iken
Bu görüp bildiğin Cihan yok iken
Hakka sığınacak mekan yok iken
Bizde gizlenmişti amasıyız biz.

(Harabi)

Mezopotamya toplulukları tek bir bütün oluşturmuyor; birbirleriyle ilişki içinde farklı toplum birimleri içeriyordu. Her farklı toplum birim,farklı ön kültürel kaynaklara dayandığı için ve “soy izi”, “soy ağacı” değişik olduğu için, kendi tarihlerini, doğal olarak bir ötekinden farklı bir tarzda anlatıyorlardı.

Daha sonra dini metinler haliyle bize ulaşan kayıtlarda anlatılan “yaratılış”lar, dikkatle incelendiğinde, ilgili topluluğun dayandığı ön kült kaynakları daha belirgin bir hal almaya başlar. Kuran’da, Adem’in “toprak”tan, “çamurdan”, “pişmiş topraktan”, “su’dan”, “nufte’den” vb. yaratılmasına yönelik anlatımlar, kaynaklar bakımından tamamen farklı toplulukların “var edilme” biçimlerine ilişkindi. Bu tür farklılığın izlerini, İncil’lerde de, İsa’nın “Adem oğlu”, “İnsan oğlu”, “tanrı oğlu”, “tanrı kulu” vb. gibi farklı vurgularla tanıtılmasında izleyebiliyoruz.

Luka İncil’inde, “İnsanoğlu İsa” vurgusu öne çıkarken, Yuhanna İncil’inde “Tanrı oğlu İsa” vurgusu saptanmaktadır.

Markos İncil’inde ise İsa “Tanrı Kulu, sabırlı İşçi” özelliğiyle öne çıkarken, Matta İncil’inde “Göklerden gelen” ve “Göklerin egemenliğini kurmak isteyen Kıral İsa”yla karşılaşılır, vb. Tevrat veya İncil’lerdeki anlatım tarz değişikliği ve farklı vurguları, onları yazan dini görevlilerin kişisel yaratıları çerçevesinde ele almaktan uzaklaşarak, farklı ön toplum birimlerin örgütlenme tarzlarındaki farklılıklara, ilişki tarzlarındaki değişikliklere bağlamaya başladığımız oranda, “yaratılış” anlatımları eski ve farklı toplum birimlerin tarih sahnesine çıktıkları ilk dönemlere kadar uzanan bir tarihçe anlatımı olarak belirginleşmeye başlayacaktır. Bu böyle olduğu için de, farklı İncil’lerin gerisinde şu andaki farklı Hıristiyan toplulukların bulunmasında; Matta’nın Yahudiler arasında, Markos’un Roma’lılar,Luka’nın Yunanlılar arasında vb. daha çok tutulmuş olmasının anlamı da belirginleşir. (Bkz : İsa'dan önceki İsa'lar!)

“Yaratılış” anlatımları arasındaki farklılıklar, ilgili topluluğun “ateş” veya “su” kültü vb. ana kaynaklarına bağlı oluşuna göre şekillenmiş olabileceği gibi, o tür anlatımlarda kullanılan “hayvan” veya “bitki” motifleri-totemlerini de içeriyor olmak zorundaydı. Çünkü, yamyamlık-insan kurban uygulamalarından kurtulmak isteyen topluluklar kendilerini “hayvan ve bitki”lerle eşitlemeye başlamıştı ve o dönemdeki anlatıcımız bakımından “eşek” totemine bağlı bir topluluk “eşekler” olarak ifade ediliyor; öküz totemine bağlı olanlar ise “öküzler” olarak tanımlanıyordu. Bu dönemin tanrıları da kaçınılmaz olarak, bu nedenle, hayvan ve bitki özelliklerine bürünürler.Bu dönemde İnsan biçimli tanrılar sadece insan kurban edimini sürdüren topluluklar arasında bulunuyor olmalıydı. Bunun gibi, dini anlatımlarda “üzüm”, “buğday”, “mercimek”, “hurma” kutsallıklarının; marul, fasulye yasaklarının ; ağaç tapınımının ; eşek, öküz, inek, aslan, kartal görünümlü tanrıların ortaya çıkması rastlantı değildi ve cehalete dayanmıyordu.

