Kutsal
Tufan anlatımları (3 - 4)
TUFAN BULGULARI...
Ortaya çıkış ve oluşma gerekçeleri bakımından din, eski insanın hayal ve korkular dünyasının kutsal saçmalıkları değil fakat tersine, en gerçek eski ilişki kurallar toplamıdır.
Süreç
içindeki evrimi, değişik bölge topluluklarında, farklı anlatım biçimleri
kazanmış olsa da daha sonra din olarak karşımıza çıkan olgu, en geri insan
toplulukları dahil olmak üzere, her yerde, eski toplumsal ilişkilerin en
gerçekçi ilk hallerinin saptanmış ve giderek toplum yaşamı dışına itilmeye
çabalanıp, soyutlanmış yasaları olarak var olurlar. Böylece en geri ‘ilkel’
toplulukların kutsal ve kutsal olmayan varlıkları, günümüzün yasal ve yasal
olmayan davranış biçimlerinin belirleyicileri olarak ortaya çıkar.
İki toplum
birim arasındaki bir akdin "öyle olsun" onay sözü olan amin, amen,
giderek şimdiki bireyin dua kapanış sözcüğü halini alır.
"Sümerlerin
dini" onu, başlangıçta toplum birimler arası paylaşım ilişki düzeninin
anlatımı olarak biçimlendiren insanın torunları tarafından, süreç içinde,
zorunlu olarak, öylesine geliştirilmiştir ki bugün bu konularda uzman olan ve üzerine yüzlerce sayfalık
tezler hazırlayabilecek bilim adamlarımız, ünlü Sümerolog Bay Samuel Kramer
örneğinde de olduğu gibi, sonunda bu ‘karmaşıklık’ karşısında yine de çaresiz
kalırlar. Çünkü onlar dinin kaynaklarını gerçek insanın, gerçek yaşamının, gerçek
tarihinde değil; yıldızlarda hayal, düş ve korkularda; gökyüzünün sonsuzluğu
ile yedi kat yeraltının korkunçluklarında aramaktadırlar.
Bireyin, ulusal
sınırları yırtılmış şimdiki yaşam koşullarına uyan yeni ilişki biçimleri
içinde, özel olarak İslam’ın ve genelde de dinin, aynı zamanda bir siyasal
hareket olarak biçimlenişini de anlayabilmek için artık “Türkiye’de türban” tartışması
sınırları ötesine geçmek gerekiyor. Belki yanılgılar taşıyacak olsa da eski
toplumun din sürecini, onun bir parçası olarak Tufan’ı yeniden değerlendirme
çabalarımız, bu temel hedefe bağlıdır zaten.
Binlerce
yıl içinde, insan zeka ve maharetiyle iyice soyutlanmış bir özelliğe sahip olsa
da Tufan, herhalde, Mezopotamya’daki eski toplum yaşamında, oradaki toplum
birimlerinden bazıları bakımından, hiç olmazsa bazı yönleriyle yaşanmış bir
tarihi temsil etmiş ve bir yeniden düzenleniş anlatımı olarak yaygınlaşmış
olmalıdır. Tufan’ın eski kayıtlarda en azından milat olarak kullanılacak kadar
önemli bulunduğu ise kesindir.
1900
yılında, Bay Hilprecht ve ardından, Bay Koldewey Fırat üzerinde şimdiki adı
Fara olan bölgede çalışmaya başlamışlardı. Fara kalıntılarında yüzey bütünüyle
hazine avcısı yerli halkın ön elemesinden geçmişti ama biraz derinlere inince
yassı kerpiçle yapılmış yani Sargon dönemi öncesi yapım tekniğinin kullanıldığı
bir harabe ortaya çıkarıldı.
Üzerinde
Dumuzi (Temmuz) (Adam) (Adem) motifleri bulunan silindir mühürler; arkaik türde
yazılmış kil tabletler; üzeri mühürlü ibikli testiler; taş ve bakır kap-kacak
ve daha eski Cemdet Nasr dönemine denk düşen seramik eserler de bulundu.
Bulgular, bu yerleşim biriminin yaklaşık olarak M.Ö 2800 -1600 yılları arasında
kullanıldığını göstermekteydi.
Uzmanlar,
20 Şubat 1903’te bulunan bir damgadan yola çıkarak, bu yerleşimin tarihteki (S)
uruppak olduğunu da saptadılar. Burası daha sonra Ziusudra, Utnapistim,
Nıg-gıl-ma, Noah, Noé, Nuh olarak
adlandırılacak
olan “Şuruppaklı adam, Ubar-dudu’nun oğlu”nun Tufan’dan önce yaşadığı şehir
idi.
Uzmanlarımız
burasının aynı zamanda ‘Tufan şehri’ yani Tufan’ın gerçekleştiği ‘şehir’
olduğunu düşünmektedirler. Böyle düşünülmesini gerektiren nedenler olmakla
birlikte, Babil Tufan anlatımındaki fotoğraf biraz daha farklı bir görüntü
verir.
Her şeyden
önce Suruppak, Bel-Enlil’in ‘şehri’ idi ve Nuh, artık bu topraklarda
yaşamayacağını (Kuran, şehrin ileri gelenlerinin, Nuh’un ‘taşlanmışlardan’ yani
öldürülenlerden olacağını söyleyerek ona gözdağı verdiklerini yazar) ;
Okyanus’a doğru giderek, tanrısı EA ile yaşamak istediğini söylüyordu:
40-) Ul
uş-şab ina a (li-ku-) nu-ma
(in) a qaq-qar EN-LIL ul a-şak-ka- (na)
pani-ia- a-ma
(ur) -rad-ma ana apsi
il-ti (E-a be) -li-ia aş-ba-ku
40-) Artık şehrinizde kalmayacağım
Alnımı artık Enli-Bel’ in topraklarına sürmeyeceğim
Okyanus'a doğru ineceğim
Benim tanrım EA ile yaşayacağım orada
(in) a qaq-qar EN-LIL ul a-şak-ka- (na)
pani-ia- a-ma
(ur) -rad-ma ana apsi
il-ti (E-a be) -li-ia aş-ba-ku
40-) Artık şehrinizde kalmayacağım
Alnımı artık Enli-Bel’ in topraklarına sürmeyeceğim
Okyanus'a doğru ineceğim
Benim tanrım EA ile yaşayacağım orada
Yine Babil
anlatımına göre Nuh’a, ‘gemi’yi ‘okyanus’ üzerine yerleştirmesi öğüdü
verilmişti:
... ma apsü
şa-a-şi şu-ul-lil-şi
(... okyanus üzerine yerleştir onu)
(... okyanus üzerine yerleştir onu)
Nuh'un
‘Gemi’si Tufan'dan sonra ise Kuran'a göre, Cudi; Eski Ahit'e göre, Ararat;
Babil kayıtlarına göre ise 'Nit-sir Dağının üzerine' gelip durduğu söylenir ama
Nuh, henüz Tufan olmadan önce, Tufan hazırlığının parçası olarak, ‘gemi’ yi
Puzur-Kur-gal’a doğru götürmek istemektedir:
A-na
pi-hi-i şa elippi a-na pu-zu-ur KUR-GAL (amelu) malahi
(Gemiyi Puzur-Kurgal'a doğru götürmek için)
(Gemiyi Puzur-Kurgal'a doğru götürmek için)
Babil ve
Sümer Tufan aktarımlarında daha çok, Bay P. Dhorme’un Fransızca dönüştürmesini
temel aldım. Kayıtlar yeniden dikkatlice incelenince, din bilgini Bay
Dhorme’un, öteki Sümerologlar da yaklaşık öyle yaparlar, tablet yazılarını
daima şimdiki dinsel yorumlar temelinde
ele almış
olduğu ortaya çıkıyor.
