6.04.2008

Eski Toplumda Yamyamlık ve Renklerin Önemi


“ Ey Maddi Dünya’nın Yaratıcısı,
Sen, Kutsal Biri!
Dünya’yı en büyük sevince (gark eden)
insanların başında kim gelir?

Ahura Mazda (şöyle) cevapladı:

"O insan ki, insanların ve köpeklerin
cesetlerini gömülü oldukları yerden kazıp
çıkarandır
(odur dünyayı en fazla memnun eden)."
(Avesta)





İmanlı ilahiyatçılarımızda olduğu gibi, “imansız” bilim adamlarımızda da, eski toplumun inanç temellerini “kozmonogia”da, ruhsal alanda, hayal veya tanrılar dünyasında aramak gibi sözleşmesi yapılmamış önsel bir ortaklık vardır. Halbuki, Avesta’cılığın, Museviliğin, Hıristiyanlığın ve İslamın kaynaklarını, ortaya çıktıkları coğrafi bölgedeki toplulukların ilişki tarihlerinde aramak ve keşfetmek daha doğru olacaktı.

İlahıyatçılarımız Tanrısal vahiylerde ,sığ ateizm ise, eski toplumun cehaletinde arayadursunlar, Ahura Mazda’cılığın bizzat kendi ifadeleri, bu dinlerin kökenlerinin, çok somut olarak , örneğin, bir ayağının “ölü yamyamlığı”nda bulunduğunu; erken dönemlerde "ölü yiyiciliği"ne doğru gerilemiş genel insan yamyamlığının, hiç olmazsa toplumsal kurallara bağlanarak aşılması çabasını anlattığını; dinsel kuralların Mezopotamya toplumlarının -3500’lü yıllarındaki bu gerçek koşullarıyla bağlarının kurulması gerektiğini haykırmaktadır!

O zaman ölüm törenleri, mezar kültü, "ölü ruhuna" yemek ve içki sunumları; toplu törenler, "yeme-içme ve cinsel ilişki yasakları" ; ölü defin törenlerinin derin farklılık temelleri; "ölüye dokunma gereği" ile "dokunma yasağı"... gibi, şimdi adına "hurafe" denilen uygulamaların ardındaki toplumsal kuralları ve nedenleri bire birer belirginleşmeye başlar.

MÖ. 1750’lerdeki Hammurabi yasalarından bir kaç yüz yıl öncesine ait olan ve bulunup çözümlenen ilk kanun metni “Urukagina yasaları”nın çok önemli bölümünün ölüm töreni düzenine, “ölü vergisi” olarak saptanmış farklı türdeki “ölü ekmeği” ve “ölü diyeti”nin dağıtım oranlarına ayrılmış olduğunu görmüştük. Orada Rahiplerin, rahibelerin, çalgıcı ve ağıtçıların, “ölü başı bekleyicileri”nin “ölü vergisi” pay oranları inceden inceye belirleniyor; “ölü sahipleri”nin yükümlülükleri somut olarak “yağ, ekmek, şarap/bira,yatak-yastık” olarak saptanıyordu.

Avesta, eski toplumun, ölüm olgusu karşısındaki tutumunu, yamyamlık düzeninden çıkma çabası içinde; “ağıt tören biçimleri”, kişinin “ağlaması-ağlamaması”, ölen bireyin cesedinin “yerleşim alanı dışına” veya “içine” defnedilmesi ; ölü vücudu “yabancı yamyamlığı”na terk etmek veya terk etmemek gibi noktalar bakımından, inceden inceye nasıl ayrıştırmış olduğunu da gösteriyor. Ölüm sonrası “yas dönemi”nde bütün o ağıtlar, kendini yaralamalar, yas oruçları tutmalar, saç sakal kesme veya kesmemeler vb., vb. daha önce ayrıntılı olarak incelediğimiz, toplumsal davranış biçimleri, topluma kazandırılmış, dolayısıyla değişebilir, değiştirilebilir olan kült parçaları olarak, bizzat o eski toplum birimler tarafından kurallaştırılmıştı.

