22.05.2008

"Bıyık solcusu" Ufuk Uras'tan AKP'ye Destek Devamı..


Meclis'e seçilme biçimi "takiyye" şaibesi altında olan Ufuk Uras, asıl muhalefetini, "laikliğe" ve laik kurumlara karşı yönelterek, "dinsel şeriat devleti"nin gelişmesini "demokratik geçiş" adı altında savunmakla sonuçlanan çizgisine devam ediyor.

AKP döneminde "hukuk ve yargı"nın AKP'leştirilmesi çabalarının somut göstergelerine herehangi bir muhalefet söyleminde yer verdiğini hiç görmediğimiz Ufuk Uras, tam da, şeriat ve dinsel gelişim sürecinde, açık İslamizasyon ortamında, AKP'lilerle aynı argüman ve gerekçelerle "Yargı bağımsızlığı"ndan dem vuruyor.

Yargı ve hukuk, onların sözünü ettikleri tarzda "bağımsız" değildi ve tarihte de hiçbir ülkede, hiçbir yargı ve hukuk, bu anlamıyla "bağımsız" olmamıştır.Buradaki "bağımsızlık" son derece özel anlamıyla kullanılıyor: "Seçilmiş AKP'ye karşı olmama" anlamında! "Marksizm","sosyalizm" demeye devam eden Ufak Uras buna rağmen "yargı bağımsız olmalı" diyorsa, bu aslında , "yargı AKP'ye karşı, şu anda, hiç olmazsa hayırhah davranmalı" isteminin "sol cila sürülmüş" biçiminden başka bir şey değildir. Yargı da, iyi-kötü var olan haliyle "laik devlet"in tarafı olmalıdır ve aslında eğer değilse, orada sorunlar başlamış demektir. Haşim Kılıç tarafından dile getirilen "bağımsızlık", bugünkü ortamda AKP'ye ve şeriatın gelişimine, hiç olmazsa "hayırhahlık" isteminden başka bir şey değildir. "İlerde, inşallah, yargı da" molla düzenine uyum sağlar; "efendiler, siz ulemadan iyi mi bileceksiniz" çizgisini kabul eder; tabii, o şartlarda da, zaten "bağımsızlık" değil,"yüce dinimizin safında taraf olmaları" talebi uygulamaya sokulur! Türkiye'nin bugünkü asıl tehlikesi, sadece Türkler bakımından değil, Kürtler bakımından da, toplumun islamizasyonudur."Elhamdülillah müslümanım" çizgisi, toplumun ümmetleştirilmesi demektir ve İslami düzen altında bir "demokrasi", sadece "İslami demokrasi" olarak biçimlenip işleyebilir.


1970'lerin "parka, postal ve bıyık solculuğu"ndan görünürde bir tek "bıyık"ları miras devralmış olan Ufuk Uras, bugün asıl konunun Türkiye'de şeriatın kurumsal olarak iktidar olması yönündeki gelişmelere karşı durmak gerektiği yönünde bir "durum tespiti" de yapamıyor. Tersine, güçten düşmüş "ulusalcılık"ı asıl eleştiri konusu yapmasıyla AKP'nin ve dinsel gelişmenin "demokrasi" diye sunulması çabasına destek ve hizmetten başka yaptığı kayda değer bir iş yok. Somut olarak iktidardaki güçlere değil, "muhalefete muhalefet etme" çizgisi, Ufuk Uras'ın AKP ile resmi olmayan ittifakının temelini oluşturuyor.

Yeni küresel sermaye-dünyanın, "laik, sosyal, ulusal" değerlerinin yok olması biçimindeki asıl gelişme eğrilerine temelden ters tespitleriyle Ufuk Uras, düşünceleri tamamen "çağdışı" kalmış öteki sayısız "12 Eylül mağdurları" gibi, eski ve bayat söylemlerle "sol"culuk yapma "imanını" sürdürüyor. Bugünkü ortamda ,"12 Eylül mağdurları", AB-D "demokrasisi" söylemiyle "12 Eylül mimarı" ile ortak bir "zeminde" buluştuklarının farkına bile henüz varmış değiller. Bir yıl kadar önce Evren "Fedaratif Türkiye" ve "Kürt kardeşlerimiz" söylemiyle çıkışını yapmıştı.

Öyle bir "solculuk" da olsa olsa, takiyyeci, sol gösterip sağdan vurmayla neticelenen Ufuk Uras solculuğu olarak şekillenebilir...


Toplumu, toplumun yasalarını, bugünkü dünyanın asıl çelişme ve gelişme eğrilerini tanımak yönündeki teorik çabaların önemini kavrayamamış bir nesil, dinozor solculuğunda kalmaya mahkumdur zaten.


S.Kaçmaz


***


Vatan'dan :


AKP'den sonra o da Yargıtay'a tepki gösterdi

"Yargıtay Başkanlar Kurulu bildirisinin ardından hükümet ile yargı arasında tartışma yaşandığını kaydeden Uras, yargının bağımsız olması gerektiğini ifade etti.

Uras, yargının bu konularda taraf olmaması ve uluslararası sözleşmelere uyması gerektiğine de işaret ederek, şunları söyledi: 'Yargı reformu belki bu açıdan gerekli. Yargı, siyasi parti gibi davranmamalı, yargı mensupları milletvekili gibi davranmamalı. Bakıyoruz, iktidar muhalefet ilişkisine; biri diyor 'dam üstünde saksağan', muhalefet diyor 'vur beline kazmayı'... Bu, laubaliliği kaldıracak bir mesele değil. Yargının bağımsızlığı çok önemli.'


***

Ufuk Uras'tan "takiyye" itirafı...


Türkiye: 'İslami Cumhuriyet' Yolunda

Uluslardan Ümmetlere Ve Mit Açıklaması

Ümmet Cemahiriyesine Doğru…Yeşil Gıravatlılar...

Türkiye: 'İslami Cumhuriyet' Yolunda

'Küresel' Dünya 'Küresel' Din İstiyor!

19.05.2008

Dinler, Kutsal İçki ve Haşhaşilik vb.

Uyuşturucu kullanımı ve-ya içki içmenin “din”lerle her hangi bir ilişkisi bulunuyor mu? Ya da hangi tür bir ilişki var?

Sayın Server Tanilli, esrar içici “Haşhaşilik”in dini bir mezhep olarak var olmasını, daha çok ‘Fıransız aydınlanmacılığı’ndan tercüme-derleme olan kitaplarında, adeta iğrenerek anlatır.

Demek ki, “haşhaş”, “esrar” içimini bir "dinsel mezhebe" pek yakıştıramadığı anlaşılıyor…

Gerçi bu tür kitaplarda haşhaş içimi “Haşhaşiliğe” yakıştırılamaz ama diyelim ki, Hıristiyanlığın ‘kutsal şarabı’; Musacı kutsal sofranın tamamlayıcısı olan “şarap”, onlara göre, kuşkusuz ‘modern’ bir özellik taşıyor gibi gösterilmekten geri kalınmaz! İnsan sağlığına falan yararları da “bilimsel olarak” bellidir zaten! ... Ama “bunlar 6000 yıl önceki toplumda nasıl biliniyormuş” gibi sorular ise, onlar nezdinde fazla rağbet görmez...

Biz gerçeklere bakalım.

Gerek ‘yılan metaforu’, gerekse “haşhaş, esrar, bira/ şarap/ rakı (arak)” içimleri, eski toplumda öncelikle dinsel edimlerin, ritüellerin aracıydı…

Alkollü içkiler ve genel olarak dinsel karakterli “şerbet”ler, eski toplumun “ant törenleri”nin temel aracı olan “insan kanı içiciliği”nin yasaklanması çabasına paralel olarak da gelişmiş görünüyor.