Örneğin
‘Okyanus’ (Océan) olarak yorumlanan sözcük, metinlerde Apsu, Apsi olarak yer
almaktadır. Nammu tanrıçanın (Umman diye de okuyabiliriz ve bu da hiç olmazsa
bizde Deniz ile anlamdaştır!) ‘ İlksel deniz’i olarak da tanınan Apsu, E-A’nın,
Enki’nin bulunduğu Eridu’nun öteki tanımlamalarından başka bir şey değildir.
Apsu kelimesi, “Abime étérnele”, ”Dieu des profondeurs de l`eau”, Sonsuz Çukur,
Derin Pınar, Derin Sular Tanrısı biçiminde bir anlama sahiptir. Apsu ile
birlikte Eridu Sümerlerin ilk dini merkezi gibi görünmektedir. Bay Kramer’in
haklı olarak saptadığı gibi Nammu, Sümer’in oluşturulması öncesindeki Kaos
durumu şartlarında da, “ilksel deniz” olarak başlangıçta var olan yerleşim
gibidir. Golf körfezinin eski yataklarına göre, denize kıyısı olan bu ilk
yerleşim (veya ilk yerleşimlerden birisi) ; en eski dönemlerden beri kutsal
sayılan Apsu’nun sözcüsü bilge En-ki’nin bulunduğu Eridu ‘şehri’ydi.
Burasının
en eski yerleşim (lerden birisi) olduğunu, 4000 yıl kadar önce hazırlanan
Kraliyet Listesi’nin, Sümer secere kaydına başlamadan: "Kraliyet gökten
indiğinde, Eridu’da krallar vardı. Eridu’da Alalim kral oldu ve 28. 000 yıl
hüküm sürdü" diye yazmasından da anlıyoruz. Kısaca bu yerleşim, Sümerlerin
en eski yerleşimi değilse bile en eskilerden birisi ve kutsal yönetim merkeziydi.
Günümüzde
gözlerden kaybolmuş, şimdiki adıyla Tel Abu Sahran olan Eridu, 1854 yılında
Mukayyar’da kazı yapan Bay Taylor tarafından ziyaret edilmişti. Yapım tekniği,
burasının arkaik özelliğini derhal yansıtıyordu.
Güney
Mezopotamya'nın bu çöllük alanında, günümüzde bile, tatlı su gölleri bulunuyor.
Böyle bir gölsel bataklığın arasındaki bir adada, eskiden, Eridu bir yanına
Fırat’ı, öteki yanına da eskiden bulunduğu seviyeye göre Golf körfezinin
kıyılarını almış olarak kurulmuştu. ”Derin Sular tanrısı” Apsu’nun sözcüsü
Enki-Ea’nın şehri bugün çölle çevrili bir bataklığın ortasında kalmıştır.
Burası
adeta bir üçgen biçiminde göğe doğru 12 m . yükselen bir tepedir. Tepede eski
Ziggurat-tapınağın kalıntıları bir çadır görüntüsü vermektedir. Tapınak yapıldığında
iki katlı olduğu sanılıyor. İlk katın 24 metrelik devasa yüksekliğiyle,
mermerden yapılmış giriş kısmı, hala durmaktadır. Yan tarafta, yakında,
yapıtların inşasında kullanılan topraklar küçük tepeler olarak hala yerinde
duruyor. Bu ‘toprağın’ özelliklerini kazıt uzmanları tam olarak bildirmiyorlar
ama güney Mezopotamya’da ender rastlanıldığına göre, tapınak yapım veya onarım
malzemesi olarak, belki daha sonraki bir dönemde, başka bir bölgeden buraya
taşınarak getirilmiş olmalıdır.
İngiliz
yurttaşı Seton Lloyd ve Fuad Safar, Irak devleti adına, 1946 - 47 de bölgede
yeniden kazıt çalışmalarına başladıklarında, Ur’un başta gelen üç yöneticisi, U
r-Nammu, Sulgi ve Bursin’in, Sümer kültünün yeniden diriltilmesi amacıyla Eridu
yapıtlarının inşasında yardımda bulunmuşa benzediklerini saptamışlardı. Zaten,
özellikle dinsel kurumların yapımında, toplum birimler arasında çok düzenli bir
işbölümü ve dayanışma örgütlenmekteydi.
Aşağı
Mezopotamya’nın deniz seviyesindeki alanında Dicle ve Fırat’ taşkınlarına karşı
yükseltilmiş zeminler üzerine inşa edilen tapınakların yapımında malzeme temini
ve el emeği bakımından bir işbirliği olduğu eski kil tablet yazılarından da
anlaşılmaktadır. Mısır piramitlerinin ancak köle emeği yoluyla yaptırılabileceği
üzerine koparılan gürültünün, günümüzde bir değer taşımadığı, piramit yapım
kayıtlarının bulunmasıyla ortaya çıkmış durumdadır. Bu tür kutsal yapılar,
ortak bir inancın korunması ve güçlendirilmesi hedefiyle ele alınır ve kutsal
alanlara, hiç olmazsa ilk dönemlerde, yabancı veya kölelerin sokulması,
herhalde yasak sayılıyordu.
Büyük İskender
döneminin, Babilli tarihçisi papaz Berose, Eusebe yıllık kayıtlarına dayanarak,
büyük olasılıkla Eridu’nun tarihteki konumuna ilişkin olarak, "o zamanlar
bir ucu Babil'e kadar gelen Kızıl Deniz'den yarısı insan, yarısı balık olan
Oannes isimli bir bilge çıktı ve bütün bilgileri insanlara o aktardı",
diye özetliyordu. Rahip Berose’un tercümelerinde (m) harfinin daima (n) ile yer
değiştirdiğini hesaba katarsak, bunun Nammu okunuşunu verebileceğini ve bize de
Yunus haliyle ulaşmış olabileceğini düşünebiliriz. İnanna’nın anlatımında
kendilerine ‘aşk evi’ yaptığı ‘Balık’ kabilesi olarak tanıtılan yerleşim de
burası olmalıdır.
Kısacası
Tufan anlatımlarında ‘okyanus’, ’deniz’ olarak tanıtılan şey, Apsu; Enki,
E-a’nın Eridu ‘şehri’nden başka bir yeri anlatmaz. Burası, Tufan aktarımında
’gemi’ için uygun bir ‘okyanus’ veya ’deniz’ halini almış olmalıdır.
Puzur
Kurgal tanımındaki Puzur sözü ise 'sır', 'giz' anlamındadır. Bunu yazgı, kader
diye yorumlamak daha doğru olacaktır. Kur-gal’ın ise, aynı zaman da tanrılar ve
tanrı tapınakları ile de anlamdaş olarak kullanıldığı örnekleri biliyoruz; Bay
Kramer eserlerinde bunu açıklamıştı. Kur-gal, Yüce Dağ, Ulu Dağ, Yüce Tapınak,
Tanrısal dağ anlamlarında da kullanılmış olmalıdır. Nuh’un Puzur-Kurgal’ı,
Eridu’nun, yazgıların yazıldığı Kutsal E-A, bilge Enki Tapınağını kastettiğini
ve fakat sonraki yazıcıların buradan bir ‘dağ’ sonucu çıkararak Nuh gemisini
Cudi veya Ağrı’ya- başka gerekçelerle de birleştirerek- yanaştırdığını düşünmek
de mümkündür. Babil anlatımında gemi Nitsir (belki de kur’anın Sırat köprüsü)
üzerine yerleşir.