Simdi, “ölüsünün başında” kendini yerlere atan, saçını,başını dağıtan, bağrını parçalayan, yüzünü tırnaklayan bir kadına, bir çeşit iğrenme veya aşağılama tutumuyla yaklaştığımız zaman ‘modern düşünceye sahip’ olmuş sayılmayız. Bu kadının davranışının 5 bin yıl önceki atalarımız bakımından kararlaştırılmış davranış tarzlarının devamı olduğunu saptar ve insanlığa karşı ‘sorumluluk’ duyarız. Burada söz konusu olan, eski toplumun bu tür kurallarını, bu farklı kuralların ortaya çıktığı koşulları tanımaktır. Bunlar bilinemez değildirler ; gerçek toplumun gerçek değerlerine ve genelleşmiş vargılarımıza bağlı olan bir inceleme içinde ortaya çıkarılabilirler.

Avesta’da, Eski Yasalarda, şimdiki ölüm tören ritüellerinde ; tarihteki ölü’nün vücudunun, yaşayanların elinden kurtarılması için,bizzat eski toplumun kendisinin hangi büyük zorlukları “diyetler” vererek aşmak zorunda kaldığını görüyoruz.

Ölünün yakılması, toprağa gömülmesi, taş duvar içine yerleştirilmesi , ağaç çardaklarda, mağaralarda kurutulması; köy içinde muhafaza edilmesi veya köy dışına çuval içinde terk edilmesi gibi tutumların hiç de gelişigüzel seçilmiş yöntemler olmadığını incelemiştik. Ölü bedeni nehirlere atmak da bir tercihti ve toplumların karşılıklı anlaşmalarına bağlı olarak zorunlu bir sunum tarzı olarak uygulanıyordu. Eğer, Kuranda Talut ve Calut askerleri “nehirlerin suyunu içme” veya “içmeme” konusunda tanrı tarafından bir sınava çekiliyorlarsa, eğer İsa, İsa’dan daha önce de Nippur veya Uruk kadınları, ilk çiftleşmelerinden önce, “saf nehirde”, mutlaka, hem de çıplak olarak ‘yıkanıyor’larsa, bunun nedeni, ilgili toplulukların, daha önce sadece ölülerini değil, canlılarını da “nehirlere kurban etme” yoluyla, komşu topluluklara “sunu” gönderme geleneğine sahip olmalarındandı. Uygarlaşma çabası içindeki eski toplum,ilk elde, “iç yamyamlığını” yasaklayarak ve “dış yamyamlığı” da, hayvan “kurban” ve bitki-ağaç sunumu yoluyla aşabilmenin koşullarını iyice ortaya çıkarmış olmalıydı. “Saf ırmak”ta yıkanmanın anlamı bu bakımdan ‘temizlik’ değil, ölüm/dirilim sembolü, bu anlamda “vaftiz”di. “Ateşten atlama” da,vaftizin “ateş kült” alanlarındaki biçimiydi.

‘Yaratılış’ sırasında “sular”ın bu denli önemli olmasının; Eski Ahit’e ve Kuran’a göre,ortada daha “hiç bir şey yok” iken “Tanrının Ruhu’nun sularda dalgalanması”nın nedenleri bunlar idi.

“Tuzlu su” Tiamat’ın dışında, eski anlatımlardaki “Sular”ının diğerini de “tatlı su denizi” gibi dönüştürülüp tercüme edilen “Ocean”/ “Okenaus”, Enki/Apsu oluşturuyordu.

Nippur, Ur, Uruk, Eridu gibi ilk yerleşim alanları arasında, “ateş”/Anu/Sam/Od merkezli, birçok aşamadan geçen “Yaratılış” anlatımını, onu yaklaşık özetleyen Enuma Eliş biçimini ilerde ele alacağız.

“Sümer” adı verilenler ile Sami Akadlar arasında gerçekleşen ittifakın bir anlatım biçimi olan başlangıçtaki ‘Yaratılış’ anlatımlarında karşımıza çıkan “Kutsal Beş şehir” ve “Beşi birlik düzeni” çok önemli bir aşamayı ifade etmektedir. Bu noktayı saptayamaz isek, Tanrı tarafından “Işık”ın, nasıl olup da “Güneş” ten daha önceki bir “gün”de ve Güneş’ten tamamen bağımsız olarak yaratılmış olduğu anlatımını anlayamayız.Bu noktayı Dostoyevski de anlayamamış olmalıydı ki,küçük kahramanı aracılığıyla bu anlatım tarzını alaya almıştı. Ama Dostoyevski’den bu yana hayli zaman geçmişken,şimdiki “İslamiyet ve Bilim” yazarları,hala,bu anlatımın “sırrı”na vakıf olamayıp,Güneş’ten bağımsız Işık’ın eski Ateş kültü dönemini anlatmış olduğunu saptayamaz iseler,artık hoşgörüyle karşılanamazlar.

