28.04.2008

İslam ve Muhammed'in Evlilikleri

Safa Kaçmaz

http://toplumvetarih.blogcu.com/


Türkiye'de İslamizasyon ve dünya'da dinsel gelişmelere uygun olarak, Mezopotamya kaynaklı üç din ve mezheplerin geçmişteki uygulamaları giderek fazla boy gösteriyor. Evlilik ve kadın-erkek ilişkileri şu anda öne çıksa da, bildiğimiz gibi, bu konu, "banka faiz"lerinden eğitim durumuna; giyim-kuşamdan "cemaat tipi örgütlenme ve ilişki tarzları"na kadar, yaşamın farklı alanlarında zaten izlenmektedir.

Son günlerde İslami kesim arasında " 3 kadınla birlik" ; yaşlı bir İslami yazarın maddi menfaat karşılığı anasını ve 14 yaşındaki kızını aynı zamanda düzme iddiasıyla hapsedilmesi falan konuyu güncelleştirdi. Fakat devletin içi veya tepesindeki İslami kesimde bile 14'ünde,15'inde evliliklerin; "imam nikahlı" ikinci, üçüncü "hanım"ların giderek artmasına bağlı birer yansımalardır bunlar.

“Üç kadınla evli” bir İslam tacirine karşı dün, içinden çıktığı cemaatin sırlarına vakıf, dedikodu seven Ahmet Hakan, güya “güzel dinimizi” kurtarmak adına, “çağımız şartları” gerekçeleriyle, Kuran’a, “güzel İslam dinine” falan atıflar yaparak, toplumda “çok eşliliğin” güçlenmesini önlemeye çalışan bir çok din uleması gibi “reformatör” pozlar takındı.

“İki arada bir derede kalan” bu tür reformatörlerden birisi de Vatan gazetesinde “din bilginliği” yazan, eski Diyanet Başkanlarından Süleyman Ateş. Vatan gazetesi “Üç karımla yaşıyorum, kime ne?” diyen şahsa karşı yanıt veriyor diye tanıttığı Süleyman Ateş’in “Peygamberimizin evlilik gerekçesi” başlıklı bir yazını verdi.

Süleyman Ateş’in,Mehmet Nuri Yılmaz’ın, Lütfi Doğan’ın, Yaşar Nuri’nin falan çift yönlü reform çabaları belki iyi niyetli girişimlerdir ama, sağlam bir sonuç veremez. Çünkü onlar bir yandan, onu kabul edilemez bulan ateist veya “az imanlı” kesimler arasında Kuran ve hükümlerini yeni ve yumuşatılmış bir şekilde kabul ettirme çabası güdüyorlar. Diğer yandan da “Ortodoks İslam”i kesimin radikal çizgide alan kazanmasını önlemeye çalışıyorlar.

Fakat bu arada dayandıkları yine “yüce dinimiz”, “Peygamber efendimiz”, “güzel Allah”ımız falan olduğu için, ister istemez Kuran’ın “kelam”ını; Hadisleri temel almak zorunda kalıyorlar. Bu nedenle de,örneğin Süleyman Ateş, “imam nikahı ile alınmış ikinci eş dinimizce caizdir” falan demek zorunda kalınca, aynı gazetede köşe arkadaşı Ruhat Mengi’nin sinir krizleri geçirmesine yol açıyor. Hemen söyleyelim ki, hem “elhamdülillah Müslümanım” diyerek “iman”ıyla övünmeyi maharet sayan ve hem de Süleyman Ateş’in din hükümlerini aktarması karşısında krizler geçiren Ruhat Mengi, bu noktada haksızdır.

Kuran’a dayandığını ve “Elhamdüllah Müslüman” olduğunu söyleyenlerin kaçınılmaz çıkmazı, ya olguları olduğu gibi kabullenip Müslüman çizgi ve uygulamaya kayarak teslim olmakla sonuçlanacak veya nihilist Murat Belgeler gibi “Hıristiyanlık veya Uzakdoğu dinleri”nden birine kapak atarak “imansız” eleştirilerinden kurtulacaklar veya giderek sağlam bir ateist bir tutum alarak bütün din ve uygulamalara karşı eşit mesafede ve onların bütününe karşı olmak seçeneğiyle karşılaşacaklardır. Bunlar, bu tür sosyal süreçlerin yaşanılması kaçınılmaz bazı alternatifleridir.

Süleyman Ateş gibi uzmanlarımız, bu süreçte, hem çağımızın normal bir vatandaşı olarak “çok eşliği” falan kabul etmeyen ve fakat hem de “yüce dinimiz”den vazgeçmeyen tutumun çelişmesini yaşıyorlar. Aşağı tükürsen sakal; yukarı tükürsen bıyık!

Böylece de “Peygamber hazretlerinin evlilikleri” gibi bir konuyu anlatırken, Muhammed’in, belki 9 yaşında veya belki 14-15 yaşlarında bir kız iken, “Aişe validemizi” nasıl “bellemiş” olduğunu ; “diğer hanımları”nın bir düzineyi bulduğunu; oğulluğunun karısını boşatıp üzerine nasıl geçirdiğini; nikahlı “hanımları” yanında nikahsız “sağ elinin altındaki” esire-cariye’lerini falan, tam anlamıyla geçiştiren bir tarzı kullanmayı seçiyor.

Biz Muhammed’in, kendi dönemindeki bu evliliklerini, içinde bulunduğu koşullarda ele almalıyız. Günümüz değerleriyle yola çıkarak onda “sapıklık” bulan değerlendirmeler, 1500 yıl önceki toplumdan günümüz davranış normları bekleyen İlhan Arsellere özgü bir darlıktan kaynaklanır. Süleyman Ateş, bu evliliklerin “nedenleri”ni açıklarken, Muhammed’in akrabalık bağları yoluyla bir “İslam ümmeti” oluşturma politikasının varlığını görür ve onaylarken, gayet gerçekçi davranmaktadır.

S. Ateş şöyle devam ediyor: (Muhammed) “Manevi gücünü maddi hısımlık bağıyla artırmak, pekiştirmek için akrabalıklar kurmayı gerekli gördü.”

Bay Ateş’in bu yuvarlamacı laflarını Türkçeye çevirirsek, Muhammed o sıralarda, aslında oldukça güçsüzdü; Allah da onu Peygamber olarak gönderip Mekke’de orta yerde bırakmıştı; Muhammed de bunun üzerine, tıpkı atalarının yaptığı gibi, evlilikler yoluyla; “Harran cinleri”ne , “Şeytan”lara falan Kuran okuyup,onlara da onaylatarak; savaşıp, barış kurarak; kılıç gösterip tatlı diller dökerek falan yavaş yavaş otoritesini güçlendirmeye çalıştı.

Zaten, kendisinden sonra Halife olan kayınbabalarının dava arkadaşları Ebubekr ve Ömer olması da bunu gösteriyor. Padişah’ların harem uygulamasının da gerisinde, farklı toplum birimleriyle ittifak uygulaması bulunur. Osmanlı da bile, hangi kıral Osmanlı ile ittifak kuracaksa, bir kızını Padişah’a sunmalıydı.

Bunun somut örneklerini Hitit-Mısır “kardeşlemesi”nde de buluyoruz. Mısır ile “kardeşleşen” Hitit kıralları, kızkardeş veya kızlarını Firavunlara “eş” olarak gönderiyor; kendileri de Babilli, Hurri kıralların kızlarıyla evleniyorlardı.

Bu durumda S.Ateş’in yapması gereken, gerçek konuları “Elif Lam Mim.. Fakat bunların da anlamını Allah bilir” deyip konuları geçiştirmek yerine; güçlü aşiret reislerinin dul karılarını, kızlarını da alarak hısımlık yoluyla güç toplamak zorunda kalmış bir Peygamber’i böyle davranmak zorunda bırakan Allah’ı yargılamaktır!

Öyle ya…

Peygamber’i meydana salıp “güçsüz”ce ortada bırakmak Allah’lığa sığar mı?

Dinlerin Eleştirilmesinde Yöntem ve İçerik
Dinlerin Eleştirilmesinde Yöntem ve İçerik-2
Dinlerin Eleştirilmesinde Yöntem ve İçerik-3
Dinlerin Eleştirilmesinde Yöntem ve İçerik-4
Dinlerin Eleştirilmesinde Yöntem ve İçerik-5

25.04.2008

“Tanrı Kâinatı (Neden) 6 Günde Yarattı...”

"Kutsal kitap”lara göre, Yaratılış olarak “var ediş” ve Tufan (Kıyamet) olarak “yok ediş”, sadece tanrısal bir şekilde söylenmiş ‘var ol’ veya ‘yok ol’ sözcüklerinin anlık ürünü değildiler…

Dinsel anlatımlarda (ve eski Akado-sammaru ilahilerinde) “Yaratılış” ve “Tufan” (Kıyamet),tamamen takvimsel bir değer temelinde gerçekleşmekteydi.

Eski Ahit’te “Yaratılış”, “6 gece ve 6 gündüz” boyunca sürmüştü:

“Tanrı yapmakta olduğu (yaratma) isini 7. gün bitirdi.

O gün işi bırakıp dinlendi.

Yedinci günü... Kutsal bir gün olarak ayırdı.”

(Eski Ahit-Yaratılış)

Takvimsel değerler, sadece ‘Yaratılış’ta sırasında değil, “Kutsal Yok Ediş” (Tufan, Kıyamet) sırasında da kullanılmaktaydı.

"Yarattığım insanları, hayvanları, sürüngenleri, kuşları Yeryüzü’nden silip atacağım, çünkü onları yarattığıma pişman oldum”

(Eski Ahit) diyen Tanrı burada da; sadece “insanlar”ı değil, normal şartlarda “suçsuz” olması gereken “hayvanları, sürüngenleri ve kuşları” da “Yeryüzü”nden yok etme isteği göstermiş ve fakat bu isteğini de, basitçe söylenmiş bir ‘yok ol’ sözüyle yerine getirmeyi tercih etmemişti.. Tufan anlatımındaki Tanrı, “söz”ün anlık gücüne değil, inceden inceye düzenlenmiş ve Sümer-Babil tabletlerine göre “6 gündüz, 6 gece” süren ve bize ulaşan tanınmış varyantta, “su taşkını, sel” haliyle tanıdığımız bir “Tufan” düzenlemeyi tercih etmişti.(1)

Tanrının, ‘yok veya var ol’ sözleri dışında, takvimsel değerler temelinde gerçekleştirdiği bu “var ediş” veya “yok ediş” anlatımları, doğal olarak, din bilginlerimizin ve inanç sahiplerinin ilgilerini çekmektedir. İnternette, Zaman gazetesinde rastladığım bir yazı, bir müminin safça sorulmuş sorusuna bağlı olarak, bu konuyu ele alıyordu:

“Soru: Kur’an-ı Kerim’de “Biz kâinatı altı günde yarattık” deniyor. Allah’ın bir günde yaratmaya gücü yetmiyor mu, diyorlar. Bunu nasıl izah edeceğiz? “

Yanıtlayıcı “din bilgini”mizin, basit ve doğal bir mantık yoluyla ulaşılan bu soruya verdiği ‘ayrıntılı açıklamaları’nı, ilgilenen okura bırakalım.(2)

İnsanbilim bakımından Kutsal Kitaplar ve kutsal inançların kaynakları daima önem taşımıştır. Eski Akado-sammaru toplumlarının yapısını anlamaya çalışırken, Kutsal Kitap’lar, onların özellikle de başlangıç bölümleri, irdelenmelidir. Çünkü Eski Ahit’in ( ve ona DA dayanan Kuran’ın) ‘Yaratılış’ ve “Yok Ediş” anlatımları, geride kalan birkaç bin yıl içinde değişmiş, bozulmuş ve giderek soyutlanarak idealize edilmiş olsa da, “Sümer” adı verilen uygarlığın eski tarih anlatımlarına dayanmaktadır. Bu nedenle, “Sümer” kayıtlarından ve erken ilahi parçalarından bağımsız olarak yorumlanacak, seremonisel bir “Yaratış” ve “Yok Ediş” anlatımları, böyle durumlarda hep tek ayak üzerinde yürümek zorunda kalacaktır. Bunun karşılığında ise, “Kutsal Kitap” anlatımlarının derinlemesine incelenmesi, “Sümer” kayıtlarının daha köklü anlaşılmasına da hizmet edecektir.

“Sümer söylenceleri”, “mitolojileri”, “hurafeleri” olarak nitelenen ve kutsal dinlere temel teşkil eden eski anlatımlar, başlangıçtaki halleri bakımından, eski toplumun en gerçek ilişki tanımlarını içeren ilahilere dayanmaktaydı. Sonradan tabletlere kaydedilen sözlü ilahi kaynaklarına ‘hayal ürünü mitoloji’ vb. biçimindeki yaklaşımlar, bu tür kayıtların eski toplumun gerçek bir tarih iskeletine geçirilerek yorumlanmasını büyük ölçüde önlemiştir.