Hıristiyanlığın “kutsal sürahisi”, eski toplumun içi kurban kanıyla doldurulmuş kupasıydı ve aynı kupa, eski toplumda “savaş”tan dönüşmüş her tür müsabakasının da bir numaralı aracıydı. Ünlü eski Yunan Olimpiyatlarının, savaş ve iktidar seçimi arenalarından geçerek, "güç karşılaşmaları"na, müsabakalara dayandığını ele almıştık.

“Nuh Tufanı” denilen karşılıklı kutsal insan kurban sunum ritüelinde de, Tanrı, Musa’nın atalarıyla ittifak kurmak, anlaşma yapmak için, onların “artık insan kanı içmemeleri” gerektiğini söylemiş ve açıkca “insan kanı içme yasağını” dayatmıştı:

“Tanrı, Nuh`u ve oğullarını kutsayarak, “Verimli olun, çoğalıp yeryüzünü doldurun” dedi,

Yalnız kanlı et yemeyeceksiniz, çünkü kan canı içerir.

Sizin de kanınız dökülürse, hakkınızı kesinlikle arayacağım. Her hayvandan hesabını soracağım. Her insandan, kardeşinin canına kıyan herkesten hakkınızı arayacağım.

Kim insan kanı dökerse, Kendi kanı da insan tarafından dökülecektir.” (Eski Ahit/ Yaratılış-Tufan)

Tanrıyla Nuh soyunun arasında gerçekleşen bu “antlaşma”nın tarihi, yaklaşık Mö. 4. binli yıllara denk düşüyor olmalıydı.

Bira yapımcılığının, bu dönemlerde, “Sümer/Akkad” topraklarında en üst düzeyde tanınıp, kutsal tanrısal sofraların vazgeçilmez bir içki türü olarak kullanılmış olduğu görülüyor... Orada, toprağın çoraklaşmasına bağlı olarak, büyük ölçüde arpa üretimine geçildiği dönem, aynı zamanda bira üretiminin de en gelişmiş olduğu döneme benzemektedir. Bu dönemin “ölü-cenaze törenleri” ve diğer ritüellerde, farklı bira ve içki çeşitleri sunumu olduğunu görüyoruz.

Eski yazılı yasalarda söz konusu edilenler, hurma vb. kökenli içkiler yanında, genellikle biraydı; tabletlerde pekmez-şıra’lardan da bahsediliyordu. Aryen kökenli Cermenik Germany’nin biracılığı her halde nedensiz gelişmiş değildir ve erken toplumların torunları bilgi birikimlerini Avrupa'ya kadar taşımış olmalıdır.

Şarap, üzümün olmasını gerektiriyordu ve kutsal şarabın Mezopotamya’da üzüm olan alanların dinsel edimlerinde öne çıkması son derece doğaldı. Nuh da zaten, Tufan’dan sonra, nasıl bir üretimde bulunması gerektiğini düşünmüş taşınmış ve sonunda “üzüm yetiştiriciliği” mesleğini tercih etmişti. Bu “meslek” seçimi, tanıdığımız Tufan’daki Nuh’un dayandığı ön toplulukların “Üzüm”le olan bağlarını açığa çıkarmaya hizmet ettiği gibi; Assur, Yezidi şarapçılığının; Babil’in ünlü asma Bahçelerinin; İsa’nın kutsal “üzüm asması” motiflerinin; Anadolu’nun bazı yörelerinde, ölü’nün yıkanacağı suyu ısıtma kazanları için yakılması özellikle gerekli olan “asma çubukları”na verdiği önemin de kaynakları hakkında açıklayıcı argümanlar oluşturmaktadır. “Üzüm salkımı” ve “üzüm tanesi” motiflerinin Hititlerde ve “Artemis memeleri”nde kullanılmış olması, nedensiz olmamalıydı.

Eski topluma bu yanlarıyla yaklaştığımızda “uyuşturucu kullanımı”nın, “dinlerle çelişmesi” bir yana, bunların üstelik, eski kutsal edimlerin başında geldiğini görmüş oluruz.. Eğer tanrılar, yeni şeyler “yaratacak”lar ise ve-ya “Tufan”lar yapmak veya yapmamak için karar alacaklarsa, kutsal sunu masaları, gerekli hayvan kurbanların ve bitki-meyve sunuların yanısıra çeşit çeşit içkilerle doldurulmalıydı. Eski Tanrılar da, doğrusu iyi içki içerler… “Kutsal Me”lerin Eridu’dan devir alınarak Uruk’a taşınması töreninde olduğu gibi, örneğin Enki, orada, kutsal sofranın başında, ağzına kadar dolu kadehini, bu tören esnasında, tüm katılımcı toplum birimler namına, tam (7+7=) 14 kez kaldırmış; sarhoş oluncaya kadar içmişti. Eski Ahit anlatımlarına göre, Nuh’un da, Tufan’dan hemen sonraki “ tanrılara şükür” töreninde iyice içip sarhoş olduğunu ve soyunup çadırına girdiğini, çırıl çıplak sızıp kaldığını biliyoruz.

Diğer çalışmalarımızda da, bir ibadet anlamıyla “yemek ve içmek” kalıpsal kavramlarının, “Kutsal şarap içmek ve kutsal ekmek yemek” ifadelerine dayandığını ; Sümer/Sami döneminden bu yana, Hitit dini inancında, Hıristiyanlık ve Musevilikte devam ettiğini; dinsel edimin, tanrısal tapınımın bir ifadesi olduğunu görmüştük. Dinsel edim ile, ‘içmek ve yemek’ eski toplumda öylesine iç içedir ki, Türklerde ‘yemin’ için hala ant ‘içilir’... İster su, ister şarap olsun, içkisiz bir Hiristiyan ayini ; “dem”siz, “demlenme”siz bir Bektaşi kültü bulunmuyorsa, nedenleri buralardadır.(*)

Eski toplumda “içki ve din”, birbirinin kaçınılmaz tamamlayıcıları olduğu için, kutsal sofraların içki sunucusu, sadece, çok özel rahipler, Saki’ler olabilirdi. Sargon ‘adı’nı kullanacak olan kişi de, “Akad ve Sümer kıralı” olan “büyük Sargon” haline gelmeden önce, bir kıralın divanında “Saki” idi. Saki’liğin Bektaşi geleneğinde, kutsal "sürahi" tutuculuğun kiliselerde çok önemli yeri olması da bu nedenledir.

Uyuşturucu kullanımı da, Ortadoğu kaynaklı dinlerle, özellikle, diğer toplum birimlere kurban sunan, kendisi kurban olan ve kendinden kurbanlar veren toplulukların kültünde önemi daha çok görünüyor. Bu, “Ateş/güneş kültü” kaynaklı İsacılık, Musacılık, Bektaşilik, Şiilik gibi kesimlerde en üst düzeylerine erişmiş gibidir.

Uyuşturucu, “Haşhaş”, “Esrar” içimine yeniden dönünce….

Duman” kavramını (bu kavram, “bulut” ve-ya “gölge” sözcükleriyle de karışık bir kullanım yaşamış gibi görünüyor..) daha önce incelemiş ve bu terimin İslamın ‘Cennet’ tanımlamasında da, var olduğunu görmüştük. Bu ‘duman’, “bulut” ve-ya 'gölge' kavramı, gezgin Musa tapınağının-çadırının da vazgeçilmez bir öğesidir. Kutsal kitapların “Gölge”si, bir yanıyla kurbanın yakılması yoluyla duman- ateş kültüyle bağlı olabileceği gibi, “üzerlik yakma”, buhurdanlık vb. biçimlerine de evrilmiştir ve çok daha önemlisi “duman altı olmak”, “kafanın bulutlanması”, “..çekmek”, “kafa bulmak” türü kavramların anlattığı gibi, bunlar, esrar, haşhaş kullanımıyla da ilişkili olmalıydı.

