6.07.2008

...Ve Tanrı (lar) Yaratıldı Sonra!

Karıma Hikâyeler : "Tanrıların Tarihi" başlıklı yazıda yer alan anlatımın içeriği bakımından, kullandığımız yöntemin bazı yazı yanlarını açıklamak yararlı olacak.


***

Tercümesi sorunlu yanlar taşıyor olsa da, Enuma Eliş’in başlangıç cümlelerinde, “su” ve “sis” kavramlarına yönelik vurguların ağırlığını derhal fark ederiz:

“Başlangıçta sadece su

Ve onun üzerinde salınıp duran sis mevcuttu.

Baba Apsu ortaya çıktı ve tatlı su’ların efendisi oldu.

Ana Tiamat ortaya çıktı ve tuzlu su’ları yönetti

Ve her iki su birlikte aktılar.

Onların oğlu Mumnu,

Su’ları kaplayan sis’lerin içindeydi.”

Bir “yaratılış” anlatımı bakımından, günümüze değin, bu mısralarda “su” ve “sis” kavramlarının böylesine özel itinayla neden dolayı yer aldığı pek sorgulanmış değildir. Oysa bunu sorgulamak yararlı ipuçları verebilirdi.

Bu tür “yaratılış” anlatımları, erken Mezopotamya topluluklarının gerçek-yaşanmış tarihleri ile paralel bir şekilde ele alınınca, orada zaten “ateş” ve “su” kültünün çok önemli olduğunu saptar ve “su” ile “sis”in (Duman?; “gölge”? ) bunlarla bağlantıları olabileceğini hesaba katarak, araştırmalarımızı bu alana doğru ilerletebilirdik.

Gerçekten de “Tatlı su/tuzlu su” ve “sis” bu tür eski ilahilerde çok vurgulanmaktadır. Enuma Eliş’in bu bölümünün bir çeşit özeti, benzer şekilde Eski Ahit’in başlangıcında da yer almaktaydı:

“Yer boştu, yeryüzü şekilleri yoktu;

engin karanlıklarla kaplıydı.

Tanrı'nın Ruhu suların üzerinde dalgalanıyordu.”

(Eski Ahit)

Tek başlarına ele alındıklarında, bu tanım veya kavramlar “anlaşılır” değildir: “Yer boş” iken “Su”ların bulunması; Tanrı daha “Yaratma”ya geçmeden “Ruh”unun “Su”lar üzerinde dalgalanması gibi!!

Bu tür anlatım kalıplarında sıkça karşılaştığımız, “Yer”, “Yeryüzü şekilleri” “engin” kavramlarının “Gök”, “Gökyüzü”, “Yükseklik” gibi kavramların alternatifi olarak kullanıldığını ; “Yer” ve “Gök”ün, bilinen anlamlarıyla “Yer” ve “Gök” olmadığını

irdelemeye çabalamıştık. Bu kavramlar “Akad” ve “Sümer” topluluklarının somut yaşam alanlarını anlatmakta; ilgili toplulukların Toprak” ve “Gök/ateş” kült öğeleriyle ilişkisini yansıtmaktaydı. “Toprak”tan yaratılma veya “Işık”ın Güneş veya Ay’dan bağımsız olarak ilk önce var edilmesi ; Nur inmesi; Tanrının “Ateş” olarak ve “ateş gibi” görünmesi anlatımları sadece bu çerçevede anlamlı olabilirdi. Bu nedenle de, dinsel kitaplarda kullanılan “Yeryüzü” ve “Gökyüzü” vurguları, basit ve anlaşılan şimdiki anlamıyla kullanılmıyordu. Zamanla böyle kavranmaya başlanmış olmalıydı.

Mesela Eski Ahit’te “Yeryüzünde insanlar çoğalmaya başladı” denildiği zaman, “İnsan”ların neden ille de “Yeryüzü” vurgusuyla birlikte çoğaldığından bahsedildiği sorgulanmamıştır. Oysa bu tür “yaratılış” anlatımını “yaratanlar”, basitçe, “insanlar çoğaldı” diyebilirlerdi ve bu durumda da anlamda bir bozulma olmazdı. Çünkü bugünkü kullanım değerlerine göre, “İnsan”lar elbette, Merih’te, Ay’da falan değil, “Dünya”da çoğalacak veya azalacaklardı.

Dünya” anlamına ulaşmış olarak kullanılan “Yeryüzü” kavramı, “İnsan”ların özel olarak çoğaldığı alanın tanımı olarak kullanılmışsa, anlaşılıyor ki, “İnsan”ların bir kısmı da “Gökyüzü”nde idi ve orada da çoğalıyor veya azalıyorlardı. Nitekim, özellikle İncil’ler okunduğunda, özel bir topluluğun tanımı olarak “İnsanoğlu”nun, “Gök”ten “Yeryüzü”ne gönderilmiş olduğunun falan yazıldığı görülecektir.