Kutsal
Eridu’daki ‘bilgelik’ gücü, yani En-ki Tapınağının yönetim gücü, daha sonra
İnanna’nın Uruk Tapınağına aktarılmıştır. «Bilgelik gücü»nün yer değiştirmesi
Sümerler üzerindeki yönetim hakkının yer değiştirmesiydi.
Uruk'u
büyük ve kutsal kılan İnanna tapınağı, 1912 yılında ortaya çıkarılmıştır. M.Ö.
3000 yıllarına, denk düşen tapınak inşasında yapım
malzemesi
olarak -o zamana değin olduğu gibi- güneşte kurutulmuş çamur kerpiç değil,
yakın çevrede doğal kaynağı bulunmayan, dolayısıyla başka (ve uzak) bölgelerden
getirilmiş olması gereken beyaz kalker taş kullanılmıştı. İnsanlığın,
Mezopotamya’da o tarihe kadar yaptığı en üstün teknik ve mimari örneğini
oluşturan, rengi Ak fakat adı ‘Gök Tapınağı’ olan bu yapı, aynı zamanda her
köşesi, özellikle seçilmiş olmalı, bir yöne gelmek üzere Doğu-Batı-Kuzey-Güney
belirlenimini temsil eder şekilde yapılmıştı.
İsa'nın
sırtında taşıdığı 'dört çivi'li Haç, Çar-mıh, hiç olmazsa, 5000 yıldan beri
tanınan bir ittifak işaretidir. Onun aynı zamanda matematik işlem işareti artı
(+) olması da bu yüzden şaşırtıcı değildir. Böylelikle de, Tanrıça İnanna’nın
kocalığa seçtiği veya seçeceği Lugal-yönetici, ‘dünyanın dört bucağı’nın
hükümdarı olabiliyordu. Bay J. P. Roux’nun, eski toplum insanının, dünyanın
dört köşe olduğuna inandığı yolundaki yargısı bu bakımdan çok yüzeysel
kalmaktadır. En azından başlangıçtaki Sümer ‘dünya’ kavramı, zaten ‘gir, kir,
ki’ olarak basitçe toprak demekti ve kara rengi ve kara çaputu başlarında
taşıyan ‘karabaşlı’ Sümer insanlarının oturduğu bölgeler ile civarını
anlatmaktan öte bir değer taşımıyordu. Sümer insanının o sırada ‘dünya
coğrafyası’ üzerine uğraşmaktan daha önemli gerçek yaşamsal sorunları vardı.
D-B-K-G
belirlenimi, Ak Tapınağın, toplum birimlerin toprak ve sınırlarını belirlemekte
kullanılan başlangıç noktası olarak da kullanılmış olabileceğini gösteriyor;
İsrailoğulları’nın toprak ve sınır paylaşımını anlatan Eski Ahit, tapınağı
sıfır noktası kabul ederek iki ters yöne doğru uzaklık ölçümü yapıldığını ve
toprakların böyle pay edildiğini anlatır. Bu bir tür Kıble kavramının gelişme
sürecini de anlatır. Böylece tapınak, sınırların saptanma noktası olarak, kutsallığını
ve dokunulmazlığını bir kez daha artırır. Eski toplumun ulu çınarları, yüksek
tepeleri, göller ve kayaları kutsallaştırmasındaki bir gerekçeyi de böylece
açıklayan Ak Tapınak 80x30 m. ölçülerinde dikdörtgen biçiminde inşa edilmişti.
İç mimari düzeni de hayranlık vericidir:İki yanda ana girişi olan büyük (T)
tipi salon ve yanlarda karşılıklı dörder ve girişteki üç odayla birlikte toplam
11 oda vardı. Salon 62x12 m. ölçülerindeydi. İnsanlara, birbirinden bağımsız
olarak odalara giriş kolaylığı sağlayan Ak tapınakta çok sayıda giriş
dehlizleri de konulmuştu. Bu durum Ak Tapınağın kutsal aşk evi olarak da
kullanılmış olmasıyla ilişkili olmalıdır; çünkü, büyük olasılıkla,
Mezopotamya’da, kutsal tapınakların yabancı erkekler ile yerli kadınlar
arasında aşk yuvası olarak kullanımı, İnanna geleneğiyle başlayarak gelişmiş
olmalıdır. (*)
Bütün
törenler, eski toplumun zamanla sembolik hale gelen gerçek yaşam ilişkilerini
verirler. Tufan’ın törensel özellikleri de, Sümer, Babil ve Eski ahit
anlatımlarında tam olarak belirgindir: Bütün aktarımlarda Tanrılara kurbanlar
sunulur; Tufan, belirgin bir gün (6 veya 7) veya zaman takvimini takip ederek
gerçekleşir; Tanrılar toplanır, çiftleşir vb. Eski Ahit’in Tufan’ı da, bir
çeşit eski tören takvimlerine uygun olarak hareket etmektedir:
“Sular,
yeryüzünde, 150 gün yükselmeye devam etti.
150 gün boyunca sular çekilmeye başladı.
Ve Gemi, 7. ayın 17. de Ararat dağının üzerinde durdu.
Sular 10. aya kadar çekilmeye devam etti.
10. ayın birinci gününde dağların tepeleri görünmeye başladı.
Nuh'un hayatının 601. yılında, birinci ayın birinci gününde, toprak kurumaya başladı.
İkinci ayın 21. günü toprak kurudu.”
150 gün boyunca sular çekilmeye başladı.
Ve Gemi, 7. ayın 17. de Ararat dağının üzerinde durdu.
Sular 10. aya kadar çekilmeye devam etti.
10. ayın birinci gününde dağların tepeleri görünmeye başladı.
Nuh'un hayatının 601. yılında, birinci ayın birinci gününde, toprak kurumaya başladı.
İkinci ayın 21. günü toprak kurudu.”
Burada
hangi tür bir takvim değeri kullanıldığını bilmiyoruz. Sıralanan ayların
başlangıcının Mart ayını (Yeni Yıl) temel alması olasıdır. Takvim rakamlarında
aynı zamanda, eskiden yaygın olan ve Dummuzi’nin sembolik ölüm ve diriliş
törenleri olarak tanınan 6 aylık evrelere yakınlık da görülmektedir. Sümer
Kraliyet Listesi’nde 13. ayın da yazılmış olması, ayların gün değerinin de
farklı hesap edildiğini, ayların ay’ın konumuna göre hesap edildiği ay
takviminin kullanılmış olduğunu gösteriyor. Ama ne olursa olsun, Tufan, burada
bir takvim uyarınca gerçekleşmektedir.
Kuran’da
Tufan bağıntısında pek berrak olmayan ‘tandır’ ve ‘kazan’ kelimelerinin
kullanılması, geçmişin üzeri kararmış ve artık Muhammed döneminde çoktan
anlaşılmaz hale gelmiş eski yarı-yamyam kutsal tören izleriyle bağıntılı
olabilir. Ve yine herhalde bu nedenle, tipik Tufan kavrayışına göre ‘ suda
boğularak öldürülen’ ‘kafirler’ Kuran’da bir de ‘ateşe atılırlar’.
