25.11.2006

Erkek Çocuk Sünneti ve Fallus Kültü






« (Ninmah) erkeklik organindan yoksun,

kadinlik organindan yoksun bir varlik yapti.

Erkeklik organindan yoksun,

kadinlik organindan yoksun bu var­ligi gören Enki,

Onun yazgisini

kralin önünde durmak olarak belirledi. »





***


Karnak'ta Mut tapinaginin bir duvar resiminin el çizim kopyasi ( parça.)
G.Nagel.
Archiv Orientalni.
1952
Vol.XX
No 1/2
P.90/99
***






Delos'taki bazi tapinaklarin onune bulunan

kesilmis fallus ornegi

(http://fr.wikipedia.org/wiki/Symbolisme_phallique)



***

Erkek Çocuk Sünneti Üzerine






Karnak'ta Mut tapinaginin bir duvar resiminden parça.
G.Nagel.
Archiv Orientalni.
1952
Vol.XX
No 1/2
P.90/99
***


Uzerinde fazla çalisilmamis olan ‘sunnet’ ve ilgili eski kurumlari,toplumsal anlamlari bakimindan, tanimakta fayda var.

Birçok oteki konu gibi,bu alanda da,akademi dunyamiz pek çaba gostermis sayilmaz.Dr. Mustafa Aksoy’un,sunnet kurumu ile baglantili olan,

“kirvelik konusunda ülkemizde yapılan iki önemli çalışmadan” ;

“ülkemizde kirvelik konusunda yazılı tek kitabın sahibi”nden bahsetmesi, durumun ne oldugunu zaten ortaya azçok koyuyor.Kirvelik ve sunnet birbirine çok bagli konulardir.

Turkiye'deki akademi dunyasinin geleneklere baglanan demir pençeleri,eni sonu kirilacaktir.Ozellikle genç nesil bilim adamlarina guven duymamiz gerek.Bati bilim dunyasindan bir otorite ele almadi diye,bu son derece onemli konular bir yana birakilamaz. Bu noktadaki sosyal bulgular bakimindan zengin olan Turkiye'de bu konulari gelistirmek uzere ele alacak bilim adamlari çikacaktir.

Eski toplum denilince onda, genel olarak hurafe arayan siyasi ‘bilimselciler’ bakimindan ise,su anda, yapacak pek fazla bir sey yok.Dinlerin toplumsal kaynaklari hakkinda yeterli bir fikre sahip olmadiklari halde;derin “dunya ve Turkiye tahlilleri” ile kendi çevrelerini bile toparlayabilmekten uzak olanlarin,simdi “muslumanlari kazanma”, “islam reformunda aktif taraf olma”,"cin olmadan adam çarpma" hulyalarina ;"40 yildir cenaze namazi kilma" vb. turunden duyuru politikalarina sadece uzulerek bakiyorum.

Yukardaki desen,Misir’da,XXI veya XXII. Hanedanlik donemine ait,Kardak’taki Mut tapinak girisine kazilmis.Erkek çocuk sunnet rituelini resmediyor.Eski Ahit’te ise,Abraham donemine ait olarak bir ‘sunnet’ gelenek anlatimi baslatilmis gorunuyor.Musa’yla devam edip geliyor.Bu noktada,kaynagin Misir olup olmadigi uzerinde,daha sonra,durmaya çalisacagiz.Akadosumer geleneklerinin,erken ‘yaratilis’ anlatimlarindaki ‘hadim’ varliklarin,sami ve eski Yunan topluluklar arasindaki derin fallus kultunun bununla ilgilerini ele almaya çalisagiz.Belki konu kesin hatlariyla çozumlenmekten uzak kalabilir ama,bilim dunyasinin pek ele almadigi bu sorunlari yeniden yorumlayarak çozme çabalarinda bir kotuluk yok..



Sunnet kurumunun tarihsel yapisi ve kutsal kitaplardaki ilgili ifadeler,konumuzu,her seyden once genel ozellikleri ve anlamlari taniyarak ele almanin gerekli oldugunu gosteriyor."Turkiye" içinde kalan her turlu ifade daha bastan içinde eksiklik ve yanlislar tasir.Fakat,bu eski uygulamanin genel anlamlarina ulasirken,Turkiye’nin çesitli yorelerindeki degisik uygulamalarin taninmasi ise,bize,vargilarda bulunurken buyuk kolayliklar saglayacaktir...

Ekte,simdilik, okunmasinda fayda olan, bir kaç çalismayi yayinlamakla yetiniyorum.

(Devam edecek)


***

AnaBritannica,C.20,s.186

Sünnet, Arapça HITAN, kamisin (penis) ucundaki derinin bir bölümünün ya da tümünün kesilmesi. Müslümanlar, Yahudi­ler ve bazi Hiristiyanlarin yani sira, dünya­nin her yerinde çesitli geleneksel toplumlar­da dinsel açidan büyük önem tasir. Uygula­manin kökeni bilinmemekle birlikte, etnik bakimdan yaygin bir tören olmasi ve bu is için baslangiçtan beri metalden çok tas biçaklarin kullanilma- si, sünnetin tarihinin en eski çaglara dayandigini gösterir.

Sünnet, geleneksel bir tören oldugu he­men her yerde, erinlik (bulug) çaginda ya da öncesinde uygulanir. Bazi Müslüman halklar arasinda erkekler evlenmeden he­men önce, bazilarinda ise dinsel egitim çaginda ya da. dogumdan hemen sonra sünnet edilir. IsIam kaynaklari sünnetin Araplar arasinda Islam öncesinde de uygu­lanan bir gelenek oldugunu belirtir. Degisik fikih mezhepleri sünnetin uygulanacagi yas konusunda farkli kurallar öngörür. Yahudi­lerde erkek bebeklerin dogu.mdan sekiz gün sonra sünnet edilmesi, Hz. ibrahim'in Tan­ri'yla gerçeklestirdigi ahdin bir parçasi sayi­lir. Kilise, daha ilk dönemlerinde bu "Musa Yasasi"nin Hiristiyanlar için baglayici olma­digina karar vermistir. Sünnet, uygulandigiyasa bakilmaksizin, genellikle bireyin baglioldugu gruba biçimselolarak da katilmasiniya da belirli bir statüye ulasmasini, böylece toplumsal konumunu ve haklarini kazanma­sini simgeler.

Ucundaki derinin kesilerek kamis basinin açiga çikarilmasi, smegma olarak bilinen kokulu salginin .bu bölgede birikmesini önler. Kamis kanseri sünnetli erkeklerde daha ender görülür.

Klitoridektomi olarak adlandirilan kadin sünneti (Arapça hafz), farkli topluluklarda farkli biçimlerde uygulanan ve klitorisin bir bölümü kesilerek gerçeklestirilen, gene tö­rensel bir uygulamadir. Yeni Gine, Avus­tralya, Malakka Takimadalari, Etiyopya, Misir ve Afrika'nin basKa kesimleri, Brezil­ya, Meksika ve Peru'da, ayrica Ortadogu, Afrika, Bati Asya ve Hindistan'da yasayan

çesitli. Müslüman topluluklarda yaygindir.