Eski Ahit’te benzer örneklerden bir tanesi şöyleydi:

“…Yeryüzünde insanlar çoğalmaya başladı, kızlar doğdu.

İlahi varlıklar insan kızlarının güzelliğini görünce beğendikleriyle evlendiler.

İlahi varlıkların insan kızlarıyla evlenip çocuk sahibi oldukları günlerde ve daha sonra yeryüzünde Nefiller vardı. Bunlar eski çağ kahramanları, ünlü kişilerdi.

RAB baktı, yeryüzünde insanın yaptığı kötülük çok, aklı fikri hep kötülükte.

İnsanı yarattığına pişman oldu. Yüreği sızladı.

"Yarattığım insanları, hayvanları, sürüngenleri, kuşları yeryüzünden silip atacağım" dedi, "Çünkü onları yarattığıma pişman oldum."….”

Bu tür kalıpsal deyim kullanımlarından oluşan dinsel metinlerde, genel olarak insan’dan değil “Yeryüzünde insan”dan bahsedilmesi; “İnsan”ın cezalandırılması söz konusu olduğunda “hayvan, sürüngen ve kuş”ların da cezalandırılması; onların “Yeryüzü”nden silinip atılması kararının alınması nedensiz veya anlamsız değildi. “Hayvan, sürüngen ve kuş”lar, tıpkı şimdi “insan” anlamıyla ele alınan “İnsan/Nisa oğulları” gibi, Mezopotamya’daki farklı “insan toplulukları”nın tanım biçimleriydi.

Burada yer alan “ilahi varlıklar”, “tanrı oğulları” ve-ya “tanrı”lar da, etten-kemikten varlıklar, yani “Gök”te yaşayan “İnsanoğulları”nın bir parçasıydılar. “Gök”, bilinen gök değildi, başlangıçta “Yukarı” Mezopotamya coğrafi bölgesi ve Gök-ateş tapımcısı toplulukların anlatımı idi. Bu topluluklar, “Tanrı” toplulukları idi; tanrılardı, “tanrı oğulları” olarak da nitelenen “İnsan”dı da… Bu nedenle de, “Yeryüzündeki İnsanoğlu kızları” ile rahatlıkla evlenebiliyor ve cinsel ilişki kurabiliyorlardı. Çocuk sahibi olabiliyorlar ve muhtemelen, Gök’lerdeki “tanrıça”, “hurri”, “peri”leri de, evlenmek üzere “Yeryüzü”ndeki İnsanoğlu erkeklerine veriyorlardı. Bu nedenle deyimlerimize, “doğurmak” ediminin “Dünya’ya çocuk getirmek” olarak vb. tanımlanması hiç de anlamsız bir ifade olmaz. Fakat, “normal şartlar”da düşünülürse, “Dünya’ya çocuk getirmek” oldukça anlamsız bir deyimdi…Çocuk “Gökyüzü”ne doğacak değil tabii!

Bunlar “Akkad” ve “Sümer” toplulukları arasındaki kadın ve erkeğin karşılıklı evlilik dönemlerinin ürünü kavram veya deyimlerdi; ve bazan da bu nedenle “ çocuğu Leylek gök’ten getiriyor”du.. Kalıntıları hala yaşayan “Berdel” evlilik türünün ilk örneklerinin “Yer” ve “Gök” toplulukları arasındaki karşılıklı evlilik yoluyla uygulamaya sokulduğunu düşünmemize yol açan birçok örneği daha önce ele almıştık.

Eski dinsel ilahilerin “yaratılış” anlatımlarını, erken Mezopotamya topluluklarının gerçek iskeletine bağlı ele almadan yapılacak yorumlar, ister istemez, dinsel ilahilerin bu tür kavramlarının “hayal”, “uydurma”, “kozmonogia” özellikli olmasına bağlanır ki, zaten geçer akçe yaklaşımlar da böyledir hala. Buna karşılık,eski gerçek toplulukların gerçek kültlerine bağlı gerçek uygulamaları alanına girince, ilahilerin kavramları da gözümüzde şekillenmeye başlamaktadır.

Eski ilahi deyimlerine bu şekilde yaklaşılınca, örneğin “Sis” kavramına, mesela, ateş kültü kalıntısı olarak Eski Ahit'te aynı zamanda “duman” haliyle de rastlayabiliyoruz:

“ Güneş batıp karanlık çökünce, dumanlı bir mangalla alevli bir meşale göründü ve kesilen hayvan parçalarının arasından geçti. (Yaratılış 19:28)

“Sina Dağı'nın her yanından duman tütüyordu. Çünkü RAB dağın üstüne ateş içinde inmişti.