Tufan’ın
törensel yanı, Tanrıların ‘insanlığı’ suda boğma yoluyla öldürme tercihinde de
açıktır. Ellerinde ‘ceza’ için her türlü olanak bulunan tanrılar, onların
içinde de Bel-Enlil, ‘suda boğarak öldürme’ yolunu benimsemiş ve ‘Tufan’
yapmıştır. EA’nın, Enlil’e karşı sözleri tam bir ağıt ve başka tür öldürmenin
kullanılmayışına hayıflanmak gibidir:
“EA açtı
ağzını,
Seslendi kahraman Bel (Enlil) 'e:
- Sen, tüm tanrıların en akıllısı, en kahramanı!
Nasıl düşüncesizce yol açtın Tufan'a?
Günahı olana yükle günahını!
Suçu olana suçunu yükle !
Fakat yok olmadan hepsi, serbest bırak kurtulanları!
Çek elini yok olmadan hepsi!
Niye Tufan yaptın ki?
Gönderseydin bir aslan, azaltırdı insan sayısını,
Niye Tufan yaptın ki?
Gönderseydin bir panter azaltırdı insan sayısını,
Niye Tufan yaptın ki?
Gönderseydin bir açlık kırıp geçirirdi ülkeyi!
Niye Tufan yaptın ki?
Gönderseydin bir salgın siler süpürürdü ülkeyi!”
Seslendi kahraman Bel (Enlil) 'e:
- Sen, tüm tanrıların en akıllısı, en kahramanı!
Nasıl düşüncesizce yol açtın Tufan'a?
Günahı olana yükle günahını!
Suçu olana suçunu yükle !
Fakat yok olmadan hepsi, serbest bırak kurtulanları!
Çek elini yok olmadan hepsi!
Niye Tufan yaptın ki?
Gönderseydin bir aslan, azaltırdı insan sayısını,
Niye Tufan yaptın ki?
Gönderseydin bir panter azaltırdı insan sayısını,
Niye Tufan yaptın ki?
Gönderseydin bir açlık kırıp geçirirdi ülkeyi!
Niye Tufan yaptın ki?
Gönderseydin bir salgın siler süpürürdü ülkeyi!”
Tufan’ın bu
yarı-yamyam törensel yanı, Tanrıların bir kez daha kesinlikle Tufan yapmama
kararı almalarının da bir nedenidir.
Aslında
bütün Tufan anlatımlarında bir ‘ceza’, lanet vardır. Ne var ki Sümer ve Babil
aktarımında bu ceza Nuh’a verilirken, Eski Ahit (ve Kuran) Nuh’u kurtulmuş
olarak gösterir. Bu, aynı olgunun farklı yüzleriyle aktarımı olmalıdır: Babil
ve Sümerlerde, cezalandırılan Nuh tam da bu nedenle tanrılaşır ve ‘ölümsüz
yaşama’ kavuşur. Bugün bile ölümsüzlüğün, ölerek elde edildiği kavrayışı yaygın
ise 45 -50 asır önceki insanın bezer temelde düşünmüş olması çok görülmez. Ya da
daha doğrusu, bugünkü torunlarının ‘ölümsüzlük’ kavrayışını da Nuh dönemindeki
ataları formüle etmiştir zaten.
Safa
Kaçmaz, Paris
03.12.2003
03.12.2003
(*) Toplumların ‘bereket ve bolluğa kavuşması’
soyut bir metafizik talep değil, tersine iki toplum birimin, birbirinden kız
alıp vererek sağladıkları kardeşleşme ile oluşan barış ortamının doğal
sonucudur. Birkaç gün önce, bir dostumun hediyesi olarak bana ulaşan
“İnanna’nın Aşkı” kitabında sayın M. İlmiye Çığ’ın ‘Bereket Kültü’nü hala
alışılagelmiş kalıplarla açıklıyor olmasını üzüntüyle okudum.
Bereket ve
bolluk, şimdi olduğu gibi eski toplumda da ancak barış ortamında ortaya
çıkabilirdi. Eski toplumlar, kendi toplum birimlerinin kadınlarını, karşı
toplum biriminin erkeklerine ayırarak kardeşleşir ve barış sağlarlar. Yabancı
toplum birim erkeğinin, ’yabancı toprağa’ ayak basmasının yasak olduğu dönemde,
eski tabletler, ilk kez İnanna’nın bir Balık kabilesinin erkeklerine yaşam
güvencesi sağlanmış bir aşk evi yaptığını ve o erkeklerin akşamları bu aşk
evine korkusuzca gelebilmelerini sağladığını yazar.
Bay Kramer,
buradan Sümerlerin bir Akvaryum yapan ilk uygarlık olduğu yanlış sonucunu
çıkarmıştı. Bu aşk evleri, giderek kutsal tapınaklar olmuş; gelişme içinde,
toplum birimler, bütün kadınlar yerine, kızlarının bir bölümünü ’tanrı ile
evlendirip’ , ‘kutsal fahişe’ adı altında tapınaklarda bırakarak öteki
kadınların evlilik serbestisini elde etmişlerdir.
Sonradan
sayısız kategoriye ulaşan ve gerçekten kutsal olarak da değerlendirilen
fahişelik kurumunun gerisinde, eski toplumların kadınlar üzerinden kurdukları
‘kardeşleşme’ yatar; bereket kültü bundan başka bir şey değildir. Farklı
topluluklarda değişik isimle anılan İnanna, Uruk’taki yönetici tanrıçaydı ve
giderek sembolik hale gelmiş kutsal bahar şenliklerinde, sevgilisi, aşığı,
kocası ve yukarıda açıklanan ‘kardeşleşme’ olgusundan ötürü aynı zamanda 'erkek
kardeşi' de olan Dumuzi (Tammuz) (Adam) ile tapınaklarda hazırlanan kutsal
çiftleşme odasında buluşur ve sevişirlerdi; böylece, farklı birimler arasında
kardeşlik, yani barış ortamı sürdüğü için, toplumlar ‘bereket’e boğulurdu.
***
Kutsal Tufan anlatımları (4)
TUFAN SONUÇLARI...
TUFAN SONUÇLARI...
Sonuçta
hepsi, eski toplumda, yeni ilişkiler düzenlenmesi demek olan Tufan sonuçları arasında
öne çıkanlar şöyle sıralanabilir: İlki, tanrıların bir daha kesinlikle Tufan
yapmama kararı almalarıydı. Sonra, Tanrılar toplantısında, Nuh ve karısı
ölümsüz ve tanrısal kılınmıştı. En sonunda da Nuh kavminin yeni bir bölgede
yaşamaya gönderilmesi, bir anlamda sürgün kavim haline getirilmesiydi. Tufan’ı
tarihte önemli kılan onun belli başlı bu tür özellikleri olmuş olmalıdır.
Tufan o
denli yıkıcı ve milat değeri sayılacak önemde bir olaydı ki, Tanrılar
başlattıkları sırada, Tufan’dan bizzat kendileri ürkmeye başlarlar. Tufan
sırasında bile, Bel-Enlil dışındaki tüm tanrılar Tufan yapılmasından pişmanlık
duyarlar. Sonunda ise, hiç olmazsa anlatımlara yansıyan biçimiyle, Enlil dahil
tüm Tufan Tanrıları, bir daha kesin olarak artık Tufan yapmama kararı almışlardır.
