27.03.2010

Post Kavramı ve Post Kavgası





‘Dede postu’na müftü oturunca kriz çıktı…



Dede postu nedir?



Cemi yöneten dede, cem yapılacak yerin üst tarafında görülebilecek bir yerde oturur. Buraya bazen post da serilir. “Dede postu” veya “pir postu” olarak adlandırılır.



……….



Çorum İl Müftüsü Ahmet Çelik ile Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ferhat Koca’yı vakıftaki “dede postu” makamına oturtan Çorum Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı Şubesi Başkanı Durmuş Aslan ile yönetimde bulunan altı kişi, 11 Mart’ta genel merkez tarafından görevden alındı.



Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı Genel Başkanı Ercan Geçmez, “Müftü de olsa ‘dede’ olmayan hiç kimse ‘dede postu’ denilen makama oturamaz” dedi.


Çorum’a gelen Geçmez, “Cem törenimize herkes katılabilir ancak, o makama oturamazlar. Biz camide imamın yerine oturmuyorsak, onlar da cem töreninde ‘dede postu’na oturamaz” diye konuştu.



http://www.milliyet.com.tr/-dede-postu-na-muftu-oturunca-kriz-cikti/guncel/haberdetay/27.03.2010/1217020/default.htm



***

Müftüyü 'dede postu'na oturtan başkan gitti

Çorum Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı Şubesi yönetimi, İl Müftüsü Ahmet Çelik ile Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ferhat Koca'yı, vakıftaki 'dede postu' makamına oturtunca genel merkez tarafından görevden alındı.

Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı Genel Başkanı Ercan Geçmez, “Müftü de olsa dede olmayan hiç kimse ‘dede postu’ denilen makama oturamaz” dedi.

Hızır Cemi töreninde
Çorum Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı Şubesi Başkanı Durmuş Aslan ile yönetiminde bulunan altı kişi, 18 Şubat’ta yapılan Hızır Cemi töreninde İl Müftüsü Ahmet Çelik ile Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ferhat Koca’yı ‘dede postu’na oturttukları gerekçesiyle 11 Mart’ta görevden alındı. Yönetimin görevden almasıyla ilgili Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı Genel Başkanı Ercan Geçmez açıklama yaptı. Çorum’a giden Geçmez, “Müftü de olsa, dede olmayan kimse oraya oturamaz. Yapılan, cem törenine ve Alevi geleneklerine saygısızlıktır. Yaşananlar, Çorum Şubesi yönetiminin görevden alınması için bardağı taşıran son damlaydı” dedi.


Bir müftünün veya dekanın kendisinin, dede postuna oturup oturulmayacağını bilememesinin normal olduğunu kaydeden Ercan Geçmez, “Bunu şube yönetiminin bilmesi ve buna izin vermemesi gerekirdi. Cem törenimize herkes katılabilir. O makama oturamazlar. Biz camide imamın yerine oturmuyorsak onlar da cem töreninde ‘dede postu’na oturamaz” diye konuştu.

Geçmez, Çorum’da Alevi- Sünni kardeşliğinin gelişmesine katkı yapmak istediklerini de şu sözlerle dile getirdi:
“Alevi gibi, Sünni de Sünni gibi yaşamalıdır. Kimse Alevileri Sünnileştirmeye, Sünnileri de Alevileştirmeye çalışmamalıdır. Sünnilerle çatışmak gibi bir düşüncemiz yok. Tek gayemiz Alevi kardeşlerimizin sorunlarını dile getirmek ve haklarını aramaktır.”
Geçmez, altı ay içinde yeni bir yönetim seçileceğini belirtti.

‘Oturtmadık’
Eski Çorum Şubesi Başkanı Durmuş Aslan ise kesinlikle müftü ve dekanı dede postuna oturtmadıklarını söyleyerek kendilerine iftira atıldığını savundu.

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetay&ArticleID=988069&Date=27.03.2010&CategoryID=77

*********


Gündelik veya Dini Kavramların Kökenleri..



