22.11.2006

Kutsal Tufan anlatımları (3-4)

Kutsal Tufan anlatımları (3 - 4)

TUFAN BULGULARI...


Ortaya çıkış ve oluşma gerekçeleri bakımından din, eski insanın hayal ve korkular dünyasının kutsal saçmalıkları değil fakat tersine, en gerçek eski ilişki kurallar toplamıdır.

Süreç içindeki evrimi, değişik bölge topluluklarında, farklı anlatım biçimleri kazanmış olsa da daha sonra din olarak karşımıza çıkan olgu, en geri insan toplulukları dahil olmak üzere, her yerde, eski toplumsal ilişkilerin en gerçekçi ilk hallerinin saptanmış ve giderek toplum yaşamı dışına itilmeye çabalanıp, soyutlanmış yasaları olarak var olurlar. Böylece en geri ‘ilkel’ toplulukların kutsal ve kutsal olmayan varlıkları, günümüzün yasal ve yasal olmayan davranış biçimlerinin belirleyicileri olarak ortaya çıkar.

İki toplum birim arasındaki bir akdin "öyle olsun" onay sözü olan amin, amen, giderek şimdiki bireyin dua kapanış sözcüğü halini alır.


"Sümerlerin dini" onu, başlangıçta toplum birimler arası paylaşım ilişki düzeninin anlatımı olarak biçimlendiren insanın torunları tarafından, süreç içinde, zorunlu olarak, öylesine geliştirilmiştir ki bugün bu konularda  uzman olan ve üzerine yüzlerce sayfalık tezler hazırlayabilecek bilim adamlarımız, ünlü Sümerolog Bay Samuel Kramer örneğinde de olduğu gibi, sonunda bu ‘karmaşıklık’ karşısında yine de çaresiz kalırlar. Çünkü onlar dinin kaynaklarını gerçek insanın, gerçek yaşamının, gerçek tarihinde değil; yıldızlarda hayal, düş ve korkularda; gökyüzünün sonsuzluğu ile yedi kat yeraltının korkunçluklarında aramaktadırlar.

Bireyin, ulusal sınırları yırtılmış şimdiki yaşam koşullarına uyan yeni ilişki biçimleri içinde, özel olarak İslam’ın ve genelde de dinin, aynı zamanda bir siyasal hareket olarak biçimlenişini de anlayabilmek için artık “Türkiye’de türban” tartışması sınırları ötesine geçmek gerekiyor. Belki yanılgılar taşıyacak olsa da eski toplumun din sürecini, onun bir parçası olarak Tufan’ı yeniden değerlendirme çabalarımız, bu temel hedefe bağlıdır zaten.

Binlerce yıl içinde, insan zeka ve maharetiyle iyice soyutlanmış bir özelliğe sahip olsa da Tufan, herhalde, Mezopotamya’daki eski toplum yaşamında, oradaki toplum birimlerinden bazıları bakımından, hiç olmazsa bazı yönleriyle yaşanmış bir tarihi temsil etmiş ve bir yeniden düzenleniş anlatımı olarak yaygınlaşmış olmalıdır. Tufan’ın eski kayıtlarda en azından milat olarak kullanılacak kadar önemli bulunduğu ise kesindir.

1900 yılında, Bay Hilprecht ve ardından, Bay Koldewey Fırat üzerinde şimdiki adı Fara olan bölgede çalışmaya başlamışlardı. Fara kalıntılarında yüzey bütünüyle hazine avcısı yerli halkın ön elemesinden geçmişti ama biraz derinlere inince yassı kerpiçle yapılmış yani Sargon dönemi öncesi yapım tekniğinin kullanıldığı bir harabe ortaya çıkarıldı.

Üzerinde Dumuzi (Temmuz) (Adam) (Adem) motifleri bulunan silindir mühürler; arkaik türde yazılmış kil tabletler; üzeri mühürlü ibikli testiler; taş ve bakır kap-kacak ve daha eski Cemdet Nasr dönemine denk düşen seramik eserler de bulundu. Bulgular, bu yerleşim biriminin yaklaşık olarak M.Ö 2800 -1600 yılları arasında kullanıldığını göstermekteydi.

Uzmanlar, 20 Şubat 1903’te bulunan bir damgadan yola çıkarak, bu yerleşimin tarihteki (S) uruppak olduğunu da saptadılar. Burası daha sonra Ziusudra, Utnapistim, Nıg-gıl-ma, Noah, Noé, Nuh olarak
adlandırılacak olan “Şuruppaklı adam, Ubar-dudu’nun oğlu”nun Tufan’dan önce yaşadığı şehir idi.

Uzmanlarımız burasının aynı zamanda ‘Tufan şehri’ yani Tufan’ın gerçekleştiği ‘şehir’ olduğunu düşünmektedirler. Böyle düşünülmesini gerektiren nedenler olmakla birlikte, Babil Tufan anlatımındaki fotoğraf biraz daha farklı bir görüntü verir.

Her şeyden önce Suruppak, Bel-Enlil’in ‘şehri’ idi ve Nuh, artık bu topraklarda yaşamayacağını (Kuran, şehrin ileri gelenlerinin, Nuh’un ‘taşlanmışlardan’ yani öldürülenlerden olacağını söyleyerek ona gözdağı verdiklerini yazar) ; Okyanus’a doğru giderek, tanrısı EA ile yaşamak istediğini söylüyordu:

40-) Ul uş-şab ina a (li-ku-) nu-ma
(in) a qaq-qar EN-LIL ul a-şak-ka- (na)
pani-ia- a-ma
(ur) -rad-ma ana apsi
il-ti (E-a be) -li-ia aş-ba-ku

40-) Artık şehrinizde kalmayacağım
Alnımı artık Enli-Bel’ in topraklarına sürmeyeceğim
Okyanus'a doğru ineceğim
Benim tanrım EA ile yaşayacağım orada
Yine Babil anlatımına göre Nuh’a, ‘gemi’yi ‘okyanus’ üzerine yerleştirmesi öğüdü verilmişti:

... ma apsü şa-a-şi şu-ul-lil-şi
(... okyanus üzerine yerleştir onu)

Nuh'un ‘Gemi’si Tufan'dan sonra ise Kuran'a göre, Cudi; Eski Ahit'e göre, Ararat; Babil kayıtlarına göre ise 'Nit-sir Dağının üzerine' gelip durduğu söylenir ama Nuh, henüz Tufan olmadan önce, Tufan hazırlığının parçası olarak, ‘gemi’ yi Puzur-Kur-gal’a doğru götürmek istemektedir:

A-na pi-hi-i şa elippi a-na pu-zu-ur KUR-GAL (amelu) malahi
(Gemiyi Puzur-Kurgal'a doğru götürmek için)

Babil ve Sümer Tufan aktarımlarında daha çok, Bay P. Dhorme’un Fransızca dönüştürmesini temel aldım. Kayıtlar yeniden dikkatlice incelenince, din bilgini Bay Dhorme’un, öteki Sümerologlar da yaklaşık öyle yaparlar, tablet yazılarını daima şimdiki dinsel yorumlar temelinde
ele almış olduğu ortaya çıkıyor.