Eski Ahit’te ve İnciller’in bazılarında, tanrı ilk “yaratılış” versiyonunda “öğeleriyle birlikte Yer ve Gök”ü, hayvan,bitki ve insan”ı falan yarattıktan sonra, ikinci bir “yaratış” versiyonuna geçer. Bu kez, anlatımlara göre, Havva’yı Adem’den yaratma işlemi yanısıra “ yağmur” ile birlikte “yaban otlarını” yaratacaktır… “Yağmur”un, Hıristiyan vaftizlerindeki “serpmelik kan” veya “serpmelik su” ritüeli (arınma edimi) olması ihtimali üzerinde durmuştuk.

“Yaban otu”nun “yaratılması”, Tanrının “ilk yaratış”ta “yağmur”la (rahmet’le) birlikte bunu da unutmuş olmasını gerektiriyor ki, Eski Ahit’e bu tür çelişmeli mantık oyunlarıyla yaklaşmanın bizim tarzımız olmadığını açıklamıştık. Bu durumda “ot” veya “yaban otu” bir totem bitki-tahıl’ı ifade edebileceği gibi, genel olarak tahılları, veya farklı tür tahılları anlatıyor olabilirdi. Zaten, bir insanın “ot gibi!” olduğu üzerine benzetmelerin kaynağına işaret etmiş; Hitit kayıtlarında Hurri topluluğunun “ot”la eşitlenmesi veya “yonca” sembolünün iskambil kağıdında, günümüzde “sinek” kavramıyla tanımlanıyor olmasına ve fakat bu sembol ile “sinek” arasında görünür bir bağlantı olmadığını ele almıştık. Bu durumda “esrar”, “haşhaş” kavramı ile “ot” arasında da bir bağlantı kurabilmenin gereği ortaya çıkmaktadır. Avestacılıkta da, arınma araçlarından birisinin de, bir tür uyuşturucu ot olduğunu anımsamak yararlı olacak.

Bu alanda “içmek”in, “nefes çekme”nin vb. de, esrar-haşhaş içimiyle yakın ilişki içinde kullanıldığını hesaba katmamızda yarar var. “Esrar”, bir uyuşturucu türü kavram olduğu kadar,”sır” yönüyle de olsa, tasavvufi jargonunun da vazgeçilmez kavramlarından birisidir.

Oğul’a Baba’sının, “büyük”lerinin yanında sigara içmeyi yasaklayan “barbar doğu toplumu”nda da, bunun, aslında ‘barbar’lık nedeniyle yapılmamış olduğu anlaşılıyor. Esrar çekmek, sır’lar içine girmek, geçiş törenlerinin bir dinsel kategorisi idi ve oğul, eğer “baba toplum birimi” üyesi haline gelememiş ise, özel bir ‘geçiş’ ritüeli yaşamamış ise vb., baba yanında işte bu nedenle “sigara” içemiyor olmalıydı. Bu olgu, koca’nın, kendi karısının erkek evladını “oğul”luğa geçirmeye başladığı; erkek çocuk ile, kadının kocası arasındaki derin çelişmelerin henüz aşılamadığı bir toplumsal dönemin kalıntısıydı. Karısının doğurduğu erkek evladın, doğrudan koca toplum birimine dahil olduğu yapılarda ise, “baba ve oğul” arasındaki ilişkilerin çok daha değişik olacağı açıktır.

Kutsal içki ve uyuşturucu, Enki’nin tapınağının en önemli araçlarından olmalıdır. Çünkü Enki’yi “bilgelik”, “büyücülük” öğretisinin başında görüyoruz. Bu bakımdan Enki’nin sağ ve sol omuz başlarından salınan “yılan”ın günümüzde eczanenin sembolü olmaya devam etmesi,-2500 lü yılların “Magu/r rahiplerinin”, Şamanlarının eczane (“magie için”, pharmacie ) olarak tanınmaya devam ediyor olması hiç “tesadüf” değildir.

“Bilge”, “büyücü”, Yılan motifli Enki’nin, “Sümer/Akkad” erken oluşum döneminde yaptığı ilk iş, Abzu’yu “afsunlayarak” uyuttuktan sonra öldürmesi idi. Yılan motifi, yılan zehiri, ölümle ilişkilendiriliyor olmalıydı ve insan kurbanını yılan zehiri ile öldürmek, -4000 li yıllar için herhalde bir uygarlık adımı idi. Sümer/Akkad “Yer altı” - Cehennem’lerinde bulduğumuz, kutsal yazında ‘cehennem’ biçimlerinden biri olmuş olması gereken, toprak altı “saray mezar”larda, ellerinde kadehleriyle ölmüş olan kıral/kıraliçe görevlileri, eski toplumun ‘barbarlığının’ değil uygarlığının ürünü olarak ‘uyutulmuş’ şekilde öldürülmüş kurbanları idi.

Kan akıtmayıp, vücudu parçalanmadığı için “Asaletli” bir ölüm biçimi olarak kavranıldığı için de, bu tür zehirler, ortaçağa değin kıralların parmağındaki yüzük olarak var olmaya devam etmiş görünüyor. “Kırk katır mı-kırk satır mı” uygulayan toplum birimlere göre, Baldıran’la ölüm biçimi, elbette ki, uygarca bir adımdı.

Kan dökmeden, acı vermeden öldürme, Zerdüşt kitabının bütün açıklığıyla ortaya koyduğu gibi, eski toplumun ölü yamyamlığı ediminin yaşandığı koşullarda, bir ‘uygarlaşma’ çabasını ürünüdür. Ölüm kültünü incelerken, ‘ölüm’ kelimesinin kullanılmaması ve “sonsuz uyuma”, “sonsuz yolculuk” gibi kavramların bilinçli kullanımının nedenlerine değinmiştik.

Hiristiyanlık ve Bektaşi/Alevi geleneğinde “kurban” kavramının derinlik ve önemini tanıyoruz. “Kurban” birey, giderek sembolik halde ‘kurban’ edilen topluluk üyeleriydi ve içki-esrar kullanımına, eskiden gerçekten kurban edilen şahsın, “ümmet-toplum birime geçiş” için, iniciation, gerçekleşen ritüel sırasında başvuruluyor olmalıydı. Giderek üzeri örtülen Bektaşi eski ayinlerinin gerçek içeriğini tanıdığımız ölçüde, tarihte mürid’lerin kurban etme-edilme işlemini de yeniden kurgulayabiliriz. Kurbanların acı hissetmeksizin boğazlanmalarında, esrar-haşhaş içimine başvurulmuş olabileceğini düşünebiliriz. Zaten, Eski Ahit’teki (ve Akado-Sammaru döneminin Enki anlatımlarındaki) Tanrı, “kaburga veya eğe kemiğinden” Havva’yı yaratmak için de, Adem’e “derin bir uyku vermiş”ti.

“Öteki dünya”ya gitme ve gelme seansları bakımından dinsel şahsiyetlerin esrar/uyuşturucu kullanımı üzerinde, bir dizi çalışmada uzun uzun durulmuştur.

Şimdi söz konusu olan, bu kullanımın asıl nedenlerini ve erken tarihlerdeki biçimleniş gerekçelerini ortaya koyabilmek olmalıdır. (**)

safakacmaz@yahoo.com

(*) :İsmet Zeki Eyüboğlu -Kaygusuz Abdal :

"Yaşamı yeterince bilinmeyen Kaygusuz Abdal’ın düşüncelerini, adına düzenlenen "divan”ında toplanan şiirlerinin incelenmesinden çıkarmak, anlamak kolaydır. O, "abdallar" topluluğundandır, bir şiirinde söylediği gibi saçını, sakalını, bıyığını, kaşlarını kestirerek (car-darb) dolaşırmış. Bu işlem abdallık yoluna girmenin özelliklerinden biridir.