“Kutsal kitap”lar ve eski ilahilerde, “40’lar”, “50’ler”, “70’ler”, “100’ler” biçimli kavramlara hep rastlıyoruz. Hesiod’un ‘Tanrıların Soy kütüğü’nde aktardığı “100 kollu” yaratıkların bir ‘fantezi’, ‘hayal ürünü’, ‘mitolojik bir motif’ oldukları iddiası “yüz kollu” bir insanın olmadığı ve olamayacağı gerçeğine dayanmaktaydı. Fakat bu kavramın, ‘yüz kolu olan bir insanı’ anlattığına nasıl hükmediyoruz? Burada , “Yüz kollu yaratıklar” tanımının ancak “Yüz kolu olan bir yaratığı” tanımlayabileceğinden hareket edildiği; dolayısıyla ‘hayal ürünü’ diye inanılmaması önerilen bu kayıtların tanımlarına harfiyen inanılmış olduğu ortaya çıkıyor. Mesela Priamaos’un ‘sağ kolları’ olarak da değerlendirilen “50 oğlu”nun kollarını topladığımızda, tam tamına “Yüz kol” ediyordu! “50” rakamı ise, erken İlahilerde Enlil’in sembolü; “Ellil”in ifade ediliş biçimi olan bir “Elli” idi. Gılgamış’ın yoldaşlarının toplamı “Elli” idi. Şimdiki Bektaşiliğin “Kutsal Kırkları”, erken dönemde Enlil-Ellil inançlı topluluklarda “Kutsal 50’ler” şeklindeydi. “İstanbul entelektüelleri”, günümüzde bile “Yüzler meclisi”, “binler meclisi” kurarken, bu çok eski “kutsal kırklardan,kutsal ellilerden,kutsal yetmişlerden”, “yetmiş iki buçuklu” jargonların takipçileri olduklarını bir an düşünme yetkinliği bile göstermişe benzemezler.Hitit dönemimde bu, tıpkı Hint kastlarında olduğu gibi, “kutsal binler” şeklindeydi ve eski tarihi “binbir gece masalları” düzeyinde bilen “İstanbul entelektüelleri”ni, bu nedenle ne kadar eleştirsek, az gelir!

Öte yandan, bir çok çalışmada ele aldığımız bu eski örgütlenme rakamlarının yanısıra, eski kayıtlarda yer alan bazı “temel kavramlar”ın da günümüzdeki anlamlarıyla ele alınmasının sakıncalarına durmadan işaret ediyoruz. Turan Dursun veya Erdoğan Aydın, “kutsal anlatımlar”da “dağ’ların yürümesi” kavramını alaya alıp orada durmakla yetinmeseydiler, “Dağ” kavramının “gezgin” ve “yerleşik” tapınak tanımları olarak kullanılmaya başlanmış olduğunu belki görebilirlerdi. Bu nedenle de Musa, “Yürüyün ey Dağlar!” dediğinde, “gezgin tanrı çadırı” anlamındaki bu “dağ”lar, kutsal çadırı taşımakla görevli dini şahısların omuzlarındaki sırıklar aracılığıyla, bir tahterevan, bir tabut gibi, “yürümeye” başlıyorlardı.

Eski temel kavramların yanısıra “karım-kız kardeşim” gibi sözcüklerin anlam eşitlenmesinin de, toplumun evlilik ve akrabalık düzeniyle çok yakından ilişkili olduğunu görmüş; İbrahim karısı Sara’ya “karım ve kızkardeşim” deyince, ondan mutlaka şimdiki “kızkardeş” tanımıyla anlatılmak isteneni kast etmeyebileceğini incelemiştik. (3)

Eski tablet kayıtlarında yer alan ve şimdiki okura garip gelen rakam, kavram veya değerlendirmeler, eski toplum birimlerin o sıradaki en gerçek ilişkilerinin, o döneme ait içeriğiyle kullanıldığında anlamlı olan kavram veya tanımlar aracılığıyla oluşturulan bir tarih anlatım biçimine bağlı idi. Bu noktalar ne denli vurgulansa, azdır.

Turuva keşfedilinceye değin, İlyada, en fazla, Homeros’un başarılı kişisel bir ürünü olarak algılanıyordu. Kazıtlarla ortaya çıkarılan Sümer yerleşimleri de, eski tablet kayıtlarındaki ilahilerin, bu yerleşim birimlerinin kendi içlerinde ve karşılıklı olarak yaşanmış gerçek tarihin bir anlatım biçimi olduğunu kabule zorluyor. Bu bakımdan, tabletlerde kullanılan, hiç olmazsa en temel kavramların eski içeriklerini ortaya çıkardığımız ölçüde, erken ilahilerin anlamları güncelleşecek; bu ilahilerde anlatıcılarımızın, yaşadıkları haliyle olguları anlatmış oldukları daha belirgin olarak ortaya çıkacaktır.

Eski ilahilerde ve şimdiki “Kutsal Kitap”larda ‘Gök’, ‘Yer’, ‘Dağ’, ‘Koyun’, ‘Keçi’, ‘Yüz kollular’, ‘Tek gözlüler’, ‘Şeytan’; ‘İnsan’, ‘Ateş’, ‘Su’, ‘Kısır’ gibi bazı temel kavramlar üzerinde bu nedenlerle duruyoruz. “Aydınlanma” döneminin düşünürleri de dahil, onlara dayanan bizim ateist çevremiz de, dinsel metinleri, kavramların o anki anlamları temelinde okumaktan öteye geçemedikleri için, onlarda sadece “uydurma”, “fantezi”, “masal”, “hurafe” bulmuşlardır. Kuşku yok ki, dinsel metinler bu noktalar bakımından hayli zengindir. Ama yine de, bilimsel yaklaşım, dinsel metinlerin, şimdi artık kayıtları ortaya çıkmış eski Mezopotamya tarihi, kültürü ve gerçek toplumlarının yaşam ilişkileriyle bağ içinde ele almayı gerektirirdi.

Eğer, Turan Dursun, Erdoğan Aydın, Server Tanilli, İlhan Arsel gibi yazarlarımız, eski dinsel metinleri Mezopotamya erken topluluklarının yaşam ve onu anlatan tarihleriyle bir parça bağ içinde ele alabilme yeteneği gösterebilmiş olsalardı, Eski Ahit’te, Tanrının evreni niye ille de “6 gün” takvim değeri ile yaratmış olduğunun anlatılmış olabileceğini; aynı tanrı bir Tufan yaparken, neden "Yarattığı insanlar”la birlikte “hayvanları, sürüngenleri, kuşları da Yeryüzü’nden silip atacağım” demiş olabileceğini bir parça sorgulayabilirlerdi. Bu kalıpsal deyimlerde Tanrı’nın neden ille de “Yeryüzü” vurgusu yaptığını bir parça düşünebilirler; Tanrı’nın, basit bir şekilde “onları yok edeceğim” demek yerine “Yeryüzü’nden silip atacağım” demiş olmasını üzerinde düşünme kapısını aralayabilirlerdi. Erdoğan Aydın’ların bu alandaki cehaleti, “Din” üzerine yazdığı yazılarda bol bol “cehalet” eleştirisi yapmakla, maalesef ortadan kalkmış olmuyor.

Bu metinlerde, ve o dönemdeki tanrıların konuşmalarında, “Yer” ve “Gök” özel vurgularla kullanılmış ise, bunun nedeni, o sözlerle onlar şimdiki anlamıyla “Gök” ve şimdiki anlamıyla “Yeryüzü”nü anlatmak istedikleri için değildi. “Yeryüzü-Toprak, Dünya” ve “Gök”, Mezopotamya’nın “Yukarı” (Kuzey) ve “Aşağı” (Güney) bölgelerindeki gerçek toplulukların coğrafi düzeninin anlatım tarzıydı da, o dönemim tanrıları “Kuzey”in temsilcisi ise, Güney’deki topluluğu “Aşağılık” görüyor ve onlara “aşağılık insan” muamelesi yapıyordu. “Yukarı”da olanlar ise “Yüce”, “Yüksek” varlıklar olarak kavranmaya başlanmış olmalıydı ve bunların kalıntıları bizlere “tanrı”lar ve “tanrı oğulları” olarak gelmiştir. Sabii’lerin Kuzey yöne dönerek tapınmaları ; “ateşten yaratılmış Şeytan”, “Toprak”tan (aşağı’dan, Güney’den) yaratılmış Adem’i “aşağılık” görüp de ona secde etmeyince, Tanrının bu “Yukarı”nın Şeytan’ına, “ne o Yücelerden mi oldun?” diye azarlama kalıpsal kavramlarını kullanmasının vb., vb. nedenleri bunlardı.

Bizim dar kavrayışlı sığ ateist olan “din eleştirmenleri”miz, “yaratılış” anlatımını incelerken, “neden ille de 6 gün” diye bir soruyu sorabilme basireti ve derinliği gösterebilselerdi, karşılarında olan anlatım tarzının, eski toplum birimler arasındaki ittifak ayinlerine ilişkin olabileceğini belki görebilirler ve farklı din ve mezheplerin kutsal günlerinin Çarşamba, Perşembe, Cuma, Cumartesi veya Pazar olarak saptanmasının peygamberler arası rekabetten değil; o gün, diğer topluluklara insan kurban sunan toplum birimlerin iç ve dış yamyamlıktan uzaklaşma çabasının ve anlamının bulunduğunu belki fark edebilirlerdi.

Sığ bir pozitivizmi “ateizm” olarak satmaya çalışan bazı yazarlarımız, Tufan’da neden ille de “hayvan, sürüngen ve kuşlar” da “cezalandırılmış” olabilir diye bir soruyu kendilerine sorabilme yetkinliği ve cesareti gösterebilmiş olsalardı, doğrudan doğruya kendilerini, eski toplumda, hayvan ve bitki totem dönemi içinde bulabilirler; burada sözü edilen hayvan”, “sürüngen” ve “kuş”ların, şu anda bile fal-burçlarda, bayraklarda, değişik kurumsal flamalarda yer alan “hayvan”, “sürüngen” ve “kuş”lar olduğunu; bunların dinsel alanda hala kullanılıyor olduğunu; hem eski tanrıların ve hem de eski toplumun o dönemlerde, “öküz”, “yılan”, “koyun”, “keçi”, “at”, “akbaba”, “kelaynak”, “kertenkele”, arı”, “ceylan”, “horoz”, “turna”, “ördek”, “kaz” …gibi totem hayvanlarla temsil edilip adlandırıldığını belki fark edebilirlerdi. (Bkz: Göbeklitepe )

Eski “Sümer” toplulukları, ötekilerle karşılaştırıldığında birer uygarlık abidesi olsalar da, yine de, 5–6 bin yıl önceki insan toplumunun bulunduğu maddi koşulların bir adım daha ilerisinde değillerdi. Yerleşik düzene henüz geçmekte olan, yarı-yamyam bir topluluğa ait göreceli bir uygarlık düzeyi, dönemin yaşamsal sorunlarının, yine göreceli bir barışçılıkla ele alınmasıyla şekillenmeye ve belirmeye başlıyordu. Böyle bir toplulukta, gelişigüzel yamyamlık ediminin; yılın, ayın, haftanın belli günleriyle sınırlanmış bir insan kurban töreni haline dönüşmesi bile tek başına büyük bir uygarlık adımıdır. Toplum birimlerin kendi içlerinde ve ötekileriyle ilişkilerinde, giderek kutsallaşacak ve sembolik kalıntıya dönüştürülerek toplum hayatından fiilen uzaklaştırılacak olan bu tür uygulamalar, uygarlık sürecinin, bir yönüyle kutsallık kavramının gelişimiyle atbaşı gitmiş olduğunu gösterir.

Ortaya çıkış gerekçeleri bakımından “kutsal din”ler, bir hurafeler, uydurmalar manzumesi değil, eski toplumun bir uygarlık kategorisiydi. Daha sonraki süreçlerde dinsel anlatımlarda ‘Yaratılış’ haline dönüşen görüngü, Sümer-Akkad toplulukları arasında başlangıçtaki ittifak düzeninin ilahilerde anlatılan tarihinden başka bir şey değildir.

safakacmaz@yahoo.com

http://toplumvetarih.blogcu.com

**********

(1) Aslında hem “Yaratılış” bir Tufan; hem de Tufan bir “Bayram”dır. Tufan olarak bildiğimiz olay, dinsel bir ritüeldir ve insan ve tanrı kurbanıyla da taçlanan bir ittifak edimidir. Katılımcıların durduğu yere göre, bir yamyamlık, ittifak bayramı, kurban sunucu topluluk bakımından “kıyamet”, “afet”, “kara-kış”, “salgın hastalık”, “yangın”, “sel” biçimlerinde tanınırsa; kendisine kurban sunulan toplum birim bakımından bu “tanrısal bayram”dır!

Değişik yanlar taşısa da, Eski Ahit aktarımındaki Tufan’ın da, takvimsel ölçüler içinde gerçekleştiğini ve son bulduğunu görüyoruz. (Bkz. TUFAN KAVRAMLARI)

(2) Burada, Kutsal Kitap anlatımlarını tarihsel bir gelişme ürünü olarak ele alma geleneğinin yetersizliğini vurgulamalıyız. Din uzmanlarımız ve din araştırıcılarımız, Kuran’ın dayandığı, hiç olmazsa “Tanrısal kitap” olarak kabul ettiği, Tevrat’a ve Tevrat’a kaynaklık eden Ortadoğu eski kutsal metin veya ilahilerine doğru ilgilerini genişletebildikleri ölçüde, kutsal kitaplara ilişkin ciddi yorumlar geliştirebilirler. Başka türlü, Tanrı’nın ‘var ve yok ol’ sözünü kullanmak yerine,6 gün 6 gece boyu var edip, 7. gün dinlenerek “Yaratılış’ı; “40 gün suları yükseltip, 40 gün suları azaltarak” da Tufan’ı gerçekleştirmiş olmasına ilişkin açıklamalar, ilkokul yorumları ötesine geçemez.