Örneğin ‘Okyanus’ (Océan) olarak yorumlanan sözcük, metinlerde Apsu, Apsi olarak yer almaktadır. Nammu tanrıçanın (Umman diye de okuyabiliriz ve bu da hiç olmazsa bizde Deniz ile anlamdaştır!) ‘ İlksel deniz’i olarak da tanınan Apsu, E-A’nın, Enki’nin bulunduğu Eridu’nun öteki tanımlamalarından başka bir şey değildir. Apsu kelimesi, “Abime étérnele”, ”Dieu des profondeurs de l`eau”, Sonsuz Çukur, Derin Pınar, Derin Sular Tanrısı biçiminde bir anlama sahiptir. Apsu ile birlikte Eridu Sümerlerin ilk dini merkezi gibi görünmektedir. Bay Kramer’in haklı olarak saptadığı gibi Nammu, Sümer’in oluşturulması öncesindeki Kaos durumu şartlarında da, “ilksel deniz” olarak başlangıçta var olan yerleşim gibidir. Golf körfezinin eski yataklarına göre, denize kıyısı olan bu ilk yerleşim (veya ilk yerleşimlerden birisi) ; en eski dönemlerden beri kutsal sayılan Apsu’nun sözcüsü bilge En-ki’nin bulunduğu Eridu ‘şehri’ydi.

Burasının en eski yerleşim (lerden birisi) olduğunu, 4000 yıl kadar önce hazırlanan Kraliyet Listesi’nin, Sümer secere kaydına başlamadan: "Kraliyet gökten indiğinde, Eridu’da krallar vardı. Eridu’da Alalim kral oldu ve 28. 000 yıl hüküm sürdü" diye yazmasından da anlıyoruz. Kısaca bu yerleşim, Sümerlerin en eski yerleşimi değilse bile en eskilerden birisi ve kutsal yönetim merkeziydi.

Günümüzde gözlerden kaybolmuş, şimdiki adıyla Tel Abu Sahran olan Eridu, 1854 yılında Mukayyar’da kazı yapan Bay Taylor tarafından ziyaret edilmişti. Yapım tekniği, burasının arkaik özelliğini derhal yansıtıyordu.
Güney Mezopotamya'nın bu çöllük alanında, günümüzde bile, tatlı su gölleri bulunuyor. Böyle bir gölsel bataklığın arasındaki bir adada, eskiden, Eridu bir yanına Fırat’ı, öteki yanına da eskiden bulunduğu seviyeye göre Golf körfezinin kıyılarını almış olarak kurulmuştu. ”Derin Sular tanrısı” Apsu’nun sözcüsü Enki-Ea’nın şehri bugün çölle çevrili bir bataklığın ortasında kalmıştır.

Burası adeta bir üçgen biçiminde göğe doğru 12 m. yükselen bir tepedir. Tepede eski Ziggurat-tapınağın kalıntıları bir çadır görüntüsü vermektedir. Tapınak yapıldığında iki katlı olduğu sanılıyor. İlk katın 24 metrelik devasa yüksekliğiyle, mermerden yapılmış giriş kısmı, hala durmaktadır. Yan tarafta, yakında, yapıtların inşasında kullanılan topraklar küçük tepeler olarak hala yerinde duruyor. Bu ‘toprağın’ özelliklerini kazıt uzmanları tam olarak bildirmiyorlar ama güney Mezopotamya’da ender rastlanıldığına göre, tapınak yapım veya onarım malzemesi olarak, belki daha sonraki bir dönemde, başka bir bölgeden buraya taşınarak getirilmiş olmalıdır.

İngiliz yurttaşı Seton Lloyd ve Fuad Safar, Irak devleti adına, 1946 - 47 de bölgede yeniden kazıt çalışmalarına başladıklarında, Ur’un başta gelen üç yöneticisi, U r-Nammu, Sulgi ve Bursin’in, Sümer kültünün yeniden diriltilmesi amacıyla Eridu yapıtlarının inşasında yardımda bulunmuşa benzediklerini saptamışlardı. Zaten, özellikle dinsel kurumların yapımında, toplum birimler arasında çok düzenli bir işbölümü ve dayanışma örgütlenmekteydi.

Aşağı Mezopotamya’nın deniz seviyesindeki alanında Dicle ve Fırat’ taşkınlarına karşı yükseltilmiş zeminler üzerine inşa edilen tapınakların yapımında malzeme temini ve el emeği bakımından bir işbirliği olduğu eski kil tablet yazılarından da anlaşılmaktadır. Mısır piramitlerinin ancak köle emeği yoluyla yaptırılabileceği üzerine koparılan gürültünün, günümüzde bir değer taşımadığı, piramit yapım kayıtlarının bulunmasıyla ortaya çıkmış durumdadır. Bu tür kutsal yapılar, ortak bir inancın korunması ve güçlendirilmesi hedefiyle ele alınır ve kutsal alanlara, hiç olmazsa ilk dönemlerde, yabancı veya kölelerin sokulması, herhalde yasak sayılıyordu.

Büyük İskender döneminin, Babilli tarihçisi papaz Berose, Eusebe yıllık kayıtlarına dayanarak, büyük olasılıkla Eridu’nun tarihteki konumuna ilişkin olarak, "o zamanlar bir ucu Babil'e kadar gelen Kızıl Deniz'den yarısı insan, yarısı balık olan Oannes isimli bir bilge çıktı ve bütün bilgileri insanlara o aktardı", diye özetliyordu. Rahip Berose’un tercümelerinde (m) harfinin daima (n) ile yer değiştirdiğini hesaba katarsak, bunun Nammu okunuşunu verebileceğini ve bize de Yunus haliyle ulaşmış olabileceğini düşünebiliriz. İnanna’nın anlatımında kendilerine ‘aşk evi’ yaptığı ‘Balık’ kabilesi olarak tanıtılan yerleşim de burası olmalıdır.
Kısacası Tufan anlatımlarında ‘okyanus’, ’deniz’ olarak tanıtılan şey, Apsu; Enki, E-a’nın Eridu ‘şehri’nden başka bir yeri anlatmaz. Burası, Tufan aktarımında ’gemi’ için uygun bir ‘okyanus’ veya ’deniz’ halini almış olmalıdır.