Kaygusuz Abdal’ın şiirlerinden anlaşıldığına göre çok iyi bir öğrenim görmüş, tasavvufu bütün ayrıntılarıyla öğrenmiş, özellikle İslam dini konusunda geniş bilgi edinmiştir. Onun Abdal Musa ile ilişkisini anlatan özgün bir öykü vardır: Alaiye Beyi'nin oğlu olan ozan avlanmayı çok severmiş. Günün birinde ava çıkınca bir geyikle karşılaşmış, yayını gerip geyiği oklamış. Sırtına ok saplanan geyik kaçmaya başlamış, Alâeddin Gaibi de geyiğin ardınca koşmuş. Geyik, sırtındaki okla Abdal Musa Tekkesi'ne sığınmış. Tekke'ye geyiğin ardınca giren ozan karsısında duran Abdal Musa'dan içeri giren geyiğin kendisine verilmesini istemiş. Abdal Musa ise koltuğunun altına saplanan oku çıkarıp göstererek "Ogul, attığın ok bu mu?'' diyerek Kaygusuz'a gösterince ozan kendinden geçmiş, Abdal Musa’nın ayaklarına kapanarak ondan yârdim dilemiş, böylece tekkeye girmiş, tarikata girmiş.

Bu duygulu, sevecen öykünün doğruluğu, yanlışlığı tartışılmaz, özünde ilkçağ Anadolu dinlerinden gelen, geyiğin Hititlerce tanrısal bir varlık olduğunu bildiren bir söylence vardır. Onun

Bin batmandan olsa kazan
Ustager değil mi düzen
Hayranlık esince cana
Bengilik de gereg olur

dörtlüğüne dayanılarak esrar içtiğini söyleyenler vardır. 14. yüzyıl Anadolu'sunda esrar içmek "abdallar" arasında çok yaygın bir tutkuydu. Ancak, Mevlana’nın kimi şiirlerinden, Şems-i Tebrizi'nin olduğu söylenen "Makalat" tan anlaşıldığına göre Mevlevilerde de esrar içimi yaygındı. Tasavvuf yolunu seçenlerin çoğunun esrara düşkünlüğü bilinmeyen bir olay değildir. Bu tutkunun nereden kaynaklandığını bilemiyoruz, ancak yaygın bir alışkanlığa dönüştüğü açıktır, yorum gerektirmez."

http://www.turkuler.com/ozan/kaygusuz22.asp

(**): Bu noktadaki bir gazete haberi, dinsel hüviyetin ağırlık taşıdığı alanlarda, bunların da “ot kültü”nün yaygın olduğu alanlarda madde bağımlılığı ilişkisinin dikkate alınmasının gerekli olduğunu gösteriyor.

Madde Bağımlılığının Dinsel Temelleri

Bu rapor konusuna, belki eklemekte yarar var ki, Maraş ve civarında da, değişik uyuşturucu otlara (dudak altı, dil altı) hayli yaygın olarak rastlanmaktadır.

12.05.2008

Süleyman Ateş İslamı ve Allah'ı Nasıl Savunabiliyor?

Artık Buhari'yi de savunamaz duruma düşen Süleyman Ateş'e TvT ve okurlarımız "ateş" etmeye devam etmelidir...

Süleyman Ateş, bugünkü "yanıt"ında, "Hadis kitabı"ndan işine gelenleri alıp, işine gelmeyenleri "akıl"a havale ediyor.

Peki aradığı o "akıl" Kuran'da bulunuyor mu?

Buhari'nin "bir iki kişiye dayandığını" iddia ettiği "hadis"lerinin temellerinin, "kutsal hayvan"lar konusunda, "kadın" konusunda vb. Kuran'a ters olması mümkün mü? Kuran'da bu tür "kutsal hayvan"lar yok ve "kadın"lar aşağılanmıyor mu?

Şimdi, "bir iki kişinin uydurması" derecesine düşürdüğü o "Hadis"ler, yıllarca İslami zümrenin sadece söylemlerde değil, uygulamalarında da yol göstericisi olmadı mı?

Süleyman Ateş'lerin de önünde çok fazla seçenek yok.

Onların, "İslamı savunurken" gerileye gerileye, "Hadis" kitaplarını "başvuru" kaynakları arasından çıkarmaları, yine de "İslami reform"u sağlayamaz; çünkü Kuran'ın kendisi bütün bunların temelidir ve onlar da eski toplumdan kalmış anlayış ve uygulamalardan başka bir şey değildir. Kuran'ın "Allah kelamı" ve "değişmezliği"ni savunduğu sürece, S. Ateş'lerin tutunacakları dallar birbir kırılacaktır.

Kuran'ın kaynaklarını insanbilimi temelinde ele alarak yaptığımız incelemeler, umalım, Süleyman Ateş'e de katkıda bulunsun.


****

"Kur’ân’a ve mantığa aykırı rivayetlere göre hüküm verilemez"miş...


“Buhari’nin hadis kitabındakiler

sedece bir iki kişinin aktardığı sözlerdir.

Buhari’de bulunan her hadis de

din hükmüne kaynak niteliği taşımaz.

Önce hadisin akla mantığa aykırı olmaması,

sonra Kur’ân düşüncesine

uygun düşmesi gerekir.”

Süleyman Ateş

http://haber.gazetevatan.com/haberdetay.asp?detay=Kurna_ve_mantiga_aykiri_rivayetlere_gore_hukum_verilemez_177948_4&tarih=12.05.2008&Newsid=177948&Categoryid=4&wid=31

SORU: Bir büyüğüm, Peygamberimizin Hz. Ayşe ile 9 yaşındayken evlendiğini söyledi ve Buhari’nin hadis kitabını kaynak gösterdi. Bu doğru mu? (Murat Şahin)

CEVAP: Buhari’nin hadis kitabındakiler sedece bir iki kişinin aktardığı sözlerdir. Bu kitapta çok mantıksız, Kur’ân’a ters şeyler vardır. Hz. Ayşe Peygamberimizle evlendiğinde en az 15-17 yaşlarındaydı. Çünkü Hz. Ayşe’nin biyografisinde Hz. Fatıma’dan 5 yaş küçük olduğu yazılıdır. Fatıma doğduğunda babası 35 yaşındaydı. Demek ki Ayşe doğduğunda Peygamberimiz 40 yaşındaydı. Peygamberimiz talebini ilettiği zaman Ayşe, Cübeyr ile sözlüydü ama Peygamberimiz bunu bilmiyordu. Fakat babası Ebubekir, Peygamberimizin talebi karşısında sözü bozmuş ve Ayşe’yi Peygamberimize vermeyi uygun görmüştür. Peygamberimiz Ayşe ile birkaç yıl sözlü kaldı. Medine’ye hicretinin ikinci yılında onunla evlendi.

Şimdi düşünün, 13 yıl Mekke dönemi peygamberliği, iki yıl da hicretten sonra eder 15 yıl. Demek ki Hz. Ayşe Peygamberimizle evlendiğinde en az 15 yaşındaydı. 17 hatta daha da büyük yaşta olduğu hakkında rivayetler de vardır. Öyle mantıksız bir rivayete takılıp da hüküm vermek doğru değil. Buhari’de bulunan her hadis de din hükmüne kaynak niteliği taşımaz. Önce hadisin akla mantığa aykırı olmaması, sonra Kur’ân düşüncesine uygun düşmesi gerekir.