Bazi Islam topluluklarinda kadin sünnetini de vacip sayan mezhepler vardir.




***

("Tasavvuri","kurgusal","sakaciktan" Akrabalik kurumlari adi verilen,eski toplumun gerçek kurumlari uzerine bir dipnot bilgisi..)



BELLETEN

TTK Basimevi-Ankara

Agustos 1992

AYGEN ERDENTUG

(‘Akrabalik Terimlerinin Kullanimi’)

S .483/512

« ÖZET VE SONUÇ

Görüldügü kadariyla, günümüz Türkiyesi'nde, akrabalik terimleri is­levsel oldugu kadar yapisal bir degisim içindedir. Akrabalik terminolojimi­zi etkileyen karmasik degiskenler arasinda, özellikle görsel-isitsel kitle ileti­sim araçlari, bati dillerinde egitim görmeyi önemli kilan sosyo-ekonomik talep ile soy sop grubunun önemini yitirmesi ve "aile"nin küçülmesi gibi etkenler dikkati çekmektedir.

Bu degisim, söz gelimi, en az birkaç kusak kentliler arasinda, Bati dillerinden "düz çevirme" ile aktanlan "kuzen" te­riminin yerlesmesidir. Bu arada, Planli Kalkinma dönemine girmemiz ile birlikte her geçen yil daha da süratle artan, kirsal alandan kentlerimize goç ile daha çok kirsal kesimde geçerli olan «tasavvuri» akrabalik terimlerinin de yaygin bir biçimde kent kulturune aktarilmasina sahit olunmustur.Buna karsilik,1940’larda yapilan tespitlere gore,kentlerde geçerliligini koruyan, ‘yenge’,sagdiç’( H.Z Kosay,1944),hatta ‘kirve’ gibi bir takim ‘tasavvuri’ akrabalik terimleri,belirli bir kentli grup için onemlerini yitirmislerdir…. » ( s.506)

***

11.10.2006

Erkek Çocuk Sünneti Üzerine-2

Eski Ahit
Yaratılış

Sünnet: Antlaşma Simgesi

BÖLÜM 17

Avram doksan dokuz yaşındayken RAB ona görünerek, “Ben Her Şeye Gücü Yeten Tanrı`yım” dedi, “Benim yolumda yürü, kusursuz ol.

Seninle yaptığım antlaşmayı sürdürecek, soyunu alabildiğine çoğaltacağım.”

Avram yüzüstü yere kapandı. Tanrı,

Seninle yaptığım antlaşma şudur dedi, “Birçok ulusun babası olacaksın.

Artık adın Avram(Abram)(Ibram) değil, İbrahim(Abraham)(Avraham) olacak. Çünkü seni birçok ulusun babası yapacağım.


Seni çok verimli kılacağım. Soyundan uluslar doğacak, krallar çıkacak.

Antlaşmamı seninle ve soyunla kuşaklar boyunca, sonsuza dek sürdüreceğim. Senin, senden sonra da soyunun Tanrısı olacağım.

Bir yabancı olarak yaşadığın toprakları, bütün Kenan ülkesini sonsuza dek mülkünüz olmak üzere sana ve soyuna vereceğim. Onların Tanrısı olacağım.”


Tanrı İbrahim`e, “Sen ve soyun kuşaklar boyu antlaşmama bağlı kalmalısınız” dedi,

Seninle ve soyunla yaptığım antlaşmanın koşulu şudur: Aranızdaki erkeklerin hepsi sünnet edilecek.

Sünnet olmalısınız. Sünnet aramızdaki antlaşmanın belirtisi olacak.

Evinizde doğmuş ya da soyunuzdan olmayan bir yabancıdan satın alınmış köleler dahil sekiz günlük her erkek çocuk sünnet edilecek. Gelecek kuşaklarınız boyunca sürecek bu.


Evinizde doğan ya da satın aldığınız her çocuk kesinlikle sünnet edilecek. Bedeninizdeki bu belirti sonsuza dek sürecek antlaşmamın simgesi olacak.

Sünnet edilmemiş her erkek halkının arasından atılacak, çünkü antlaşmamı bozmuş demektir.”


Tanrı, “Karın Saray`a gelince, ona artık Saray demeyeceksin” dedi, “Bundan böyle onun adı Sara olacak.

Onu kutsayacak, ondan sana bir oğul vereceğim. Onu kutsayacağım, ulusların anası olacak. Halkların kralları onun soyundan çıkacak.”


İbrahim yüzüstü yere kapandı ve güldü. İçinden, “Yüz yaşında bir adam çocuk sahibi olabilir mi?” dedi, “Doksan yaşındaki Sara doğurabilir mi?”


Sonra Tanrı`ya, “Keşke İsmail`i mirasçım kabul etseydin!” dedi.

Tanrı, “Hayır. Ama karın Sara sana bir oğul doğuracak, adını İshak koyacaksın” dedi, “Onunla ve soyuyla antlaşmamı sonsuza dek sürdüreceğim.

İsmail`e gelince, seni işittim. Onu kutsayacak, verimli kılacak, soyunu alabildiğine çoğaltacağım. On iki beyin babası olacak. Soyunu büyük bir ulus yapacağım.

Ancak antlaşmamı gelecek yıl bu zaman Sara`nın doğuracağı oğlun İshak`la sürdüreceğim.”


Tanrı İbrahim`le konuşmasını bitirince ondan ayrılıp yukarıya çekildi.

İbrahim evindeki bütün erkekleri -oğlu İsmail`i, evinde doğanların, satın aldığı uşakların hepsini- Tanrı`nın kendisine buyurduğu gibi o gün sünnet ettirdi.

İbrahim sünnet olduğunda doksan dokuz yaşındaydı.

Oğlu İsmail on üç yaşında sünnet oldu.

İbrahim, oğlu İsmail`le aynı gün sünnet edildi.

İbrahim`in evindeki bütün erkekler -evinde doğanlar ve yabancılardan satın alınanlar- onunla birlikte sünnet oldu.

**

BÖLÜM 21

RAB verdiği söz uyarınca Sara`ya iyilik etti ve sözünü yerine getirdi.

Sara hamile kaldı; İbrahim`in yaşlılık döneminde, tam Tanrı`nın belirttiği zamanda ona bir erkek çocuk doğurdu.

İbrahim Sara`nın doğurduğu çocuğa İshak adını verdi.

Tanrı`nın kendisine buyurduğu gibi oğlu İshak`ı sekiz günlükken sünnet etti.

***

Dina ve Şekemliler

BÖLÜM 34

Lea`yla Yakup`un kızı Dina bir gün yöre kadınlarını ziyarete gitti.

O bölgenin beyi Hivli Hamor`un oğlu Şekem Dina`yı görünce tutup ırzına geçti.

Yakup`un kızına gönlünü kaptırdı. Dina`yı sevdi ve ona nazik davrandı.

Babası Hamor`a, “Bu kızı bana eş olarak al” dedi.