Puzur Kurgal tanımındaki Puzur sözü ise 'sır', 'giz' anlamındadır. Bunu yazgı, kader diye yorumlamak daha doğru olacaktır. Kur-gal’ın ise, aynı zaman da tanrılar ve tanrı tapınakları ile de anlamdaş olarak kullanıldığı örnekleri biliyoruz; Bay Kramer eserlerinde bunu açıklamıştı. Kur-gal, Yüce Dağ, Ulu Dağ, Yüce Tapınak, Tanrısal dağ anlamlarında da kullanılmış olmalıdır. Nuh’un Puzur-Kurgal’ı, Eridu’nun, yazgıların yazıldığı Kutsal E-A, bilge Enki Tapınağını kastettiğini ve fakat sonraki yazıcıların buradan bir ‘dağ’ sonucu çıkararak Nuh gemisini Cudi veya Ağrı’ya- başka gerekçelerle de birleştirerek- yanaştırdığını düşünmek de mümkündür. Babil anlatımında gemi Nitsir (belki de kur’anın Sırat köprüsü) üzerine yerleşir.

Kutsal Eridu’daki ‘bilgelik’ gücü, yani En-ki Tapınağının yönetim gücü, daha sonra İnanna’nın Uruk Tapınağına aktarılmıştır. «Bilgelik gücü»nün yer değiştirmesi Sümerler üzerindeki yönetim hakkının yer değiştirmesiydi.

Uruk'u büyük ve kutsal kılan İnanna tapınağı, 1912 yılında ortaya çıkarılmıştır. M.Ö. 3000 yıllarına, denk düşen tapınak inşasında yapım
malzemesi olarak -o zamana değin olduğu gibi- güneşte kurutulmuş çamur kerpiç değil, yakın çevrede doğal kaynağı bulunmayan, dolayısıyla başka (ve uzak) bölgelerden getirilmiş olması gereken beyaz kalker taş kullanılmıştı. İnsanlığın, Mezopotamya’da o tarihe kadar yaptığı en üstün teknik ve mimari örneğini oluşturan, rengi Ak fakat adı ‘Gök Tapınağı’ olan bu yapı, aynı zamanda her köşesi, özellikle seçilmiş olmalı, bir yöne gelmek üzere Doğu-Batı-Kuzey-Güney belirlenimini temsil eder şekilde yapılmıştı.

İsa'nın sırtında taşıdığı 'dört çivi'li Haç, Çar-mıh, hiç olmazsa, 5000 yıldan beri tanınan bir ittifak işaretidir. Onun aynı zamanda matematik işlem işareti artı (+) olması da bu yüzden şaşırtıcı değildir. Böylelikle de, Tanrıça İnanna’nın kocalığa seçtiği veya seçeceği Lugal-yönetici, ‘dünyanın dört bucağı’nın hükümdarı olabiliyordu. Bay J. P. Roux’nun, eski toplum insanının, dünyanın dört köşe olduğuna inandığı yolundaki yargısı bu bakımdan çok yüzeysel kalmaktadır. En azından başlangıçtaki Sümer ‘dünya’ kavramı, zaten ‘gir, kir, ki’ olarak basitçe toprak demekti ve kara rengi ve kara çaputu başlarında taşıyan ‘karabaşlı’ Sümer insanlarının oturduğu bölgeler ile civarını anlatmaktan öte bir değer taşımıyordu. Sümer insanının o sırada ‘dünya coğrafyası’ üzerine uğraşmaktan daha önemli gerçek yaşamsal sorunları vardı.

D-B-K-G belirlenimi, Ak Tapınağın, toplum birimlerin toprak ve sınırlarını belirlemekte kullanılan başlangıç noktası olarak da kullanılmış olabileceğini gösteriyor; İsrailoğulları’nın toprak ve sınır paylaşımını anlatan Eski Ahit, tapınağı sıfır noktası kabul ederek iki ters yöne doğru uzaklık ölçümü yapıldığını ve toprakların böyle pay edildiğini anlatır. Bu bir tür Kıble kavramının gelişme sürecini de anlatır. Böylece tapınak, sınırların saptanma noktası olarak, kutsallığını ve dokunulmazlığını bir kez daha artırır. Eski toplumun ulu çınarları, yüksek tepeleri, göller ve kayaları kutsallaştırmasındaki bir gerekçeyi de böylece açıklayan Ak Tapınak 80x30 m. ölçülerinde dikdörtgen biçiminde inşa edilmişti. İç mimari düzeni de hayranlık vericidir:İki yanda ana girişi olan büyük (T) tipi salon ve yanlarda karşılıklı dörder ve girişteki üç odayla birlikte toplam 11 oda vardı. Salon 62x12 m. ölçülerindeydi. İnsanlara, birbirinden bağımsız olarak odalara giriş kolaylığı sağlayan Ak tapınakta çok sayıda giriş dehlizleri de konulmuştu. Bu durum Ak Tapınağın kutsal aşk evi olarak da kullanılmış olmasıyla ilişkili olmalıdır; çünkü, büyük olasılıkla, Mezopotamya’da, kutsal tapınakların yabancı erkekler ile yerli kadınlar arasında aşk yuvası olarak kullanımı, İnanna geleneğiyle başlayarak gelişmiş olmalıdır. (*)

Bütün törenler, eski toplumun zamanla sembolik hale gelen gerçek yaşam ilişkilerini verirler. Tufan’ın törensel özellikleri de, Sümer, Babil ve Eski ahit anlatımlarında tam olarak belirgindir: Bütün aktarımlarda Tanrılara kurbanlar sunulur; Tufan, belirgin bir gün (6 veya 7) veya zaman takvimini takip ederek gerçekleşir; Tanrılar toplanır, çiftleşir vb. Eski Ahit’in Tufan’ı da, bir çeşit eski tören takvimlerine uygun olarak hareket etmektedir:

“Sular, yeryüzünde, 150 gün yükselmeye devam etti.
150 gün boyunca sular çekilmeye başladı.
Ve Gemi, 7. ayın 17. de Ararat dağının üzerinde durdu.
Sular 10. aya kadar çekilmeye devam etti.
10. ayın birinci gününde dağların tepeleri görünmeye başladı.
Nuh'un hayatının 601. yılında, birinci ayın birinci gününde, toprak kurumaya başladı.
İkinci ayın 21. günü toprak kurudu.”

Burada hangi tür bir takvim değeri kullanıldığını bilmiyoruz. Sıralanan ayların başlangıcının Mart ayını (Yeni Yıl) temel alması olasıdır. Takvim rakamlarında aynı zamanda, eskiden yaygın olan ve Dummuzi’nin sembolik ölüm ve diriliş törenleri olarak tanınan 6 aylık evrelere yakınlık da görülmektedir. Sümer Kraliyet Listesi’nde 13. ayın da yazılmış olması, ayların gün değerinin de farklı hesap edildiğini, ayların ay’ın konumuna göre hesap edildiği ay takviminin kullanılmış olduğunu gösteriyor. Ama ne olursa olsun, Tufan, burada bir takvim uyarınca gerçekleşmektedir.