İncelemelerimizde, bu “ışık’ın,eski “ateş” kült dönemine ait olduğunu ve ateş tapımcılığının o dönemdeki toplulukların yaşam ve tapınımlarındaki önemine değinmiştik. Ateş kültü , bütün Mezopotamya da, geniş çevresiyle Mezopotamya da, derin etkisi Hindistan’dan Avrupa’ya, Kafkaslardan Akdeniz’e kadar çok etkili ve belirgin çizgiler halinde takip edilebilmesini mümkün kılacak ölçüde derin bir şekilde yayılmıştı. Bu kültürel taşımada İran’ın ve Hindoari toplulukların, Hititlerin çok büyük bir rolü olmuş görünüyor.

“Ateş”in farklı tanımları olarak Anu/Şam/Od’un, “Gökyüzü” veya Gök yüzündeki “Güneş” haliyle kavranmaya başladığı noktada, ‘Ateş’in bütün yetkisi “rüzgar,fırtına” olarak tanınan,fakat dinsel terimlerle “nefes”, “ruh” olarak, “üfürükçü” olarak tanıdığımız Yel’in,Ellil’in, Enlil’in eline geçmişti. Ateş’in ‘yakılması’, ve ‘söndürülmesi’ ; “Ateşi söndürecek su”yun kullanılması veya kullanılmaması öyle görünüyor ki, artık bu “Enlil Baba”nın elinde idi. “Yeryüzüne” de artık Enlil Baba hükmedecekti. Burada “Yeryüzü”, hiç kuskusuz, “genel anlamıyla dünya” değil ; sadece “karabaşlı” topluluk topraklarıydı. Zoroastra, Ahura Mazda’ya .

“Ey Maddi Dünya’nın Yaratıcısı, Sen, Kutsal Biri!”
dediği zaman, bu kavramdan şimdi anladığımız anlamdaki ‘dünya’yı anlıyor ve anlatıyor değildi. Zaten, bizzat Ahura Mazda’nın kendisi de,
üç dinde de devam eden
- “Yer/gök”,
-“şeytan/adam”,
-“melek/insanoğlu”
biçimleriyle hep karşılaştığımız “düalizm” ilişkisinde “Maddi Dünya”da değil “manevi dünya”da, “Gök”te durarak konuşur ..

Mezopotamya erken topluluklarının kendilerini bu şekilde ayrıştırma döneminde, “Yeraltı” da tanrı Aruru’ya verilmişti.

Mö. 4000/3500’ lü yıllarda “Yeraltı”,ölü yamyamlığı ve ondan kurtulma çabası bakımından çok önemli idi. Mazda’cılığın ve Avesta’cılığın bütün “kozmonojik, tanrısal, ruhani” yanları, o günkü toplumların “yamyamlık türü”nden en temel sorunlarını düzenlemeye çalışmaktan başka bir yan taşımaz.

Astronomi alanındaki bilgisel yükseliş dönemi daha sonra ; dünyadaki gerçek Ateş’in yerini gökyüzündeki Güneş’in almasına baglı olarak gelecektir ve bu yöndeki özel çabalar bile, yamyamlığın ve insan kurbanının bir an önce toplumsal gerçek yaşamın dışına, gökyüzüne taşınması arzusuna çok derinden bağlıydı. Astronomi alanlarında çok önemli bilgi düzeyine ulaşan toplulukların ‘Ateş’ kült alanlarında ortaya çıkması tesadüf değildi.