Yakup kızı Dina`nın kirletildiğini duyduğunda, oğulları kırda hayvanların başındaydı. Yakup onlar gelinceye kadar konuşmadı.

Bu arada Şekem`in babası Hamor konuşmak için Yakup`un yanına gitti.

Yakup`un oğulları olayı duyar duymaz kırdan döndüler. Üzüntülü ve çok öfkeliydiler. Çünkü Şekem Yakup`un kızıyla yatarak İsrail`in onurunu kırmıştı. Böyle bir şey olmamalıydı.

Hamor onlara, “Oğlum Şekem`in gönlü kızınızda” dedi, “Lütfen onu oğluma eş olarak verin.

Bizimle akraba olun. Birbirimize kız verip kız alalım.

Bizimle birlikte yaşayın. Ülke önünüzde, nereye isterseniz yerleşin, ticaret yapın, mülk edinin.”

Şekem de Dina`nın babasıyla kardeşlerine, “Bana bu iyiliği yapın, ne isterseniz veririm” dedi,

Ne kadar başlık ve armağan isterseniz isteyin, dilediğiniz her şeyi vereceğim. Yeter ki, kızı bana eş olarak verin.

Kızkardeşleri Dina`nın ırzına geçildiği için, Yakup`un oğulları Şekem`le babası Hamor`a aldatıcı bir yanıt verdiler.

Olmaz, kızkardeşimizi sünnetsiz* bir adama veremeyiz dediler, “Bizim için utanç olur.

Ancak şu koşulla kabul ederiz: Bütün erkekleriniz bizim gibi sünnet olursa,

birbirimize kız verip kız alabiliriz. Sizinle birlikte yaşar, bir halk oluruz.

Eğer kabul etmez, sünnet olmazsanız, kızımızı alır gideriz.”

Bu öneri Hamor`la oğlu Şekem`e iyi göründü.

Ailesinde en saygın kişi olan genç Şekem öneriyi yerine getirmekte gecikmedi. Çünkü Yakup`un kızına aşıktı.

Hamor`la oğlu Şekem durumu kent halkına bildirmek için kentin kapısına gittiler.

Bu adamlar bize dostluk gösteriyor dediler, “Ülkemizde yaşasınlar, ticaret yapsınlar. Topraklarımız geniş, onlara da yeter, bize de. Birbirimize kız verip kız alabiliriz.

Yalnız, şu koşulla bizimle birleşmeyi, birlikte yaşamayı kabul ediyorlar: Bizim erkeklerin de kendileri gibi sünnet olmasını istiyorlar.

Böylece bütün sürüleri, malları, öbür hayvanları da bizim olur, değil mi? Gelin onlarla anlaşalım, bizimle birlikte yaşasınlar.”

Kent kapısından geçen herkes Hamor`la oğlu Şekem`in söylediklerini kabul etti ve kentteki bütün erkekler sünnet oldu.

Üçüncü gün erkekler daha sünnetin acısını çekerken, Yakup`un oğullarından ikisi -Dina`nın kardeşleri Şimon`la Levi- kılıçlarını kuşanıp kuşku uyandırmadan kente girip bütün erkekleri kılıçtan geçirdiler.

Hamor`la oğlu Şekem`i de öldürdüler. Dina`yı Şekem`in evinden alıp gittiler.

Sonra Yakup`un bütün oğulları cesetleri soyup kenti yağmaladılar. Çünkü kızkardeşlerini kirletmişlerdi.

Kentteki ve kırdaki davarları, sığırları, eşekleri ele geçirdiler.

Bütün mallarını, çocuklarını, kadınlarını aldılar, evlerindeki her şeyi yağmaladılar.

Yakup, Şimon`la Levi`ye, “Bu ülkede yaşayan Kenanlılar`la Perizliler`i bana düşman ettiniz, başımı belaya soktunuz” dedi, “Sayıca azız. Eğer birleşir, bana saldırırlarsa, ailemle birlikte yok olurum.”

Şimon`la Levi, “Kızkardeşimize bir fahişe gibi mi davranmalıydı?” diye karşılık verdiler.

***

Rab Musa`ya Belirtiler Gösteriyor

BÖLÜM 4

Musa, “Ya bana inanmazlarsa?” dedi, “Sözümü dinlemez, `RAB sana görünmedi` derlerse, ne olacak?”

RAB, “Elinde ne var?” diye sordu. Musa, “Değnek” diye yanıtladı.

RAB, “Onu yere at” dedi. Musa değneğini yere atınca, değnek yılan oldu. Musa yılandan kaçtı.

RAB, “Elini uzat, kuyruğundan tut” dedi. Musa elini uzatıp kuyruğunu tutunca yılan yine değnek oldu.

RAB, “Bunu yap ki, ataları İbrahim`in, İshak`ın, Yakup`un Tanrısı RAB`bin sana göründüğüne inansınlar” dedi.

Sonra, “Elini koynuna koy” dedi. Musa elini koynuna koydu. Çıkardığı zaman eli bir deri hastalığına yakalanmış, kar gibi bembeyaz olmuştu.

RAB, “Elini yine koynuna koy” dedi. Musa elini yine koynuna koydu. Çıkardığı zaman eli eski haline dönmüştü.

RAB, “Eğer sana inanmaz, ilk belirtiyi önemsemezlerse, ikinci belirtiye inanabilirler” dedi,

Bu iki belirtiye de inanmaz, sözünü dinlemezlerse, Nil`den biraz su alıp kuru toprağa dök. Irmaktan aldığın su toprakta kana dönecek.

Musa RAB`be, “Aman, ya Rab!” dedi, “Ben kulun ne geçmişte, ne de benimle konuşmaya başladığından bu yana iyi bir konuşmacı oldum. Çünkü dili ağır, tutuk (dili sunnetsiz) biriyim.”

RAB, “Kim ağız verdi insana?” dedi, “İnsanı sağır, dilsiz, görür ya da görmez yapan kim? Ben değil miyim?

Şimdi git! Ben konuşmana yardımcı olacağım. Ne söylemen gerektiğini sana öğreteceğim.”

Musa, “Aman, ya Rab!” dedi, “Ne olur, benim yerime başkasını gönder.”

RAB Musa`ya öfkelendi ve, “Ağabeyin Levili Harun var ya!” dedi, “Bilirim, o iyi konuşur. Hem şu anda seni karşılamaya geliyor. Seni görünce sevinecek.

Onunla konuş, ne söylemesi gerektiğini anlat. İkinizin konuşmasına da yardımcı olacak, ne yapacağınızı size öğreteceğim.

O sana sözcülük edecek, senin yerine halkla konuşacak. Sen de onun için Tanrı gibi olacaksın.

Bu değneği eline al, çünkü belirtileri onunla gerçekleştireceksin.”

Musa Mısır`a Dönüyor

Musa kayınbabası Yitro`nun yanına döndü. Ona, “İzin ver, Mısır`daki soydaşlarımın yanına döneyim” dedi, “Bakayım, hâlâ yaşıyorlar mı?” Yitro, “Esenlikle git” diye karşılık verdi.