Buhari’de, “Horozun meleği görünce öttüğü, eşeğin de şeytanı görünce anırdığı” sözü de Peygamber’e yakıştırılmıştır (Bed’ul-Halk: 15).


Horozun ötmesi de eşeğin anırması da o hayvanların doğası gereğidir. Bunun meleği veya şeytanı görmekle ne ilgisi olabilir?


Kadını dünyada en çok sevdiği üç şey arasında sayan Peygamber’in, “Ben ümmetime kadınlardan daha zararlı bir şey bırakmadım” sözü de ona yakıştırılmıştır. Bir kere kadınları ümmete bırakan Peygamber değil Allah’tır. Kaldı ki kadın olmasa nesil devam edebilir mi? Mantık bu sözün neresinde? Kadını çok sevdiğini söyleyen, cenneti annelerin ayakları altına sermiş olan Peygamber böyle Kur’ân’a ve mantığa aykırı bir sözler söyleyebilir mi? Bunlar açıkça kadın düşmanları tarafından Peygamber’in sözleri arasına sokuşturulmuştur. İslâm dini, akıl dinidir. Çünkü aklı olmayanın dini yoktur. Aklı olmayan dinle yükümlü değildir.


**

‘Kızlar 9 yaşında evlenebilir’ diyen Profesör ve Muhammed

* "Muhammed'in Zevceleri" veya "Peygamberin Haremi"-1
* "Muhammed'in Zevceleri" veya "Peygamberin Haremi"-2
* "Müslüman Rahibeler" veya İslam'ın Yapısı
* "Aişe Valide"miz ve "Muhammed'in Hanımları"

* "Aişe validemiz" ve Nihat Hatipoğlu'nun Hatipliği!
* Kutsal Evliliğin Kaynakları
* "Gerçek İslam" veya İslamın Gerçek Yüzü
* M.İlmiye Çığ: "Bereket Kültü ve Mabet Fahişeliği"

* İslam ve Muhammed'in Evlilikleri
* "Muhammed'in Cinsel Hayatı ve Hanımları"
* İslamda "evlilik", Süleyman Ateş'ler Ve "Hz. Validelerimiz"...
* Kuran:"...kadınlardan ikişer, üçer, dörder nikâhlayın"
* "Aişe Validemiz" Kaç Yaşında Evlenmiş!

“Üç Kulhü Bir Elham” veya Kuran’ın Kökenleri

“Üç Kulhü Bir Elham” veya Kuran’ın Kökenleri


“Din” veya “mezhep”ler hakkında inceleme çalışmalarımızı birkaç adım ilerletir ilerletmez temel bir sorun karşımıza çıkar:

“Acaba, herhangi bir din veya mezhep, sadece kendi sınırsal çerçeveleri içinde ele alınabilir mi? Bu “çerçevede” kalarak o din veya mezhebi tanıyabilir ve kaynaklarını algılayabilir miyiz?”

Burada, özellikle kast ettiğimiz, Mezopotamya ön kaynaklı dinlerdir ve şimdiki “mezhep”ler de aslında önceki eski dinlerden başka bir şey değildir; tek başlarına onlara karşı askeri ve felsefi alanda varlık sürdürememesine bağlı olarak, İsacı veya Muhammedi dinler içine dahil olmuş bir tür direniş biçimleridir.


İslam’ı, sadece Kuran ve onaylanmış hukuk kuralları çerçevesinde; Hıristiyanlığı, kendi kitapları içinde; Museviliği Eski Ahit'in bölümleri veya Bektaşiliği, sadece Bektaşi kaynakları çerçevesinde tanımak ve tanımlayabilmek ne ölçüde mümkün dür? Bütün bunlarsız bir "Avesta"cılık veya "Semavi" denilen din'ler Avesta'cılıktan yalıtılmış bir şekilde incelenebilir mi?


Böyle bir çerçeve içine alınmış çalışmaların başarısının yetersizliğini, ilgili dinleri incelemeye başlayacağımız ilk satırlardan itibaren görmeye başlarız. Çünkü İslam, İncil ve Eski Ahit'ten; İncil, önceki “Kutsal Kitap” olarak Eski Ahit’ten; Eski Ahit’i ise, kendi önceli Hitit, Babil, Arami, Asur ve Elam’dan, Nemrut’tan bahsederek, kendileri ile en-öncelleri arasında karşılaştırma ve farklılık-benzerlik ilişkileri bizzat kurmaktadırlar zaten.


Bireysel düzeyde değil ama, toplumsal anlamıyla “dini inanç”, tarihte hiçbir zaman “toplumsal yönetim tarzları”nın, “iktidar etme alanının” dışında olmamıştır. Tersine, giderek felsefi boyutlara da erişen şu andaki “üç kutsal din”in kuralları, eski toplumun doğrudan doğruya uygulama alanları, yönetim tarzlarıyla ilgilidir. Felsefi boyutlara da erişen sembolizm, somut uygulama konularının toplumsal alanın dışına atılması süreci içinde oluşur.


“Saç/bıyık/sakal kesme veya kesmeme” edimlerinin nasıl olup da “dinsel inanç” konuları haline gelmiş olduğundan; tanrılara “hayvan kurban” ve “bitki-tahıl sunular”ın kökenlerine; su, toprak, taş, tuz, zeytin yağ veya ateş’le “abdest”lerin “arındırma” temellerinden “yiyecek ve cinsel edim yasağı” olarak farklı tür “oruç”lara kadar bir dizi noktayı incelemeye çalışmıştık. Bu tür kurallar, şimdiki kutsal dinlerde olduğu kadar, Amazon veya Avustralya yerli topluluklarında bile rastlanan, “toplumsal yaşamı düzenleme” ve “üleşim” kural alanları olarak vardılar.


Eski toplumu, onun kurallarını, bu kuralların toplum dışına atılmış ve-ya hala (değişikliklere uğramış olsa bile) kullanılmaya devam eden kısımlarından oluşan, geniş tanımıyla “kültür alanları”nı tanıma çalışması için kullanılacak metot bu bakımdan önem arz eder. Bu, belli başlı toplumsal uygulamaların ortak bileşenlerini, doğal insan tarihinde ve onun üleşim mantığında, toplumsal örgütlenme kurum ve ilişkiler çizgisi üzerinde bulup ortaya çıkarmak ve bu temel verilerden yola çıkarak genel bazı vargılar oluşturmaya çalışmak şeklinde ifade edilebilir.


Her bir toplumsal kurum ve davranış kurallarının analitik inceleme tarzıyla elde edilmiş çekirdek verilerin genelleşme eğilimi üzerine oturan vargılarımız bir kez şekillenip ortaya çıkınca, o vargılara dayanarak sosyal fenomenleri ve dini uygulamaları, dini söylemleri, ruhani örgütlenmeleri ve binlerce yıllık süreçte bunların iç içe geçerek oluşturduğu felsefi temelleri, toplumsal yönleri bakımından açıklama yetkinliğine ulaşabiliriz. Bu, kuşkusuz zor bir çalışmadır ama, burada, hiçbir şekilde “hurafe”, “hayal”, “kurgu” gibi ön 'hipotezlerden' yola çıkılmadığı da açıktır.


Böyle bir çalışmada, “doğaüstü yaratıcı tanrı” ve onun “vahiyi” veya “eski toplumun garip hayalleri” gibi, tarihsel temellerden yoksun “ön fikir”lere veya “ön kabul”lere pek ihtiyaç duymayacağız…

Eski toplumun ilişki tarzlarını, sadece eski toplumun içinde, toplumsal düzenleniş ve ilişki tarzlarında aramak yeterli olacaktır.