Zaman’da yazan “din bilgini”mizin ayrıntılı yanıtı için:

http://www.zaman.com.tr/?

( 3) Eski toplum birimlerin rakamsal temelde örgütlenme geleneğinin izlerini, ideal devlet arayışındaki Aristo ve Platon dönemi eserlerine değin izleyebiliyoruz. Günümüzün ‘binler meclisi’ gösterisel kurumlarının gerçek tarihi de, eski Yunan site’lerinde 1000 rakamı etrafında sabit tutulmaya çalışılan bir yurttaş düzenine;1000 sayısı ile sınırlı “Hint kastları”na bağlanır.

‘Tanrıların Soy kütüğü’nde geçen “100 kollu'lar tanımı, ’40 erkek’, ‘50 oğul’, ‘70 ermiş’...ifadeleriyle rakamsal temelde düzenlenen eski toplulukların, bu ilahiyi anlatan toplum birimince değişik bir şekilde bir ifade edilmesi gibi görünüyor

Tanrı Yedinci Günü Neden Kutsadı?

Her Toplumda Farklı 'Kutsal Gün'ün temelleri

“7. Gün Tatili” ,Oruç’un,Bayram’ın Kökenleri

“7. Gün Tatili” ,Oruç,Bayram...

‘Kutsal kötü gün’ ,Oruç-1

‘Kutsal kötü gün’ , Oruç-2

Oruç'un Kökenleri Üzerine

İsrail’de Şabat…

"Şabat Günü"nün Kuralları

Fısıh-Pesah'ında Kurban Hazırlık ve Tüketim Tarzı

Marul Yeme Yasak veya Gereği ...

Kanlı Hamursuz, tarih, bilim...

“Hamurlu Ekmek-Hamursuz Ekmek”

'Sümer-Akkad' Metinlerinde 'Kutsal Tufan' Anlatımı-3

Kutsal Yamyamlıktan, Nuh’un Gemisi’ne

'Tufan'a İlişkin bir Nokta

Kudüs Tapınağında 'Deniz'in Anlamı

Tufan’dan Sonra Tanrı’nın Nuh`la Antlaşma Koşulu

Tufan’ın Kutsal Aşure’si

Akadosumer Takvim Ayları

14.04.2008

Ensest Türkiye'de Oldukça Yaygın mı?

Ensest Türkiye'de Oldukça Yaygın mı? 14.4.2008

".....Eski Ahit veya Kuran'da bütün bunlar yukarıda anlatılan açıklıkta
ifade edilmezler ama, elinde olanak varken, Tanrı’nın 'insan’ı topluca değil de,
anlatıma göre, birer birer yaratmış olması hatasının yükünü,
“İnsanoğlu”nun çekmiş olduğunu kabul etmemiz gerekecek!
Çünkü, “büyük ve küçük oğul” haliyle sırasıyla varedilmiş olan
Habil ve Kabil-Cain kocaman “dünya”da, karşıt cins kadın’dan
yoksun olarak ne yapsınlar? Onlar “evlilik” için zorunlu olarak
“Kız kardeşleri”ne yöneleceklerdi… Havva’nın doğurmuş olması gereken kız
evlatları “kitaplar” pek yazmaz ama, aktarım kurgusuna göre,
Havva’nın doğurduğu “kız ve erkek çocuklar” arasında gerçekleştiği
kabul edilmesi gereken cinsel-evlilik ilişki alışkanlığı böylece
daha baştan genlerimize girmiş olmalı!...."
( Evlilik Ahlakı ve Aile’nin Tarihi )





AKP'nin sonucunu açıklayamadığı anket

http://w9.gazetevatan.com/haberdetay.asp?detay=AKPnin_sonucunu_aciklayamadigi_anket_172927_1&tarih=14.04.2008&Newsid=172927&Categoryid=1

AKP'li Dedegil, partisinin yaptırdığı bir anketle ensestin yaygınlaştığının ortaya çıktığını söyledi. Sonuca şaşıran Dedegil, kadından kadına şiddetin de arttığını belirtti..


TBMM Dilekçe Komisyonu Başkanı AKP İstanbul Milletvekili Alev Dedegil, ensestin (aile içi cinsel ilişki) Türkiye'de oldukça yaygın ve trajik hale geldiğini, acil önlem alınması gerektiğini söyledi. Dedegil, kadından kadına yönelik şiddeti de araştıracağını, annesini öldüren Başak Aydıntuğ başta olmak üzere birçok kadın ile cezaevine gidip görüşeceğini söyledi. Sabah Gazetesi'ne konuşan Alev Dedegil, İstanbul İl Teşkilatı tarafından düzenlenen bir konferans sırasında ensest ile ilgili soruların yer aldığı anket formunu yaklaşık bin kadına dağıttıklarını ve ortaya çıkan sonucun kendilerini çok şaşırttığı söyledi.ÖRTÜ KALKSIN Sonuçları spekülasyona yol açacağı için vermek istemeyen Dedegil, "Trajik bir sonuç çıktı. Ensestin yaygın boyutta olduğunu gösterdi. Kadınlar formu doldurduktan sonra küçük kâğıtlara yazılmış notları elime sıkıştırıp yardım istedi. Bu notlarda, kayınpeder, kardeş, baba ve dedeleri tarafından taciz edildiklerini belirtiyorlardı" dedi.

Ensestin üstündeki örtünün kaldırılması halinde kötü bir tablonun ortaya çıkacağını belirten Dedegil, "Kapsamlı bir araştırma yapmak ve sorunun çözümü için adım atmak istiyorum" dedi. Sadece erkeğin kadına uyguladığı şiddeti tartıştığımızı belirten Dedegil, şunları söyledi: "Ancak kadından kadına yönelik şiddetin boyutları erkeklerinkini de geçiyor. Bir saha çalışması yapacağım. Annesini öldüren kızlar, Afyon'da kayınvalide ve kayınpederi vuran gelinler ile cezaevine gidip görüşeceğim. Onları bu noktaya getiren şeyleri araştıracağım."

***
Evlilik Ahlakı ve Aile’nin Tarihi

"Kardeş" kavramı ve "Kardeşler arası cinsel ilişki yasağı"

"Emmim kızı" ve "Akraba evlilikleri"

Yol kenarında bakire kız pazarı

Yol kenarında bakire kız pazarı 14.4.2008


Taj Mahal’in 30 mil batısındaki Jaipur şehrindeki turistik yollar, 13-18 yaşındaki kızların satıldığı bir pazara dönüştü.

Yol kenarındaki barınaklarda yaşayan ve fiyatta anlaştıkları müşterilere bekaretini veren kızlar, aileleri tarafından da destekleniyor. Şehirde normal fahişelik ücreti 1.30 sterlin, bakirelerin fiyatı ise 600 sterline kadar çıkıyor. Bu ücreti ödeyen müşteri, kiraladığı kızla haftalarca birlikte olabiliyor.

Geleneklere göre, bekaretini veren kız için önce bir parti düzenleniyor.

Partide kıza pahalı hediyeler, mücevherler veriliyor ve keçi kurban ediliyor. Bekaretine 600 sterlin değer biçen Bedia kabilesinden Suli (14) de bu kızlardan biri. 59 hanelik bu kabilede fahişelik uzun yıllara dayanan ve kast sistemi ile çalışan bir gelenek. Kızlar yetişkinliğe geçmeden önce fahişelik yapıyor, bu da evlilik kadar normal karşılanıyor.DIŞ HABERLER SERVİSİ

http://www.aksam.com.tr/haber.asp?a=115078,5


Evlilik Ahlakı ve Aile’nin Tarihi

'Anaerkil- Babaerkil' Toplum ve 'Kan Bağı'
Musa Yasalarında 'Kayınbiraderlik Görevi'...Evlilik Ahlakı ve Aile’nin Tarihi-4Evlilik Ahlakı ve Aile’nin Tarihi-5
Evlilik Ahlakı ve Aile’nin Tarihi-6
Evlilik Ahlakı ve Aile’nin Tarihi-7
Evlilik Ahlakı ve Aile’nin Tarihi-8
Evlilik Ahlakı ve Aile’nin Tarihi-9
Evlilik Ahlakı ve Aile’nin Tarihi-10
Evlilik Ahlakı ve Aile’nin Tarihi-11
Evlilik Ahlakı ve Aile’nin Tarihi-12
Evlilik Ahlakı ve Aile’nin Tarihi-13
Evlilik Ahlakı ve Aile’nin Tarihi-14


Eski Toplumda “Monogami” ..Asur Ticaret Kolonileri Devrinde kadın
Eski Toplumda 'Dul Kadın' ...Eski Toplumda 'Dul Kadın' -2
"Çocuk cinsel istismarı' Üzerine-1"Çocuk cinsel istismarı' Üzerine-2
Gudea Mühürü ve Kutsal Evlilik Töreni
Sümerlerde Süt Akrabalığı...
Çerkes Topluluğunda Kız-Erkek Çocuk Paylaşımı
Kafkasya'da Sosyal Yasayış ve Adetler...
Eski toplumda "iğdiş"lik kurumu
Bektaşîlikte Evlilik Yasağı
Kutsal Evliliğin Kaynakları
Eski Ahit'te "kardeş karı-koca"lık...
Eski Ahit'te "kısır"lık...
"Karı-koca kardeşliği..."
Hitit Kraliçesinin 'Kardeş Kocası'
Akrabalık kavramları...
Eski Toplumda 'Yakın Akraba' Evlilik Yasağı...
Sümer Kutsal Kadınları...
Sümerlerde Süt Akrabalığı...

Erkek Çocuk Sünneti ve Fallus Kültü Erkek Çocuk Sünneti Üzerine Erkek Çocuk Sünneti Üzerine-2 Erkek Çocuk Sünneti Üzerine-3 Erkek Çocuk Sünneti Üzerine-4 Erkek Çocuk Sünneti Üzerine-5
Eski toplumda "iğdiş"lik kurumu Bektaşîlikte Evlilik Yasağı Eski Mısır'da Sünnet..
“Kirve”lik Ve Evlilik Yasağı-1 “Kirve”lik Ve Evlilik Yasağı-2
***

Kutsal Evliliğin Kaynakları

Sümer Kutsal Kadınları...

‘Kızlar 9 yaşında evlenebilir’ diyen Profesör ve Muhammed
“Töreniz Batsın” Ve “Amin”
"Çocuk cinsel istismarı' Üzerine 2


Erkek Çocuk Sünneti ve Fallus Kültü
Eski Mısır'da Sünnet..
'Kurban'ın Kökeni ve ... “Eski Harran’da...Kurban"
Erkek Çocuk Sünneti Üzerine
Erkek Çocuk Sünneti Üzerine-2
Erkek Çocuk Sünneti Üzerine-3
Erkek Çocuk Sünneti Üzerine-4
Erkek Çocuk Sünneti Üzerine-5
“Kirve”lik Ve Evlilik Yasağı-1
“Kirve”lik Ve Evlilik Yasağı-2
Eski toplumda "iğdiş"lik kurumu

Eski Ahit'te "Kutsal Erkek Fahişeliği"

Eski Ahit’te Erkek Sünnet’i Motifleri
Eski Ahit'te bir Adem tanımı ve Aden!

Kutsal 'İlk Ürün...'
'İlk oğul' kurbanı ve Eski Ahit

19. Yüzyılda BEKTAŞÎLİK-1
Bekâret fetvası...Zifaf..Kadın Sünneti

ABD'de Bekáret Yemini,Bekâret fetvası...Zifaf..Kadın Sünneti

Erkek Çocuk Sünneti Ve Kirvelik

Turan Dursun: " Kuran’daki İlk Yahudi 'Maval'ı"-1

Kuran’daki İlk Yahudi “Maval”ı:
Yaratılış Söylencesi-1

Turan Dursun
Din Bu-2

[ Turan Dursun'un Eski Ahit'teki "Yaratılış Söylencesi" üzerine değerlendirmeleri, sağlam ateist insan ve tarih bilimciliğine uygun değil. Fakat yine de, ele almakta ve derinleştirmekte fayda olan yazılardır. Eski Mezopotamya tarih iskeletine geçirilmeden ele alınarak "maval" haline getirilmiş bu aktarım tarzlarına daha yakından baktığımız zaman, kendimize soracağımız ilk soru şu olur: Peki, eski toplumlar neden ille de, bu şekilde bir "tarihsel, takvimsel maval uydurmuş" olabilirler?