RAB Midyan`da Musa`ya, “Mısır`a dön, çünkü canını almak isteyenlerin hepsi öldü” demişti.

Böylece Musa karısını, oğullarını eşeğe bindirdi; Tanrı`nın buyurduğu değneği de eline alıp Mısır`a doğru yola çıktı.

RAB Musa`ya, “Mısır`a döndüğünde, sana verdiğim güçle bütün şaşılası işleri firavunun önünde yapmaya bak” dedi, “Ama ben onu inatçı yapacağım. Halkı salıvermeyecek.

Sonra firavuna de ki, `RAB şöyle diyor: İsrail benim ilk oğlumdur.

Sana, bırak oğlum gitsin, bana tapsın, dedim. Ama sen onu salıvermeyi reddettin. Bu yüzden senin ilk oğlunu öldüreceğim.`”


RAB yolda, bir konaklama yerinde Musa`yla karşılaştı, onu öldürmek istedi.

O anda Sippora keskin bir taş alıp oğlunu sünnet etti, derisini Musa`nın ayaklarına dokundurdu. “Gerçekten sen bana kanlı güveysin” dedi.

Böylece RAB Musa`yı esirgedi. Sippora Musa`ya sünnetten ötürü “Kanlı güveysin” demişti.


RAB Harun`a, “Çöle, Musa`yı karşılamaya git” dedi. Harun gitti, onu Tanrı Dağı`nda karşılayıp öptü.


Musa duyurması için RAB`bin kendisine söylediği bütün sözleri ve gerçekleştirmesini buyurduğu bütün belirtileri Harun`a anlattı.


Musa`yla Harun varıp İsrail`in bütün ileri gelenlerini topladılar.

Harun RAB`bin Musa`ya söylemiş olduğu her şeyi onlara anlattı. Musa da halkın önünde belirtileri gerçekleştirdi.


Halk inandı; RAB`bin kendileriyle ilgilendiğini, çektikleri sıkıntıyı görmüş olduğunu duyunca, eğilip tapındılar.

***

Fısıh Kuralları

RAB Musa`yla Harun`a şöyle dedi: “Fısıh Bayramı`nın* kuralları şunlardır: Hiçbir yabancı Fısıh* etini yemeyecek.

Ama satın aldığınız köleler sünnet edildikten sonra ondan yiyebilir.

Konuklar ve ücretli işçiler ondan yemeyecek.

Fısıh eti evde yenmeli, evin dışına çıkarılmamalı. Kemikleri kırmayacaksınız.

Bütün İsrail topluluğu Fısıh Bayramı`nı kutlayacak.

Yanınızdaki yabancı bir konuk RAB`bin Fısıh Bayramı`nı kutlamak isterse, önce evindeki bütün erkekler sünnet edilmeli; sonra yerel halktan biri gibi İsrail halkına katılıp bayramı kutlayabilir. Ama sünnetsiz* biri Fısıh etini yemeyecektir.

Ülkede doğan için de, aranızda yaşayan yabancı için de aynı kural geçerlidir.”

İsrailliler RAB`bin Musa`yla Harun`a verdiği buyruğu eksiksiz yerine getirdiler.

O gün RAB İsrailliler`i ordular halinde Mısır`dan çıkardı.

***

Incil

Elçilerin işleri

BÖLÜM 15

Yeruşalim`deki Toplantı

Yahudiye`den gelen bazı kişiler Antakya`daki kardeşlere, “Siz Musa`nın töresi uyarınca sünnet olmadıkça kurtulamazsınız” diye öğretiyorlardı.

Pavlus`la Barnaba bu adamlarla bir hayli çekişip tartıştılar. Sonunda Pavlus`la Barnaba`nın, başka birkaç kardeşle birlikte Yeruşalim`e gidip bu sorunu elçiler ve ihtiyarlarla* görüşmesi kararlaştırıldı.

Böylece kilise* tarafından gönderilenler, öteki uluslardan* olanların Tanrı`ya nasıl döndüğünü anlata anlata Fenike ve Samiriye bölgelerinden geçerek bütün kardeşlere büyük sevinç verdiler.

Yeruşalim`e geldiklerinde inanlılar topluluğu*, elçiler ve ihtiyarlarca iyi karşılandılar. Tanrı`nın kendileri aracılığıyla yapmış olduğu her şeyi anlattılar.

Ne var ki, Ferisi* mezhebinden bazı imanlılar kalkıp şöyle dediler: “Öteki uluslardan olanları sünnet etmek ve onlara Musa`nın Yasası`na uymalarını buyurmak gerekir.”

Elçilerle ihtiyarlar bu konuyu görüşmek için toplandılar.

Uzunca bir tartışmadan sonra Petrus ayağa kalkıp onlara, “Kardeşler” dedi, “Öteki uluslar Müjde`nin bildirisini benim ağzımdan duyup inansınlar diye Tanrı`nın uzun zaman önce aranızdan beni seçtiğini biliyorsunuz.

İnsanın yüreğini bilen Tanrı, Kutsal Ruh`u tıpkı bize verdiği gibi onlara da vermekle, onları kabul ettiğini gösterdi.

Onlarla bizim aramızda hiçbir ayrım yapmadı, iman etmeleri üzerine yüreklerini arındırdı.

Öyleyse, ne bizim ne de atalarımızın taşıyamadığı bir boyunduruğu öğrencilerin boynuna geçirerek şimdi neden Tanrı`yı deniyorsunuz?

Bizler, Rab İsa`nın lütfuyla kurtulduğumuza inanıyoruz; onlar da öyle.”

Bunun üzerine bütün topluluk sustu ve Barnaba`yla Pavlus`u dinlemeye başladı. Barnaba`yla Pavlus, Tanrı`nın kendileri aracılığıyla öteki uluslar arasında yaptığı harikalarla belirtileri tek tek anlattılar.

Onlar konuşmalarını bitirince Yakup söz aldı: “Kardeşler, beni dinleyin” dedi.

Simun, Tanrı`nın öteki uluslardan kendine ait olacak bir halk çıkarmak amacıyla onlara ilk kez nasıl yaklaştığını anlatmıştır.

Peygamberlerin sözleri de bunu doğrulamaktadır. Yazılmış olduğu gibi: `Bundan sonra ben geri dönüp, Davut`un yıkık konutunu yeniden kuracağım. Onun yıkıntılarını yeniden kurup Onu tekrar ayağa kaldıracağım.

Öyle ki, geriye kalan insanlar, Bana ait olan bütün uluslar Rab`bi arasınlar. Bunları ta başlangıçtan bildiren Rab, İşte böyle diyor.`

Bu nedenle, kanımca öteki uluslardan Tanrı`ya dönenlere güçlük çıkarmamalıyız.

Ancak putlara sunulup murdar* hale gelen etlerden, fuhuştan, boğularak öldürülen hayvanların etinden ve kandan sakınmaları gerektiğini onlara yazmalıyız.