Bu çalışmalarda, tanrısal vahiylere olduğu kadar, din
veya egemen sosyoloji okullarının yol göstericiliğine, ihtiyaç duymadığımız ölçüde, insanbilim alanında başarılı olabileceğiz.

Diyelim ki, daha anasının karnına düşmeden, doğduğunda erkek veya kız çocuk olmasına bağlı olarak, gelecekteki toplumsal fonksiyonunun, ne olacağı belirlenmiş bir 'birey’in, toplum tarafından önceden ona “vaad edilmiş” veya “kader kılınmış” makama, ödevlere ve yetkilere bağlı olarak şekillenen bir 'otorite'nin Weberci tanımlamaları beni pek ilgilendirmiyor.


Epey zaman önce, bu tür yapıtlar yerine, doğrudan tarihi ve Mezopotamya kaynaklarını okumanın daha doğru olacağına hükmettim ve temel yönelimimi, asıl dikkatimi onlara çevirdim.


Eski Ahit üzerine yaptığımız çalışmalarda ise, kitabın ilk bölümü olan “Yaratılış”ın, günümüzden 6000 yıl kadar öncesine dayanan anlatımları içeren Akado-sammaru tabletleri veya Enuma Eliş arasında var olan, en iyimser tarzda söylersek, temel paralellikleri, zaten görmüş bulunuyoruz.


Doğal olarak, İlhan Arsel, Turan Dursun tarzında bir “aydınlanmacı” ; Diyanet tarzında bir ilahiyatçı olarak kalmak istemeyen; “din” konusunun veya insan toplumunun bir alanında çalışmak isteyen her araştırıcı ve düşünür, kendisini zorunlu olarak, incelemekte olduğumuz Elam, Assur, Akkad, Sammaru, Hitit gibi ön uygarlık alanlarına el atmak zorunda hissedecektir. Artık rahatlıkla söyleyebiliriz ki, bunun tersi olan yöntemler, alfabeyi tanımadan yazı okumaya çalışma gibi, başarı şansı zayıf olan bir metot kullanmak gibidir.


Kendi çalışma dönemlerinde bu ön uygarlıklara ilişkin tablet çözümleri var olduğu halde, onlara dayanmadan, “felsefi, sosyolojik, tarihsel” tezler ve yorumlar ileri sürebilen düşünürlerin, bu bakımlardan, görüşlerinin çok fazla dikkate alınması olanağı artık bulunamayacaktır. Toplumsal tarihe ilişkin görüşlerini; gelecekteki toplumsal şekillenmelerin kazanabileceği özellikleri, “beyinsel güç”le çözümlemeye çalışma tutumu, sonuçta “Nostramus bilgeliği”yle kendi arasında olması gereken ayrım çizgilerini yeterince ortaya koyamaz.


Mezopotamya ön toplulukların yazılı tarihçelerinin bir biçimi olan ve yeniden anlamlandırılmış ilahilerini yeterince tanımadan, farklı dini topluluklar ile onların “devlet” örgütlenme tarzları arasındaki farklar; bireysel ve cinsel davranış özelliklerindeki değişik alışkanlıklar; hatta “aynı din” içindeki derin farklılık öğeleri bile (diyelim ki Hıristiyanlığın ve İslamın kolları arasındaki ilişkiler..) saptanamaz.


İnsan toplumu geçmişinin bu geniş alanı, o alana vakıf oldukça bize, tarihsel ve sosyal birikim anlamıyla yeterli gücü kazandıracağı için, bırakalım bu alanda yapılmış ve yapılmaya devam Nostramus’çuluğu ondan “ekmek parası” kazananlar kullanmaya devam etsinler…

Dar anlamıyla Mezopotamya eski toplumlarının arkeolojik bulgularla varlığı onaylanmış kültürel düzeyinin yansıtıcıları olan tablet çözümlemelerine, bu tabletlerde anlatılanlara, basitçe ve hayali bir takım unsurlar gözüyle bakma alışkanlığını artık değiştirmemiz gerekiyor. Bunlar, olumsuz anlam yüklenmiş olan “efsane”ler, “hurafere”ler değildi. En azından, başlangıçtaki kaynakları bakımından, eski toplumda yasanmış gerçek ilişki tarzlarının, yaşam biçimlerinin ve onları algılama tarzlarına bağlı olan, bir tarih aktarım türü idi...


Burada önemli olan, eski tabletlerin ‘okunması’ işlemini, yani yorumlamayı, o tarihlerde yaşamış olanların kavradıkları tarza mümkün olduğunca yaklaşarak, gerçekleştirebilmektir. Bunun için ise, tabletlerin, anlatım tarzlarının ortaya çıktığı dönemlerin temel yaşam koşullarının ve ilişki biçimlerinin tanınması gereklidir. Çünkü tabletlerin kavramlarını, eski toplumun ‘hayal’ adı verilen algılama tarzlarını belirleyen bu temel yaşam koşullarıydı. O toplulukların kavramları, kurumları, içinde yaşadıkları dönemin koşullarınca belirlenen algılama tarzları içinde anlam buluyorlardı.


Bu alanda çalışan uzmanlarımızın, tabletlerin gelişigüzel yazılmış, herhangi birisinin aklına geleni aklına geldiği gibi aktardığı yazıtlar olduğundan yola çıkmamaları gereklidir.

Kuran’ın içinde de çok yaygın olarak, erken Mezopotamya ilahilerinde yer almaya başladığını gördüğümüz kalıp kavramlar kullanılmaktadır.

Orada, Tanrı, “Yer ve Gök”e “huzuruma gelin!” dediğinde, bu “Yer” ve “Gök”ü Mezopotamya ön toplulukları olarak ele almayan bir yaklaşım, anlatımda sadece alaya alınacak bir Muhammed bulabilirler.


Gelgelelim, Muhammed’in alaya alınan bu yaklaşımı, İsacı kitaplarda “İlk insan Yer’den, ikinci İnsan Gök’ten yaratılmıştır…” halini aldığında bu alay, derhal, alaya alanların bilgisinden şüpheye dönüşmeye başlar.

Sadece “Adem”i değil, Adem’in yanısıra “sürüngenler”i ve “Gök’te uçan kuşlar”ı da Tanrının “Toprak/Yer”den yarattığını yazan Tevrat’a ve daha önceki erken Akado-Sammaru ilahilerine doğru ilerlediğimizde ise, “yaratıldığı” sırada “gözü kapalı” olan önceki Adem’in şimdiki torunlarının “gözleri açılmaya” başlar!




Dinlerin Eleştirilmesinde Yöntem ve İçerik
Dinlerin Eleştirilmesinde Yöntem ve İçerik-2
Dinlerin Eleştirilmesinde Yöntem ve İçerik-3
Dinlerin Eleştirilmesinde Yöntem ve İçerik-4
Dinlerin Eleştirilmesinde Yöntem ve İçerik-5

Dinlerin Eleştirilmesinde Yöntem ve İçerik-6

Dinlerin Eleştirilmesinde Yöntem ve İçerik-7

Dinlerin Eleştirilmesinde Yöntem ve İçerik-8

9.05.2008

"Zürafa Kadın"larda "boyun halkaları"

"Zürafa Kadın"larda "boyun halkaları"nın nedenleri üzerine...


Dünyanın en uzun boyunları

İşte Kuzey Tayland'daki Padaung kabilesinin kadınları...



***


"Bu arada yeri gelmişken belirtmek isterim ki, daha önce yayınladığım, ayağında halhal bulunan, alnı tıraş edilmiş çift kuşaklı tanrıça modelindeki ‘uzun boyun’ ve bu boyuna geçirilmiş olduğu gibi bir izlenim edindiğim ‘boyunduruk’, erken dönemde, Akado-sammaru topluluğu içinde veya onlarla ilişki içinde bulunan bir topluluğun kadınlarının ‘sıvı yiyeceklere’ yöneltilmiş olabileceğini düşündürüyor.