Dağdan ocak dumanı gibi duman çıkıyor, bütün dağ şiddetle sarsılıyordu.” vb...

“Ateş” ve “su” kültünün eski toplumdaki önemine bağlı olarak, kavramlarımızın anlamlarını “ateş kültü” ve “su kültü” alanında aramak kadar doğal bir şey yok

Bunlar o kadar temel eski kült motifleridir ki, Aleviler hala "yıkanmaz" diye eleştirilir; Yezidiler ateşe/güneşe tapar diye yerilmeye devam edilirler..

"Tatlı su ve tuzlu su" ise, hem coğrafi tanım olarak "nehirleri", ve denizi anlatıyor olmalıydı; hem de hala,"çorbada bir çimcik tuz bulunması" ; “tekkeyi bekleyen çorbayı içer” gibi deyimlerinde yaşayan “kült uygulamaları ve araçları”yla ilgiliydi.

Bunlar, eski toplumda kurban sunumun iki biçimini de anlatıyor olmalıydı: “Nehire atmak” ve “kazana atmak”/kaynatmak”.

Buradaki hikayelerimiz, “su” ve “sis/duman” üzerine kurulu ise, anlıyoruz ki, buradaki kavramlar eski toplumun insan kurban ve yamyamlık edimleri ile ilgiliydi.

Altına ateş yakılmış kazanda kaynatılan insan kurbanlarla...

Demek ki, tanımlanan, “ilk oğul”lardan biri olması gereken Mumnu'nun, “kutsal kazan”da kaynatılması ve bu kurban aracılığıyla iki temel topluluğun ittifak kurması idi..

Tevrat tam da bu nedenle, “Tanrının ruhu sularda dalgalanıyor” diyor olmalıydı. Söz konusu olan kurban edilmiş “tanrı”nın kutsal kazanda kaynatılması ile ilgiliydi ki, zaten böyle bir ilahi parçasını daha önce yayınlamış ve incelemeye çalışmıştık:

[Bu ilahide, Kutsal Kazan’daki ‘kaynar su’ ile çok ilgili bir tanrı olduğunu gördüğümüz Enki, «Birinci ayın 7. ve(ya) 15. günü»nde, «Tanrı İgigi»ler arasından birisinin kurban edileceğini ve Tanrıça Belet-İli’nin de (Nintu’nun da) «kil »i ( ? toprak’ı ) kurban edilen «Tanrı İgigi»nin « eti ve kanı ile yoğuracağını » anlatıyordu :

« Böylece, İnsan ile Tanrı’nın ittifaki kil’de (toprak’ta ?) oluşmuş » olacaktı. Burada kullanılan « şekil verilmiş balçık » gibi motifsel kavramlara, Kuran’da da rastlamıştık.

Enki’nin bu açıklaması üzerine,törende hazır bulunan bütün Annunaki’ler,hep bir ağızdan, bu kararı onaylamışlar ve « evet / amin » diye bağırmışlardı. Bundan sonra,Tanrılar sofrası hazırlanmaya, davul’lar da çalmaya başlamıştı :

« Duyuldu davul sesleri,

Bir Ruh girdi (kurban edilecek) tanrı’nın şekline,

Haykırdı onun yaşam işaretini ,

İstiyordu ki, unutulmasın (anılarda)

kurban edilecek bu Tanrı !

Belet-İli karıştırıyordu kil’i( ?)

İttifak (akid) yapılsın,

İnsan ile Tanrı arasında diye.

Tükürdüler İgigi’ler bu kil’in üstüne

Büyük Tanrı’lar haline gelebilsinler diye »

‘Kutsal kötü gün’ ,Oruç-1 ]

“Yaratılış” anlatımlarında hesaba katılması gereken bir başka önemli nokta, Tevrat yoluyla tanınan “yatarılış” anlatımın Mezopotamya toplulukları arasında var olan “tek” yaratılış anlatımı olmadığıdır. Bizzat Tevrat’ın “tek yaratılış” anlatımı, birden fazla “yaratılış” varyantının kaynaşmış halini yansıtmaktadır. Kuran’da da “insan”ın bir dizi farklı yaratılış elementinden var edilmesinin nedeni Muhammed’in mantıksızlığından değil; ona kadar ulaşan farklı yaratılış anlatımlarından kaynaklanmış olduğunu incelemeye çalışmıştık.

(devam edecek)