Ruh anlamına gelen bir başka kavram olarak al-suf , صوف [ṣūf], doğrudan ‘yün’ anlamında kullanılıyordu ki, Keçe,”Yün Manto” giyme ; “kutsal emanetlerin ‘post içinde muhafazasi” gibi kavramlara , en eski yazılı kayıtlardan itibaren rastlıyoruz.

Erken ateş kült temsilcilerinin, hayvan/bitki toteme geçişle birlikte, öküz/koyun/kuzu biçimli totemlerle anılmış olduğunu, Tanrı oğlu İsa’ya Kuzu denilmesinde, Kudüs’e ille de Sıpa üzerinde girmek istemesi edimlerinde de görürüz zaten.



Bektaşiliğin ‘post’larını da, bir başka alanda arama çabası sonuç veremez. İnsan’ın kendisini bir Hayvan/ bitki ile yer değiştirerek sunması olarak kurban ve onun postları, onun kurban edildiğinin kanıtı olarak saklanmalıydı. Erken dönem tanrısal varlıkların kurban ayinleri, günümüzde bütün haşmetiyle Hıristiyanlıkta, onlarla ortak ön temele sahip, diyelim ki Bektaşilikte, sembolik bütün ritüellerde yaşanır.



Gerek Derviş, gerek Fakr, gerek Abdal’lıkta kullanılan keçe/ yün giysi biçimlerinin altında bu nokta yatmaktadır. Nuh’un Tufanından sonra, sarhoş olduğunda,Kenan’ın babası (galiba) onun ‘mantosu’nu çalmıştı.



Bunun uzerine de Nuh, küçük oğlunu ‘köleler kölesi’ yapmaya karar verdi. Bu işlem, genel olarak Tanrı kulu kılınmışlar arasında, daha dar bir kategori oluşturma çabasıydı. Tanrıya Köle kılınmış olanların ve bu anlamdaki kölelerin kölelerinin geleneklerinin Musevi atalarında yaşadığını anlıyoruz. “Kölelerin köleleri”* Ruhani alanda yeni bir hizmet sınıfı olmalıydı. (Not*)



Buradaki ‘Manto’ bildiğimiz manto değil, yetki belirleyen kaftan cinsi, yün, bir giysi idi ve ‘köleler kölesi’ kılınmak, topraksız, gezgin dervişlik, abdallık, dini yetkili olarak görev yapmaktı. Eski Ahit’te bunu, Kabil’in “Yeryüzü”nde ‘aylak aylak dolaşması’ olarak görürüz. Bunlar, eski toplumun gezgin dini görevlileri idi ve Musevilerin Tanrının ‘seçilmiş ve üstün kulu’ oldukları halde, neden 5 bin yıl boyunca topraksız kalmış olduklarını, sadece bu açıklama türü ortaya koyabilir.






[Not*: Daha sonra rastladığım bir bilgi :

* “Kölelerin Kölesi” deyiminin Papa’lara, yani dini mertebenin en üstünde bulunanlara ait bir sınıflama olduğunu Patrik II. Mesrob’un bir Yılbaşı kutlaması konuşmasındaki açıklamaları da doğruluyor. Şöyle diyor Patrik :

“Örneğin Papalar’ın ünvanlarından biri de şöyledir:

‘Allah’ın kullarının kulu.’

Bu çok güzel bir tanımlamadır.”

http://www.lraper.org/main.aspx?Action=DisplayNews&NewsCode=N000001760&Lang=TR ]

******
Aleviliğin Temelleri ve Evrimi…


Bir Ritüel Aracı Olarak Ayna..


19. Yüzyılda BEKTAŞÎLİK


Lahmuke Lahmî

26.03.2010

Konar Göçer Yörükler: Sarıkeçililer






"Binlerce yıldır süren göç, her geçen yıl daha da zorlaşıyor"

..........



Orta Asya'dan başlayan yaklaşık bin yıllık göçün günümüzdeki son temsilcisi olan Sarıkeçililer, develerle çıkmış oldukları bu zorlu yolculukta artık yerleşik hayata geçmek istiyorlar.