Boynun, çeşitli mekanik düzeneklerle, her yıl birkaç halka geçirme vb. yoluyla, uzatılması ‘lokmanın boğazda kalması!’ ile sonuçlanan bir gelişim sağlıyor görünmektedir.


Bu uygulamanın bir benzerini Tunus’la ilgili olarak yayınlamıştım; çiğnemeden yutulması gereken kadın yemeği olarak..."

Eski Toplumdan Kuran’a Ulaşan İzler







"http://img.blogcu.com/uploads/toplumvetarih_tan.jpg" grafik dosyası hatalı olduğu için gösterilemiyor.


Saç Kesim Biçimleri Ve ‘Alın-kader yazısı’...

8.05.2008

ESKİ YAZILI YASALAR

ESKİ YAZILI YASALAR

Sunu:


1-Urukagina Yasaları.

2-Urnammu Yasaları.

3-Ana İttuşi Yasaları.

4-Lipit İştar Yasaları.

5-Eşnunna Yasaları.

6-Hammurabi Yasaları.

7-Assur Yasaları.

8-Miras paylaşım ve satış belgeleri

***

Birey olarak insanın tarihi, onun, ana rahmine düşme koşullarının yaratılması öncesinden itibaren, aidi olacağı ve olamayacağı önceden saptanmış olan toplum birimlerine karşı hak ve yükümlülüklerden oluşmuş belirleyici ilişkilerin yeniden ve yeniden düzenlenmesi bileşik sürecinin toplamından oluşur.

Bu toplam süreçte durmaksızın hak ve yükümlülük konumlanışını değiştiren bireyin tarihi, birey, topluluğun bir parçası olduğuna göre, toplumsal tarih, bireyin aidi olduğu toplum birim ile aidi olmadığı toplum birim arasındaki, dolayısıyla bir öteki birey arasındaki, özünde, yiyecek ve cinselliğe ilişkin temel paylaşım ilişkilerinin yeniden ve yeniden düzenlenmesi sürecinin toplamından başka bir şey değildir.

Toplumsal düzenlenişin, birey ile toplum birim arasında andaki ilişkiler bakımından kopuşma ve bir başka üretim biçimi düzleminde yeni baştan şekillenmesi sürecinin, her şeyden önce toplumun ‘ekonomik üretim’ biçimlenişi olarak irdelenmesiyle tanımlayabilme yönündeki çabalar, doğru ve yeterli sonuçlar doğuramazdı.

İnsan toplumunun işleyiş ve dolayısıyla biçimleniş yasalarını inceleme çalışmalarımızda neredeyse en sonunda söz edecek olduğumuz bütün bir ekonomik arka düzlem, Empire yazarları tarafından ağırlıkla ve öncelikle ele alınan asıl görüngü olarak ortaya çıkmaktadır.

Konusu matematik-ekonomik olmayan bir toplumsal inceleme, tarihsel boyutları içinde birey ile toplum birim arası ilişki yasaları çerçevesinde ele alındığı ölçüde dönüştürücü bir anlam kazanabilir.

Empire yazarları "Biz bu bakış açısı değişiminin Marx'ın bizi gürültülü mübadele alanını bırakıp üretimin gizli mabedine dalmaya davet ettiği Kapital'dekine benzer bir işlev görmesini amaçlıyoruz" diyorlar. Fakat eski yanlışı erdem görmeye devam ettikleri ölçüde hem "bakış açısını" ,hem de siyasal –politik sonuçların kaçınılmaz darlığını sürdürmüş olmaktadırlar:

"Artık muazzam servetleri kontrol eden küçük bir azınlığının güçsüzlük sınırında yasayan yoksul çokluktan giderek çok daha fazla kopuşuna tanık oluyoruz. . "(İmparatorluk. Bl.68. M.Hardt - A.Negri)

Şimdiki dünyamızın bütün bir 'küresel' görüntüsüne ilişkin yeni tür ilişkiler sıralanırken dayanılan ve öteki bütün ‘değer’ kavramları gibi ancak görece özelliğiyle anlam kazanan "muazzam" ve "servet" kelimeleri, toplum tarihi içine yayılarak ele alındığında, son derece yavan ve güçlü kabuklarının altında zayıf yineleme sözcükleri haline dönüşürler. İfade edişin anlatım büyüklüğüne karşın tarihsel boyutta güçsüz sığıntı ve soyut retorikler olmak ötesine gidemez ve kullanıcılarına da her an bu özelliklerinin analizdeki darlaştırıcı sıkıntılarını yaşatırlar. Bu sözcüklerle anlatılmaya çalışılan değerler, tarih boyutları açısından analizin tanımlayıcı etmenleri olmak özelliğini yitirir, toplum tarihinin görece ve zayıf sıfatları halini alırlar. Böylece, günümüzdeki ‘muazzam’ değişikliklere ilişkin olduğu sanılan ‘muazzam’ analiz vurgu öğeleri, tarihin en soyut değerlerinden birisi haline dönüşmüş olarak karşımıza çıkar.

Altı bin yıl önceki eski toplumda, verimli bir tarla ve bakir çapa, bakımlı bir öküz ile güçlü bir eşek, ne muazzam servetlerdi!

Uruk yöneticisi Urukagina’nın, topluluğunun desteğini de alarak eski kurallara geri dönen ve konusu daha çok "toprak, öküz, eşek" olan reformları ne muazzam ‘üretici güçler’den bahsediyordu!

Urnammu, adalet namına "bir şekel'lik insan, bir mana'lık insana teslim edilmedi,250 gramlık gümüşü olan 500 gram gümüşü olanın egemenliğine bırakılmadı" derken ne muazzam bir övünç duymaktaydı!

Kil kalıp içerisine dökülen ilk bakır kazma ve çapa, 6000 yıl kadar önce, toprağın kullanımında ne muazzam bir teknik gelişme yaratmıştı!

Öküzün sabana koşulması, kil kap-kacak imalatını beş katına çıkaran döner kasnağın keşfi de muazzamdı!

Yalnızca iki asır önce buhar kazanının endüstriye eklemlenmesi, ilk buhar kazanlı gemi, ilk lokomotif "sanayi devrimi"ne yol açmıştı!

Görece geri Rusya toprağında “elektrifikasyon Sovyet yönetim tarzı ile birleşince komünizmi yaratacak” bir teknik alt yapı öğesi olarak yüceltilmişti!

21.yüzyıla ait "iletişim ve imparatorluk" toplumu bakımından şimdi bütün bunlar ne muazzam anlamsız değerlerler halini almıştır!

Biz, yargılarımızın şekilleneceği araştırma alanı olarak, gidilebilen en eski biçimiyle eski toplumun üleşim ilişkilerini temel alıyoruz. Henüz üretim tanımayan eski toplum toplayıcılık, avcılık ve yamyamlık döneminde de üleşim kurallarına sahipti. Eski yazılı yasaların incelenmesi bu bakımdan eski üleşim ilişkilerinin anlaşılmasını sağlayacak bir çalışmadır.

