İslam’ın Allah’ının, daha doğrusu Allah kavramının, özel bir ad, tanım olup olmadığının incelenmesini, eski toplumun dinlerinin toplumsal bir sürece bağlı olarak ve bir çok yönüyle ele alınmasına bağlamamız gereklidir. Tek başına bir etimolojik inceleme ; İslam’ın ötekilerden bir aşırması motifi vb.ne bağlayarak “açıklama” bizim tarzımız değildir.
1997 Aydınlanma Konferansının katılımcıları, siyasal İslamın gelişmesi karşısında, politik amaçlarla çok fazla meşgul oldukları ve tarihsel verilere yaklaşım tarzı konusunda genel olarak sorunlu bir bakışa sahip oldukları için, dinlere, eski “aydınlanmacılık” akımlarının öğretisi temelinde yaklaşıyorlardı.
Daha geçen gün, katılımcılardan şimdiki Agnostik Türker Alkan, yeniden Roussel’lere başvuru yaparak bu özelliğini göstermiştir. (Radikal'de Üç Yazar ) Bunca zamandır, Türkiye’de, eski toplumun farklı öldürme biçimleri ile dinsel-kutsal eski cezalandırma biçimleri arasındaki ilişkiler arasındaki paralelliklere dikkat çekiyoruz. Hammurabi yasalarında, bir çok hükümde “ölüm cezası” yer alıyordu ama, bu ölüm cezalarının yerine getirilme biçimleri “ateşte yakma”, “kazığa geçirme”, “nehire atma” gibi, birbirinden tamamen değişik yöntemleri kullanıyordu. Temelsiz bir agnostizmi, ne şiş yansın ne kebap havasında yazmaya devam eden sayın Türker Alkan, üstelik akademik bir hüviyet de taşıdığına göre, bu konuları da incelemek istiyorsa,otursun, Hammurabi ve eski yazılı yasalarda, “İkiye ayırma”, “ateşe atma”, “nehire atma”, “kazığa geçirme” gibi farklı ölüm cezalarının eski dinlerdeki kurban sunum biçimleriyle ilgisini araştırsın, daha makbule geçer.
Bizim, ilgili kamuoyunun bilincine çıkardığımız ve muhtemelen onları okuyan ve yazılarında kullananların yapmaya çalışmaları gereken bu olmalıdır.
Buna karşılık Türker Alkan, “Gerçi yakarak, derisini yüzerek, kemiklerini kırarak, çarmıha gererek, kızgın yağda kızartarak, hayvanlara parçalatarak.. adam öldürme eski çağlarda dünyanın hemen hemen bütün kültürlerinde görülen uygulamalardı” diyerek, bir şey söylememiş olmanın söylemini sürdürmeyi yeğliyor. Aynı gazetede köşe arkadaşı Murat Belge’lerin yöntemini benimsemek kendisine fazla bir şey kazandırmaz.
“Eski Çağlar”da, sözünü ettiği öldürme biçimleri, “ hemen hemen bütün kültürlerinde” aynı anda, bir arada görülen uygulamalar haline, belki zamanla gelmiş olabilirdi ama, kaynakları bakımından, her bir öldürme biçiminin, her farklı toplumun, kurban sunum biçimine ait olarak şekillenmiş olduğunu, ortaya çıkarmış durumdayız. Türk geleneğinde “boğma” veya “kemiklerini kırarak öldürme” kurbanın kanını dökmeme motifini temel alırken, İslami kurban sunumda, başın koparılması ve kan dökme, hem sonraki idam biçimlerinin şeklini belirler ve hem de İslami kurban sunum ( ve “halal et”!) biçiminin şekli idi.
Buna karşılık Musevi Fısıh’ında, hem kurbanın hiçbir uzuvunun koparılmayacağını, hem kazığa geçirileceğini ve hem de mutlaka ateşte kebap edileceğinin yazılı olduğunu görüyoruz.
Bu farklı metotlar, hiç de sonraki toplumların özel olarak “biz bu öldürme yöntemlerini tercih edelim” dedikleri metotlar değildi. Fransız giyotini, Osmanlı Darağacı, Suud kılıcı, hiçbir şekilde, tesadüfen veya bir takım adamların “insanı böyle öldürelim” diyerek kararlaştırdıkları ceza biçimleri olarak ele alınmamışlardır.
Gelgelelim, eski tarih hakkında, eski toplumun ilişki ve örgütlenme biçim ve kuralları hakkında, dolayısıyla eski dinleri hakkında sağlam bilgilere sahip olmayan Türker Alkan’ların dayanakları, eski “Aydınlanmacı”lığın düşünsel önderleri olmaya devam etmektedir. Bu nedenle de Türker Alkan, eski dinler hakkında son derece sığ birisi olan Bertrand Russell’lerden alıntıyla fikirlerini güçlendirme yolunu benimserler:
“Televizyonun, radyonun olmadığı bir çağda idamlar bir tür kitlesel eğlenceye dönüşüyordu. Bertrand Russell cadı yakma törenlerinden söz ederken "Ortaçağda insanların canı sıkılıyordu" der, "köylerde, kasabalarda hiçbir önemli ve heyecan verici olay olmadan yıllarca yaşayıp gidiyorlardı. Arada bir yakılan bir cadı insanların ilgisini çekiyor, günlerce konuşacağı dedikodu malzemesi sağlıyordu."
Buna eski tarih, eski din, eski toplum aktarım tarzı denilip denilemeyeceğine artık, okur karar verecek…
Bertrand Russell’lerin bu tür fikirlerinin babaları da, elbette önceki “aydınlanmacılık” önderleridir. Bizim Turan Dursunlarımızın, Erdoğan Aydınlarımızın, Erol Severlerimizin dayandığı Voltaire’ler, J.J. Rousseau’lar, eski dinleri, tanrıları, peygamberleri, eski kuralları, toplumların bir takım “tasarımları”, “kurgu”ları olarak ele alırlar. Bu nedenle “Yaratılış anlatımları”nda tarihsellik ve toplumsal ilişki düzeni keşfedemezler.
Aydınlanma konferans katılımcıları, öyle anlaşılıyor ki, dinlisi ve dinsizlisiyle birlikte, bu nedenle, “Museviliği”, tanrısal kurgulayıcıların “bir numarası” olarak görüyorlar ve bayan Françoise Baret-Decroq tarafından dile getirilmiş eski ve hatalı dogmayı, dinleri ele alışlarının merkezine oturtmaya devam ediyor olmalıydılar:
“İlk büyük monoteizm elbette Yahudiliktir.”
(Aydınlanma Konferansı'nda Françoise Barret-DECROQ )
Bu son derece hatalı bir dogmadır ve bu aşılmadan, eski toplumun gelişim süreci içinde, Rablerden Rab’be, İlahlardan İlah’a, Tanrılardan Tanrı’ya geçiş süreci yeterince anlaşılamayacağı gibi, Museviliğin neden bir dünya dini olmadığı ve olamayacağı da anlaşılamaz.