Sarıkeçililer yerleşik hayata geçmeye hazırlanıyor



Konar göçer yaşamını sürdüren son Yörükler olarak bilinen, yazın Karaman, kışın da Mersin`e göç ederek yaşayan Sarıkeçililer de yerleşik hayata geçiyor. Sarıkeçililerin yerleşik yaşama geçmeleriyle konar göçer geleneği de son bulacak.

Sarıkeçililerin temsilcisi Musa Gök, göçmekten artık yoruldukları için yerleşik hayata geçmek istediklerini belirterek, İskan Bakanlığı`na başvuru yaptıklarını bakanlığın da, muhtarlıklara asılmak üzere iskan duyurularını gönderdiğini söyledi. 150 haneli Sarıkeçililer`in son kez ilkbaharda yerleşik yaşama geçmek için göçeceğini dile getiren Gök, akrabalarının çoğunlukla olduğu Karaman`a yerleşeceklerini belirtti. Göçerlik yüzünden çocukların eğitiminin aksadığını, elektriksiz, susuz ortamlarda yaşam mücadelesi verdiklerini ifade eden Gök, `Artık bizim de yerleşik düzenimiz, işimiz, evimiz olacak` dedi.

02.02.2009

AYDINCIK (AA)

http://www.tumgazeteler.com/?a=4622791



******




Yörük Kadını Kadınlar Gününden Habersiz





Sarıkeçili Aşireti'nin kadınları, 8 Mart'ın kendileri için hiçbir anlamı olmadığını belirterek,

''Yaşam şartları son derece zorlaştı.



Sarıkeçili Aşireti'nin kadınları, 8 Mart'ın kendileri için hiçbir anlamı olmadığını belirterek, "Yaşam şartları son derece zorlaştı. Geçim sıkıntısı ve eğitim başta olmak üzere birçok sorunla mücadele ediyoruz" dediler.


Dünya Kadınlar Günü'nden haberleri dahi olmayan Sarıkeçili Aşireti kadınları, at ve eşek sırtında göç ederek hayatta kalabilmenin zorlu savaşını veriyor. Yaz mevsimini Konya ve Karaman yaylarında geçiren Sarıkeçili Yörükleri, havaların soğumasıyla birlikte Mersin'in Silifke ilçesine dönerken aşiretin kadınları ise sıkıntılı yolculukta türlü zorluklara göğüs germeye çalışıyor.



Hayvancılık dışında geçim kaynakları olmadığını ve bu yüzden sürekli göçer bir hayat yaşadıklarını belirten yörüklerden Hanife Yagal, şöyle konuştu: "Bugün Dünya Kadınlar Günü. Ancak, biz Yörük kadınları yine çalışıyoruz. Kıl çadırda çocuklarımızın bakımı, yemek, bulaşık, hayvanların otlatılması, bazlama yapımı, hepsi bizim elimizden geçiyor. Bizim için 'Kadınlar Günü'nün bir anlamı yok. Ne elektrik var, ne de su var.



Çamaşır makinesi bulaşık makinesi bilmeyiz. Bugün sağlıklı olursak ve karnımız doyarsa bizden mutlusu yok."Zor şartlar altında yaşam savaşı verdiklerini anlatan Hanife Yagal, şunları söyledi: "Kış mevsimi nedeniyle konaklamak için Silifke'nin sahile yakın kesimlerine geliyoruz. Yerleşik hayata geçiş konusunda sıkıntı çekiyoruz. Göçebeliğin yarattığı sıkıntılar her geçen gün artıyor.



Özellikle hayvanlarımızla yolda ilerleme konusunda büyük sıkıntı yaşıyoruz. Yaşam şartları zorlaştı. Geçim sıkıntısı ve eğitim başta olmak üzere birçok sorunla mücadele ediyoruz." Nisan ayı sonu itibariyle yaylalara göç ettiklerini anlatan Yagal, sözlerine şöyle devam etti: "Sonbaharda Akdeniz sahillerine iniyoruz. Yaz mevsimini Konya ile Karaman yaylalarında, kış mevsimini Silifke, Gülnar ve Aydıncık ilçelerinde geçiriyoruz.