Kuran’da Tufan bağıntısında pek berrak olmayan ‘tandır’ ve ‘kazan’ kelimelerinin kullanılması, geçmişin üzeri kararmış ve artık Muhammed döneminde çoktan anlaşılmaz hale gelmiş eski yarı-yamyam kutsal tören izleriyle bağıntılı olabilir. Ve yine herhalde bu nedenle, tipik Tufan kavrayışına göre ‘ suda boğularak öldürülen’ ‘kafirler’ Kuran’da bir de ‘ateşe atılırlar’.

Tufan’ın törensel yanı, Tanrıların ‘insanlığı’ suda boğma yoluyla öldürme tercihinde de açıktır. Ellerinde ‘ceza’ için her türlü olanak bulunan tanrılar, onların içinde de Bel-Enlil, ‘suda boğarak öldürme’ yolunu benimsemiş ve ‘Tufan’ yapmıştır. EA’nın, Enlil’e karşı sözleri tam bir ağıt ve başka tür öldürmenin kullanılmayışına hayıflanmak gibidir:

“EA açtı ağzını,
Seslendi kahraman Bel (Enlil) 'e:
- Sen, tüm tanrıların en akıllısı, en kahramanı!
Nasıl düşüncesizce yol açtın Tufan'a?
Günahı olana yükle günahını!
Suçu olana suçunu yükle !
Fakat yok olmadan hepsi, serbest bırak kurtulanları!
Çek elini yok olmadan hepsi!
Niye Tufan yaptın ki?
Gönderseydin bir aslan, azaltırdı insan sayısını,
Niye Tufan yaptın ki?
Gönderseydin bir panter azaltırdı insan sayısını,
Niye Tufan yaptın ki?
Gönderseydin bir açlık kırıp geçirirdi ülkeyi!
Niye Tufan yaptın ki?
Gönderseydin bir salgın siler süpürürdü ülkeyi!”
Tufan’ın bu yarı-yamyam törensel yanı, Tanrıların bir kez daha kesinlikle Tufan yapmama kararı almalarının da bir nedenidir.
Aslında bütün Tufan anlatımlarında bir ‘ceza’, lanet vardır. Ne var ki Sümer ve Babil aktarımında bu ceza Nuh’a verilirken, Eski Ahit (ve Kuran) Nuh’u kurtulmuş olarak gösterir. Bu, aynı olgunun farklı yüzleriyle aktarımı olmalıdır: Babil ve Sümerlerde, cezalandırılan Nuh tam da bu nedenle tanrılaşır ve ‘ölümsüz yaşama’ kavuşur. Bugün bile ölümsüzlüğün, ölerek elde edildiği kavrayışı yaygın ise 45 -50 asır önceki insanın bezer temelde düşünmüş olması çok görülmez. Ya da daha doğrusu, bugünkü torunlarının ‘ölümsüzlük’ kavrayışını da Nuh dönemindeki ataları formüle etmiştir zaten.

Safa Kaçmaz, Paris
03.12.2003

 (*) Toplumların ‘bereket ve bolluğa kavuşması’ soyut bir metafizik talep değil, tersine iki toplum birimin, birbirinden kız alıp vererek sağladıkları kardeşleşme ile oluşan barış ortamının doğal sonucudur. Birkaç gün önce, bir dostumun hediyesi olarak bana ulaşan “İnanna’nın Aşkı” kitabında sayın M. İlmiye Çığ’ın ‘Bereket Kültü’nü hala alışılagelmiş kalıplarla açıklıyor olmasını üzüntüyle okudum.

Bereket ve bolluk, şimdi olduğu gibi eski toplumda da ancak barış ortamında ortaya çıkabilirdi. Eski toplumlar, kendi toplum birimlerinin kadınlarını, karşı toplum biriminin erkeklerine ayırarak kardeşleşir ve barış sağlarlar. Yabancı toplum birim erkeğinin, ’yabancı toprağa’ ayak basmasının yasak olduğu dönemde, eski tabletler, ilk kez İnanna’nın bir Balık kabilesinin erkeklerine yaşam güvencesi sağlanmış bir aşk evi yaptığını ve o erkeklerin akşamları bu aşk evine korkusuzca gelebilmelerini sağladığını yazar.

Bay Kramer, buradan Sümerlerin bir Akvaryum yapan ilk uygarlık olduğu yanlış sonucunu çıkarmıştı. Bu aşk evleri, giderek kutsal tapınaklar olmuş; gelişme içinde, toplum birimler, bütün kadınlar yerine, kızlarının bir bölümünü ’tanrı ile evlendirip’ , ‘kutsal fahişe’ adı altında tapınaklarda bırakarak öteki kadınların evlilik serbestisini elde etmişlerdir.

Sonradan sayısız kategoriye ulaşan ve gerçekten kutsal olarak da değerlendirilen fahişelik kurumunun gerisinde, eski toplumların kadınlar üzerinden kurdukları ‘kardeşleşme’ yatar; bereket kültü bundan başka bir şey değildir. Farklı topluluklarda değişik isimle anılan İnanna, Uruk’taki yönetici tanrıçaydı ve giderek sembolik hale gelmiş kutsal bahar şenliklerinde, sevgilisi, aşığı, kocası ve yukarıda açıklanan ‘kardeşleşme’ olgusundan ötürü aynı zamanda 'erkek kardeşi' de olan Dumuzi (Tammuz) (Adam) ile tapınaklarda hazırlanan kutsal çiftleşme odasında buluşur ve sevişirlerdi; böylece, farklı birimler arasında kardeşlik, yani barış ortamı sürdüğü için, toplumlar ‘bereket’e boğulurdu.

        ***


Kutsal Tufan anlatımları (4)
TUFAN SONUÇLARI...

Sonuçta hepsi, eski toplumda, yeni ilişkiler düzenlenmesi demek olan Tufan sonuçları arasında öne çıkanlar şöyle sıralanabilir: İlki, tanrıların bir daha kesinlikle Tufan yapmama kararı almalarıydı. Sonra, Tanrılar toplantısında, Nuh ve karısı ölümsüz ve tanrısal kılınmıştı. En sonunda da Nuh kavminin yeni bir bölgede yaşamaya gönderilmesi, bir anlamda sürgün kavim haline getirilmesiydi. Tufan’ı tarihte önemli kılan onun belli başlı bu tür özellikleri olmuş olmalıdır.

Tufan o denli yıkıcı ve milat değeri sayılacak önemde bir olaydı ki, Tanrılar başlattıkları sırada, Tufan’dan bizzat kendileri ürkmeye başlarlar. Tufan sırasında bile, Bel-Enlil dışındaki tüm tanrılar Tufan yapılmasından pişmanlık duyarlar. Sonunda ise, hiç olmazsa anlatımlara yansıyan biçimiyle, Enlil dahil tüm Tufan Tanrıları, bir daha kesin olarak artık Tufan yapmama kararı almışlardır.