Çünkü çok eski zamanlardan beri Musa`nın sözleri her kentte duyurulmakta, her Şabat Günü* havralarda okunmaktadır.” Öteki Uluslardan Olan İmanlılara Mektup

Bunun üzerine bütün inanlılar topluluğuyla* elçiler ve ihtiyarlar*, kendi aralarından seçtikleri adamları Pavlus ve Barnaba`yla birlikte Antakya`ya göndermeye karar verdiler. Kardeşlerin önde gelenlerinden Barsabba denilen Yahuda ile Silas`ı seçtiler.

Onların eliyle şu mektubu yolladılar: “Kardeşleriniz olan biz elçilerle ihtiyarlardan, öteki uluslardan olup Antakya, Suriye ve Kilikya`da bulunan siz kardeşlere selam!

Bizden bazı kişilerin yanınıza geldiğini, sözleriyle sizi tedirgin edip aklınızı karıştırdığını duyduk. Oysa onları biz göndermedik.

Bu nedenle aramızdan seçtiğimiz bazı kişileri, sevgili kardeşlerimiz Barnaba ve Pavlus`la birlikte size göndermeye oybirliğiyle karar verdik.

Bu ikisi, Rabbimiz İsa Mesih`in adı uğruna canlarını gözden çıkarmış kişilerdir.

Kararımız uyarınca size Yahuda ile Silas`ı gönderiyoruz. Onlar aynı şeyleri sözlü olarak da aktaracaklar.

Kutsal Ruh ve bizler, gerekli olan şu kuralların dışında size herhangi bir şey yüklememeyi uygun gördük: Putlara sunulan kurbanların etinden, kandan, boğularak öldürülen hayvanların etinden ve fuhuştan sakınmalısınız. Bunlardan kaçınırsanız, iyi edersiniz. Esen kalın.”

Adamlar böylece yola koyulup Antakya`ya gittiler. Topluluğu bir araya getirerek onlara mektubu verdiler.

İmanlılar, mektuptaki yüreklendirici sözleri okuyunca sevindiler.

Kendileri peygamber olan Yahuda ile Silas, birçok konuşmalar yaparak kardeşleri yüreklendirip ruhça pekiştirdiler.

Bir süre orada kaldıktan sonra, kendilerini göndermiş olanların yanına dönmek üzere kardeşler tarafından esenlikle yolcu edildiler.

Pavlus`la Barnaba ise Antakya`da kaldılar, birçoklarıyla birlikte öğretip Rab`bin sözünü müjdelediler.

Pavlus`la Barnaba Arasında Anlaşmazlık

Bundan bir süre sonra Pavlus Barnaba`ya, “Rab`bin sözünü duyurduğumuz bütün kentlere dönüp kardeşleri ziyaret edelim, nasıl olduklarını görelim” dedi.

Barnaba, Markos denilen Yuhanna`yı da yanlarında götürmek istiyordu.

Ama Pavlus, Pamfilya`da kendilerini yüzüstü bırakıp birlikte göreve devam etmeyen Markos`u yanlarında götürmeyi uygun görmedi.

Aralarında öylesine keskin bir anlaşmazlık çıktı ki, birbirlerinden ayrıldılar. Barnaba Markos`u alıp Kıbrıs`a doğru yelken açtı.

Silas`ı seçen Pavlus ise, kardeşlerce Rab`bin lütfuna emanet edildikten sonra yola çıktı.

Suriye ve Kilikya bölgelerini dolaşarak inanlı topluluklarını* pekiştirdi.

***

http://www.kurandakidin.net/bolumler/

9. SORU:Sünnet olmak dini bir zorunluluk mudur?

CEVAP: Kuran'da sünnet olmak diye bir şey geçmez. Tevrat'ta sünnet olmak geçer. Allah dileseydi Kuran'da da sünnet olmamızı belirtir, bizim dinimizin de bir mecburiyeti yapabilirdi. Yani isteyen sünnet olur, isteyen olmaz. Dinimizde ne sünnet olun diye bir izah vardır, ne de olmayın diye. Geleneksel İslam'ın adetleri dinselleştirmesi ile sünnet dinselleşmiştir. Gerçi uydurmalarla dolu hadislerin içinde kadınların da sünnet olmasının gerekliliği vardır ama bu izah halka pek açıklanmamaktadır. Sünnet adeti öyle bir dinselleşmiştir ki neredeyse Allah'ın varlığına imandan sonra dinin ikinci şartı gibi algılanmıştır. Sağlığa yararlı olduğuna kanaat getiren, sünnet olur, istemeyen olmaz. Sünnet dinimizin ne bir hükmüdür, ne de alameti farikasıdır.

***

15.10.2006


« (Ninmah) erkeklik organindan yoksun,

kadinlik organindan yoksun bir varlik yapti.

Erkeklik organindan yoksun,

kadinlik organindan yoksun bu var­ligi gören Enki,

Onun yazgisini

kralin önünde durmak olarak belirledi. »

(Eski Yaratilis Ilahilerinden)

****

(Asagida yayinladigimiz incelemede T.Baykara,igdislik kurumunu "Turklere ait bir kurum" gibi ele aliyorsa da,biz biliyoruz ki,igdislik-hadimlik kavrami ve kurumu,erken 'Sumer' donemlerine kadar dayanmaktadir.Gerek dini kastlar içinde bulunan kutsal kisilerin 'evlilik yasagi' haliyle ;gerekse, erkek çocuk sunneti haliyle gunumuzde devam eden bu uygulama,geçmiste 'fallus tapimciligi' olarak da yasanmisti.

"Iğdiş"ligin kaynaginda,ilgili kisinin, kadinlarla cinsel iliski kurmasini ve daha sonraki donem bakimindan ise,çocuk yapmasini engelleme gerekçesi bulunmaktadir.Eski toplum, 'ilk ogul'un,Dumu,Maru,Adem'in ilk hallerinin toplumsal aidiyet konusunu çozemedigi bir tarihsel anda,bu sorunu,aidiyet ve dolayisiyla kadinlarla cinsel iliski kurma araci ve dogurganligin kaynagi olan tenasul aletini kesmekte bulmus gorunuyor.Gorunuse gore,sertçe bir çozum! Ama eski topluma,6.bin yil kadar oncenin çozum biçimlerine uygun.Ustelik,o donem bakimindan, son derece uygarca da! Cunku bu ogul,daha once,dogrudan kurban edilen bir oguldu..Kurban etmek yerine,sadece 'cinsiyetsiz' hale getirmek,kadinlarla cinsel iliski kapasitesini yoketmekle yetinmek ;'uretici olmayan bey' haline getirmek ,eski toplum bakimindan buyuk bir uygarlik adimiydi da...Bu ogul'a "yasayan ogul","yasayan bey" gibi nitelikler atfedilmesi,onun onceki donemde kurban edilen olmasina bagli olmaliydi.