At, deve, eşek ve keçilerimizle birlikte sahillerden yaylalara, yaylalardan sahillere göçerek Yörük geleneğini sürdürüyoruz. Yılın 3 ayını yolda, 3 ayını yaylada, 6 ayını da sahillerde geçiriyoruz. Uzun yolculuğun 2 ayı oğlaklar küçük olduğundan gidişte, bir ayı dönüşte geçiyor. Un, bulgur, tuz, kazan, tencere, yayık, beşik, yatak ve yorganları araçlarımıza yüklüyor, yola koyuluyoruz. Hayvanlarımız otlatılarak çobanlar tarafından götürülüp getiriliyor."


Sarıkeçili Yörük Derneği İkinci Başkanı İbrahim Yagal ise, "Bizim kadınlarımızın Dünya Kadınlar Günü'nden hiçbir zaman haberi olmaz. Bizim her şeyimiz kadınlarımızdır. Çocukların ve hayvanların bakımı onlardan sorulur.



Şafak vakti kalkar gece geç saatlere kadar beden gücüyle hizmet ederler. Zor şartlarda yaşam mücadelesi verir ancak hiçbir zaman bundan şikayet etmezler. Kadınlarımıza, kadınlar günü desek o nereden çıktı diye cevap alıyoruz" dedi. Yagal çiftinin Elif, Öznur, Kezban, Songül ve Rukiye isimli beş çocuğu bulunuyor



http://www.mersinhaber.com/18574-yoruk-kadini-kadinlar-gununden-habersiz.html



****


Sarıkeçili Yörükleri kışlıklarına dönüyor



Türlü zorlukları sırtlayarak, geçim kaynakları olan at, eşek ve keçileriyle sahiller ve yaylalar arasında mekik dokuyan Sarıkeçili yörükleri nisan ayında çıktıkları Konya ve Karaman yaylalarından Akdeniz sahilerine dönmeye başladı.



*****************



*****************

21.03.2010

Göbekli Tepe ve 'Tarih'e Objektif Bakış




Göbekli Tepe ve "Tarih"e Objektif Bakışın Önemi





Göbekli Tepe buluntusu, insan toplumunun tarihinde, sosyoloji tarihinde, sanat tarihinde vb. kendisine giderek önemli bir yer edinmeye başlamıştır.



Fakat yine de Göbekli Tepe’nin değerinin kabul edilemesi konusunda hala sorunlar olduğu da bir gerçek…



Göbekli Tepe’nin öneminin anlaşılmasına yönelik çabalarımız bazı “Türkçü” ırkçı reflekslerle karşılaşmıştı ve orada görülmüştü ki, “Sümer”cilik savunusu şeklinde bir çaba, açıkça Göbekli Tepe’yi küçümsüyor, yok saymaya, önemsizleştirmeye uğraşıyordu. Bilimsel tutum bakımından “Sümer”in, Göbekli Tepe’ye “karşıt” gösterilmesi veya Asurluların, Hititlere karşı çıkarılması vb. gibi bir yaklaşım elbette olamaz.



Akademi dünyamız veya bağımsız araştırıcılarımız, konularını "milliyetçi" motiflerle budamamalıdır.

Göbekli Tepe'nin Kürt veya Ermeni kökenli insanlar tarafından “sahiplenilmesi”, bu tarihsel gerçekliklerin "yok sayılmasına" gerekçe yapılamaz.

Mezopotamya ve Anadolu bir "insanlık alanı"dır ve dolayısıyla bütün insanlığın malıdır ve bu bakımdan da, genel “tarih”in kesintisiz bir “sürecinin” parçası olarak ele alınmalıdır.



Göbekli Tepe'nin totem hayvanları olmadan, bu hayvanların şekillerinin kayalara çizimi olmadan “Sümerlerin yazıya geçmesi”nin olanaksızlığı anlamında bir kesintisizlik ...



İşte asıl konu da budur.



Sayın Kramer, sayın M. İ. Çığ ve “Avrupalıların atası Türklerdir” türünde tezlerin savunucusu olan bazı ırkçı yaklaşım sahipleri, birbirleriyle tamamen aynı zeminde yer almıyor olsalar da, konuları öyle bir şekilde “Sümer”e, “Sümerlilere” bağlamışlardır ki, kendilerini, ve ayaklarını bu prangadan çekip çıkaramıyorlar.