Tanrıların ağzından aktarılan bu karar, kuşkusuz o dönemdeki toplum birimlerin yargı ve dileklerinin temsilci Tanrılar aracılığıyla dile getirilmiş olmasından başka bir şey değildir.Nuh Tufanını, tarihte önemli kılan, Sümer topraklarında ilk kez bir Tufan yapılmış olması değil, bu Tufan’ın artık ‘son’ Tufan olması yönündeki Tanrılar Meclisi kararıdır.

 Tarihte daha önce defalarca Tufan yapılmış olmalıdır. Yeni yıl şenliklerinde, eski toplum birimler arasında geçmişte kurulmuş ittifakların yenilendiği törenlerde, insan kurbanı dahil eski töreleri yaşatmak, M.Ö 3. bin yıllarda, Mezopotamya’da, giderek uzaklaşılmakla birlikte, hala kullanılan ritüellerdi. Bu dönemin yeraltı kraliyet mezarlarında, mezar kağnısını taşıyan öküzler ve sürücüleri de dahil olmak üzere önemli miktarda kraliyet görevlisinin, kral ve kraliçenin yerleştirildiği mezara canlı olarak götürülmüş olduklarından uzmanlar pek kuşku duymuyorlar. Adem ve Havva’nın ilk çocuklarının birbirlerini öldürerek işe başlaması, eski toplumdaki insan kurbanı yaygınlığının bir yansıması olmalı.

 Bay Hrozny, geç zamanlara ait yazıt çözümlemelerinde, tapınak kurban sunuları listesinde kadın, erkek ve çocuk sayıları da verildiğini ortaya koymuştu. Aşil, Patraklos’un cenaze töreninde, dostunun anısına, Truva gençlerinden dokuzunu boğazlayıp kurban etmişti. Çocuk kurbanının eski toplumda, günümüze çok uzak olmayan dönemlere kadar devam etmiş olduğu kutsal kitaplar tarafından da tasdik ediliyor. Eski Yakut-Türk geleneklerinde, bebek eşinin; kimi eski toplum örneklerinde erkek çocuk sünnetinde kesilen etin, törensel yenilmesi, Musa’nın beşiğinin Nil nehrine bırakılması da, tarihteki çocuk yamyamlığının, dönüşmüş sembolik anlatımları olmalıdır.

İnsan kurbanı ve onun önceli yamyamlık, eski toplum yapısında sanıldığından daha önemli bir yer tutar ve modern toplumlara, neredeyse bütün kutsal törenler üzerinden sembolik olarak devredilir. Hayvan ve bitki kutsallıklarının gerisinde, eski toplumun, insanı, hayvan ve bitki ile yer değiştirerek (subtitution) yamyamlığı kendinden uzaklaştırabilme çabasını buluruz.

Eski insanın hayvan ve bitki isimleri alması, bu bakımdan cehalete değil, daha çok insan kurbanını engelleme çabasına bağlanmalıdır. Bu bakımlardan, bir yanıyla et yeme yasağına da oturan eski Hint dini, günümüzde anlamsız görünse de onların tarihteki uygarlık yüksekliğine işaret eder; toplum birimlerin kendi içlerinde ve aralarında barışçıl yaşamı oluşturabilme çaba ve düzeyini gösterir. Hint yalancılığı ve et yemezliği, yarımadayı, çevre topluluklardan daha önce uygarlık çizgisine taşıyan aynı barışçılık eğiliminin Hint topraklarındaki derinlik ve eskilik kanıtlarından biridir.

Tanrıların bir kez daha Tufan yapmamama kararları, Eski Ahit’e, YHWH’nin bir daha Tufan yapmayacağı sözü vermesi biçiminde yansır. Fakat bu ‘söz’ bir şarta bağlanmıştı:

“Size ahdediyorum; artık hiçbir canlı Tufan ile yok edilmeyecek ve yeryüzünü silen Tufan bir daha olmayacak! (...) Fakat canlıları, ruhları yani kanları ile yemeyiniz! Bu sözlerle sizin her birinizin kanını da kastediyorum. Bununla, tüm hayvan ve insanları kastediyorum ve insanlar arasında insan ruhunu (yani kanını) kastediyorum. İnsan kanı akıtan adamın kanı akacaktır!”

Tanrı Yehova, onunla kurduğu yeni ‘ittifak’ın bu şartını, Nuh’a söyler ama yeryüzünde başka canlı kalmadığından yola çıkan Eski Ahit’in Tufan aktarımının mantığına uygun değildir bu. Bu şart o dönemdeki bütün Sümer topluluğuna yöneltilmiş olmalıydı. Fakat Tanrılar, burada sadece ‘bir daha Tufan yapmama’ kararı almışlardır; bu ise kurban sunuşun sadece bir biçimi ile ‘insanın suda boğularak’ öldürülmesi ile sınırlıdır. Daha sonra Enlil de olacak olan, Babil’in ünlü tanrısı Marduk (Eski Ahit’te Nemrud, Bay Kramer’de Martu) , ‘çiğ et yiyen’ ve başka biçimleriyle hazırlanan kurbana doymayan özelliğini devam ettirmiştir. Fakat ne olursa olsun, Tanrıların Sümer topraklarında bir kez daha Tufan yapmama kararları, kurban sunum biçimlerinden sadece birini yasaklamış olsa da, o sıradaki toplumunun uygarlık yolundaki önemli bir adımını temsil eder.

Nuh ve karısının ‘sonsuz yaşam’la tanrılaşmaları, bizzat Enlil (Bel) tarafından, bütün Tufan Tanrıları önünde açıklanıp, onaylamıştı. Sümer tarihindeki Tanrısallık kavramı da, sonraki anlamını başlangıçta taşımaz; onun başlangıç anlamı çoban-güdücü, yönetici veya doğrudan Tan (Gök) , Kir (Yer, Kara) , Tan-Kir (Gök ile Yer temsilcisi) , Din-gir, En-ki (Yer Ulusu) biçimleriyle ortaya çıkmıştı.

 Bu kavramı doğrudan insan temsilcilerin taşıdıklarına şüphe yok. Yöneticilerin kutsallaşması, ruhlarının göğe uçması, bizzat onların ‘tüm insanlık’, daha doğrusu temsil ettikleri toplum birim ’insanlığı’ adına, o toplum birimin eski barbarlık dönemindeki yükümlülüklerini yerine getirmek için feda edilen kişiler olduğunu düşünmeye yöneltiyor.

 Bakire Meryem’in oğlu İsa’nın Tanrısallaşması ve Göğ’e çekilmesi de ancak, insanlığın ‘günahları’ yani yükümlülükleri namına canlı bedenini çarmıhta gerdirmesiyle mümkün olabilmişti. Eski toplumda, başlangıçta, kutsal kişilik yetkileri bir yönüyle de onların tüm toplum birim adına, kanlarını ve etlerini kurban etmelerini gerektirir. Sonradan bir bölümü ceza yaptırımı halini alacak olan, el, parmak, burun, kulak kesme veya sünnet uygulamaları, yamyamlık döneminden kurtulma aşamasında yaratılan kutsal adak eylemlerinin parçalarıydı.