Sümerolog Kadriye Yalvaç ve Mebrure Tosun'un Hammurabi Kanunlarına ilişkin oluşturdukları yapısal iskelet, eski toplumun bir bakıma gerçek iskeletiydi ayni zamanda. Onlar, başlangıcında bir 'prologue' (Önsöz) ve sonunda da bir 'epilogue' (Sonsöz) bulunan, toplam 282 maddeden oluşan Hammurabi Kanunlarını, içerikleri bakımından, aşağıdaki bölümlere ayırmışlardı:

Adaletin yerine getirilmesine karşı işlenen suçlar :

§ 1-2 Yalan suçlamalar

§ 3-4 Yalancı şahitlik

§ 5 Hükmün değiştirilmesi

Mülke karşı işlenen suçlar:

§ 6-13 Hırsızlık, ve yataklık

§ 14 Çocuk kaçırma

§ 15-20 Kaçak kölelere yataklık

§ 21-4 Meskene taarruz, hırsızlık

§ 5 Yanmakta olan bir evi yağma

Arazi ve Ev :

§ 26-41 Tımar ve zeamet hakkında

§ 4,2-8 Çiftçilerin görevleri

§ 49-52 Çiftçilerin borçları

§ 53-6 Sulama ile ilgili suçlar

§ 57-8 Hayvanların meydana getireceği zararların sorumluluğu

§ 59 Ağaç kesmek

§ 60-A Hurmalıkların bakımı

§ B-K10 Ev ile ilgili suçlar.

Ticaret, alış veriş :

§ L-T 10 Tüccardan borç alma

§ V-IO7 Büyük tüccarlar namına iş yapan küçük mümessiller, ve bunların karşılıklı hukuku.

§ 108-11 Meyhanecilik

§ 112- Nakliye suçları

§ 113-19 Haciz ve borç için insanların rehin edilmesi

§ 120-6 Emanet veya deposito

Evlilik, aile ve mülkiyet :

§ 127 Bir baş rahibeye veya evli bir kadına iftira

§ 128 Evli bir kadının tarifi

§ 129-132 Zina

§ 133-6 Kocanın yokluğunda tekrar evlenme

§ 137-43 Boşanma

§ 144-9 Köle kızlarla cinsi ilişki

§ 148-9 Hasta zevcenin bakimi

§ 150 Kocadan zevceye hediyeler

§ 151-2 Eşlerin, borç işlerinde birbirlerine yükümlülükleri

§ 153 Kocayı öldürme

§ 154-8 Yakın akraba arasında gayri meşru ilişkiler

§ 159-61 Tamamlanmamış evlilik

§ 162-4 Zevcenin ölümünden sonra evlenme hediyelerinin miras yolu ile geçişi -intikali

§ 165 Babanın oğula hayatta iken mal bağışlaması

§ 166-7 Erkek evlatlar arasında veraset meselesi

§ 168-9 Erkek evladın mirastan mahrum edilmesi

§ 170 Evlatlık edinme

§ l7l-4 Dul kadının mülkü

§ 175-6 Hür kadınların kölelerle evliliği

§ 1 77 Dul bir kadının tekrar evlenmesi

§178-84 Din kadınları

§185-194 Evlat edinme ve süt analık

Taarruz ve Kısas (Ceza hukuku hakkında)

§ 195 Babaya taarruz

§ 196-208 Erkeklere taarruz

§ 209-14 Çocuk düşürtme

Meslek adamlarına ait suçlar :

§ 215-23 Cerrah

§ 224-5 Baytar

§ 226- 7 Berber veya kölelik damgasını vuran kimse

§ 228-33 Usta-mimar

§ 234-40 Gemici ustası ve gemici

Tarım :

§ 241-52 Öküzler (hacizleri, kiralanmalası, zararları v.s.)

§ 253-6 Hayvan bakıcısının yem suistimali

§ 257-8 Öküz çobanının kirası

§ 259-60 Tarım aletlerinin suistimal

§ 261- Çoban kiralanması

§ 262- 7 Çobanların görevleri

§ 268- 72 Hayvan ve araba kiralanması

§ 273 Mevsim işçilerinin kirası

ücretler ve tarifeler :

§ 274 Sanatkarların ücret tarifleri

§ 275- 7 Gemi kiraları

Esirler , köleler :

§278-9 Esir satış sözleşmeleri

§280-2 Memleket dışında köle satışı

Yasalar, toplumsal sürecin görece hızlı yıpranan birey-toplum birim ve birey ile bir öteki birey arasında süren ilişkilerin, herhangi bir anda belirlenmiş biçimidir. Bu ilişkilerin hukuki düzenleyicisi olan yasaların anlatım dili, bu bakımdan toplumsal kullanım dilinin genellikle gerisinde kalır. Toplumsal gelişmeyi geriden yaşlı adımlarıyla takip eden Kanunların dilinin uzmanlık gerektiren ağdalı yapısı onun kavramlarının doğru yorumlanması gibi ciddi bir sorun yaratmaktadır. Eski yasa tabletlerinin çözümlenmesi ve kavramlarının günümüz değerleri ile tercümesinde bir dizi önemli sorunun bulunduğu gözden hiç uzak tutulmamalıdır. Bununla birlikte, simdi birbirinden ayrılmış olan dini hiyerarşi ve modern hukukun ortak kavram ve biçimsel kurumlara sahip oluşu, eski dinlerin aynı zamanda eski hukuk olarak var olmasının göstergelerinden biridir. Adliye merdivenlerine atılan adım, hukukçuların giysi ve kürsüleriyle de, derhal eski topluma uzanır.

Modern dünyanın devralıp sürdürdüğü, dili ve çerçevesiyle, kanun düzeneğinin ilk yazılı biçimlerinin yaratıcıları, elimizdeki Tablet çözümlemelerine göre, yine Sümer-Sami toplumları olmuştur. Bu tabletler, bir yandan modern kanun yazıcılığının devraldığı biçimsel form mirasının izlenmesini olanaklı kılarlar. Öte yandan da, kanunlar, toplum birim ile aidi birey arası hak ve ödev ilişkilerinin tayin edici maddi bir bölümünün kayıt altına alınması demek olduğu için, çözümlenmiş Sümer ve Babil kanun metinleri, kendi kanun yapıcılarının ağzından eski toplumbilim iç ayrışmasını, bireyin andaki hak ve yükümlülüklerini tanımlarlar.

Yasa koyucu, yasa koyma gerekçesi olan gerçek çelişmelerin adini anmak zorunda olduğundan, tarihsel gelişme süreci içinde verili insan topluluğunun bütünlük ve parçalanışını yasalar kadar gerçekçi anlatan çok az metin bulunabilir. Bu kanunlar, aidi oldukları toplumların en canlı görüntüleri sunarlar.

Günümüzden 4350 yıl kadar önce yazılmış ve elimize ulaşıp çözümlenebilmiş ilk yazılı yasa tableti olma özelliğini koruyan Urukagina yasalarıdır. Urukagina’nın 4350 yıl önce uğraştığı topluluk gerçek sorunlarını, verili topluluk iç ayrışmasını ve Urukagina'nın bunlara getirdiği değişiklikleri, daha doğrusu eskiden var olana geri dönerken karsılaştığı yeni yapılanmanın görüntülerini yasa-koyucunun duygularıyla ve o toplumda yaşayan kişi gibi incelemek, birey ile toplum birim arasında daima var olmuş çelişme kaynaklarının anlaşılabilmesi yönünden de değer taşır.

Burada yer alan 7 kanun metni Sümerolog Sayın Kadriye Yalvaç ve Sayın Mebrure Tosun tarafından hazırlanmıştır. Şimdilik, eksik ve yanlış yorumlarıyla birlikte, genel fikir verici oldukları için, sunuyoruz.

URUKAGİNA YASALARI

UR-NAMMU YASALARI

LİPİT-İŞTAR YASALARI

EŞNUNNA YASALARI


ORTA ASSUR YASALARI
HAMMURABI KANUNLARI-1
HAMMURABI KANUNLARI-2
HAMMURABI KANUNLARI-3
HAMMURABI KANUNLARI-4
HAMMURABI KANUNLARI-5
HAMMURABİ KANUNLARI-6