Bütün toplumlar, gereksinimleri doğrultusunda çaba gösterirler. Türkler 3 tarafı denizle çevrili Türkiye’de,1000 yıldan beri deniz taşımacılığı ve balıkçılığını geliştirememişler ise, bundan Türk nihilizminin ulaştığı ‘işe yaramaz millet’ sonucundan çok, Türklerin başlangıçtaki yapılarında şekillenmiş “denizsiz” toplumsal bilinç rol oynar.
Sonraki bireylerin hiç sorumlu olmadan ortasına doğduğu, bizim dini inanç haliyle tanıdığımız kural ve uygulamalar tarafından şekillendirilen; toplumsal örgütlenme kural ve ilişkilerine dayanan bu bilincin rolü çok önemli görünüyor. Öyle ki, tarihi yeniden kurgulama çalışmamızda, ‘ilkel toplum’, ‘köleci toplum’... gibi kalıp sıralamalarına hiç girmemeye çalışıyorum. Domuz’u “mekruh” kabul etmiş bir toplumda domuz tüketimi olamayacağı gibi,domuz besiciliği de gelişemez.Burada sadece “çevre baskısı” gibi etmenler açıklayıcı değildir. “Kuzu İsa” inancına sahip topluluklarda,herhangi bir yasak olmasa bile, koyun-kuzu tüketiminin azlığında doğrudan doğruya bir “çevre” veya “yasal” baskı olmadığı halde,bu,toplumsal inancın en derin kaynaklarından güç alan bir sonuçtur.Toplulukların “köpek” sevgisi ; “gül demeti” hediye düşkünlüğü ; bir “şişe içki ikramı” gibi davranışların gerisinde hep dinsel inançlarda bu temel kavramların yerine bağlı olarak gerçekleşen refleksler buluyoruz.Farklı iki cins hayvanı çiftleştirmeyi yasaklayan Musevi topraklarında,ekonomik getirisi çok olsa bile,Katır cinsi bir hayvan yetiştiriciliğinin gelişemeyeceği anlaşılıyor.

Şu andaki çalışmalarımız bakımından, Akdeniz’e neden “Ak” deniz denildiği ve Karadeniz’e neden “Kara” deniz biçiminde ayrıma dayanan isim verilmiş olduğunun tespiti de (bunlar öteki dillere de böyle geçmiştir), tarihin birçok yanını anlama ve açıklamada çok önem taşıyor.

Bu ayrımı daha ilginç kılan, bütün Karadeniz ve çevre topluluklarının gerçekten de “ kutsal kara” renge/giysiye önem veriyor olmaları; dinsel ve gündelik hallerinde bu rengi kullanması ve Akdenizde ise, simdi Lübnan’a “gittikçe daha yakından tanımaya başlayacağımız Dürzî/Marunî toplulukların ve eski “Med rahipleri”nin “kutsal beyaz” giysi rengine dayanıyor olmasıdır.

Mezopotamya’da eski toplumun, renkler temelinde de bir ayrım yapmış olduğunu açıklamıştık. Sadece bu renklerin dikkatli bir şekilde izlenmesi bile , Uruk’un bölgelerinden Hollanda “Danois”larının ekoseli elbiselerine değin uzanabilmeyi mümkün kılacaktır. Gönderlere çekilen bayraklarda, kutsal kilise, kutsal Kâbe, kutsal Kudüs’te, Musa’nın “gezgin tapınağı”nın çadır ve perdelerinde, doktor’un beyaz önlüğünde, hâkimin peruklu, tavşan veya tilki yaka kürklü kara giysilerinde... hep bu renk ayrımının izlerini buluruz.

Dini olduğu kadar mesleki de olan renk ayrımının ölünün kefenine değin neden böylesine önemli olduğu üzerine bir ilahiyatçımızın her hangi bir sözcük yorumu var mıdır?

Tanrıya bu kadar bel bağlamak,ne yazık ki,onları büyük bir düşünce fakirliğine itmiştir....

Beyaz’lar, ak’lar, nur’lar, kara’ların dindeki bu yerini tanımaya çalışmak gerek. İncelemeler içinde ‘renk’lerin, düşünülmediği kadar önemli bir olgu olarak kullanıldığı ve Kara “Yer”in, Mavi “gök”ün, “yeşilliklerin” “yaratılması”nda kavramsal bir dönüşüm geçirerek dinsel felsefeye de hayli hizmet ettiği görülecektir.

Ne yazık ki,'aydınlanma','aklanma' diyerek 'karanlık'a savaş açan “bilimci”lerimiz arasında bu noktalar yeterince işlenmiş değildir.

Eğer onlar, kendilerinin ezberlenmiş formüller ve kategorilerin sığınağında yaşadıklarını ileri sürmemizi, üstlerine atılmış "kara bir iftira" olarak değerlendiriyorlarsa, ‘ak’lanıp da, öyle gelsinler o zaman!