Burada 'kadinlarla cinsel iliski' sozcugunu vurguluyorum.Bu demektir ki,ilgili kisiler ,erkeklerle cinsel iliski kurabilirlerdi.Bu nokta,yani Ninmah'in 'cinsiyetsiz' olarak yarattiklari ile erkekler arasindaki cinsel iliski,eski toplumda, çok yaygin ve kutsal bir odev haliyle kullanilmis gorunuyor.-2000'lerde, yazili yasalarda,erkek homoseksuel iliskilerin,artik yasaklanmaya baslandigini goruyoruz.Abraham doneminde Tanri,Lut'a gonderdigi 'tanri elçileri' ile cinsel iliski kurmak isteyen Sodom'un erkeklerinin bu tutumuna çok kiziyor ve bu nedenle ,Abraham'in silahli adamlarinin da yardimiyla, Sodom'un ustune "tuz-kukurt" yagdirip onlari yok ediyordu.Fakat yine de,bunlar, geç donemlere degin, musevi,arap ve eski yunan topluluklarinda,onceki kutsal-dini ozelliklerini giderek yitirseler de,el ustunde tutulan erkek fahiseler olarak,iliskilerini açikca,surdurmeye devam etmektedirler. Bu yanıyla ,erken 'hadimlik' uygulamasina bagli olan 'kutsal erkek fahiseligi' konusunda,daha once bir çalismami yayinlamistim.Oraya bakilabilir...

Eski toplumun,bu 'ilk ogul'u 'hadim','iğdiş' etmesinde,en temel gerekçeler bunlar olmus olmaliydi.O ogul'un cinsel organinin kesiminin bir asagilama olmadigini Enki'nin davranisindan da anliyoruz zaten.Enki,eski toplumda bir dizi toplum birim arasinda gerçeklesen farkli 'yaratilis' anlatimlarindan birisinde,bu hadim-igdis edilmis 'ogul'un yazgisini, "Kiralin onunde durmak" olarak saptiyor.Hadim ogulun buradaki konumunu,o sirada kullanilan haliyle 'kiral' kavramiyla birlikte ele almaliyiz,ama,daha simdiden belli ki,onu,yetkili bir konuma yerlestirmektedir.Sonraki donemlerde çocuk sahibi olmak isteyecek (mesela "Etana" anlatiminda) bu 'ilk ogul', farkli topluluklarda farkli biçimlerde yol alarak,'ilk ogul' olma ; "ilk ogul ustunlugu" gibi ozellik kalintilarini gunumuze kadar tasimistir.

Burada kuçuk erkek çocugun hadimlastirilmasinin bir dusmanlik,hakaret,asagilama ozellikleri tasimadigini,Turkiye'de bazi yorelerde hala kullanilan,kuçuk erkek çocuga yonelik 'cukunu yemek','dassagini yemek' gibi deyimlerde de goruruz.Bu sozler,ilgili çocuga karsi ,bir sevgi ifadesi olarak kullanilir...Bunu ,sonraki gelismesi içinde,sunnet olgusunu incelerken ele alacagiz.

Erken Akadosumer donemindeki tanrilarin herbirinin emrinde bulunan,sozcu, elçi,mabeyinci,kilerci,sonraki peygamber, olanlar iste, 'kisir' kilinmis bu ogulun farklilasacak biçimlerinin on ornekleri idi.Isa ve onun temsil eden Papa ve Hiristiyanligin oteki dini gorevlilerin bir bolumu,'evlilik' yasagina tabi iseler,bu onlarin baslangiçta,Akadosumer doneminde igdis edilmis gorevli ogul gelenegine dayaniyor olmalarindandir.Evlilik yasagi bulunan butun dini gorevliler,erken kisir birakilma sorununu, fiili evlilik yasaginin kabul edilip uygulanmasiyla asmis olan bir asamanin kalintilarini yasarlar.Hiristiyanlikta 'tanriyi akil' olarak niteleyen Papa, burada,gunumuz için,simdi anladigi anlamiyla bir akil bulunmadigini kabul edebilir mi?Simdilik bilemiyoruz ama,hiristiyan din adamlari arasindaki evlilik yasagina karsi bir kipirdanis oldugu da goruluyor.Cinsel organi keserek kisirlastirma yerine evlilik yasagina tabi olan 'akilci' hiristiyanligin,bu nedenle,sembolik kisirlastirma olan sunneti reddetmesi anlasilir.

Erkek sunneti,bir yonuyle,kisirlastirmanin toplumsal yalancilik biçimiyle asilmasidir. Musevlik dini,sunneti,onceki donemin kisirlik yaratan,tenasul aletinin tumuyle kesiminin sembolik yolla asilabilmesi olanagi olarak kullanmistir...Bu çozumun cografi kaynak alanini incelemeye çalisiyoruz zaten.


Bu tur nedenlerle,eski toplumda hadimlik,ilgilinin,ustelik dogurtganlik yoluyla dogrudan bir mirasçiya sahip olamamasina yol açtigi için,toplumun orgutlenmesinde, onemsenmistirde. Dogurtgan babalik yoluyla,yani evlatlik alarak degil,onun bir hanedanlik yaratabilmesi,merkezi gucun karsisina mahalli çibanbasiligi bela edebilmesi gibi bir tehlike yaratamayacagi için,gelistirilip kullanilmis olmali.Bunu en azindan Osmanli'da goruyoruz.Bu kurum,hadimlik, hem erken dini-kutsal nedenlere ve hem de son derece pragmatik gerekçelere dayandigi için,asagilanmak bir yana,toplumda saygin,ustte,yonetici konumlarin ifadesi olabilmis gorunuyor..

Asagidaki yazi,bunun,toplumun ekonomik yasamindaki yeri ile ilgilidir.

Soylemeye gerek yok ki,burada yayinladigim baskasina ait her yazi,her durumda,benim kismen veya butunuyle dogru buldugum yazi degildir.Bununla birlikte,hepsine notlar dusme olanagi bulamiyorum ve fakat,çesitli yanlariyla okunmasinda yarar oldugunu dusundugum için,dipnot yazana kadar bekletmeye gonlum elvermiyor.Calismalarimi,eger ilerde,olanak bulupda,butunlestirebilirsem,orada bu yazilarda katildigim veya katilmadigim yanlar daha berrak ortaya konulabilir.)



****

SELÇUKLULAR DEVRINDE IGDISLIK ve KURUMU

(Ozet)


BELLETEN

TTK Basimevi-Ankara

Aralik 1996

Cilt.LX sayi :229

Sayfa :682/693


TUNCER BAYKARA

Selçuklu tarihiyle biraz mesgul olanlar, "igdis"ler hakkinda muhakkak birseyler okumustur. Bilinenlerin bir kismi, kaynaklardaki müphem bilgiler­den, önemli bir kismi da sözlüklerden veya bazi arastirici ve meraklilarin konu ile yazdiklarindan gelir. "Igdis"in Türkiye Türkçesi'nde halen de kul­lanilan bir anlami, ayrica bizleri etkiler.