Bu "maval"lardaki motiflerin her birinin, oradaki temel kavramların eski toplumlardaki yerini tanıdıkça, "Yer" ve "Gök"ün ; "aşağılık Şeytan" ile "Yüce Tanrı"nın, Yukarı ile Aşağı'nın, Kuzey Mezopotamya ve Güney Mezopotamya gerçek toplulukları arasındaki ilişkilerin ifade tarzından başka bir şey olmadığını görmeye başlarız. "Maval" anlatımı, bu noktadan itibaren, bozulmuş bir tarih anlatımı halini alır ve biz bu tarih hakkında bir miktar bilgiliysek, o zaman "yasak ağaç", "gözlerin açılması", "meyve" gibi kavramlar, onlara şimdi verilen anlamların ötesinde, 6 bin yıl kadar önceki içerik ve kullanım değerleriyle başka toplumsal ilişki ve kurumların ifade edilişleri olarak biçimlenirler.

Turan Dursun da, bu eski tarihi, örnek aldığı Voltaire'lerden yola çıkarak, "Gök"e, Gök; Yer'e Yer, Ağaca Ağaç, "aşağılık"a aşağılık falan anlamları vererek okuduğu için, sadece "maval" sonucuna ulaşabilmiş; orada eski toplumların gerçek ilişkilerini görebilme olanağını kendi elleriyle yok etmiştir.

Biz, özellikle ateist çevrelere, eski tarihin bozulmuş bir anlatım biçimi olarak eski dinsel aktarımların yeni bir okuma türünün ana hatlarını kazandırıyor ve toplumsal tarihe kendi gerçek derinliği içinde yaklaşabilme olanağını sunuyoruz.

Bu çabanın derinleştirilmesi, ateizmin ve insanbilimin de derinleştirilmesi demektir. Safa Kaçmaz]

****

"Başlangıçta Tanrı gökleri ve yeri yarattı.
Yer ıssız ve boştu. En­ginin yüzü üzerinde karanlık vardı; Tanrı'nın ruhu suların üzerinde hareket ediyordu. Ve Tanrı 'Işık olsun!' dedi; ışık oldu.,." (Tevrat, Tekvin: 1: 1–3.)

Tevrat, Tevfik Fikret'in deyişiyle "Tarih-i Kadim "i böyle anlatır gider. Her şeyin, "Tanrı"nın "ol!" demesiyle nasıl olduğunu, "gökleri ve yeri", tüm canlıları ve cansızları "altı günde" nasıl yarattığını bir bir anlatır. (Bkz. Tevrat, Tekvin, Bap: 1–2.) Bunların asıl kaynakları­nın eski çağ toplumlarının söylenceleri olduğunu bu dizinin (“Kutsal Kitapların Kaynakları” dizisinin) Tevrat bölümünde, birlikte görece­ğiz.

Bunlar, şöyle ya da böyle Kuran’a da geçmiş durumda:
Kuran’ın açıklamasına göre de, her şey, Tanrı'nın "ol!" demesine bağlı. Tanrı: "Ol!" deyince olur her şey. (Bkz. Bakara: 117; Ali İmran: 47, 59; En'am: 73; Nahl: 40; Meryem: 35; Yasin: 82; Mü'min: 68.)
Kur'an'a göre de Tanrı, "gökleri ve yeri altı günde yaratmış" tır: (A'raf: 54; Yunus: 3; Hud: 7; Furkan: 59; Secde: 4; Fussilet: 9–12; Kar: 38; Hadid: 4.) Kur'an'ın açıklamasına göre, Tanrı, yaratmayı ger­çekleştirdiği "altı gün"den dördünü, YER'i (dünyayı) yaratmaya, iki günü de gökleri yaratmaya" harcamış' bulunuyor. Neden? Çünkü çıp­lak gözle bakıldığında "gökler", Ay'ıyla, Güneş'iyle, yıldızlarıyla "YER"den (dünyadan) daha küçük görülür.

Dini, bilim karşısında savunma çabasında olanlar, buradaki "gün"lerle amaçlananın, bildiğimiz haftanın günleri olmadığını ileri sürerler. Oysa Muhammed'in açıklaması var ve çok açık. Bu açıkla­maya göre, buradaki günler, "pazartesi, salı, çarşamba... " gibi hafta­nın günleridir. Ve Muhammed, Tanrı’nın, haftanın hangi gününde ne­leri yarattığını açık seçik anlatıyor. Müslimin'in e's-Sahih'inde de yer alan hadise göre: .
— YER 'i (dümdüz biçimiyle) cumartesi,
— Dağları Pazar,
— Ağaçları Pazartesi,
—"Mekruh"u (?) "kötü"yü, "kötülüğü" anlatıyor olmalı) salı,

—Nur”u (ışığı) çarşamba,
—Hayvanları perşembe,
—Adem”i cuma günü "yaratmıştır Tanrı". (Bkz. Müslim, e's- Sabih, Kitabu Sıfatı'I-Munafıkin/27, hadis no: 2789; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, 2/227.)

Tevrat'ta Tanrı'nın' "yedinci gün dinlendiği" yazılı. (Bkz. Tevrat, Tekvin, 2,2)

Kuran’da, Tanrı'nın "yedinci gün dinlendiği" yolunda açık bir an­latım yok: Ancak, "gökleri ve yeri altı günde yarattıktan sonra Tanrı'nın ARŞ’A istiva ettiği" bildirilir.

"İstiva", İslam kelamında çok tartışılan bir sözcüktür. Kelamcılar, Kuran'ın anlatımını akla uydur­mak için "istiva”ya kendi anlamından başlıca türlü anlamlar vermeye' çabalarlar: Bu sözcük sözlük anlamıyla "doğrulma, dayanma, bir dü­zeye gelme" anlamlarını içerir. Tanrı'nın "Arş'a istiva etmesi", bir çeşit "dinlenme amacıyla dayanma" biçiminde yorumlanabilir. Ne var ki, Sünnet ehli bunu kabul etmez. Kuran’ın "Tanrı"sı da şöyle der:
"And olsun ki gökleri ve yeri ve ikisinin arasında bulunanları altı günde yarattık ve Biz, bir yorgunluk duymadık" (Kaf: 38.)

Bununla birlikte Muhammed’in şu açıklaması ilginç:
—Yüce tanrı, yaratıkları yaratma işini bitirince, sırt üstü uzandı.

O sırada bir ayağını, öbür ayağının üstüne koymuştu. Bunun benzerini yapmak hiç kimseye uygun değildir." (Bkz. Hafız Ebu Bekr Muhammed İbnü'l Hasan İbn Fürek, Müşkili'l-Hadis, tahkik: Dr. Abdul'mu'ti, s.42.)

"Ayak ayak üstüne atmak", Tanrı'ya özgü sayıldığı için, insanların bunu yapmaları yasaklanır. (Bkz. Müslim, e's­Sahih, Kitabu'I-Libas/ 72-74, hadis nô: 2099; Ebu Davud, Sünen, Kita­bu'I-Edeb/35; hadis no: 2767.)

"Tanrı, yaratıkları yaratma işini bitirince niçin sırt üstü uzanmış ve ayak ayak üstüne atmış"tı? Bunda, Tevrat'ta anlatılan "dinlenme" anlamı yok mu?

Kaldı ki, Kur'an'ın "Tanrı"sı da Yahudilik'teki "SEBT" gününe çok önem veriyor. Bu yasağa uymayanları, "aşağılık maymunlara dö­nüştürdüğünü" açıklıyor. (Bkz. A'raf: 163-166.) Sebt ise, bilindiği gibi, Tevrat'ta anlatılan, Tanrı'nın dinlendiği "yedinci gün"dür (Cu­martesi).


Yaratılış efsanesinde, "Adem, Havva" ve bunların cennette bulundurulup sonra kovulmaları:

"Yaratılış mavalı"nın önemli bir kesitini oluşturuyor bu. Tev­rat'tan yer yer değiştirilerek Kuran'a geçirilmiş olduğu görülüyor.

"Melek"ler, Kuran'ın "Efendi Tanrı"sının (Rabb) danışmanları­dır: Bu nedenle "Adem'in yaratılışı" konusunda da "melek"lere danı­şıldığı, ama ‘melek’lerin bu işe karşı çıktıkları, bununla birlikte "Tanrı"nın kararlaştırdığı işi gerçekleştirdiği, yani Adem’i yarattığı anlatılır:

Öyküyü, Bakara Suresinden izlemeye başlayalım (Diyanet'in çevi­risinden):
"Rabbin meleklere: 'Ben yeryüzünde bir halife var edeceğim' demişti.

Melekler: 'Orada bozgunculuk yapacak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin? Oysa biz seni överek yüceltiyor ve seni takdis etmekte bulunuyoruz.' dediler. Allah: 'Ben şüphesiz sizin bilmediklerinizi bili­rim' dedi." (Bakara: 30.)

Anlatılanlara göre: "Rabb", yani "Efendi Tanrı", "Halife" diye ni­telediği Adem'in yaratılmaya değer ve üstün nitelikli olduğunu kanıt­lama yoluna gider. Bunun için bir sınav düzenler. Adem'e de, melek­lere de bir soru sorup, cevabını isteyecektir. Ne var ki Adem'e, sorulacak sorunun cevabını öğretir. Konu: "Tüm adlar". Adem'e bun­ları önceden öğrettikten sonra sınavı başlatır: Adem’e öğrettiklerini meleklere sorar: "Eğer doğru söyleyenlerdenseniz haydi bunları bilin bakalım, bana bunların adlarını söyleyin" der. (Bkz. Ayet: 31.) Me­lekler o konuda bir bilgileri olmadığını, kendisinin öğrettiklerinden başka bir şeyi de bilemeyeceklerini söylerler. (Bkz. Ayet: 32.) Sonra soruyu Adem'e yöneltir Tanrı. Daha önce kendisine öğretildiği için, Adem istenen adları bir bir söyler. Bunun üzerine Tanrı, "Ben size de­medim mi ki, göklerin ve yerin gizliliklerini ben daha iyi bilirim. Sizin açıkladıklarınızı, gizlediklerini en iyi ben bilirim" diye konuşur. (Bkz. Ayet: 33.) Böylece sınavı Adem, daha doğrusu "Tanrı" kazanmış olur.

Burada sözü edilen "adlar"la anlatılmak istenen nedir? Bunu Kur'an yorumcuları araştıradursunlar; biz asıl kaynağa, Tevrat'a baktığımız zaman ne olduğunu görebiliyoruz.

"Ve Rab Allah, her kır hayvanını ve göklerin her kuşunu toprak­tan yaptı ve onlara ne ad koyacağım görmek için Adem’e getirdi. . Adem, her birinin adını ne koyduysa, canlı yaratıkların adı o oldu. Ve Adem, bütün sığırlara, göklerin kuşlarına ve her kır hayvanına ad koydu." (Tevrat, Tekvin, 2: 19-20.)

Görülüyor ki söylence (efsane, Tevrat'takinden biraz değişik ola­rak Kur'an'a geçirilmiştir.
Peki Tanrı, Adem’i nasıl yapmıştı?

Adem’in yaratılışı

Efsaneye göre "toprak (çamur)" ve "üfürük", Adem'in yaratılması­na yetmiştir:

"Ve Rab, Allah, yerin toprağından Adem'i yaptı. Onun burnuna hayat üfürüğünü üfürdü. Ve Adem yaşayan can oldu." (Tevrat, Tek­vin,2:7.)

Bu, Tevrat'taki anlatış. Kur'an'daki de bu doğrultuda:
- Adem "toprak"tan yaratılmıştır. (Bkz. Alu İmran: 59.)
- Bu "toprak, çamur durumuna" getirilmiştir. (Bunun anlatıldığım görmek için örneğin bkz. A'raf: 1,2; Mü'minun: 12; Secde: 7; Sad: 71, 76.)
- Tanrı, bu çamura bir biçim (insan biçimi) vermiştir. (Bunun anlatıldığını görmek için örneğin bkz. Hicr: 29; Secde: 9; Sad: 72.)
- Tanrı "kendi canından üfürünce", Adem insan olarak meydana gelmiştir. (Bkz. Hicr: 29; Secde: 9; Sad: 72.)

Demek ki özet olarak anlatılan şu:

"Tanrı", önce bir "toprak" alıyor. Sonra "çamur" yapıyor. Sonra "bir insan biçimi (insan heykeli)" meydana getiriyor bundan. Ve sonra bu" çamurdan insan"a (insan heykeline) "üfürüyor". İşte o zaman "canlı bir insan" oluveriyor. Bu insan, Adem'dir.

Muhammed'in anlattığına göre, Adem'in yapılması için gerekli olan "toprak", yeryüzünden "avuç avuç toplanarak" elde edilmiştir. Yine onun açıklamasına göre, toprak böyle, yeryüzünün çeşitli ke­simlerinden toplanmamış olsaydı, bugün insanların derilerindeki
"renk farkları" meydana gelmezdi. Hadis şöyle:

- "Tanrı Adem'i yaratırken tüm yeryüzünden toplayıp avuçladığı topraktan (çamurdan) (heykelini) yaptı. Tüm Ademoğulları da (topra­ğın alındığı) yerin özelliğine göre özellik kazanarak gelmiştir. (Bu nedenle) kimi kızıl, kimi ak, kimi kara derili ... olmuştur. (Bkz. Ebu Davud, Sünen, Kitabu's-Sünne/17, hadis no: 4693; Tirmizi, Sünen, Ki­tabu tefsiri'l-Kur'an/3, hadis no: 2955; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, 41 400,406.)