Tevrat’taki yaratılış anlatımında, ilk 6 günün yaratılışında, “sürüngen, hayvan, gökte uçan kuş” gibi motiflerin bulunması; Avestacılıkta ilk yaratılan hayvanın öküz olması; Bektaşi deyişlerinde “kamil insan”a, hayvan ve bitki olma aşamalarını yaşayarak ulaşıldığı inancı, Mezopotamya’daki bu tarihsel süreçle tamamen uyumludur ve yaşanmış bu sürecin bozuk bir anlatımı olarak bulunur.

Benzer biçimde, özellikle Harabi’nin “en başından” beri “yaratılış” sürecini anlatan deyişleri bu bakımdan yeniden değerlendirilmeli ve Mezopotamya ön topluluklarının bazılarının tarihsel gelişimi ve erken dönemlerde olguları kavrama ve yansıtmaları yönleriyle de ele alınmalıdır. Aşağıdaki bölümler, artık anlıyoruz ki, Mezopotamya’daki eski dünyanın bir bölümünün arasında dini görevli olarak seçilmiş kesimlerin “Ehli Beyt” (Tapınak ahalisi, yönetimi..) o dönemin olgularını nasıl algıladıklarını da yansıtmaktadır:

Harabi:

Vahdetname

Daha Allah ile Cihan yok iken
Biz anı var edip ilan eyledik
Hakk'a hiçbir layık mekan yok iken
Hanemize aldık mihman eyledik.

Kendisinin ismi henüz yok idi
İsmi söyle dursun cismi yok idi
Hiçbir kiyafeti resmi yok idi
Şekil verip tıpkı İnsan eyledik.

Allah ile burada birleştik
Nokta-ı amaya girdik birleştik
Sırr-ı Küntü kenzi orda söyleştik
İsmi şerifini Rahman eyledik.

Aşikar olunca zat ü sıfatı
Kûn dedik var ettik bu Semavatı
Birlikte yarattık hep Kainatı
Nam ü nişanını cihan eyledik.

Yerleri gökleri yaptık yedi kat
Altı günde tamam oldu kainat
Yarattık içinde bunca mahlûkat
Erzakını verdik ihsan eyledik.

Asılsız fasılsız yaptık cenneti
Huri gılmanlara verdik ziyneti
Türlü vaidlerle her bir milleti
Sevindirip şad ü handan eyledik.

Bir cehennem kazdık gayetle derin
Laf ateşi ile eyledik tezyin
Kıldan gayet ince kılıçtan keskin
Üstüne bir köprü mizan eyledik.

Gerçi Kün emriyle var oldu cihan
Arş-ı Kürsü gezdik durduk bir zaman
Boş kalmasın diye bu kevnü mekan
Adem’in halkını ferman eyledik.

İrfan olan bilir sırrı müphemi
İzhar etmek için ism-i azamı
Çamurdan yoğurduk yaptık Adem’i
Ruhumuzdan bir ruh revan eyledik.

Adem ile Havva birlik idiler
Ne güzel bir mekan bulduk dediler
Cennetin içinde buğday yediler
Sürdük bir tarafa puyan eyledik.

Adem ile Havva’dan geldi çok insan
Nebiler Veliler oldu mümayan
Yüzbin kerre doldu boşaldı cihan
Nuh Nacıyullah'a Tufan eyledik.

Salihe bir deve eyledik ihsan
Kayanın içinden çıktı nagehan
Pek çokları buna etmedi iman
Anları hak ile yeksan eyledik.

Bir zaman Eshabikefhi uyuttuk
Hazreti Musa'yı Tur'da okuttuk
Siti çulha yaptık bezler dokuttuk
İdris'e biçtirip kaftan eyledik.

Süleyman'ı dehre sultan eyledik
Eyyub'a acıdık derman eyledik
Yakub'u ağlattık nalan eyledik
Musa'yı Şuayb'a çoban eyledik.

Yusuf'u kuyuya attırmış idik
Mısır'da kul diye sattırmış idik
Zeliha'yı ona çattırmış idik
Zellesinden bendi zindan eyledik.