Halbuki, insanbilime bağlı olanlar için, şu topluluk veya bu topluluk için özel bir “sevgi”, “aşk” beslemek diye bir şey yoktur. Teorik olarak da, kendi ayaklarımızı bağlayamayız.



Peki, insanın kendisini bu şekilde bağlaması bay Kramer ile sayın Çığ’da nasıl olabiliyor?



Ben aslında bunun, Marks ve Engels’te yaşanmış örneklerini de, “Tarih ve Mitoloji” bağlantısında vermiştim… Mark ve Engels, Homeros destanlarını, bütün çağdaşları gibi oldukça iyi biliyorlardı ama, yine de o anlatımlara kötü anlam yüklenmiş ve insan ruhunun tasavvuri anlatımları haliyle “mitoloji” olarak bakıyorlardı. Bu nedenle de, Homeros destanlarında söz konusu edilen Turuva (veya Troie) / İlyon yerleşimi, Alman yurttaşı Scheliman tarafından keşfedildiğinde, yer yerinden oynamasına karşın, Marks’tan da, Engels’ten de, her hangi bir tepki, benim bildiğim kadarıyla, gelmemişti. Oysa o sıralarda yayınlanmış birkaç kitaba, bakılırsa, Avrupa bilim dünyasının, Avrupa’daki akademilerin ne büyük bir çoşku, inanç değişimi geçirmekte olduğu kolaylıkla anlaşılabilir…



Marks ve Engels, bilim dünyasında böylesine devrim yaratan bir keşfi, Turuva’nın bulunmasını, ölü suskunluğuyla geçiştirmeyi denemişlerse, bunun nedeni, onların, Truva'nın keşfinden otuz yıl kadar önce, “her mitoloji, doğa güçleri üzerinde hayal alanında ve hayal aracığıyla egemenlik kurar. .” diye bir tezi formüle etmeleri ve ona sıkı sıkıya sarılı kalmalarıydı. Oysa, Homeros destanlarında konu edilen Turuva “mitolojisi”nin, hiç de “hayal alanında” ortaya çıkmış bir anlatım olmadığını, Scheliman ortaya çıkarmıştı. Yapılması gereken, bu yeni olgu ışığında, eski teorilerin, eski tezlerin gözden geçirilmesi ve düzeltilmesi idi. Bunu yapamayanlar, olguyu yok sayarak, teorik konumlarını muhafaza etmeye çalışmayı, bir “kurtuluş” addetmişlerdir.



Hukuk tarihini Jüstinyen’den, eğitim tarihini Jimnazyumdan, “uygarlığı”, civilisation’u, “kent-polis”ten başlatan eski Yunan için, bu anlamda öteki toplumların “hukusuz”, “cahil” ve “barbar” sayılması gibi, “tarih”in “yazı” ile eşdeğer tutulması yaklaşımı da, öteki toplulukların “tarihsiz”likle, “soylu olmamakla” itham edilmelerinin yolunu açıyor; bunun alt ideolojik temelini oluşturuyordu.





Neredeyse “Aydınlanma” döneminden beri, özel anlamıyla “Tarih”, sadece "Yazılı Tarih" olarak kavranmış ve bu yaklaşımın, etkisi giderek azalmış olsa da, günümüze kadar da devam etmiştir. Bu bir olgudur ve herhangi bir akademik ünvana sahip olmayanlar da, bu olguyu bilmektedirler.



Ama, artık bu, günümüz bakımından aşılması gereken bir dogma’dır ve bizler yazı yazmasını bilmeyen toplumların sözel tarihini öğrendikçe, arkeoloji ve antropoloji bilimleri, insan toplumunun yazının kullanılmadığı döneme ait “eski tarihini” yazmaya başladıkça, bu “akademik dogma” gündelik aktüel yaşamı anlatma gücünden yoksun kalmaya da başlamaktadır. Çünkü bu yaklaşıma göre, eğer “tarih”, sadece “yazılı tarih” ile eşit ise, “sözel tarih” diye bir şey söz konusu olamaz. Oysa biliyoruz ki, Destanlar, “Mitolojik anlatımlar” eski toplumun sözel tarih aktarım biçimlerinden başka bir şey değillerdir.