Yine Muhammed'in açıklamasına göre, Adem'in yapılması için toplanan toprağın tümü harcanmamış bu iş için. Topraktan (çamur­dan) biraz artmış, bundan da "hurma ağacı" yaratılmıştır. O nedenle Muhammed, hurma ağacına, "insanoğlunun halası' olarak saygı gös­terilmesini istiyor. (Bkz. Acluni, Keşfu'l-Hafa, 1/195-196,459, hadis no: 511,1223.)

Görülüyor ki, söylencenin kökü Tevrat'ta olsa da, öteki konularda olduğu gibi "Adem'in yaratılması" konusunda da gerek Kur'an’a, gerek hadislere biraz değişik biçimiyle yansımış bulunuyor. Bu da, "öteki Yahudi kaynaklarındaki ayrıntılardan, değişik anlatımlardan ve kimi zaman Muhammed'in kendisinin, kimi zaman da öğreticisi duru­mundaki kişilerin değişik şeyler katarak ve yer yer değiştirerek öy­küye değişik bir biçim verme çabalarından kaynaklanmış olabilir.

Adem'in yukarıda anlatıldığı gibi "yaratılması" söz konusu olunca şöyle bir soru akla gelebilir:

- Tanrı'nın yalnızca bir "ol!" demesiyle "her şeyin oluverdiği" an­latıldığına göre, Ademin yaratılması için onca işe ne gerek vardı? Tanrı,·"ol!" derdi, Adem de oluverirdi. Niye böyle olmamış?

Benzer soruyu, "göklerin ve yerin altı günde yaratıldığı" anlatılır­ken de sormak mümkün. Ne var ki, bu tür soruların karşılığı yoktur. "Tanrının yaptığından sorulmaz," (Bkz. Enbiya: 23.)

Hava’nın “yaratılması”
"Maval"ın bu kesimi de oldukça ilginç:
"Ve Efendi Tanrı (Rab Allah): 'Adem'in yalnız olması iyi değildir.
Kendisine uygun bir yardımcı yapacağım' dedi. ( ... ) Adem'in üzerine derin uyku getirdi. Ve o uyudu. Ve Efendi Tanrı onun kaburga kemik­lerinden birini aldı. Ve onu Adem'e getirdi. Adem şöyle dedi: 'Şimdi bu, kemiklerimden, bir kemik, etimden bir ettir. Buna NİSA denecek. Çünkü O, insandan alındı.' "(Tevrat, Tekvin, 2: 18, 21-23.)

Söylencenin bu kesimi bu ayrıntıyla Kur'an'da yer almıyor. Kur'an'daki anlatım biraz kapalı:

Kur'an'ın "Tanrı"sı, insanlara şöyle seslenir:
- "Ey insanlar!. O Efendi Tanrınızdan (Rabbeküm) korkun ki, sizi bir tek candan (Adem'den -bkz. tefsider, örneğin Sabuni, Safvetu't­ Terasir, 1/258) yarattı. Ondan da karısını -eşini (Havva'yı) yaptı. Ve ikisinden de çokça erkekler, kadınlar meydana getirdi..." (Nisan: 1.)

Bu ayette geçen "bir tek can" diye çevirdiğimiz "e'n-nefsun vahi­de" ile anlatılanın Adem; "karı-eş" diye çevirdiğimiz "zevc"le anlatılmak istenenin de Havva olduğunu anlatır Kur'an yorumcuları. İkinci­sinin, birincisinden "yaratıldığı" belirtildiğine göre, Havva'nın Adem'den alınan şeyle yapıldığı anlatılıyor demektir. Yani söylencedeki Havva'nın Adem'in kaburga kemiğinden yaratıldığına ilişkin ke­siminin Tevrat'tan Kur'an'a bu anlatımla yansıdığı görülüyor. Mu­hammed'in "hadis"indeki açıklama da bu doğrultudadır ve Kuran yorumlarında yer almıştır. (Örneğin, bkz. Taberi, Camiu'l-Beyan, 4/ 150; F.Razi, e't- Tefsiru'l-Kebir, 9/161.)

Kur'an yorumlarında da yer alan Muhammed'in "hadis"lerinden biri şöyledir: .
- "Kadınlar konusunda yarar sağlayacak biçimde davranmanızı öğütlerim. Çünkü bunlar, eğe kemiğinden yaratılmışlardır. Bu kemi­ğin en eğri kesimi, üst kesimidir. Onu doğrultma yoluna gidersen kı­rarsın. Bıraktığın zaman hep öyle kalır. Öylece kullanırsın onu." (Bkz. Buhari, e's-Sahih, Kitabu'I Enbiya/1; Tecrid, hadis no: 1816; Müslim, e's-Sahih, Kitabu'r-Rıda /60, 6, hadis.no: 1468.)

Bu bakış, Yahudi kaynaklı İslam' Şeriatı'nın kadına olan bakışını da somut biçimde sergiliyor. "Kadını doğrultamazsan; ondan ne ölçü­de yararlanırsan o, ölçüde yararlanmaya bakmalısın." Mantık bu ..

Adem’le Havva’nın cennetteki yaşamları ve kovuluşları:

Bakara suresinin 35. ve 36. ayetlerinin Diyanet çevirisindeki anlamları şöyle:
- “Ey Adem, eşin ve sen cennette kal. Orada olandan istediğiniz yerde bol bol yiyin. Yalnız şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa zalimlerden olursunuz; dedik. Şeytan, oradan ikisinin de ayağını kaydırttı, onları bulundukları yerden· çıkardı. Onlara: 'Birbirinize düşman olarak inin, yeryüzünde bir müddet için yerleşip geçineceksiniz.' dedik.”

Adem Suresinde de anlatılır bu. Bundan önce de “Tanrı”yla “Şeytan” arasındaki bir tartışmadan söz 'edilir; Tanrı Adem'i yaratınca, meleklere, ona secde etmelerini söyler. Hepsi buyruğa boyun eğip secde ederler. Ama lblis, yani şeytan karşı çıkar. Tanrı'yla İblis arasındaki tartışmanın özeti şöyle:
- Sana buyurduğum halde seni secde etmekten alıkoyan· nedir ey İblis?

- Ben ondan daha üstünüm. Çünkü sen beni ateşten, onu çamurdan yarattın.
- Hadi ordan! İn aşağı! Böbürlenmek neyine senin? Çık git, Sen alçaklardan birisin.
- Diriliş gününe değin bana bak, süre ver.
- Haydi dediğin gibi olsun ...
- Beni azdırdığın için, and olsun ki ben de senin kullarını azdıracağım. Doğru yollarında oturup şaşırtacağım onları...
- Defol oradan. Kınanmış ve kovulmuş olarak defol! Ben de ant içerek söylerim ki, insanlardan sana uyanlarla birlikte topunuzu cehen­neme dolduracağım! (Bkz. A'raf: 11-18.)

Sonra şunlar anlatılır:
- Ey Adem, sen ve karın, cennette kalın. Dilediğiniz yerdekilerden yiyin. Ama şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa kendisine yazık etmiş olanlardan olursunuz. (Tanrı Adem'e böyle seslendi.) Ne var ki hemen şeytan (araya girip) açılması kötü olan yerlerini kendilerine göstersin diye ikisine de fısıldadı: "Efendi Tanrı'nızın size bu ağacı yasakla­ması, iki melek oluvermenizi ya da burada temelli kalanlardan olma­nızı önIemek içindir”. İkisine de ant içerek söyledi. "Ben ikinize de, öğüt verenlerdenim, dedi. Böylece ikisinin de yanılmalarına yol açtı
(şeytan). İkisi birden ağaçtan tadınca, ikisine de açılması kötü olan yerleri göründü. Ve cennet yapraklarından oralarını örtme yoluna git­tiler. O sırada ikisinin de Efendi Tanrı'sı: 'Ben ikinize de o ağacı ya­saklamamış mıydım? Ve size dememiş miydim ki, şeytan sizin için
apaçık düşmandır!' diye seslendi (A'raf: 19-22.).

Kur'an'a geçirilmiş olan söylencenin bu kesiminin Tevrat'taki aslı şöyle:

"Ve Efendi Tanrı (Rab Allah), doğuya doğru Aden'de bir bahçe (cennet) dikti. Ve yaptığı adamı (Adem'i) oraya koydu. Ve görünüşü güzel, yenmesi iyi olan her ağacı ve bahçenin ortasında yaşam ağacı­nı, ayrıca iyiliği, kötülüğü bilme ağacını yerden bitirdi. Bahçeyi, sula­mak için Aden'den bir ırmak çıktı. Bölündü, dört kol oldu. Birincisi­nin adı Gihon'dur. ( ... ) Üçüncü ırmağın adı Dicle'dir. ( ... ) Dördüncü ırmağın adı Fırat'tır. ( ... ) Ve Efendi Tanrı Adem'e buyurup şöyle dedi: 'Bahçenin her ağacından istediğin gibi ye. Ama iyiliği ve kötülü­ğü bilme ağacını yemeyeceksin. Çünkü ondan yediğin gün, mutlaka ölürsün. ( ... ) Adem'le karısı ikisi de çıplaktılar, ama (bilmedikleri için) utanç duymuyorlardı. Ve Efendi Tanrı'nın yaptığı bütün kır hayvanlarının en hilecisi olan, yılandı. Kadına (Havva'ya) gidip şöyle dedi: 'Gerçekten Tanrı, bahçenin hiçbir ağacından yemeyeceksiniz dedi mi?'

Kadın yılana karşılık verdi: 'Bahçenin ağaçlarının meyvelerinden yiyebiliriz. Ama bahçenin ortasında bulunan ağacın meyvesi, hakkında, Tanrı ondan yemeyin ve ona dokunmayın ki ölmeyesiniz, dedi.'

Yılan kadına şöyle konuştu: 'Hiç ölmezsiniz. Tanrı bilir ki ondan yediğiniz gün gözleriniz açılacak. Ve iyiyi kötüyü bilerek tanrı gibi (ölümsüz) olacaksınız.

Kadın, ağacın yemek için iyi ve görünüşünün de güzel olduğunu gördü. ( ...) Onun meyvesinden alıp yedi. Ve kocasına da verdi, o da (Adem de) yedi. İkisinin de gözleri açıldı. Kendilerinin çıplak olduklarını bildiler. Ve İncir yaprakları dikip kendilerine önlük yaptılar. ( ... ) Ve Efendi Tanrı Adem'e: 'Çıplak olduğunu sana kim bildirdi? Sana yememeni buyurduğum ağaçtan yedin' mi yoksa?' dedi.

(devam...)

Turan Dursun: " Kuran’daki İlk Yahudi “Maval”ı"-2-3

Turan Dursun: " Kuran’daki İlk Yahudi “Maval”ı"-2-3 14.4.2008
Adem karşılık verdi:
'Yanıma verdiğin kadın o ağaçtan bana verdi ve yedim!' Efendi Tanrı kadına sordu:
'-Bu yap­tığın nedir?'
Kadın (Havva) karşılık verdi:
'Yılan beni aldattı ve yedim.'
Efendi Tanrı (bu kez) yılana seslendi:
'Bunu yaptığın için bütün sığırlardan, bütün kır hayvanlarından daha lanetlisin.Karnın
üzerinde yürüyeceksin. Ömrünün bütün günlerinde toprak yiyeceksin.
Ve seninle kadın arasına, senden türeyenlerle ondan türeyenler arası­na düşmanlık koyacağım. ( ... )

Kadına da şöyle dedi:
'Sıkıntılarını, gebeliğini çok ağırlaştıracağım. Ağrı-acıyla çocuk doğuracaksın. İsteğin kocana olacak, o da sana egemen bulunacaktır.'

Adem'e şunları söyledi:
'Karının sözünü dinlediğin ve yememeni buyurduğumdan ye­diğin için toprak senin yüzünden lanetli oIdu. Ömrünün bütün günIe­rinde sıkıntı çekerek ondan yiyeceksin.Toprağa dönünceye dek aInının teriyle ekmek yiyeceksin. Çünkü ondan alındın, topraksın, ve toprağa döneceksin ... " (Tevrat, Tekvin, 2: 8-11,13,14,25; 3: 1-7, 12­9.)

Tevrat'taki söylencenin bu kesimi de, biraz Kur'an'a, çeşitli sureIe­re, daha çok da hadislere, yer yer değişik biçimIerle de oIsa serpişti­rilmiş' durumdadır.

Tevrat'taki "yılan", Kur'an ayetlerine "İblis-şeytan" olarak yansı­mış. BununIa birIikte Kur'an yorumcuIarı, "yıIan"ı, "İblis"in kullandı­ğı yolunda yorumlar yapmışlardır. (Bkz. tefsirler, örneğin bkz. Tabe­ri,Camiu'I-Beyan, 1/87; Tefsiru'n-Nesefi, 1/43; F.RW, e't-Tefsiru'l­ Kebir, 3/15.)