Davut peygambere çaldırdık udu
Kazadan kurtardık Lût ile Hûd'u
Bak ne hale koyduk nar-ı Nemrud'u
İbrahim'e bağ u bostan eyledik.

İsmail'e bedel cennetten kurban
Gönderdik şad oldu Halilürrahman
Balığın karnını bir hayli zaman
Yunus peygambere mekan eyledik.

Bir mescide soktuk Meryen Anayı
Pedersiz doğurttuk orda İsa'yı
Bir ağaç içinde Zekeriyya'yı
Biçtirip kanına rizan eyledik.

Beytimukaddeste Kudüs şehrinde
Nehri Seria'da Erden nehrinde
Tathir etmek için günün birinde
Yahya'yı İsa'yı üryan eyledik.

Böyle cilvelerle vakit geçirdik
Bu enbiya ile çok iş bitirdik
Başka bir Nebiyyizisan getirdik
Anın her nutkunu Kur'an eyledik.

Küffari Kureyşi ettik bahane
Mehmet Mustafa geldi cihane
Halkı davet etmek için imane
Murtaza'yı ona ihvan eyledik.

Ana kıyas olmaz asla bir nebi
Nebiler şahıdır Hakk'ın habibi
Biz anı Nebiyyi-ihsan eyledik.

Hak Muhammed Ali ile birleşti
Hep beraber kabekavseyne gittik
O makamda pek çok muhabbet ettik
Leylerelesrayı seyran eyledik.

Bu sözleri sanma he insan anlar
Kus dilidir bunu Süleyman anlar
Bu sırrı müphemi arifan anlar
Çünkü cahillerden pinhan eyledik.

Hak ile hak idik biz ezeliden
Ta ruz-i Elestte Kalubelide
Mekan-i Hüda'da bezm-i celide
Cemalini gördük iman eyledik.

Vahdet alemini bilmeyen insan
İnsan suretinde kaldı bir hayvan
Bizden ayrı değil Hazreti Süphan
Bunu Kur'an ile ayan eyledik.

Sözlerimiz bizim pek muhakkaktır
Doğan ölen yapan bozan hep Haktır
Her nereye baksan Hakkı mutlaktır
Ahval-ı vahdeti beyan eyledik.

Vahdet sarayına giren için
Hakkı aynelyakın görenler için
Bu sırrı Harabi bilenler için
Birlik meydanında cevlan eyledik.

.....................

İnsan suretinde sen bir hayvansın
Sen maye-i aslını insan mı sandın.
Sözünü bilmezsin gayet nadansın
Acep sen kendini irfan mı sandın.


Severiz seveni asla yıkmayız
Kimsenin kalbini kırıp yakmayız
Hiç insaniyetten taşra çıkmayız
Bizi kendin gibi hayvan mı sandın.


Harabi der sana bir iş yaparlar
Aç gözünü sofu, sonra açarlar
Ağzının içine bir gün sıçarlar
Sen her sakallıyı baban mı sandın.

6.07.2008

...Ve Tanrı (lar) Yaratıldı Sonra!

Karıma Hikâyeler : "Tanrıların Tarihi" başlıklı yazıda yer alan anlatımın içeriği bakımından, kullandığımız yöntemin bazı yazı yanlarını açıklamak yararlı olacak.


***

Tercümesi sorunlu yanlar taşıyor olsa da, Enuma Eliş’in başlangıç cümlelerinde, “su” ve “sis” kavramlarına yönelik vurguların ağırlığını derhal fark ederiz:

“Başlangıçta sadece su

Ve onun üzerinde salınıp duran sis mevcuttu.

Baba Apsu ortaya çıktı ve tatlı su’ların efendisi oldu.

Ana Tiamat ortaya çıktı ve tuzlu su’ları yönetti

Ve her iki su birlikte aktılar.

Onların oğlu Mumnu,

Su’ları kaplayan sis’lerin içindeydi.”

Bir “yaratılış” anlatımı bakımından, günümüze değin, bu mısralarda “su” ve “sis” kavramlarının böylesine özel itinayla neden dolayı yer aldığı pek sorgulanmış değildir. Oysa bunu sorgulamak yararlı ipuçları verebilirdi.