Günümüzde bile yürürlükte olan, kadın ve erkek Hristiyan din görevlilerinin bir bölümünün, yaşam boyu evlilik yasağına tabi olmaları da bir çeşit ‘adanmış’lıktır ve bu tür ‘fedakarlıklar’ onlara ‘saygın’lık kazandırmaktadır. İnsan toplumu, geçmişte de gelişigüzel Kutsal’lık dağıtmayacak kadar eli sıkıdır.

 Bakire Meryem’in oğlu İsa; Baba, Oğul ve Kutsal Ruh-nefes (En-lil) olabilmenin bedeli olarak göğe çekilmeden önce, 12 havarisine, kendi eti yerine geçmek üzere kutsal ekmeği ve kendi kanı yerine geçmek üzere de kutsal şarap sunmuştu. İsa’da et-ekmek ve kan-şarap eşitlenmesi sembolik özellik taşır. Fakat öteki bulguların yanı sıra, eski Sümer tabletlerinde yer alan ‘hayat yiyeceği’, ’hayat içeceği’ kavramları, insan et ve kanının, geçmişte gerçek anlamıyla ele alınmış olduğuna pek şüphe bırakmaz; Türkçede şimdi bile, ittifak, 'ant'laşmak, doğrudan ‘ant içmek’ sözüyle yaşar. İncil yazarları, İsa üzerinden, sonradan sembolik hal alan, bu eski gerçek geleneği ifade etmişlerdi.

Sümer Nuh’u Sisudra’nın, Zeus’a kaynaklık edecek biçimde çevrildiğini görmüştük. Homeros yazıtlarında yer alan Agamemnun, Paris gibi kişi adları da Mezopotamya’yı işaret ediyor. Eğer tarih ve toplum bilim, eski Yunan öğretisine göre üçüncü kuşak tanrıların babası olan Zeus ve karısı Hera’nın M.Ö. üçüncü binli yıllarda Mezopotamya’dan hareket ederek Olimpus dağına tırmanmış olduklarına ilişkin başka bulgular da ortaya koyabilirse, Nuh’u kurban alarak tanrılaştıran Tufan’ın sonuçları başka açılımlar da getirebilir.

Tufan aynı zamanda, Gök’sel Kraliyet yetkilerinin Surrupak’tan Kiş’e aktarılmasıyla da sonuçlanmıştı. Sümer kraliyet listesi’ne göre: “Tufandan önce, beş kentte sekiz kral 241. 200 yıl hüküm sürdü. Tufan’dan sonra (Arki Abubi) Krallık gökten (yeniden) indirildi, Kraliyet, Kiş’e verildi. ”
Eski Ahit, geçmiş tarih aktarımında, soy izini sürdürme bakımından çok büyük yanılgıya düşmemiş ise, olayların doğal mantığı, yeni kraliyet merkezi Kiş ile Nuh kavmi arasında bir ilişki kurulmasını gerektiriyor.

Inanna, Uruk’ta Gök tapınağı inşa ettirdikten sonra, Enki’nin Eridusu’na gelmiş, kurban ve içkilerle bezeli tanrısal bir tören düzenlenmiş ve Dingir-Enki; Eridu, E-A, E-Apsu’nun bilgelik güçlerini İnanna’nın kayığına (‘gemi’?) yükleterek Sümer yönetiminin Uruk’a devredilmesini sağlamıştı.
Bu durumda doğal olarak, Kiş ile Tufan’ın mağduru Nuh kavmi arasındaki ilişki konusuna yönelmek yanlış olmayacaktır. Fakat Kiş Kraliyet Listesinde, Eski Ahit’in Nuh soyunu doğrulayacak bir görüntü bulunmuyor.

Öte yandan Eski Ahit'in Nuh Tufan'ına gelinceye değin, Adem ile Nuh arası ve Nuh ile Abraham arası dönem bakımından sıraladığı soy ağacı büyük bir bulanıklığa da sahiptir.

Eski Ahit, Yaratılış'ın ardından Adem ile Havva'nın oğulları Habil ile Kabil'den bahsettikten sonra Kabil soyunu sıralamaya başlar. Sonra yeniden Adem ile Nuh arasında yer alan soy ağacı sıralamasına geçer ama bu kez İnsan'ın (Adam ile İnsan burada açıkça eşit anlam ve aynı kelime söylenişi halini almıştır: “Tanrı, Adam'ı yarattı.. ”) Havva'dan olan ilk oğullarından hiç bahsetmeden, Adam 130 yaşında iken olan oğlu Seth'den başlayarak Nuh’a ulaşmaya çalışır.

Tufan sırasında Nuh, E-A’nin şehri Eridu’ya (Nun-ki) ulaşmak istiyordu. Nun-ki, Akad’ların Bab-il’i, Eski Ahit’in de Ke-nan ülkesi olmuş olmalıdır. Nuh’un gitmek, yaşamak istediği Nun-ki, Ke-nan toprağı, eski Yahudi din adamları arasında öylesine derinlere kök salmış bir duygu olmalıdır ki bir süre kayboldukları tarih sahnesine yeniden Abram’la Harran’dan yola çıkarak döndüklerinde, Tanrıların Tufan sırasında Nuh’u sürdükleri toprakları, ‘vadedilmiş topraklar’ olarak anımsayacak; Nuh’un gitmek istedigi Nun-ki’yi de (büyük olasılıkla tersten okuma biçimiyle) Ke-nan toprakları olarak hedef alacaklardır. Kenan ülkesi, Abraham’ın da artık nerede olduğunu bilmediği ve fakat hem ona, hem de Musa ve Harun’a yasallık verecek bir işgal arayışının parçası olmuştur.

İlginçtir ki bu sürgün ve göçebe kavim, Yahudiliğin bu güçlü dürtüsü ile binlerce yıl dayanabilmiş ve ancak yarım yüzyıl önce şimdiki İsrail’i oluşturabilmiştir.

Eski Ahit’e göre, sonra Abraham (İbrahim) olan Abram’ın erkek kardeşi Haran, yöredeki en büyük din yetkilisi ve Teraş’ın da babası idi. O ölünce Teraş ailesini aldı “ Kanaan=Kenan topraklarına ulaşmak için Şalde=Kalde’ de bulunan Ur’dan çıkıp gitti. Haran=Şaran’a geldi ve oraya yerleştiler. ” (Eski Ahit. Yaratılış. 11. 31)

Eski Ahit’in Ur’u, belki de Urfa’dır. Çünkü ‘Tufan şehri’ (S) uruppak-Uruffak, bugün Fara olarak biliniyor. Uruffak ise Urfa biçimini alabilir görünmektedir. Böylece, Uruffak’tan kovulan Nuh soyu, şehirlerini sürgün edildikleri ’nehirlerin ağzı’na Ur-fa’ya taşımış, Ab-ram’da , daha sonra 'halkların babası' Abraham=İbrahim olarak , bu Urfa-Harran’dan yeniden yola çıkmıştır. Fakat bu olasılık yine de Nuh geleneğinin göçebe semitlik yanından ötürü sorunludur.