Selçuklu sehirlerinde ve bu arada Konya sehrinde, belirli bir ticari dü­zenin oldugu muhakkaktir. Bu ticari düzenin bir neticesi de kendisine mah­sus bir teskilatin olmasidir. Bu teskilatin, günümüz Türkçesi'nde kullanma esyasi üretenIere denen "Esnaf' adiyla da ilgisi vardir. Bu esnaf içinde, üreti­ciler ve saticilar olarak iki zümreyi ayirdedebiliriz. Bu iki zümre arasinda, var oldugu muhakkak olan belirli bir iliskiyi yeterince bilemiyorsak da, bu ikili özellige öncelikle dikkat edebiliriz. Satis döneminin önce, buna karsilik imal ve üreticilerin daha geç devirde etkin olmus olabilecekleri ilk akla gelen husustur. Bu iki dönemi, igdislik ve ahilik devirleri olarak da ayirma dene­mesi yapmis idik(1).

(…)

Bu konuyla ilgili kavramlardan birisi "igdis" olarak görünmektedir. Igdis, sadece Konya'da degil, öteki Selçuklu çagi sehirlerinde de ekonomik hayatla ilgili bir kavram olarak dikkati çek­mektedir. Buna dair, Fuat Köprülü basta olmak üzere eski arastiricilarin fi­kirlerini kisaca özetlemek gerekir. Nitekim bugün bizim "igdis" diye kabul ettigimiz kelimeye dair merhum Fuad Köprülü'nün de bir görüsü vardir (5).

Igdis kelimesine dair yakin zamana kadar bilinenler, daha çok I.H. Uzunçarsili etkisinde olusmustur. Çünkü O, igdisleri askeri teskilatin içinde saymakta idi (6). Igdis'in bilinen "kisirlastirilmis" anlami yaninda sözlüklerde melez insana, annesi veya babasi farkli olanlara dendigi de belirtilir. Uzunçarsili, Ibn Bibi'nin kayitlarini naklettikten sonra "bu kayitlardan Igdis­basinin devsirme veya muhtelif(t) bir kuvvetin kumandani olmasi muhte­meldir" diyor ve ilave ediyor. "Kayseri'nin sukutuna sebep olan Igdis-basiHajük-oglu'nun mühtedi bir Ermeni oldugu anlasiliyor". Oysa, asagidaki söz­lerimizden sonra, ayni igdis-basinin kendisini Mogollara daha yakin sayan, IçAsya' dan yeni gelmis birisi olabilecegi de akla gelebilirdi.

Selçuklu devrinin seçkin tarihçilerinden Osman Turan ve Faruk Sümer'in igdisler hakkindaki görüsleri de önemlidir. O. Turan'in yazdiklari da söyle hulasa edilebilir: "Selçuk devrinde Islamlastirilan bir askeri sinif... igdis (iktis)ler olup ..bunlarin sehirlerde nizamin korunmasinda kullanilan ve Hiristiyan çocuklardan tesekkül eden askeri bir sinif oldugu anlasiliyor" (7). Görülüyor ki burada O. Turan da Uzunçarsili'dan etkilenmistir. O da Ibn Bibi, Eflaki ve öteki kayitlari siraladiktan sonra anne ve babasindan birisi Türk olmayan insanlara dendigini vurgulamaktadir. Bununla birlikte Yazicioglu'nun bu kelimenin manasini anlayamadigindan metinden çikardi­gini söylemesi ise (8) bize kalirsa, daha degisik bir gerçegi göstermektedir. Yazicioglu devrinde, artik herkesçe bilinen terim manasi belirsiz kaldigindan olsa gerek, kavrami aynen vermek yerine, manasini vermeyi tercih etmistir: "sehir ayanindan biri"(9).

Osman Turan'dan ögrendigimiz en önemli gerçek, Igdis unvanli bir ki­siye, Artuklu Devleti içinde de tesadüf etmemizdir. Bu ise, asagidaki sözünü edecegimiz özelliklere daha uygun düsmektedir.

Igdis ler hakkinda en son ve mükemmel sayilabilecek bir arastirma,rahmetli Faruk Sümer'indir (10) . Faruk Sümer, bu makalesinde, bilinenleri ye­niden gözden geçirerek, askeri bir zümre olmak özelliklerinin asla söz ko­nusu olamayacagini kesinlikle ortaya koymaktadir. Hatta vaktiyle bu düsün­cede oldugu halde, su andaki kaynaklar isiginda, böyle bir durumun gerçek olamayacagini belirtmektedir. Fakat, o da melez, yani karisik irktan olma özelliklerine daha çok önem vermektedir. Zaten C. Cahen ve S. Vryonis Jr. da bu özellikleri etkindir (11). Mahalle ve sehir önderleri olduklarina dair rah­metli M. Akdag'in düsüncesine ise, biraz fazla pesin-hükümle karsi çikmak­tadir. Oysa, bilinen kaynaklar bu özelliklerinin daha da önem kazandigini açikça göstermektedir. Sümer kisaca, igdislerin "XII ve XIII. yüzyillarda bil­hassa büyük sehirlerdeki maliye memurlarina dendigini" belirtiyor. Onlarin baslica isi, "sehirlerdeki mali islerle mesgulolmak, vergi toplamak" idi. Sümer, bu gerçegi," takrir-i Emir-i igdisan"i aynen verip tercüme ederek açikça göstermistir.

Bununla birlikte eski bilginlerin yazdiklarini unutup kaynaklari yeniden dikkatlice gözden geçirirsek, bazi tespitler yapabiliyoruz. Çünkü bir kisim kaynaklanmiz, Selçuklu devrinde sehirlerin önde gelen kisilerine i g d i s dendigini, hatta sehirlerde ticari hayati Igdis-basi'nin murakabe ettigini be­lirtir (12) . Bu sonuncu terim, mesela Ibn Bib’de (13) aynen Türkçe'siyle geçtigin­den, Türkçe asilli olmasi gerektigi de söylenebilir. Kaynaklar bu kavrami baska sekle sokarken bile, bu görevin bir "emaret" yani "beylik" oldugunu belirtilerek zikrediyorlar: "Emir ül-egadise" gibi (14).

Kaynaklar gerek Konya sehrinde gerekse diger Selçuklu sehirlerinde birçok igdisbasinin ismini vermektedir. Bunlari söyle siralayabiliriz:

1. "Emir-i igdisan Haci ibrahim bin Ebu Bekir": Konya

2. Hurrem-sah, "igdis-basi-i Sivas":

3. Hüsam, "Hajuk-oglu lakapli", "igdis-basi-i sehr" (-i Kayseri);

4. Muin, Malatya'nin "igdis-basi"si:

5. Fahredin, "Emir ül-Egadise": 1277 yillarinda Konya

6. Semseddin , (Hoyi'de adi belirtilmeyen, takrir sahibi Emir-i

igdisan) .

7. Hass Beg, Said oglu; mart 1343 tarihinde 'maktulen ölmüstür' (Konyali, Aksaray, II, 1549.)

Bunlara XV. yüzyila ait Larende'den bir ismi de ekleyebiliriz: Ancak bu­nun degisik bir dönemde ve sartlarda zikredildigine dikkat edilmelidir: (IH. Uzunçarsili, Belleten, 1,1937).