Havva'ya ve yılana ne tür ceza verildiğine ilişkin Tevrat'ta anIatılanları da Kur'an yorumlarında buluyoruz. (Bkz. Aynı kaynaklar.) Nedeni şu: Kur'an yorumcuIarı biliyorIardı ki, "maval"ın, eski çağ topIumIarından alınma aslı Tevrat'ta. Buraya başvurarak aildıkIarıyla ya da aktaranIardan aktararak, ayetlere, hadislere serpiştiriImiş oIan söyIencenin boşluklarını doldurmaya çalışmışlardır. Yeni­Ierini uydurmaktan çekinmeyerek ... Maval içinde maval...

VoItaire, ünIü FeIsefe Sözlüğü'nde "Yaratılış" söylencesinin "gök­Ierin ve yerin (içindekilerle birlikte)" yaratıImasına ilişkin kesimi için oIdukça uzunca yazar. Bir yerde de şöyIe der: Eski olduğu kadar da yanlış oIan bu düşünceye, gökyüzünün dünya için yaratılmış olduğu düşüncesine, bilgisiz halk arasında her zaman değer verilmiştir. Bu (“Tanrı gökleri ve Yer'i yarattı” denmesi), Tanrı'nın bütün dağları bir de kum tanesini yarattığını söylemeye benzer. Çok iyi gemici olan Fe­nikeliIerin, iyi astronomları da vardı elbette. Ama eski önyargılar her şeye üstün tutuIuyordu. Yahudilerin bütün bilgileri bu eski önyargılar oImuştur." (Voltaire, FeIsefe Sözlüğü, çev. Lütfi Ay, İstanbul, 1977, 1/38.)

Yahudilerin Fenikelilerden -inanç aIanında- çok şey aIdıkları doğ­rudur. Ama bu toplum, başka topIum inançlarından da almıştır. Bunu, "Tevrat" bölümünde göreceğiz. Yani başka toplumlardan Tev­rat'a, Tevrat'tan da Kur'an'a ...

Ünlü düşünür, "Adem" maddesine de şöyle başlar:
“Dini bütün Mme Bourignon Adem'in, yüce Eflatun'un ilk insanları gibi HÜNSA (hem erkeklik, hem de dişilik cinsel organı sahibi oIduğundan emindi. Tanrı ona bu büyük sırrı bildirmiş; ama ben aynı bildirilere erişmediğim için bundan hiç söz etmeyeceğim. (Bkz. Voltaire, aynı kitap,1/10) Yazar, "takIitçı" diye niteIediği Yahudilerin
"Adem ve Havva" inancını da Hindistan'dan aIdıkIarı görüşünden yana olduğunu belirtiyor. (Bkz. Aynı yapıt, aynı yer) Tevrat bölümünde bu konu üzerinde de durulacak.

İşte Kur'an'a da yansıyan "maval"lardan ilkinin kimliği (ya da ne idiği") böyIe.

Belgeler

(…..)

Bu hadiste, Tanrı'nın, haftanın hangi gününde neleri yarattığı açıklanıyor. (Bkz. Müs­lim, e's-Sahih, Hadis no: 2789)

1) Tanrı'nın, yaratıklarını yaratıp bitirince sırt üstü yattığı bir ayağını da öbür ayağı üstüne koyduğu, o nedenle kimsenin aynı duruşta bulunmasının doğru olmayacağını anlatılıyor. Ayrıca ''Tanrı'ya özgü oturuş" sayıldığı için ayak ayak üstüne atıp oturmanın doğru olmayacağı anlatılıyor. Ayrıca "Tanrı'ya özgü oturuş" sayıldığı için ayak ayak üstüne atıp oturmanın da kimse için uygun düşmeyeceği bildiriliyor.

2) Aşağıdaki notta da, hadisin yer aldığı öteki hadis kaynakları gösteriliyor. (Bkz, Müşkilu'l-Hadis, s.42)
(….)

Bu hadiste, Tanrı'nın, Adem'in toprağını, yeryüzünün değişik kesiınlerinden avuç avuç topladığı, insanların renklerinin ve karakterlerinin de bu yüzden değişik olduğu anlatılıyor. (Bkz. Ebu Davud, Sünen, hadis no: 4693.) Bu anla­yış öylesine yerleşmiştir ki, karakteri bozuk sayılan bir kimseye "Tineti bozuk" derler. "Tinet" çamur demektir.

(…..)

" ... Ve kişinin sırt üstü yatarken ayak ayak üstüne atması da yasaklanmıştır." (Müslim, e's-Sahih, hadis no: 2099)

(….)

"Halanız olan hurma ağacına saygı gösterin.
Çünkü bu ağaç, babanız Adem'in çamu­rundan arta kalanla yaratımıştır. (Acluni, Keşfu'I-Hafa, hadis no: 511,1223.)

Bu hadislere ve açıklamalara göre: Adem’in toprağından arta kalanla yaratıldığı için insanların “halası” sayılan Hurma ağacından, Tanrı katında daha değerli bir ağaç yoktur. Yine bu alandaki hadisler ve açıklamalarına göre : Nar ve üzüm ağaçları da ayrıca çekirgeler de Adem’in çamurundan arta kalanla yaratılmışlardır.
Arapça yazılarda bunlar da var.

9.04.2008

Dinlerde Cihat, Tanrıları Adına Katliamdır!-1

Dinlerde Cihat, Tanrıları Adına Katliamdır!-1 9.4.2008


Aşağıda Turan Dursun'un "İslamda Cihat" hakkındaki incelemesi yer alıyor. Bunu, "Din Bu-3. Kitap"ında yayınlamış.

Her ne kadar Turan Dursun, Kitaplarına "Din Bu" başlığını atmışsa da, onun kitaplarında genel olarak, dinlerden sadece birisi, İslam, ele alınır. Öteki dinler bakımından bu eksikliğin giderilmesi için, Turan Dursun'un açık eleştirisi ve hatalı yaklaşımlarının ciddi biçimde ortaya konulması gerekiyor.

Cihat, farklı biçimleriyle bütün dinlerin katliamlarının tarihidir aslında. Eski Ahit, Musevilerin tanrısının emirleriyle gerçekleştirilmiş iç ve dış katliam tarihidir aynı zamanda.

Murat Belge gibi şahısların İslam inanırlarını Hirıstiyanlığa yönelmeye çağıran " ateist tercih"i kadar aşağılık bir şey yok!

Murat Belge'lerin, bütün ortaçağın sadece Hıristiyan barbarlık çağı olduğunu bilmedikleri düşünülebilir mi?

"Bilgi" söz konusu olduğunda sinsi bakışlı fotoğrafının ardına döktürdüğü nihilist köşesinde "bilge" diye çalım satan bu tür şahıslar, "bilgi"yi insanları aldatmak üzere kılıktan kılığa geçirmekte hiç duraksamıyorlar. Bu şahıs, Hıristiyan İncillerindeki "insan sevgisi"ne gönderme yaparken, Avrupa'da "aydınlanma çağı"nın ve rönesansın ancak ve sadece Hıristiyanlığa, en azından onun Vatikan kaynaklı olanına karşı bir ayaklanmayla gerçekleşmiş olduğunu bilmiyor olabilir mi? Bunu gizlemede, en azından açıkca ortaya koymamada ne tür sözde "demokratik", sözde "ilerici", "sahici solcu" hesapları olduğunu bulup ortaya çıkarmak gerekli ki, ortalıkta kolay "av" bulamasınlar...

Sağlam bir ateizm ancak, dinlerin, bir yanlarıyla, özünde şiddetin toplumsal örgütlenmesi olduğu ortaya konularak ve dinler arasında bir tercih yapılmasını öğütlemeyerek ilerletilebilir.

Aşağıdaki yazı, "İslamın barış dini olduğunu" vazeden yalanların açığa çıkarılmasında önem taşıyor. Bu açıklamaları, Musevilik ve Hıristiyanlık için de, sürdürmek gereklidir.

****

Turan Dursun
Yüzyıl
14 Ekim 1990,
Yıl 1, Sayı 11
I. TANIMI
A- Sözlük Anlamı:
Bir amaca yönelik olarak olanca gücü kullanmak. “Olanca çaba” anlamındaki “cehd”den gelir.

B- İslam’da Yüklendiği Anlamı:

1- “Tanrı uğrunda silahlı savaş”:

a) GENEL TANIMI: Tanrı yolunda ve din uğrunda kutsal savaş.
Amacı: "İlay-ı kelimetül’llah" (Tanrı'nın sözünü yüceltmek), yani “Kur' an”ı ve hükümlerini “tüm düşünce, inanç ve din”lerin “üstü”ne “çıkarmak” ve karşı konulmaz biçimde egemen kılmak”.

Ayet ve hadislerdeki özel anlatımıyla “Tanrı yolunda, kafirlere karşı İslam'ı üstün ve yenilmez duruma getirmek için canla ve malla birlik­te savaşmak”. “Tanrı yolunda savaşa, öldürmeye girişen inanırların canlarını ve mallarını, karşılığında CENNET'i vererek Tanrı SATlNALMIŞTlR." (Tevbe suresi, ayet: 111.)

Ayet ve hadislerde, çoğu yerde "cihad" bu anlamında, yani 'Tanrı yolunda ve din uğrunda si­lahlı kutsal savaş" anlamında kullanılmıştır. Bu anlamda kullanıldı­ğı da açıkça belirtilmiştir.

b) İSLAM HUKUKUNDAKl TANIMI:

"Kafirlerle savaşmak, onları öldürmek, onların elinden malları­nı, mülklerini almak, yağmalamak, tapınak/arını yıkmak, putlarını kırmak." (Bkz. Damad, c. I, s.494.)

2. Tanrı ve din uğrunda manevi savaş:
"Silahlı savaş"la birlikte bu da istenir.

a) "İNSAN VE CiN ŞEYTANLARI"YLA SAVAŞMAK:

Her tür şeytanın oyununa karşı uyanık olmak, ödün vermemek, "şeytanı savaşta yenmeye çalışmak."

b) "NEFİS"LE SAVAŞ:

Dünyanın çekicilikleriyle, "nefis arzuları"yla savaşmak.
Kimi ayetlerdeki "cihad" bu anlamlarda yorumlanır. (Bkz.Ragıb, el Müfredat, "c-h-d".) "Cihad"ın bu anlamını benimseyen daha çok, islam gizemcileridir (tasavvufçular).

Il-SÜRESİ, KİMLERE KARŞI OLACAĞI VE "HÜKM"Ü:
1- Genel olarak:
Peygamber, "ümmet"inin "cihad" ının, "kesintisiz" olacağını ve Kıyametin "alamet"lerinden olan "DeccaI öldürülünceye kadar" süre­ceğini bildirir. (Bkz. Ebu Davud, Kitabu'l-cihad, 4-Babuun fi Deva­mı'I-Cihad, hadis no: 2484, c.3, s.l 1.)
2- Özel durumlarda:
Devlet "cihad"a çağırır. Çağırılan "cihad", savaş durumuna göre sürer ya da sonuçlanır. Yani "süre", savaş durumuna ve savaşanların durumlarına, kararlarına bağlıdır.
B- “Cihad”ın kimlere karşı olacağı?
1- Genel olarak tüm kafirlere karşı:
Cihad'ın kimlere karşı olacağı, genel niteliğiyle kesin olarak belirlenmiştir.
Hadis:
"Tek Tanrı'dan başka Tanrı bulunmadığına, Muhammed'in de O’nun kulu ve Peygamberi (elçisi) olduğuna inanıncaya, bizim kıble­mize dönünceye, kestiklerimizi yiyinceye ve namazımızı kılıncaya kadar (bütün) insanlarla savaşıp öldürüşmem buyuruldu. İnsanlar ne zaman ki bunları yerine getirirler, o zaman kanlarını (canlarını) ve mallarını -kimi haklı nedenlerin dışında- kurtarmış olurlar." (Bkz. Buhari, Selat/28; Ebu Davud, cihad/104, hadis no: 2641.) .
Kimi hadiste, yerine getirilmesi istenen koşullara, zekatın da ek­lendiği görülür. (Bkz. Buhari,· Zekat/1, Buhari Muhtasar-ı Tecrid hadis no: 24; Müslim, İman/32, 36, hadis no: 20, 22.) .