Karanlığa gömülü bu tarihte, iki nokta kesin görünüyor: Abram’ın yeniden yola çıktığı yerin Harran ve Tufan sonrası Kraliyetin indirildiği şehrin Kiş olması. Nuh ‘gemisi’nin hangi dağa yanaştığı (dağ sözünün Tanrısal tapınakları da kastettiği, Sümer çöllerindeki Tanrı tapınaklarına da ‘dağ’ denildiği unutulmamalı) tartışmalı sorun olarak kalmıştır. O zaman bu ara tarih bölümünün yeniden yapılandırılması gerekiyor.

Ararat, Aratta, Kiş, Magan, Meluhha, Dil-mun, ’ Güneşin ‘doğduğu’, ‘battığı’ yer, ’nehirlerin ağzı’ kavram ve sözcükleri, kimi yanlarıyla bay B. Hrozny, S. Kramer ve diğer Sümerologlar tarafından ele alınarak çözümlenmeye çalışılmıştı.

Bay Kramer’in, M.Ö üçüncü bin yıllar için, Aratta (belki Ararat okunmalıydı) ile birlikte adı geçen Magan ile Meluhha’yı Mısır ve Etiyopya sanarak yorumlaması üzücüdür. (Sümerler. S. 360 vd.) Birbirlerinden 25 -100 km. gibi yakın aralıkla oluşan ilk Sümer yerleşimleri döneminde, Mısır ve Etiyopya ile bir ilişkinin hiçbir maddi temeli yoktu. M.Ö. 2400’ lerde yapıldığını bildiğimiz Lagas’ın kutsal bölgesi Girsu’da inşa edilen Ningirsu tapınağı yapılırken “Dağdan tomruklar taşıdı Makan'lı ve Meluhha'lı” deniliyordu; bunlar yakın komşu ve dağlarında tomruklar bulunan bölgeler olmalıydı.

Aratta’nın Ararat ile; Ararat’ın, Urartu medeniyeti ile bu toplulukların da Güneş Tanrısı Utu, Tan, An, Tun sözüyle bağıntılı olduğu görülüyor. Güneş toprağı olarak okunan sözlerin, Bay Kramer tarafından Doğu olarak yorumlanması yanıltıcı olmuş gibidir.

Ararat, Kars, Van, Urfa, Nemrut, Malatya bölgelerinin tarihte, Sümerlerle ilişki içinde olması gayet doğaldır ve zaten Assur, Urartu, Martu (Nemrut) Ararat’ın tarihte güçlü dinsel yapılanmaları temsil etmeleri ve onların devamının bugün bile Hristiyanlık içinde tek başlarına bir kol olarak durmaları buna işaret ediyor.

Tufan’dan sonra Nuh ve üç oğulu, Sem ve Yafet ile Kenan'ın babası Şam, 'Nuh gemi'sinden çıkmışlar, çalışmaya ve çoğalmaya başlamışlardır. Eski Ahit bu gelişmeleri de şöyle aktarır:

“Nuh, üzüm yetiştirmeye başladı.
Şarap içince sarhoş oldu ve çadırında soyundu.
Kenan'ın babası Şam, babası Nuh'un çıplak olduğunu gördü ve dışarıdaki iki kardeşini uyardı. Fakat Sem ile Cafet (Nuh'un) mantosunu aldılar, kendi omuzlarına geçirdiler ve geri geri yürüyerek babalarını örttüler; başları arkaya dönüktü ve babalarının çıplaklığını görmediler. Nuh sarhoşluğundan ayılınca kendine bu işi yapanın, en küçük oğlu olduğunu öğrendi. Ve dedi ki:

'Lanetlensin Kenan!
Köle olsun kardeşlerine!'
Ve yine dedi ki;
'Yahve, Sem'in tanrısı, kutsansın,
ve Kenan kölesi olsun onun!
Tanrı, dışarıda koysun Yafet'i,
Sem'in çadırlarında yaşasın Tanrı,
ve Kenan kölesi olsun Onun!
Tufan'dan sonra Nuh 350 yıl yaşadı. Nuh'un toplam hayatı 950 yıl oldu, sonra öldü. ” (Yaratılış. 9 -10)


Burada Nuh'un 'manto'su (kutsal giysi olmalı) üzerine kopan yeni Tufan’ın, gerçekte eski miras dağılım düzeninin değiştirilmesini; üçlü toplum birim arası yeni ilişkileri anlatmaya çalıştığı anlaşılıyor. Bütün bunlar, Nuh soyunun sürgün edildikleri bölgede iç yapılarının yeniden nasıl düzenlendiğine ilişkin üzeri kararmış, eski çocuk paylaşım ve miras ilişkilerine; dinsel yetkililerin çıplak tören uygulamalarına, toplum birimler arasında dini ve sivil yetkilerin ayrışmasına vb. dayanan farklı aktarımların iç içe sunulduğu, belki devşirilmiş, üzeri oldukça küllenmiş gelenek anlatımlarıdır.

Görünüşe göre 'en küçük oğul' babanın doğrudan asıl mirasçısı olma konumundan uzaklaştırılmış; dini otoriteyi temsil yetkisi Sem'e verilmiştir. Burada adı geçen ve daha sonra Semit olarak anılacak Sem soyunun, Bay Kramer’in düşündüğü gibi, Sümerleri kastettiği sorunlu bir iddia gibi görünüyor.

Tanrı’yı çadırlarda yaşatma; girme hakkı sadece yetkili dini şahıslara ayrılmış kutsal çadır geleneği, Nuh-Abram-Musa soyunun göçebeliğe dayandığının bir ifadesi olmalıdır.

Şam, Şamaş, An, Anu, Tan, Utu okunan Güneş Tanrı ile Nuh kavmi burada yollarını ayırmışa benzemektedir.

***
Bu yazıda, Tufan’a ilişkin bir çok temel kavram ve konuyu bazı yanlarıyla da olsa, açıklamaya çalıştım. Fakat Tufan kavramının kendisini açıklamayı en sona bıraktım. İstedim ki tek başına bir kavram ile konuyu açıklamak yerine, etrafını aydınlatarak ana noktaya doğru ilerleyelim ve böylece yorumlarımızın doğruluk derecesini de sınamış olalım.