Tanrıların
ağzından aktarılan bu karar, kuşkusuz o dönemdeki toplum birimlerin yargı ve
dileklerinin temsilci Tanrılar aracılığıyla dile getirilmiş olmasından başka
bir şey değildir.Nuh Tufanını, tarihte önemli kılan, Sümer topraklarında ilk
kez bir Tufan yapılmış olması değil, bu Tufan’ın artık ‘son’ Tufan olması
yönündeki Tanrılar Meclisi kararıdır.
Tarihte daha önce defalarca Tufan yapılmış
olmalıdır. Yeni yıl şenliklerinde, eski toplum birimler arasında geçmişte
kurulmuş ittifakların yenilendiği törenlerde, insan kurbanı dahil eski töreleri
yaşatmak, M.Ö 3. bin yıllarda, Mezopotamya’da, giderek uzaklaşılmakla birlikte,
hala kullanılan ritüellerdi. Bu dönemin yeraltı kraliyet mezarlarında, mezar
kağnısını taşıyan öküzler ve sürücüleri de dahil olmak üzere önemli miktarda
kraliyet görevlisinin, kral ve kraliçenin yerleştirildiği mezara canlı olarak
götürülmüş olduklarından uzmanlar pek kuşku duymuyorlar. Adem ve Havva’nın ilk
çocuklarının birbirlerini öldürerek işe başlaması, eski toplumdaki insan
kurbanı yaygınlığının bir yansıması olmalı.
Bay Hrozny, geç zamanlara ait yazıt
çözümlemelerinde, tapınak kurban sunuları listesinde kadın, erkek ve çocuk
sayıları da verildiğini ortaya koymuştu. Aşil, Patraklos’un cenaze töreninde,
dostunun anısına, Truva gençlerinden dokuzunu boğazlayıp kurban etmişti. Çocuk
kurbanının eski toplumda, günümüze çok uzak olmayan dönemlere kadar devam etmiş
olduğu kutsal kitaplar tarafından da tasdik ediliyor. Eski Yakut-Türk
geleneklerinde, bebek eşinin; kimi eski toplum örneklerinde erkek çocuk
sünnetinde kesilen etin, törensel yenilmesi, Musa’nın beşiğinin Nil nehrine
bırakılması da, tarihteki çocuk yamyamlığının, dönüşmüş sembolik anlatımları
olmalıdır.
İnsan
kurbanı ve onun önceli yamyamlık, eski toplum yapısında sanıldığından daha
önemli bir yer tutar ve modern toplumlara, neredeyse bütün kutsal törenler
üzerinden sembolik olarak devredilir. Hayvan ve bitki kutsallıklarının
gerisinde, eski toplumun, insanı, hayvan ve bitki ile yer değiştirerek
(subtitution) yamyamlığı kendinden uzaklaştırabilme çabasını buluruz.
Eski
insanın hayvan ve bitki isimleri alması, bu bakımdan cehalete değil, daha çok
insan kurbanını engelleme çabasına bağlanmalıdır. Bu bakımlardan, bir yanıyla
et yeme yasağına da oturan eski Hint dini, günümüzde anlamsız görünse de
onların tarihteki uygarlık yüksekliğine işaret eder; toplum birimlerin kendi
içlerinde ve aralarında barışçıl yaşamı oluşturabilme çaba ve düzeyini
gösterir. Hint yalancılığı ve et yemezliği, yarımadayı, çevre topluluklardan
daha önce uygarlık çizgisine taşıyan aynı barışçılık eğiliminin Hint
topraklarındaki derinlik ve eskilik kanıtlarından biridir.
Tanrıların
bir kez daha Tufan yapmamama kararları, Eski Ahit’e, YHWH’nin bir daha Tufan
yapmayacağı sözü vermesi biçiminde yansır. Fakat bu ‘söz’ bir şarta
bağlanmıştı:
“Size
ahdediyorum; artık hiçbir canlı Tufan ile yok edilmeyecek ve yeryüzünü silen
Tufan bir daha olmayacak! (...) Fakat canlıları, ruhları yani kanları ile
yemeyiniz! Bu sözlerle sizin her birinizin kanını da kastediyorum. Bununla, tüm
hayvan ve insanları kastediyorum ve insanlar arasında insan ruhunu (yani
kanını) kastediyorum. İnsan kanı akıtan adamın kanı akacaktır!”
Tanrı
Yehova, onunla kurduğu yeni ‘ittifak’ın bu şartını, Nuh’a söyler ama yeryüzünde
başka canlı kalmadığından yola çıkan Eski Ahit’in Tufan aktarımının mantığına
uygun değildir bu. Bu şart o dönemdeki bütün Sümer topluluğuna yöneltilmiş
olmalıydı. Fakat Tanrılar, burada sadece ‘bir daha Tufan yapmama’ kararı
almışlardır; bu ise kurban sunuşun sadece bir biçimi ile ‘insanın suda
boğularak’ öldürülmesi ile sınırlıdır. Daha sonra Enlil de olacak olan,
Babil’in ünlü tanrısı Marduk (Eski Ahit’te Nemrud, Bay Kramer’de Martu) , ‘çiğ
et yiyen’ ve başka biçimleriyle hazırlanan kurbana doymayan özelliğini devam
ettirmiştir. Fakat ne olursa olsun, Tanrıların Sümer topraklarında bir kez daha
Tufan yapmama kararları, kurban sunum biçimlerinden sadece birini yasaklamış
olsa da, o sıradaki toplumunun uygarlık yolundaki önemli bir adımını temsil
eder.
Nuh ve
karısının ‘sonsuz yaşam’la tanrılaşmaları, bizzat Enlil (Bel) tarafından, bütün
Tufan Tanrıları önünde açıklanıp, onaylamıştı. Sümer tarihindeki Tanrısallık
kavramı da, sonraki anlamını başlangıçta taşımaz; onun başlangıç anlamı
çoban-güdücü, yönetici veya doğrudan Tan (Gök) , Kir (Yer, Kara) , Tan-Kir (Gök
ile Yer temsilcisi) , Din-gir, En-ki (Yer Ulusu) biçimleriyle ortaya çıkmıştı.
Bu kavramı doğrudan insan temsilcilerin
taşıdıklarına şüphe yok. Yöneticilerin kutsallaşması, ruhlarının göğe uçması,
bizzat onların ‘tüm insanlık’, daha doğrusu temsil ettikleri toplum birim
’insanlığı’ adına, o toplum birimin eski barbarlık dönemindeki yükümlülüklerini
yerine getirmek için feda edilen kişiler olduğunu düşünmeye yöneltiyor.
Bakire Meryem’in oğlu İsa’nın Tanrısallaşması
ve Göğ’e çekilmesi de ancak, insanlığın ‘günahları’ yani yükümlülükleri namına
canlı bedenini çarmıhta gerdirmesiyle mümkün olabilmişti. Eski toplumda,
başlangıçta, kutsal kişilik yetkileri bir yönüyle de onların tüm toplum birim
adına, kanlarını ve etlerini kurban etmelerini gerektirir. Sonradan bir bölümü
ceza yaptırımı halini alacak olan, el, parmak, burun, kulak kesme veya sünnet
uygulamaları, yamyamlık döneminden kurtulma aşamasında yaratılan kutsal adak
eylemlerinin parçalarıydı.