Bu tür “yaratılış” anlatımları, erken Mezopotamya topluluklarının gerçek-yaşanmış tarihleri ile paralel bir şekilde ele alınınca, orada zaten “ateş” ve “su” kültünün çok önemli olduğunu saptar ve “su” ile “sis”in (Duman?; “gölge”? ) bunlarla bağlantıları olabileceğini hesaba katarak, araştırmalarımızı bu alana doğru ilerletebilirdik.

Gerçekten de “Tatlı su/tuzlu su” ve “sis” bu tür eski ilahilerde çok vurgulanmaktadır. Enuma Eliş’in bu bölümünün bir çeşit özeti, benzer şekilde Eski Ahit’in başlangıcında da yer almaktaydı:

“Yer boştu, yeryüzü şekilleri yoktu;

engin karanlıklarla kaplıydı.

Tanrı'nın Ruhu suların üzerinde dalgalanıyordu.”

(Eski Ahit)

Tek başlarına ele alındıklarında, bu tanım veya kavramlar “anlaşılır” değildir: “Yer boş” iken “Su”ların bulunması; Tanrı daha “Yaratma”ya geçmeden “Ruh”unun “Su”lar üzerinde dalgalanması gibi!!

Bu tür anlatım kalıplarında sıkça karşılaştığımız, “Yer”, “Yeryüzü şekilleri” “engin” kavramlarının “Gök”, “Gökyüzü”, “Yükseklik” gibi kavramların alternatifi olarak kullanıldığını ; “Yer” ve “Gök”ün, bilinen anlamlarıyla “Yer” ve “Gök” olmadığını

irdelemeye çabalamıştık. Bu kavramlar “Akad” ve “Sümer” topluluklarının somut yaşam alanlarını anlatmakta; ilgili toplulukların Toprak” ve “Gök/ateş” kült öğeleriyle ilişkisini yansıtmaktaydı. “Toprak”tan yaratılma veya “Işık”ın Güneş veya Ay’dan bağımsız olarak ilk önce var edilmesi ; Nur inmesi; Tanrının “Ateş” olarak ve “ateş gibi” görünmesi anlatımları sadece bu çerçevede anlamlı olabilirdi. Bu nedenle de, dinsel kitaplarda kullanılan “Yeryüzü” ve “Gökyüzü” vurguları, basit ve anlaşılan şimdiki anlamıyla kullanılmıyordu. Zamanla böyle kavranmaya başlanmış olmalıydı.

Mesela Eski Ahit’te “Yeryüzünde insanlar çoğalmaya başladı” denildiği zaman, “İnsan”ların neden ille de “Yeryüzü” vurgusuyla birlikte çoğaldığından bahsedildiği sorgulanmamıştır. Oysa bu tür “yaratılış” anlatımını “yaratanlar”, basitçe, “insanlar çoğaldı” diyebilirlerdi ve bu durumda da anlamda bir bozulma olmazdı. Çünkü bugünkü kullanım değerlerine göre, “İnsan”lar elbette, Merih’te, Ay’da falan değil, “Dünya”da çoğalacak veya azalacaklardı.

Dünya” anlamına ulaşmış olarak kullanılan “Yeryüzü” kavramı, “İnsan”ların özel olarak çoğaldığı alanın tanımı olarak kullanılmışsa, anlaşılıyor ki, “İnsan”ların bir kısmı da “Gökyüzü”nde idi ve orada da çoğalıyor veya azalıyorlardı. Nitekim, özellikle İncil’ler okunduğunda, özel bir topluluğun tanımı olarak “İnsanoğlu”nun, “Gök”ten “Yeryüzü”ne gönderilmiş olduğunun falan yazıldığı görülecektir.

Eski Ahit’te benzer örneklerden bir tanesi şöyleydi:

“…Yeryüzünde insanlar çoğalmaya başladı, kızlar doğdu.

İlahi varlıklar insan kızlarının güzelliğini görünce beğendikleriyle evlendiler.

İlahi varlıkların insan kızlarıyla evlenip çocuk sahibi oldukları günlerde ve daha sonra yeryüzünde Nefiller vardı. Bunlar eski çağ kahramanları, ünlü kişilerdi.

RAB baktı, yeryüzünde insanın yaptığı kötülük çok, aklı fikri hep kötülükte.