2- Durumlarına göre putataparlara ve "kitap ehli"ne karşı:
a) MÜSLÜMANLARLA ARALARINDA SALDIRMAZLIK ANTLAŞMASI BULUNMAYANLARIN DURUMU:
Bu durumda olanlar, iki şeyden birini seçmek zorundadırlar: Ya İslam ya da ölüm.
Ya İslam'ı, seçer, Müslüman olarak çatının altına girerler ya da öldürülürler., "Bunları yakalayın, nerede bulursanız öl­dürün." (Bakara, ayet: 191, Nisa: 89, 91; Tevbe: 5.)
Bu hüküm, dinden dönenler için de geçerlidir.
Arap olmayan puta taparların bu hükmün dışında tutulması ve onlardan, İslam'ı kabul etmemeleri durumunda "cizye" (bir çeşit vergi) alınması yoluna gidilebileceği görüşü de vardır. Hanefi fıkhın­da bu görüşün benimsendiği de görülür. (Bkz. Damad, c. 1, s.496.)
b) MÜSLÜMANLARLA ARALARINDA SALDIRMAZLIK ANTLAŞMASI BULUNANLARIN DURUMU:
“Antlaşma”nın gereğine uyulur. Ancak bu durum, Peygamber döneminde,İslam'ın güçlenmesine değin sürmüştür. Sonrası için söz konusu değildir. (Bkz. Tevbe suresi, ayet: 1-9.) Arada antlaşma olan puta taparlara, "yeryüzünde dolaşabilmeleri için dört ay süre" veril­miştir. (Bkz. Tevbe, ayet: 1.) Bu süre geçtikten sonra, onlara karşı Müslümanların ne yapmaları gerektiği bildirilmiştir:
"-Nerede bu­lursanız öldürün, yakalayın, hapsedin, tüm gözetleme yerlerinde bek­leyin yakalamak için. Eğer tevbe ederler, ,namaz kılarlar ve zekat ve­rirlerse serbest bırakın. Tanrı, bağışlayan ve acıyandır. "(Tevbe: 5)
c) MÜSLÜMANLARLA ARALARINDA SALDIRMAZLIK ANTLAŞMASI BULUNMAYAN KİTAP EHLİ:
Bunların önlerinde üç seçenek var:
Ya İslam, ya "cizye" (vergi) ya da ölüm.

d) MÜSLÜMANLARLA ARALARINDA ANTLAŞMA BULUNANLARIN DURUMU:
"Antlaşma hükümleri"ne uyulur.
Ne var ki, Peygamber döneminde, arada "saldırmazlık antlaş­ması" bulunan kimi kitap ehline "antlaşma hükümlerini bozuyorsu­nuz, kimileriniz gidip şurada burada aleyhimizde bulunuyor"," dene­rek- saldırılmış ve çoğunluğuyla öldürülmüşlerdir, "Benu Kurayza (Kurayza Oğulları - Yahudiler)" bunlardandır, Bunlar kılıçtan geçirtirken, Peygamber de başlarında bulunmuş ve tüyler ürpertici durum­lar sergilenmiştir, (Bkz. Buharl, Kitabu'l-Megazi /30, Tecrid, hadis. no: 1590-1591; Müslim, cihad/64,hadis no: 1768. ayrıca bkz. "Siyer" ­kitapları.)
C- “Cihad”ın hükmü:
Yani “cihad”, “farz” mıdır, ne zaman farzdır, nasıl farzdır?
1. Düşmanın saldırısı söz konusu değilken: "kifayeten farz";
Başlangıçta, "barış" önerisi sunmak, "kafir"lere düşer. Sunul­duğunda görüşülebilir, görüşülmez, kabul edilebilir ya da edilmez. Bu, Müslümanların bileceği iştir. Barış önerisi gelmemişse ya da kabul edilmemişse, arada bir saldırmazlık antlaşması yoksa, "cihad" gereklidir: "Farz"dır. Ama bu "farz "lık, "kifayeten"dir, yani toplum­dan bir kesimin bunu yerine getirmesi "yeterli"dir.
Toplumun başın­dakiler, gerekli "cihad"ı açarlar, gerektiğinde de güç toplarlar. İlgililer, "cihad"ı başlatmak ve gereğini yerine getirmek zorundadırlar. "Kafirler"e seçenekleri göstermelidirler: Kafirler, durumlarına göre seçeneklerden birini kabul etmek zorundadırlar. Kabul etmiyorlarsa, Müslüman ilgililere düşen, “cihad"dır. Eğer cihad hiç yapılmıyorsa, başka bir deyişle toplum "cihadsız" kalmışsa, o toplum, bütünüyle “sorumlu ve suçlu " dur. Çünkü kişilere değilse bile, toplumun tümüne yüklenmış olan "farz" yerıne getirilmemiştir. (Bkz. Dürer, Arapça, Cihad, c.1, s. 282; Damad, c. 1, s. 494-495,)

III. CİHAD SIRASINDA NELER OLUR?
A- Öldürme:
1- Kimler öldürülür?
a) "ELİ SİLAH TUT AN TÜM ERKEKLER:
"Savaşır durumda olan herkes, Savaşır durumda olan ve daha "aklını-belleğini yitirmemiş olan yaşlı kişi"ler bile. "Deliler" bu hükmün dışında tutu­lur. Ama deli, savaşır durumdaysa ya da "zengin"se ya da hükümdarlık makamında bulunuyorsa öldürülür,
Karşı tarafta olan "yakınlar - akrabalar", aileden kişiler de öldü­rülür. Ayetlerde, "iman"ı bırakıp kafirlik yolunu seçen "baba"nın, “kardeş”lerin “dost” edinilemeyeceği, "cihad" söz konusu olduğunda da, babaların, oğulların, "kardeş"lerin, "eş"lerin (karı-kocanın) ve “aşiret” (kabile) üyelerinin artık Tanrı ve Peygamber karşısında önemlerini yitirecekleri, bunlara karşı savaşılması gerektiği bildirilir. (Bkz. Tevbe, ayet: 23-24.)
Ve hep böyle olmuştur: Baba oğulu kar­deş kardeşi, öldürmüştür. Yalnız İslam hukukunda bir istisna göze çarpıyor. Cihadda karşı karşıya gelen baba-oğuldan oğul, babayı öl­dürmeye girişmemelidir. Ama baba oğlunu öldürmeye yönelmişse, Müslüman olan oğul artık babasını öldürme hakkını elde etmiştir, Baba Müslümansa kafir olan oğlunu öldürebilir, Oğul Müslümansa kafir olan babayı öldürmeye atılamaz, ama cihad sırasında, başkasının, onu öldürmesine engel olamaz, olmamak zorundadır. (Bkz. Dürer, c.1, s. 283-284; Damad, c.1, s.497.)