Tarih’i, sadece “yazılı tarih” olarak algılamak,öte yandan, eski toplumsal tarihi de, "tarih öncesi"na aktarmak demek oluyor ki, bizim şimdiki kavramlarımızla, bizler, Göbekli Tepe tarihçesini yazma denemelerimizle, “tarih öncesinin tarihi”ni anlatmaya çalışmış oluyoruz, vb..



Görüldüğü gibi, kelimesel bakımdan bile tamamen kullanılamaz olan bu “akademik dogma”dan kurtulmanın vakti çoktan gelmiştir.



Bay Kramer’in, “Tarih”i bu anlamda, akademik dogmaya bağlı kalarak, “yazının” icadı ve kullanılması dönemiyle eşitleyerek kullanmış olduğundan hareket edebilirdik…



Onun, “Sümerlerden önce hiçbir kültür yoktur” demiyor olmasından hareket edebilirdik…



Fakat, mesela, bay Kramer’in “Tarih Sümer’de başlar”

[ L’Histoire commence à Sumer (1956) ]; [ History Begins at Sumer] şeklindeki eseri, hiç de, yukardaki içeriğe uygun değildi…

Bu kitabın "içindekiler" bölümüne baktığımızda, Kitap başlığının salt "yazının bulunması" anlamındaki bir "Tarih" tanımıyla uygun olmadığı anlaşılmaktaydı.

Çünkü bu kitapta yer alan, toplam 39 (veya eklerle 41) adet "ilk"ler (“Sümer İlk’leri” bulunmaktaydı ...

[[ İlk açılan okullar…
İlk tarihçiler ...
İlk ahlaki kavramlar ...
İlk atasözleri ...
İlk Nuh ...
İlk aşk şarkısı...]]


Kitapta, “Tarih” ile eşitlenen “yazı”nın keşfi ve kullanımı da, bu "ilk"lerden sadece birisi olarak sunulmaktaydı….

Burada, bay Kramer, açık bir ifade ile, “Sümerlerden önce hiçbir kültür yoktur” demiyordu ama, söyledikleri sonuçta, “Sümer İlk’leri” yoluyla, bu yaklaşıma dayanıyordu.

Bu bakımdan, bay Kramer, kitabını yazdığı sıralarda bile, bu şekilde bir “Sümer İlk'leri” sıralamasını kullanırken daha dikkatli olmalı; her şeyi “Sümer(li)lere” mal edecek anlayışlara karşı, daha temkinli olmalıydı.



***

Bay Kramer'in “Tarih Sümer’de başlar” adlı kitabında yer alan “41 adet Sümer ilk'leri"nin tehlikeli sonucunun bizi nerelere ulaştırabileceğini sayın M.İ. Çığ’da görmeye başlıyoruz.

Bay Kramer’in kitabındaki algılamanın “her şeyi Sümerlilere bağlama” eğilimini nerelere kadar geliştirdiğini sayın Muazzez İlmiye Çığ'ın ; “Bütün Kültürlerin Kökeni Sümer” başlıklı bir kitabı hazırlamakta veya bitirmekte olduğunu ilan eden tutumundan da anlıyoruz:

“…Çoktan beri başladığım fakat araya giren diğer kitaplar yüzünden tamamlayamadığım Bütün Kültürlerin Kökeni Sumer kitabını bu yıl bitirmek niyetindeydim. Fakat daha önemli bulduğum “Tufan” konusu onu yine geriye bıraktı….”

( Bkz. Muazzez İlmiye Çığ, Sumerlilerde Tufan, Tufan’da Türkler, sayfa. 9)

Burada anlaşılıyor ki, sayın Çığ, ilgili konudaki kitabının başlığını bile saptamış durumdadır: “Bütün Kültürlerin Kökeni Sumer ” !