Günümüzde
bile yürürlükte olan, kadın ve erkek Hristiyan din görevlilerinin bir
bölümünün, yaşam boyu evlilik yasağına tabi olmaları da bir çeşit
‘adanmış’lıktır ve bu tür ‘fedakarlıklar’ onlara ‘saygın’lık kazandırmaktadır.
İnsan toplumu, geçmişte de gelişigüzel Kutsal’lık dağıtmayacak kadar eli
sıkıdır.
Bakire Meryem’in oğlu İsa; Baba, Oğul ve
Kutsal Ruh-nefes (En-lil) olabilmenin bedeli olarak göğe çekilmeden önce, 12
havarisine, kendi eti yerine geçmek üzere kutsal ekmeği ve kendi kanı yerine
geçmek üzere de kutsal şarap sunmuştu. İsa’da et-ekmek ve kan-şarap
eşitlenmesi sembolik özellik taşır. Fakat öteki bulguların yanı sıra, eski
Sümer tabletlerinde yer alan ‘hayat yiyeceği’, ’hayat içeceği’ kavramları,
insan et ve kanının, geçmişte gerçek anlamıyla ele alınmış olduğuna pek şüphe
bırakmaz; Türkçede şimdi bile, ittifak, 'ant'laşmak, doğrudan ‘ant içmek’
sözüyle yaşar. İncil yazarları, İsa üzerinden, sonradan sembolik hal alan, bu
eski gerçek geleneği ifade etmişlerdi.
Sümer Nuh’u
Sisudra’nın, Zeus’a kaynaklık edecek biçimde çevrildiğini görmüştük. Homeros
yazıtlarında yer alan Agamemnun, Paris gibi kişi adları da Mezopotamya’yı
işaret ediyor. Eğer tarih ve toplum bilim, eski Yunan öğretisine göre üçüncü kuşak
tanrıların babası olan Zeus ve karısı Hera’nın M.Ö. üçüncü binli yıllarda
Mezopotamya’dan hareket ederek Olimpus dağına tırmanmış olduklarına ilişkin
başka bulgular da ortaya koyabilirse, Nuh’u kurban alarak tanrılaştıran
Tufan’ın sonuçları başka açılımlar da getirebilir.
Tufan aynı
zamanda, Gök’sel Kraliyet yetkilerinin Surrupak’tan Kiş’e aktarılmasıyla da
sonuçlanmıştı. Sümer kraliyet listesi’ne göre: “Tufandan önce, beş kentte sekiz
kral 241. 200 yıl hüküm sürdü. Tufan’dan sonra (Arki Abubi) Krallık gökten
(yeniden) indirildi, Kraliyet, Kiş’e verildi. ”
Eski Ahit,
geçmiş tarih aktarımında, soy izini sürdürme bakımından çok büyük yanılgıya
düşmemiş ise, olayların doğal mantığı, yeni kraliyet merkezi Kiş ile Nuh kavmi
arasında bir ilişki kurulmasını gerektiriyor.
Inanna,
Uruk’ta Gök tapınağı inşa ettirdikten sonra, Enki’nin Eridusu’na gelmiş, kurban
ve içkilerle bezeli tanrısal bir tören düzenlenmiş ve Dingir-Enki; Eridu, E-A,
E-Apsu’nun bilgelik güçlerini İnanna’nın kayığına (‘gemi’?) yükleterek Sümer
yönetiminin Uruk’a devredilmesini sağlamıştı.
Bu durumda
doğal olarak, Kiş ile Tufan’ın mağduru Nuh kavmi arasındaki ilişki konusuna
yönelmek yanlış olmayacaktır. Fakat Kiş Kraliyet Listesinde, Eski Ahit’in Nuh
soyunu doğrulayacak bir görüntü bulunmuyor.
Öte yandan
Eski Ahit'in Nuh Tufan'ına gelinceye değin, Adem ile Nuh arası ve Nuh ile
Abraham arası dönem bakımından sıraladığı soy ağacı büyük bir bulanıklığa da
sahiptir.
Eski Ahit,
Yaratılış'ın ardından Adem ile Havva'nın oğulları Habil ile Kabil'den
bahsettikten sonra Kabil soyunu sıralamaya başlar. Sonra yeniden Adem ile Nuh
arasında yer alan soy ağacı sıralamasına geçer ama bu kez İnsan'ın (Adam ile
İnsan burada açıkça eşit anlam ve aynı kelime söylenişi halini almıştır:
“Tanrı, Adam'ı yarattı.. ”) Havva'dan olan ilk oğullarından hiç bahsetmeden,
Adam 130 yaşında iken olan oğlu Seth'den başlayarak Nuh’a ulaşmaya çalışır.
Tufan
sırasında Nuh, E-A’nin şehri Eridu’ya (Nun-ki) ulaşmak istiyordu. Nun-ki,
Akad’ların Bab-il’i, Eski Ahit’in de Ke-nan ülkesi olmuş olmalıdır. Nuh’un
gitmek, yaşamak istediği Nun-ki, Ke-nan toprağı, eski Yahudi din adamları
arasında öylesine derinlere kök salmış bir duygu olmalıdır ki bir süre
kayboldukları tarih sahnesine yeniden Abram’la Harran ’dan yola çıkarak
döndüklerinde, Tanrıların Tufan sırasında Nuh’u sürdükleri toprakları,
‘vadedilmiş topraklar’ olarak anımsayacak; Nuh’un gitmek istedigi Nun-ki’yi de
(büyük olasılıkla tersten okuma biçimiyle) Ke-nan toprakları olarak hedef
alacaklardır. Kenan ülkesi, Abraham’ın da artık nerede olduğunu bilmediği ve
fakat hem ona, hem de Musa ve Harun’a yasallık verecek bir işgal arayışının
parçası olmuştur.
İlginçtir
ki bu sürgün ve göçebe kavim, Yahudiliğin bu güçlü dürtüsü ile binlerce yıl
dayanabilmiş ve ancak yarım yüzyıl önce şimdiki İsrail’i oluşturabilmiştir.
Eski Ahit’e
göre, sonra Abraham (İbrahim) olan Abram’ın erkek kardeşi Haran, yöredeki en
büyük din yetkilisi ve Teraş’ın da babası idi. O ölünce Teraş ailesini aldı “
Kanaan=Kenan topraklarına ulaşmak için Şalde=Kalde’ de bulunan Ur’dan çıkıp
gitti. Haran=Şaran’a geldi ve oraya yerleştiler. ” (Eski Ahit. Yaratılış. 11.
31)
Eski
Ahit’in Ur’u, belki de Urfa’dır. Çünkü ‘Tufan şehri’ (S) uruppak-Uruffak, bugün
Fara olarak biliniyor. Uruffak ise Urfa biçimini alabilir görünmektedir.
Böylece, Uruffak’tan kovulan Nuh soyu, şehirlerini sürgün edildikleri
’nehirlerin ağzı’na Ur-fa’ya taşımış, Ab-ram’da , daha sonra 'halkların babası'
Abraham=İbrahim olarak , bu Urfa-Harran’dan yeniden yola çıkmıştır. Fakat bu
olasılık yine de Nuh geleneğinin göçebe semitlik yanından ötürü sorunludur.
Karanlığa
gömülü bu tarihte, iki nokta kesin görünüyor: Abram’ın yeniden yola çıktığı
yerin Harran ve Tufan sonrası Kraliyetin indirildiği şehrin Kiş olması. Nuh
‘gemisi’nin hangi dağa yanaştığı (dağ sözünün Tanrısal tapınakları da
kastettiği, Sümer çöllerindeki Tanrı tapınaklarına da ‘dağ’ denildiği
unutulmamalı) tartışmalı sorun olarak kalmıştır. O zaman bu ara tarih bölümünün
yeniden yapılandırılması gerekiyor.