İnsanı yarattığına pişman oldu. Yüreği sızladı.

"Yarattığım insanları, hayvanları, sürüngenleri, kuşları yeryüzünden silip atacağım" dedi, "Çünkü onları yarattığıma pişman oldum."….”

Bu tür kalıpsal deyim kullanımlarından oluşan dinsel metinlerde, genel olarak insan’dan değil “Yeryüzünde insan”dan bahsedilmesi; “İnsan”ın cezalandırılması söz konusu olduğunda “hayvan, sürüngen ve kuş”ların da cezalandırılması; onların “Yeryüzü”nden silinip atılması kararının alınması nedensiz veya anlamsız değildi. “Hayvan, sürüngen ve kuş”lar, tıpkı şimdi “insan” anlamıyla ele alınan “İnsan/Nisa oğulları” gibi, Mezopotamya’daki farklı “insan toplulukları”nın tanım biçimleriydi.

Burada yer alan “ilahi varlıklar”, “tanrı oğulları” ve-ya “tanrı”lar da, etten-kemikten varlıklar, yani “Gök”te yaşayan “İnsanoğulları”nın bir parçasıydılar. “Gök”, bilinen gök değildi, başlangıçta “Yukarı” Mezopotamya coğrafi bölgesi ve Gök-ateş tapımcısı toplulukların anlatımı idi. Bu topluluklar, “Tanrı” toplulukları idi; tanrılardı, “tanrı oğulları” olarak da nitelenen “İnsan”dı da… Bu nedenle de, “Yeryüzündeki İnsanoğlu kızları” ile rahatlıkla evlenebiliyor ve cinsel ilişki kurabiliyorlardı. Çocuk sahibi olabiliyorlar ve muhtemelen, Gök’lerdeki “tanrıça”, “hurri”, “peri”leri de, evlenmek üzere “Yeryüzü”ndeki İnsanoğlu erkeklerine veriyorlardı. Bu nedenle deyimlerimize, “doğurmak” ediminin “Dünya’ya çocuk getirmek” olarak vb. tanımlanması hiç de anlamsız bir ifade olmaz. Fakat, “normal şartlar”da düşünülürse, “Dünya’ya çocuk getirmek” oldukça anlamsız bir deyimdi…Çocuk “Gökyüzü”ne doğacak değil tabii!

Bunlar “Akkad” ve “Sümer” toplulukları arasındaki kadın ve erkeğin karşılıklı evlilik dönemlerinin ürünü kavram veya deyimlerdi; ve bazan da bu nedenle “ çocuğu Leylek gök’ten getiriyor”du.. Kalıntıları hala yaşayan “Berdel” evlilik türünün ilk örneklerinin “Yer” ve “Gök” toplulukları arasındaki karşılıklı evlilik yoluyla uygulamaya sokulduğunu düşünmemize yol açan birçok örneği daha önce ele almıştık.

Eski dinsel ilahilerin “yaratılış” anlatımlarını, erken Mezopotamya topluluklarının gerçek iskeletine bağlı ele almadan yapılacak yorumlar, ister istemez, dinsel ilahilerin bu tür kavramlarının “hayal”, “uydurma”, “kozmonogia” özellikli olmasına bağlanır ki, zaten geçer akçe yaklaşımlar da böyledir hala. Buna karşılık,eski gerçek toplulukların gerçek kültlerine bağlı gerçek uygulamaları alanına girince, ilahilerin kavramları da gözümüzde şekillenmeye başlamaktadır.

Eski ilahi deyimlerine bu şekilde yaklaşılınca, örneğin “Sis” kavramına, mesela, ateş kültü kalıntısı olarak Eski Ahit'te aynı zamanda “duman” haliyle de rastlayabiliyoruz:

“ Güneş batıp karanlık çökünce, dumanlı bir mangalla alevli bir meşale göründü ve kesilen hayvan parçalarının arasından geçti. (Yaratılış 19:28)

“Sina Dağı'nın her yanından duman tütüyordu. Çünkü RAB dağın üstüne ateş içinde inmişti.

Dağdan ocak dumanı gibi duman çıkıyor, bütün dağ şiddetle sarsılıyordu.” vb...