Böylece, “Yazılı tarih” anlamındaki bir “Tarih Sümer'de Başlar” biçiminde hazırlanmış kitabın içeriğinin, kolaylıkla, ve bay Kramer'in, haklı olarak, Türkiye'deki en yetkili sözcüsü olarak gördüğümüz sayın M. İ. Çığ tarafından, “Bütün Kültürlerin Kökeni Sumer” haline getirilebilmiş olduğunu üzüntüyle izliyoruz.

Dolayısıyla, buradaki yaklaşım, “Sumer”den daha önceki “kültür”lere kendini kapatmış durumdadır ve ister istemez Göbekli Tepe’yi , “Bütün Kültürlerin Kökeni Sumer”e bir rakip, bir karşıt olarak görmeye başlar.



Eğer biz, bay Kramer’deki, bayan M. İ. Çığ’daki, bu hatalı ideolojik yaklaşıma dikkat çekiyor isek, şimdi iyice açığa çıkan “Sumer” öncesi kültür birikimlerini, “tarih birikimlerini” kolaylıkla ve bir ideolojik önbaskı ile karşılaşmadan inceleyebilmek içindir.



Bu durumda sayın Çığ’ın Göbekli Tepe veya Nevali Çöri buluntuları hakkında, şu ana kadar, benim bildiğim kadarıyla, bir şey söylememiş olması, tesadüf olabilir mi?



Bizim bu eleştirilerimiz, onlara yönelik bir “düşmanlık”, bir “haset”, bir “dahilik iddiası” vb. içermiyor. Tersine, onlara olan şükran duygularımız, bu uyarıcı tavırları açıkca takınmamızı gerektiriyor.



***



“Türkçü” ırkçılık temelinde “tarihçilik” yapmaya kalkışan biri olduğu anlaşılan M. Ünal Mutlu ise, bay Kramer’in “Sümer ilk’leri”ne ve sayın Çığ’ın “Bütün Kültürlerin Kökeni Sumer” formülasyonuna sarılması kadar doğal ne olabilir?



Böylece “çember” kapanmakta, “Kenger”/Sumer, her şeyin ilk ve tek’i olarak, “Tarihte, uygarlık adına ne varsa” biçimindeki engelsiz ve sınırsız anlamsız iddialar temelinde “Türk dünyasına” hediye edilebilmektedir:

“Tarihin ilk kenti Ordu(Eridu), ilk devleti, ilk üniversitesi, ilk hastanesi Kenger'dedir. Tarihte, uygarlık adına ne varsa - parlamenter sistem, hukuk, demokrasi, sanat, bilim, mühendislik, tıp vs- Kenger'de doğmuş ve olgunlaşmıştır..”



İnternet sayfalarında, bu konuda M. Ünal Mutlu’nun şöyle yazdığına ilişkin bilgilere rastlıyoruz:


[[Kenger adında antik tarihte, iki büyük 'ikiz uygarlık' vardır. Bugün bunlardan, Basra'nın kuzeyindeki Sümer, Aral'ın güneyindeki Harezm diye anılır.



Tarihin ilk kenti Ordu (Eridu), ilk devleti, ilk üniversitesi, ilk hastanesi Kenger'dedir.



Tarihte, uygarlık adına ne varsa,-parlamenter sistem, hukuk, demokrasi, sanat, bilim, mühendislik, tıp vs-Kenger'de doğmuş ve olgunlaşmıştır.

Tarihin en uzun yaşamış devleti Kenger devletidir. (2000 yıl).]]

(Bkz: M.Ünal Mutlu, Dünya Uygarlıklarında Türk Dili ve Kenger Uygarlığı)



***



Bütün bu nedenlerle, bu eski akademik kategorizasyonlara çok fazla bağlı kalmamaya özen gösterilmeli; Göbekli Tepe bulgularına karşı akademik çevrelerin yerleşik eski yargıları değiştiren yeni verileri “kabul etme”de gösterdiği direnci aşmaya çalışmalıyız.



***


Klaus Schmidt : Göbekli Tepe 2

http://toplumvetarih.blogcu.com/klaus-schmidt-gobekli-tepe-2/5345603



Göbekli Tepe ve Günümüz Toplumları

http://toplumvetarih.blogcu.com/gobekli-tepe-ve-gunumuz-toplumlari/5252387