Ararat,
Aratta, Kiş, Magan, Meluhha, Dil-mun, ’ Güneşin ‘doğduğu’, ‘battığı’ yer,
’nehirlerin ağzı’ kavram ve sözcükleri, kimi yanlarıyla bay B. Hrozny, S.
Kramer ve diğer Sümerologlar tarafından ele alınarak çözümlenmeye çalışılmıştı.
Bay
Kramer’in, M.Ö üçüncü bin yıllar için, Aratta (belki Ararat okunmalıydı) ile
birlikte adı geçen Magan ile Meluhha’yı Mısır ve Etiyopya sanarak yorumlaması
üzücüdür. (Sümerler. S. 360 vd.) Birbirlerinden 25 -100
km . gibi yakın aralıkla oluşan
ilk Sümer yerleşimleri döneminde, Mısır ve Etiyopya ile bir ilişkinin hiçbir
maddi temeli yoktu. M.Ö. 2400’
lerde yapıldığını bildiğimiz Lagas’ın kutsal bölgesi Girsu’da inşa edilen
Ningirsu tapınağı yapılırken “Dağdan tomruklar taşıdı Makan'lı ve Meluhha'lı”
deniliyordu; bunlar yakın komşu ve dağlarında tomruklar bulunan bölgeler
olmalıydı.
Aratta’nın
Ararat ile; Ararat’ın, Urartu medeniyeti ile bu toplulukların da Güneş Tanrısı
Utu, Tan, An, Tun sözüyle bağıntılı olduğu görülüyor. Güneş toprağı olarak
okunan sözlerin, Bay Kramer tarafından Doğu olarak yorumlanması yanıltıcı olmuş
gibidir.
Ararat,
Kars, Van, Urfa, Nemrut, Malatya bölgelerinin tarihte, Sümerlerle ilişki içinde
olması gayet doğaldır ve zaten Assur, Urartu, Martu (Nemrut) Ararat’ın tarihte
güçlü dinsel yapılanmaları temsil etmeleri ve onların devamının bugün bile Hristiyanlık
içinde tek başlarına bir kol olarak durmaları buna işaret ediyor.
Tufan’dan
sonra Nuh ve üç oğulu, Sem ve Yafet ile Kenan'ın babası Şam, 'Nuh gemi'sinden
çıkmışlar, çalışmaya ve çoğalmaya başlamışlardır. Eski Ahit bu gelişmeleri de
şöyle aktarır:
“Nuh, üzüm
yetiştirmeye başladı.
Şarap içince sarhoş oldu ve çadırında soyundu.
Şarap içince sarhoş oldu ve çadırında soyundu.
Kenan'ın
babası Şam, babası Nuh'un çıplak olduğunu gördü ve dışarıdaki iki kardeşini
uyardı. Fakat Sem ile Cafet (Nuh'un) mantosunu aldılar, kendi omuzlarına
geçirdiler ve geri geri yürüyerek babalarını örttüler; başları arkaya dönüktü
ve babalarının çıplaklığını görmediler. Nuh sarhoşluğundan ayılınca kendine bu
işi yapanın, en küçük oğlu olduğunu öğrendi. Ve dedi ki:
'Lanetlensin
Kenan!
Köle olsun kardeşlerine!'
Ve yine dedi ki;
'Yahve, Sem'in tanrısı, kutsansın,
ve Kenan kölesi olsun onun!
Tanrı, dışarıda koysun Yafet'i,
Sem'in çadırlarında yaşasın Tanrı,
ve Kenan kölesi olsun Onun!
Köle olsun kardeşlerine!'
Ve yine dedi ki;
'Yahve, Sem'in tanrısı, kutsansın,
ve Kenan kölesi olsun onun!
Tanrı, dışarıda koysun Yafet'i,
Sem'in çadırlarında yaşasın Tanrı,
ve Kenan kölesi olsun Onun!
Tufan'dan
sonra Nuh 350 yıl yaşadı. Nuh'un toplam hayatı 950 yıl oldu, sonra öldü. ”
(Yaratılış. 9 -10)
Burada
Nuh'un 'manto'su (kutsal giysi olmalı) üzerine kopan yeni Tufan’ın, gerçekte eski
miras dağılım düzeninin değiştirilmesini; üçlü toplum birim arası yeni
ilişkileri anlatmaya çalıştığı anlaşılıyor. Bütün bunlar, Nuh soyunun sürgün
edildikleri bölgede iç yapılarının yeniden nasıl düzenlendiğine ilişkin üzeri
kararmış, eski çocuk paylaşım ve miras ilişkilerine; dinsel yetkililerin çıplak
tören uygulamalarına, toplum birimler arasında dini ve sivil yetkilerin
ayrışmasına vb. dayanan farklı aktarımların iç içe sunulduğu, belki
devşirilmiş, üzeri oldukça küllenmiş gelenek anlatımlarıdır.
Görünüşe
göre 'en küçük oğul' babanın doğrudan asıl mirasçısı olma konumundan
uzaklaştırılmış; dini otoriteyi temsil yetkisi Sem'e verilmiştir. Burada adı
geçen ve daha sonra Semit olarak anılacak Sem soyunun, Bay Kramer’in düşündüğü
gibi, Sümerleri kastettiği sorunlu bir iddia gibi görünüyor.
Tanrı’yı
çadırlarda yaşatma; girme hakkı sadece yetkili dini şahıslara ayrılmış kutsal
çadır geleneği, Nuh-Abram-Musa soyunun göçebeliğe dayandığının bir ifadesi
olmalıdır.
Şam, Şamaş,
An, Anu, Tan, Utu okunan Güneş Tanrı ile Nuh kavmi burada yollarını ayırmışa
benzemektedir.
***
Bu yazıda,
Tufan’a ilişkin bir çok temel kavram ve konuyu bazı yanlarıyla da olsa,
açıklamaya çalıştım. Fakat Tufan kavramının kendisini açıklamayı en sona
bıraktım. İstedim ki tek başına bir kavram ile konuyu açıklamak yerine,
etrafını aydınlatarak ana noktaya doğru ilerleyelim ve böylece yorumlarımızın
doğruluk derecesini de sınamış olalım.
Tufan’ın
Abub [ (i) , (a) , (u) ] kelimesi karşılığı olduğu yazıda bir kaç kez
belirtilmişti. Tufan, Akad-Babil dilinde Abubi; Sümerce olarak ise a-ma-ru’dur.
Bu kelimelerin tam karşılığı, Fırtına, Kuvvetli Rüzgar, Hortum gibi hepsi Yel, Nefes
ile ilgili anlamlar taşırlar. Bu kavramlarda yağmurlar, seller, suda boğulmalar
gibi anlamlar bulunmaz; Tufan’ı yapan Tanrı da zaten Bel-Enlil’dir ve En-Lil
adının doğrudan doğruya Ulu Yel, Büyük Nefes anlamlarına geldiğini görmüştük.
Demek ki rüzgar, fırtına, yağmur ve gemi yorumlarına bağlı Tufan kavrayışı
sonradan oluşmuş ve giderek yerleşmiş olmalıdır. Abubi’nin başlangıçtaki anlamı
Enlil’in, Kutsal Güçlü Nefesi’nden başka bir şey değildi ve bu nefes,
ritüellerde kutsal kurban ateşinin yakılması ve söndürülmesini de sağlıyordu.