6.04.2008

Dinlerde Cihat, Tanrıları Adına Katliamdır!-2

Dinlerde Cihat, Tanrıları Adına Katliamdır!-2 9.4.2008
b) KİMİ DURUMLARDA, ÇOCUKLAR, KADINLAR; KÖRLER, KÖTÜRÜMLER, YATALAKLAR:
Bunlar genellikle öldürülmezlerse de bunlardan savaşır durum­da olan, "görüş sahibi" olan, mal sahibi olan, yetki- hükümdarlık makamında olan öldürülür. (Bkz. Dürer, aynı yer, Damad, aynı yer.)
Peygamberin şöyle bir buyruğu var:
-"Putataparların yaşlılarını öldürün de, 'çocuklarını bırakın!" (Bkz. Ebu Davud, Cihad/121, hadis no: 2670; Tirmizi, Siyer/29, hadis no: 1583.)
Kurayza Yahudilerinin öldürülmesi sırasında bu buyruk verilmişti. "Çocuklar'ın "bırakılması" isteniyordu, çünkü elde bulu­nan çocuklar; köleler arasında yerlerini alacak ve işe yarayacaklar­dı. Hepsi ele geçirilmiş "değerli mal" türündendi. Kaldı ki o sırada "yüzlerce kişi" öldürülürken Müslüman öldürücüler adamakıllı yorul­muştu.
Öldürülecekler elleri bağlı uzunca bir çukurun önünde öldürülmeye hazır bulunduruldukları halde ... Herkes, bitkin bir duruma gelmişti adam kesmekten.
(Öldürücülerin arasında peygamberin damamadı Ali de vardı. Peygamber de başlarındaydı.) Bu sırada Peygambere dil uzattı diye bir de kadın öldürülmüştü. Kadınların sağ bıra­kılmasına hükmedildiği halde... (Karar için bkz. Buhari, Kitabu'l­ Meğazi/30, Tecrid hadis no: 1591, Müslim, Cihad/64,hadis no: 1768; Tirmizi, Siyer/29, hadis no: 1582. Söven kadının öldürülmesi olayı için bkz. Ebu Davud, Cihad/121, hadis no: 2671.)
Gece, baskınlarında, kafirler toptan kılıçtan geçirildiğinde, evler yakılıp yıkıldığında öldürülenler arasında "kadınlar ve çocuklar" da bulunuyordu. (Bkz. Ebu Davud, Cihad/102, hadis no: 2638, Cihadı 121, hadis no: 2672; İbn Mace, Cihad, hadis no: 2840; Ahmet İbn Hanbel, 4/46; Tirmizi, Siyer/19, hadis no: 1570.)
Arkadaşlarından biriyle Peygamber arasında şöyle bir konuşma geçiyor: .
-Ey Tanrı Elçisi! Evlere yapılan gece baskınlarında puta taparların kadınları, çocukları da öldürülüyor. Ne dersin?
-Onlar da öbürlerindendir (kadın ve çocukların, öbürlerinden farkı yok, öldürülebilirler)! (Hadis için bkz. Ebu Davud,Cihad/121, hadis no: 2672; Tirmizi, Siyer/19,hadis no: 1570.)
Peygamber böylece, bir yandan "kadın ve çocukların öldürülme­meleri için buyruk verirken, öbür yandan da "toplu kırım”larda bunların öldürülmesinde bir sakınca olmadığını bildiriyor.
2-Nasıl öldürülür?
"Tanrı ve Peygamberiyle savaşanların ve yeryüzünde fesatlık çıkaranların cezası; boğazlanarak öldürülmek ya da asılmak ya da el ve ayaklarının çapraz olarak kesilmesi ya da bulundukları yerden sürülmeleridir. Bu onlar için dünyadaki rezilliktir. Ahiretteyse daha büyük azab hazırlanmıştır." (Maide suresi, ayet: 33.)
Demek ki "boğazlama" var, "asma" var. Dahası, "işkence" bile var. ( ellerin ve ayakların çapraz olarak kesilmesi", kuşkusuz bir işkencedir.) Hadislerde daha başka öldürme biçimleri de yer alıyor:
Tümü özetle şöyle sıralanabilir:
a) KILIÇLA ÖLDÜRME:
Birden boğazlayarak. .. Ya da herhangi bir yere kılıcı sokarak .. .Keserek, parçalayarak ...
b) ASARAK ÖLDÜRME.
c) İŞKENCEYLE ÖLDÜRME.
Peygamberin "işkence (müsle)" yapılmamasını istediği aktarılır. (Bk. Ebu Davud, Cihad/120, hadis no: 2667.) Burada sözü edilen "iş­kence”nin insanın orasını burasını örneğin kulagını, kolunu, bacağını kesmek, gözlerini çıkarmak türünden olduğu açıklanıyor. (Bkz. Aynı hadis, not: 3.)
İslam hukukunda da "işkence"nin yapılmaması yolunda hüküm var. (Bkz. Dürer,c. 1, s. 283; Damad, c. 1, s. 497.)
Ne var ki, Peygamberin kendisi işkence uygulatmıştır.
Peygamberin yaptırdığı işkence:
Olayın özeti:
Ukül, Ureyne kabilelerinden birkaç kişi (kimilerinin yazdığına göre: 7-8 kişi) Peygambere gelirler. Müslüman olduklarını bildirirler. Renkleri sararmıştır, hasta oldukları anlaşılmaktadır. Peygamber deve sütü ve "deve sidiği" içirerek bunları tedavi etme yoluna gider. Bir süre sonra iyileşmişlerdir. Medine'nin havasının kendilerine iyi
gelmediğini ve havası uygun bir kesime çıkmak istediklerini Peygam­bere söylerler. Peygamber de gereksinimlerini karşılasın diye bir deve sürüsünü, başlarındaki çobanıyla birlikte bunların buyruğuna verir. Ve develerin bulundukları yere giderler. Bir süre, develerin sü­tüyle beslendikten sonra çobanı öldürürler; develeri de alıp götürür­ler. Olay öğrenilir, Medine'ye, Peygamber'e iletilir. Peygamber öfke­lenmiştir. Adamların yakalanmaları için buyruğunu verir, tümünü yakalatır. Suçlular Peygamber'in huzuruna getirilirler. Ve Peygam­ber'in kararı:
- "Elleri ayakları çapraz olarak kesilsin. Gözleri oyulup çıkarılsın! ... "
Peygamberin buyruğu uygulanır. Peygamber'in buyruğuyla:
- Suçluların elleri ayakları çapraz olarak kesilir.
- Gözleri oyulur.
-Medine dışında, güneşin altında ateş gibi yandığı için
"harre" adı verilen yere götürülüp konurlar.
- Suçlular su isterler; su verilmez.
- Zavallılar "taşları 'ağızlarıyla, dişleriyle toprağı kazarlar".
- Ölünceye dek öylece bırakılırlar.
Buhari bu hadisi yedi yerde ve dokuz, yolla, Müslim bir yerde ve yedi yolla, Ebu Davud bir yerde beş yolla, Nesei bir yerde dört yolla aktarıp yazmıştır. Bunu göz önünde tutan Ahmed Naim, hadisin sağ­lamlığı konusunda şöyle diyor:
"-Altı kitaptan sağlamlık derecelerine göre en sağlamları sayı­lan dördünde böyle yirmi beş yolla belirlenen, ayrıca Ebu Avane, İbn Sa'd, Taheri, Taberani, Abdurrazzak, lbnü't- Talla, İbn İshak ve Vaki­di gibi bir çokları tarafından başka birçok yollardan aktarıla gelen bu hadis hakkında (gerçek midir, değil midir diyerek) kuşkuya kapılmak hiçbir Müslüman için düşünülemez." (Bkz. Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi, c. 1, hadis no: 172, not: 2.)
Hadisi kaynakların bir kesiminde görmek için bkz. Buhari, Zekat/68, Cihad/152, Tecrid/Vudu hadis no: 172; Müslim, Kesame/9-14, hadis no: 1671; Ebu Davud, Hudud/3, hadis no: 4364-4371; Tirmi­zi, Ebvabu't-Tahare (Taharet)/ 55, hadis nô: 72-73; Nesef, Tahrimü'd- Dem/7; İbn Mace, Hudud/20, hadis no: 2578-2579. .
Görülüyor ki, olayı Ahmed Naim'in yazdığı gibi "altı kitabın (kütüb ü sitte) dördü" değil, "altısı" da yazmıştır.
Kimi aktarmalarda, suçluların, "çobanı, işkence yaparak öldür­dükleri"nin de eklendiği görülüyor. Onlara da bu nedenle işkence uy­gulandığı açıklanıyor. Oysa aynı hadiste, şu nedenler de belirtiliyor:
- Suçlulara ayetin hükmü uygulanmıştır. (Sözü edilen ayet, anlamı yukarıda geçen, Maide suresinin 33. ayetidir.)
- Peygamber'in damızlık develerini alıp götürmeye yeltendikleri için bu ceza uygulanmıştır.
Şaşılası durumdur ki, kimi Müslüman yazar, bu olaydaki suçlu­lara uygulananı, "işkence" tütünden saymamaktadır. Bu yazarlar ara­sında, Tecrid’in "mütercim"i, Profesör Kamil Miras da vardır. (Bkz .. Sahihi Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi, İstanbul, 1938, c: . 5, s. 473.)
Oysa hadisi aktaranlar da, hadise kitaplarında yer verenler de bunun "işkence" olduğunu açıkça belirtiyorlar. Yalnız, "-Peygamber, işkence yapılmamasını istediği halde kendisi nasıl işkence yapmış olabilir?" sorusuna uygun karşılık bulmaya çabalıyorlar. Kimileri Peygamber'in bu işkenceyi, "işkence edilmesini yasaklamadan önce'; uygulattırdığını ileri sürüyorlar. Kimi bunun, bir "kısas" olduğunu savuuyor. Bu görüşte olanlara göre, suçlular da, çobana işkence et­mişlerdir. Kimileriyse (genellikle bu görüş benimseniyor), söz konu­su olayda işkence uygulatırken, Peygamberin, Maide suresinin 33. ayetinin hükmünü yerine getirdiğini savunmaktadırlar. Ne olursa olsun gerçek sakIanamıyor: Peygamber, en acımasızların bile kolay kolay yapamayacakları türden bir işkence uygulatmıştır.
d) YAKARAK ÖLDÜRME:
Hamza oğlu Muhammed aktarıyor: Peygamber bir gün Hamza'yı çağırır, bir savaş birliğinin başına komutan olarak atar ve şu buyruğu verir:
-"Falan kişiyi bulursanız, ateşe atıp yakın!"
Hamza birlğiyle birlikte yola çıkmak üzeredir. O sırada Pey­gamber Hamza’yı yine çağırır. Bu kez şöyle konuşur:
-"Falancayı bulursanız, ateşte yakın, dedim. Ama önce öldü­rün, sonra yakın. Çünkü ateşte, yakma cezasını, yalnızca ateşi yara­tan verebilir." (Bkz. Ebu Davud, Cihad/122, hadis no: 2673.)
Ebu Hureyre anlatıyor: Bir gün Peygamber bizi, bir savaş birliği olarak düşmana gönderiyordu. O sırada, Kureyş'ten iki kişinin adla­rını vererek: "-,Bunları yakaladığınızda ateşte yakın, ikisini de!..." dedi. Bir süre sonra da dönüp şöyle dedi: .
-"Size, onları bulursanız ikisini de yakın dedim ama, yakma­yın. Çünkü ateşte yakma cezasını yalnızca Tanrı verir. Siz bu iki ki­şiyi yakalayın öldürün yalnızca." (Bkz. Buhari, Cihad/107, 149; Ebu Davud, Cihad/122, hadis no: 3674; Tırmızı, Sıyer/20, hadis no: 1571.) .
Görülüyor ki, Peygamber'in "ateşle yakma" konundaki tutumu duraksamalı.
Ne var ki hadislerde anlatılanlardan anlaşıldığına göre, Peygamber'in kimi en yakın arkadaşları bile "ateşte yakarak öldürme" ceza­sını uygulamışlar ve "fetva"yı Peygamber'den aldıklarını belirtmişlerdir:
Ebubekir, Peygamber'in ölümünden sonra baş gösteren "dinden dönme" ("ridde"). olayları sırasında komutanlarına "talimat" vermiştir:
_ "Daha da direnirlerse emirle dağlayın,'ateşte yakın!" (Bkz., Taberi,Tarih, 1/1881-1885; Leôni Caetani, İslam Tarihi, çev. Hüseyin Cahid, İstanbul, 1926,8/276.),
Ve bu talimat tüyler ürpertici biçimde uygulanmıştı: Halid Ibnü'l- Velid (ölm. 642. Mekke'nin fethinden bir süre önce Müslüman olmuştur.) savaş sırasında, "ateş çukurları" açtırmış, yaktırdığı ate­şin içine, birçok kimseyi diri diri attırıp yaktırmıştır. Kadın da vardır bunların içinde. Bir tutsak kadına Müslüman olması önerildi. Kadın kabul etmedi. Önünde yanan ateşe atılacağı söylendi. Kadın, "­hoş geldin ölüm! Yazık ki başka kurtuluş yolum yok. O yüzden ken­dimi atıyorum ateşe" anlamındaki şiiri okuyarak kendini kaldırıp ateşe attı. Ve tabii cayır cayır yandı. (Bkz. Habiş, yaprak 28-34; Caetani, aynı kitap, 8/306.)
"Ebubekir'in "ateşte diri diri yakma cezasını nasıl verebildiği sorulduğunda Peygamber'in bu tür cezaya izin verdiği söylenerek karşılık verilir.
İnsanları, inançlarını bırakmıyorlar diye, "ateş çukuru"na attırıp yaktıranlardan birinin de Ali olduğu aktarılır: Buhari'nin de yer verdi­ği bir hadiste, Ali'nin "bir topluluğu ateşe attırıp yaktırdığı", İbni Abbas'a söylendiğinde Ibni Abbas'ın şöyle dediği belirtilir:
- "Ben olsaydım bunu yapmazdım. Çünkü Peygamber:
Tanrının verdiği ceza biçiminde ceza vermeyin!” demişti Ben olsay­dım öldürürdüm yalnızca. (Bkz. Buharı, cihad/149; Tecrid, hadis no: 1264; Nesei, Tahrimu'd-Dem/14,)
Peygamberin damadı olan Ali ,nereden fetva almış olabilirdi?
Fetvanın kaynağı Peygamber'den başkası olabilir miydi?
Peygamber, kimi yerleşme bölgelerinin, "yakılması"nı buyur­muştu. (Bkz. Ebu Davııd, Cihad/91, hadis no: 2616; İbn Mace, Cihad, hadıs no: 2843.) Kuşkusuz Peygamber'in "yakılması"nı buyurduğu yerleşim yerinde "insanlar" da vardı. Zaten İslam hukukunda da böyle durumlarda, "insanları yakma "nın "mekruh" olmadığı açıkla­mr. (Bkz. Ebu Davud, Cihad/122, 2673 no'lu hadis not: 2 c.3 s 124-125.)
B- Yakma-yıkma ve yağma
1- Evler, mahalleler, köyler, kasabalar yakılır, yıkılır, yağmalanır.
Birçok örneği vardır bunun. Peygamber döneminde de . daha sonraki dönemlerde de.
Peygamber'in dönemin de "gece baskınları" düzenlenirdi Pey­gamberin buyruğuyla. "-Öldür, öldür!" parolalı (şiar) olarak. Sonra da yağmaya girişilirdi. (Bkz. Ebu Davud, Cihad/ 102, hadis no: 1638; İbn Mace,Cihad/30, hadis no: 2840.)
İşte bir başka hadis:
Filistin'de "Übna (sonraları 'Yübna')" denen bir yerleşim yeri. Peygamber buraya bir baskın düzenliyor. Baskını yapacaklara da buyruğu şöyle veriyor:
- "Sabahleyin Übna'ya (ansızın) baskın yap ve orayı yak!" Buyruk yerine getiriliyor. Yani "Übna" köyü yakılıyor.İçindeki­lerle birlikte. (Bkz. Ebu Davud, Cihad/91, hadis no:2616, c. 3., s. 88, ayrıca s. 124'deki 2 no'lu not; İbn Mace, Cihad/31, hadis no: 2843, c. 2, s. 948.),
İslam hukukunda da düşman evlerinin yakılması caiz görülmüş­tür. (Bkz. Damad.)
2. Düşmanın bulunduğu yerdeki ağaçlar, ürünler yakılır ya da kesilir .
Örnek:
Peygamber Benu Nadir kabilesinin hurmalıklarını yaktırmıştı, ayrıca kestirmişti. Haşr suresi'nin 5. ayetinde bu olaya kısaca değini­lir. Bu ayetin, Diyanet çevirisindeki anlamı şöyledir: " İnkarcı kitap ehlinin yurtlarında hurma ağaçlarını kesmeniz veya onları kesmeyip gövdeleri üzerinde ayakta bırakmanız Allah'ın izniyledir. Allah, yol­dan çıkanları böylece rezilliğe uğratır." .
Bu ayette geçmeyen "yakma olayı", hadislerde yer alır. (Bkz. Buhari, cihad/154, Hars/6, Meğazi/14, Tesir/59/2, Tecrid, hadis no: 1576; Müslim, cihad/29-31, hadis no: 1746; Ebu Davud, Cihad/91, hadis no: 2615, Tirmizi, Siyer/4, hadis: 1552; İbn Mace; Cihad/31, hadis no: 2845;Darimi, Siyer/22; Ahmed İbn Hanbel; 2/8, 52,80.)
İslam hukukunda da, cihad sırasında, düşman kesimindeki yaş ağaçların kesilebileceği, kesilmeden yakılabileceği hükme bağlan­mıştır. (Bkz. Damad, c. 1, s.496.)
C- Yalan, Hile,tuzak :
Hadis:
_ "Savaş hiledir!" (Bkz. Buhari, Cihad/107, Tecrid, hadis no : 1268; Müslim, hadis no: 1739; Ebu Davud, cihad 101, hadis no: 2636-2637; İbn Mace, Cihad/28, hadis no: 2833, Ahmed İbn Hanbel, 1/81,90.)
Yani "cihad" sırasında "her tür yalan,aldatına, hile, tuzak, mübahtır."
Buhari, buna bir örnek olarak, Eşref oğlu Ka'b'ın "hileyle öldürülüşü"nü gösteriyor.
Eşref Oğlu Ka'b (ölm. (25), genç bir şairdi. Peygamberi ve inanırlarını eleştiriyordu. .
Peygamber bir gün arkadaşlarına "- bu adamı öldürebilecek kimse var mı?" diye sordu. "Mesleme oğlu Muhammed" ortaya atıldı: "Ben varım!" dedi. Eşref oğlu Ka'b’ın nasıl öldürülebileceği planlandı. "Yalan"lar uyduruldu, "tuzak" hazırlandı ve sonunda, bir gece, kalesinde bulunan şairin kafası kesilerek plan sonuçlandırıldı.
Ve baş, Peygamber'e alınıp götürüldü. (Bkz. Buhari, Cihad 158/1, Rehn/3, Tecrid, hadis no: 1578; Müslim, Cihad/119, hadis no: 1801 Ebu Davud, cihad /169, hadis no: 2768.) .,
IV- CİHADIN "FAZİLETİ" (ÜSTÜNLÜĞÜ-SEVABI-ÖDÜLÜ):
Ayetlerde, hadislerde ve yorumcuların sözlerinde "cihad" ın inanırlarına neler sağlayacağı uzun uzun anlatılır. Bu konuda bir ayetle bir hadisi anımsatmak yeterlidir:
Ayet:
Yukarıda değinilmişti. Diyanet'in çevirisindeki anlamı şöyledir:
-“Allah şüphesiz, Allah yolunda savaşıp öldüren ve öldürülen müminlerin canlarını ve mallarını- Tevrat İncil ve Kur'an'da söz verilmiş bir hak olarak - cennete karşılık satın almıştır. Verdiği sözü
Allah’tan daha çok tutan kim vardır? Öyleyse yaptığınız alışverişe sevinin. Bu, buyük başarıdır. (Tevbe suresi ayet· 111 )
Hadis:
-"Kafirle öldüreni, Cehennemde birlikte bulunamaz." (Bkz, Müslim, İmaret/130-131, hadis no: 1891; Ebu Davud Cihad/11,hadis no: 2495; Nesei, Cihad/9 ; Ahmed İbn Hanbel, 2/263, 340, 342…)
Yani kafir , kesinlikle cehenneme gideceğine göre,onu öldüren Müslüman da kesinlikle cehenneme değil, cennete gidecektir. Öyleyse, müslüman, “kafir öldürmeye” bakmalıdır sürekli.
Yüzyıl
14 Ekim 1990,
Yıl 1, Sayı 11