Tufan’ın Abub [ (i) , (a) , (u) ] kelimesi karşılığı olduğu yazıda bir kaç kez belirtilmişti. Tufan, Akad-Babil dilinde Abubi; Sümerce olarak ise a-ma-ru’dur. Bu kelimelerin tam karşılığı, Fırtına, Kuvvetli Rüzgar, Hortum gibi hepsi Yel, Nefes ile ilgili anlamlar taşırlar. Bu kavramlarda yağmurlar, seller, suda boğulmalar gibi anlamlar bulunmaz; Tufan’ı yapan Tanrı da zaten Bel-Enlil’dir ve En-Lil adının doğrudan doğruya Ulu Yel, Büyük Nefes anlamlarına geldiğini görmüştük. Demek ki rüzgar, fırtına, yağmur ve gemi yorumlarına bağlı Tufan kavrayışı sonradan oluşmuş ve giderek yerleşmiş olmalıdır. Abubi’nin başlangıçtaki anlamı Enlil’in, Kutsal Güçlü Nefesi’nden başka bir şey değildi ve bu nefes, ritüellerde kutsal kurban ateşinin yakılması ve söndürülmesini de sağlıyordu.

Eğer Tufan, daha Tufan sırasında öteki Tanrıları pişman ettirecek bir barbarlık geleneğinin devamı ise ve eski toplum bu gelenekten uzaklaşmak için çaba sarfediyorsa, onu mümkün olduğunca soyutlayarak, anlamını bozarak, toplumun gerçek yaşamının dışına itmeye çalışacaktı; öyle de olmuştur zaten.

 Eski toplumun devam ettirmek istemediği ve yeni yaşam tarzına uygun olmayan eski gelenekler, doğal gelişmenin de zorlamasıyla, sembolik hale dönüşür ve toplumun gerçek yaşamından uzaklaşır. Yeni yıl Bahar şenliklerinde ateşin üzerinden zıplayan ve böylece arındığını, yeni yılda ‘hastalığa’ vb. yakalanmayacağını uman torunları, atalarının binlerce yıl önce ateşte yakılarak ‘arındırıldığını’ ve böylece ruhlarının göğe ulaşarak ölümsüzleştiğini belli ölçülerde bilmek de istemezler zaten. Ölü bedenin, Homeros destanında yer aldığı gibi, yakılacak bile olsa, önce, kazanda kaynatılmış su ile ‘arındırılması’ uygulaması, geçmişte kazan kullanan yamyamlık türünün de yaşanılmış olduğuna işaret eder. Nuh Tufan’ının, ’insanları’ hamura-çamura çevirmesinin; ’gemi’ haline evrilecek olan bu tür kazanlar aracılığıyla olup olmadığına artık okur karar versin.

***
Havva ana, başka birçok olanak varken, tanrı tarafından, Adem’in kaburga kemiğinden yaratılmıştı. Bu yaklaşımla alay etmek yerine, Bay Kramer ve öteki kimi Sümerologlar, kendilerine, ‘neden ille de kaburga kemiği?’ sorusunu sorma tavrını takınabildikleri için, araştırma ufuklarını genişletebilmişlerdi. Böylece Sümer tablet çözümlemelerinden yola çıkarak bu soruya yanıtlar bulunabilmiştir:

“Kitabı-mukaddes’e göre adı aşağı yukarı ‘yaşatan dişi’ (yaşatan hanım) anlamına gelen Havva adlı kadının yaratılmasında, İbrani öykü anlatıcıları neden bedenin başka bir organını değil de kaburga kemiğini daha uygun bulmuştur? ... çünkü elimizdeki Sümer şiirinde, Enki’nin hasta organlarından biri kaburga kemiğidir. Kaburga kemiğine Sümerce 'ti' denir. Bu nedenle Enki’nin kaburga kemiğini iyileştirmek için yaratılan tanrıçaya Sümerce Nin-ti, ’Kaburga Kemiği Hanımı’ adı verilmiştir. Fakat Sümercedeki ti sözcüğü aynı zamanda ‘yaşatmak’ anlamını da taşır. Böylece Nin-ti ‘Yaşatan Hanım’ olduğu kadar ‘Kaburga Kemiğinin Hanımı’ anlamına da gelebilir. . . . . ” (Sümerler. S. 198)
Ya da örneğin, elinde çok daha fazla olanak varken; onlarca cariyesi ile haremini güçlendirmesi ve daha fazla sayıda kadını nikahlaması mümkün iken, Muhammed, erkeği ‘4 yasal eş’ ile sınırlamıştı? Neden üç veya beş değil ama ille de dört?

Bundan çeyrek yüzyıl önce, Bay İlhan Arsel’in veya daha sonra, barbarca katledilen Turan Dursun’un kitaplarının kendilerine genel olarak sormadıkları bu tür soruları sormak gerekiyor. Ben okura, yanıtlarda, aydınlarımızın çokça başvurduğu veya en azından düşündüğü, ‘sonuçta kutsal saçmalıklar’ sınırlarının ötesine geçilmesine işaret eden bu tür basit soruları çoğaltması dileğinde bulunuyorum. Bunlara, ikna edici yanıtlar yalnızca toplum bilim alanında kalınarak verilebilir ve böylece önümüze kavrayış derinliğini arttıran geniş bir saha çıkar. Bu sahada kalarak yanıt verme çabası ise bizi gerçek insanın, gerçek toplumsal ilişkileri alanına girmeye zorlar.

***
Bu yazıyı bitirirken, bir Sümer veya din bilgini uzmanı olmadığımı da söylemeliyim; fakat bu durum, Tufan sorununu ele almaya engel değil. Tufan aktarım yorumlarımda, yayınlanmasının hemen ardından saptadığım ve gözden geçirim sırasında düzeltilmesi mümkün, bilgi yanlışları da bulunuyor. Fakat zaten ben okura, burada sadece, geçmiş tarihi ve o tarihteki dinsel olguları ele alma tarzımı ve bu tarzı sunarken kullandığım temel vargılarımı tanıtmaya çalıştım. Ölüm ve Cenaze Kültü ve Tufan Anlatımları üzerine yazılarım, insan bilim alanında ulaştığım vargıların, bir çeşit, uygulama örneklerini oluştururlar.

Bu sürecin, başka çabalarla da giderek daha güçlü bir şekilde ilerletileceğine içtenlikle inanıyorum.

Safa Kaçmaz, Paris
11.12.2003

BAŞVURULAR
La Sainte Bible-Les editions du cerf. 1956-Paris
P. Edouard DHORME . Choix de textes religieux Assyro-Babyloniens. 1906-Paris
Les Religions de Babbylonie Et d’Assyrie. 1949-Paris
G. CONTENAU. L'épopé de Gilgamesh. Poéme Babylonien. 1939-Paris
Harmut SCHMOKEL. Sumer et la civilisation sumérienne. Payot. Paris
Kadriye YALVAÇ-Mebrure TOSUN. Sümer, Babil, Assur Kanunları. TDK. Ankara
Jean-Louis HUOT. Les Sumériens. Paris
S. N. KRAMER. Tarih Sümer'de Başlar. İstanbul-1999
Sümerler. İstanbul-2002
HOMEROS. İlyada. İstanbul-1997
L`Homme. Revue Française d`anthropologie. Paris.
Bedrich HROZNY. Archiv Orientalni. Praha-Czechoslovakia. 1949