Eğer Tufan,
daha Tufan sırasında öteki Tanrıları pişman ettirecek bir barbarlık geleneğinin
devamı ise ve eski toplum bu gelenekten uzaklaşmak için çaba sarfediyorsa, onu
mümkün olduğunca soyutlayarak, anlamını bozarak, toplumun gerçek yaşamının
dışına itmeye çalışacaktı; öyle de olmuştur zaten.
Eski toplumun devam ettirmek istemediği ve
yeni yaşam tarzına uygun olmayan eski gelenekler, doğal gelişmenin de
zorlamasıyla, sembolik hale dönüşür ve toplumun gerçek yaşamından uzaklaşır.
Yeni yıl Bahar şenliklerinde ateşin üzerinden zıplayan ve böylece arındığını,
yeni yılda ‘hastalığa’ vb. yakalanmayacağını uman torunları, atalarının
binlerce yıl önce ateşte yakılarak ‘arındırıldığını’ ve böylece ruhlarının göğe
ulaşarak ölümsüzleştiğini belli ölçülerde bilmek de istemezler zaten. Ölü
bedenin, Homeros destanında yer aldığı gibi, yakılacak bile olsa, önce, kazanda
kaynatılmış su ile ‘arındırılması’ uygulaması, geçmişte kazan kullanan
yamyamlık türünün de yaşanılmış olduğuna işaret eder. Nuh Tufan’ının,
’insanları’ hamura-çamura çevirmesinin; ’gemi’ haline evrilecek olan bu tür
kazanlar aracılığıyla olup olmadığına artık okur karar versin.
***
Havva ana,
başka birçok olanak varken, tanrı tarafından, Adem’in kaburga kemiğinden yaratılmıştı.
Bu yaklaşımla alay etmek yerine, Bay Kramer ve öteki kimi Sümerologlar,
kendilerine, ‘neden ille de kaburga kemiği?’ sorusunu sorma tavrını
takınabildikleri için, araştırma ufuklarını genişletebilmişlerdi. Böylece Sümer
tablet çözümlemelerinden yola çıkarak bu soruya yanıtlar bulunabilmiştir:
“Kitabı-mukaddes’e göre adı aşağı yukarı ‘yaşatan dişi’ (yaşatan hanım) anlamına gelen Havva adlı kadının yaratılmasında, İbrani öykü anlatıcıları neden bedenin başka bir organını değil de kaburga kemiğini daha uygun bulmuştur? ... çünkü elimizdeki Sümer şiirinde, Enki’nin hasta organlarından biri kaburga kemiğidir. Kaburga kemiğine Sümerce 'ti' denir. Bu nedenle Enki’nin kaburga kemiğini iyileştirmek için yaratılan tanrıçaya Sümerce Nin-ti, ’Kaburga Kemiği Hanımı’ adı verilmiştir. Fakat Sümercedeki ti sözcüğü aynı zamanda ‘yaşatmak’ anlamını da taşır. Böylece Nin-ti ‘Yaşatan Hanım’ olduğu kadar ‘Kaburga Kemiğinin Hanımı’ anlamına da gelebilir. . . . . ” (Sümerler. S. 198)
“Kitabı-mukaddes’e göre adı aşağı yukarı ‘yaşatan dişi’ (yaşatan hanım) anlamına gelen Havva adlı kadının yaratılmasında, İbrani öykü anlatıcıları neden bedenin başka bir organını değil de kaburga kemiğini daha uygun bulmuştur? ... çünkü elimizdeki Sümer şiirinde, Enki’nin hasta organlarından biri kaburga kemiğidir. Kaburga kemiğine Sümerce 'ti' denir. Bu nedenle Enki’nin kaburga kemiğini iyileştirmek için yaratılan tanrıçaya Sümerce Nin-ti, ’Kaburga Kemiği Hanımı’ adı verilmiştir. Fakat Sümercedeki ti sözcüğü aynı zamanda ‘yaşatmak’ anlamını da taşır. Böylece Nin-ti ‘Yaşatan Hanım’ olduğu kadar ‘Kaburga Kemiğinin Hanımı’ anlamına da gelebilir. . . . . ” (Sümerler. S. 198)
Ya da
örneğin, elinde çok daha fazla olanak varken; onlarca cariyesi ile haremini
güçlendirmesi ve daha fazla sayıda kadını nikahlaması mümkün iken, Muhammed,
erkeği ‘4 yasal eş’ ile sınırlamıştı? Neden üç veya beş değil ama ille de dört?
Bundan
çeyrek yüzyıl önce, Bay İlhan Arsel’in veya daha sonra, barbarca katledilen
Turan Dursun’un kitaplarının kendilerine genel olarak sormadıkları bu tür
soruları sormak gerekiyor. Ben okura, yanıtlarda, aydınlarımızın çokça
başvurduğu veya en azından düşündüğü, ‘sonuçta kutsal saçmalıklar’ sınırlarının
ötesine geçilmesine işaret eden bu tür basit soruları çoğaltması dileğinde
bulunuyorum. Bunlara, ikna edici yanıtlar yalnızca toplum bilim alanında
kalınarak verilebilir ve böylece önümüze kavrayış derinliğini arttıran geniş
bir saha çıkar. Bu sahada kalarak yanıt verme çabası ise bizi gerçek insanın,
gerçek toplumsal ilişkileri alanına girmeye zorlar.
***
Bu yazıyı
bitirirken, bir Sümer veya din bilgini uzmanı olmadığımı da söylemeliyim; fakat
bu durum, Tufan sorununu ele almaya engel değil. Tufan aktarım yorumlarımda,
yayınlanmasının hemen ardından saptadığım ve gözden geçirim sırasında
düzeltilmesi mümkün, bilgi yanlışları da bulunuyor. Fakat zaten ben okura,
burada sadece, geçmiş tarihi ve o tarihteki dinsel olguları ele alma tarzımı ve
bu tarzı sunarken kullandığım temel vargılarımı tanıtmaya çalıştım. Ölüm ve
Cenaze Kültü ve Tufan Anlatımları üzerine yazılarım, insan bilim alanında
ulaştığım vargıların, bir çeşit, uygulama örneklerini oluştururlar.
Bu sürecin,
başka çabalarla da giderek daha güçlü bir şekilde ilerletileceğine içtenlikle
inanıyorum.
Safa
Kaçmaz, Paris
11.12.2003
11.12.2003
BAŞVURULAR
P. Edouard
DHORME . Choix de textes religieux Assyro-Babyloniens. 1906-Paris
Les
Religions de Babbylonie Et d’Assyrie. 1949-Paris
G.
CONTENAU. L'épopé de Gilgamesh. Poéme Babylonien. 1939-Paris
Harmut
SCHMOKEL. Sumer et la civilisation sumérienne. Payot. Paris
Kadriye
YALVAÇ-Mebrure TOSUN. Sümer, Babil, Assur Kanunları. TDK. Ankara
Jean-Louis
HUOT. Les Sumériens. Paris
S. N.
KRAMER. Tarih Sümer'de Başlar. İstanbul-1999
Sümerler.
İstanbul-2002
HOMEROS.
İlyada. İstanbul-1997
L`Homme.
Revue Française d`anthropologie. Paris.
Bedrich
HROZNY. Archiv Orientalni. Praha-Czechoslovakia. 1949