“Ateş” ve “su” kültünün eski toplumdaki önemine bağlı olarak, kavramlarımızın anlamlarını “ateş kültü” ve “su kültü” alanında aramak kadar doğal bir şey yok

Bunlar o kadar temel eski kült motifleridir ki, Aleviler hala "yıkanmaz" diye eleştirilir; Yezidiler ateşe/güneşe tapar diye yerilmeye devam edilirler..

"Tatlı su ve tuzlu su" ise, hem coğrafi tanım olarak "nehirleri", ve denizi anlatıyor olmalıydı; hem de hala,"çorbada bir çimcik tuz bulunması" ; “tekkeyi bekleyen çorbayı içer” gibi deyimlerinde yaşayan “kült uygulamaları ve araçları”yla ilgiliydi.

Bunlar, eski toplumda kurban sunumun iki biçimini de anlatıyor olmalıydı: “Nehire atmak” ve “kazana atmak”/kaynatmak”.

Buradaki hikayelerimiz, “su” ve “sis/duman” üzerine kurulu ise, anlıyoruz ki, buradaki kavramlar eski toplumun insan kurban ve yamyamlık edimleri ile ilgiliydi.

Altına ateş yakılmış kazanda kaynatılan insan kurbanlarla...

Demek ki, tanımlanan, “ilk oğul”lardan biri olması gereken Mumnu'nun, “kutsal kazan”da kaynatılması ve bu kurban aracılığıyla iki temel topluluğun ittifak kurması idi..

Tevrat tam da bu nedenle, “Tanrının ruhu sularda dalgalanıyor” diyor olmalıydı. Söz konusu olan kurban edilmiş “tanrı”nın kutsal kazanda kaynatılması ile ilgiliydi ki, zaten böyle bir ilahi parçasını daha önce yayınlamış ve incelemeye çalışmıştık:

[Bu ilahide, Kutsal Kazan’daki ‘kaynar su’ ile çok ilgili bir tanrı olduğunu gördüğümüz Enki, «Birinci ayın 7. ve(ya) 15. günü»nde, «Tanrı İgigi»ler arasından birisinin kurban edileceğini ve Tanrıça Belet-İli’nin de (Nintu’nun da) «kil »i ( ? toprak’ı ) kurban edilen «Tanrı İgigi»nin « eti ve kanı ile yoğuracağını » anlatıyordu :

« Böylece, İnsan ile Tanrı’nın ittifaki kil’de (toprak’ta ?) oluşmuş » olacaktı. Burada kullanılan « şekil verilmiş balçık » gibi motifsel kavramlara, Kuran’da da rastlamıştık.

Enki’nin bu açıklaması üzerine,törende hazır bulunan bütün Annunaki’ler,hep bir ağızdan, bu kararı onaylamışlar ve « evet / amin » diye bağırmışlardı. Bundan sonra,Tanrılar sofrası hazırlanmaya, davul’lar da çalmaya başlamıştı :

« Duyuldu davul sesleri,

Bir Ruh girdi (kurban edilecek) tanrı’nın şekline,

Haykırdı onun yaşam işaretini ,

İstiyordu ki, unutulmasın (anılarda)

kurban edilecek bu Tanrı !

Belet-İli karıştırıyordu kil’i( ?)

İttifak (akid) yapılsın,

İnsan ile Tanrı arasında diye.

Tükürdüler İgigi’ler bu kil’in üstüne

Büyük Tanrı’lar haline gelebilsinler diye »

‘Kutsal kötü gün’ ,Oruç-1 ]

“Yaratılış” anlatımlarında hesaba katılması gereken bir başka önemli nokta, Tevrat yoluyla tanınan “yatarılış” anlatımın Mezopotamya toplulukları arasında var olan “tek” yaratılış anlatımı olmadığıdır. Bizzat Tevrat’ın “tek yaratılış” anlatımı, birden fazla “yaratılış” varyantının kaynaşmış halini yansıtmaktadır. Kuran’da da “insan”ın bir dizi farklı yaratılış elementinden var edilmesinin nedeni Muhammed’in mantıksızlığından değil; ona kadar ulaşan farklı yaratılış anlatımlarından kaynaklanmış olduğunu incelemeye çalışmıştık.

(devam edecek)