Bütün bu isimlerin neticesinde su gerçekleri tesbit edebiliriz:

a. "igdis-basi"lardan isimleri bilinenler arasinda, Kayserili Hajuk oglu Hüsam'dan baska gayrimüslim kökenli olabilecek kimse yoktur.

b. Igdis ler, sehrin genelde esraf ve ayani sayilmakta idiler (15) ve dolayisiyla oturduklari mahallenin de esrafidirlar. Bu özellikleri sebebiyle, sehirlerde halk temsilcileri olarak düsünülmeleri olagandir (16) . Gerektiginde sehzadeler veya eski Sultanlar onlarin evinde misafir edilebilmektedir (17) . Zaten igdis, Mevlana'nin siirlerinde de köylünün ziddi olarak dükkan sahibi sehirli ve zengin kisi anlaminda geçmektedir (18).

c. igdisler, hemen her Selçuklu sehrinde mevcut idiler. Konya, Sivas,Kayseri, Aksaray, Larende, Eregli ve iskilip, kendilerinde igdis ve igdis-basi oldugunu kesinlikle bildigimiz sehirlerdir.

Sehirlerde, igdislerin basi demek olan Igdis-basi, devlet görevlilerinin disinda, o sehir halkini temsil eden en yüksek görevli, yani bir tür Belediye Baskani olarak düsünülebilir. Igdis-basi 'nin özellikle' ticaretle çok yakin ilgisi olup, sehre gelip giden tüccarlarla da yakindan ilgilenmektedir (19). Ayrica o bir nevi de Belediye Baskani olarak sehri en iyi bilen oldugundan, Merkezi

idarenin o sehirden istedigi verginin halktan adilane bir sekilde toplanma­sini da saglamaktadir (2O). Hatta bir tehlike vukuunda, sehir halkinin silahlana­rak düsmana karsi direnmesinde etkili olmaktadir.

Igdislik Teskilati: Konya ve ona bagli olarak Türk sehir hayatinda önemli bir yer tutmus olmasi gereken igdisligin bir teskilati da olmalidir. Ancak bundan önce; bu kelime ile ilgili olarak biraz bilgi vermek gerekiyor. Kelimenin etimolojisi ile ilgili tetkikler, "igdis"in genellikle melez insanlara dendigini isaret ediyor (25). Bu arada, eskiden de, "igdis"in bilinen anlaminin, kaynaklardaki durumla uyusmadigini gören bazi arastiricilar baska teklif­lerde de bulunmuslardir. Mesela (-arapça-.. .) imlasinin, "igdis" diye degil, "ög­des", veya "öndes" okunmasini F. Köprülü teklif ediyor (26). Ona göre mahalle­basi manasina gelen (…) kelimesi, kisir veya melez nesil demek olan "ig­dis" degil, ancak Türkçe rehber manasina gelen "öndes" veya "ögdes" olmasi lazim gelir.

Kelimenin kavram olarak, kelime anlamindan farkli bir özelligi yansita­biiecegi düsünülmelidir. Buna göre, "igdis"i bir kelime olarak degil, fakat bir teskilat olarak ele alabiliriz. Konya gibi belli basli sehirlerde ortaya çikan bu kavram ile sehirlerin durumu arasinda bir bag söz konusu olmalidir.Gerçekten de sehirlerde hem genis bir idareci zümre, hem de birçok ihtiya­cinin karsilanmasini bekleyen halk da bulunmaktadir. iste sehirlerdeki bü­tün bu zümrelerin yiyecek ve benzeri her türlü ihtiyaçlarinin giderilmesi ge­rekmektedir. Süphesiz bu durum, sadece Anadolu için degil, Türkistan Türk sehirleri için de söz konusudur. Nitekim orada bu islemlerin belirli bir teski­lat tarafindan görüldügu dikkati çekiyor.

Kutadgu-Bilig'e göre, sehir halkini bir takim unsurlar ("tarigcilar/çiftçiler, satigcilar/saticilar" gibi) teskil eder. Bunlar arasinda i g d i s ç i 'ler de bulunmaktadir. Sehirdeki bu zümre, her türlü "yiyecegi, giyecegi ve ordunun binek ati, aygir ile yük hayvanlarini yetistirirlerdi". Keza "kimiz, süt, yün, yag, yogurt, peynir ile evlerin rahatini temin eden yaygi ve keçe hep bunlardan gelirdi" (27). Bu ifade sehirlerde halkin en önemli ihtiyaci olan yiyecek ve giyecegin bu unsur, yani

i g d i s ç i 'ler tarafindan karsilan­digini göstermektedir (28). Kutadgu Bilig'de ordu ihtiyacinin da igdisçiler tara­findan karsilanmasi, bu teskilatin Türkistan'daki Türk sosyal hayatindaki ye­rini çok daha da genis boyutlara iletmektedir.

Karahanlilar Devleti'ndeki bu teskilat, sonraki tarihlerde, özellikle XIII. yüzyilda Türkistan'da varligini devam ettirmistir. i g d i s, devletin en önemli görevlilerine verilen unvan (veya lakaplardan) birisi idi. Nitekim 602/1205-6 tarihinde Benaket'te basilmis bir sikkede, "Ulug igdis (…)" Çagri Han'in ismini görüyoruz (29).

XII. yüzyil sonlarinda Türkiye Selçuklulari'nda görülen bu teskilat, Karahanlilar'da mevcut teskilatin hemen ayni esaslarda devam eden bir benzeri olmalidir.

Su halde i g d i s ler, Konya sehri basta olmak üzere, özellikle Selçuklu sarayinin, sehirli halkin ve ordunun her türlü yiyecek ve öteki esya ihtiyacini temin eden kisilerdir. Ancak bunlar, küçük is veya dog­ rudan üretimle mesgul olmayip daha büyük miktarlarda is yapar veya gerek­tiginde disardan getirirlerdi. Yiyecek için koyun, askeri ihtiyaç için at besle­mek bunlarin isi olup, gerektiginde ticaret yapip disardan her türlü mal ve esya getirtebiliyorlardi. Bu sebeple olsa gerek, iskilip'te, çarsida 1272 tari­hinde "Han-i igdisbasi" bulunmakta idi (31) . Yine bu amaçla, ticari ulasirnin ko­laylikla yapilmasi için kervan yollari üzerinde hanlar yaptirmislardir (Konya'dan Aksehir yönüne giden yol üzerindeki Dokuzun Hani gibi).

igdisler, sehirlerarasi, hatta milletlerarasi ticaret yaptiklarindan, sehirle­rin en etkili zümresi olmuslardir. Onlarin isimleri, ayni anlamdaki "hvace­gan" ile birlikte geçmektedir (32). Bunun içindir ki sehir ayani ve esrafi sayilmis­lardir. Bu özellikleriyle, Selçuklu sehzade veya eski sultanlarini, öteki Türklerinkine göre, daha mükellif olmasi gereken evlerinde misafir edebil­mislerdir.

Selçuklu tasra teskilatindaki "Sehir divaninda, yer alan görevlilerinden birisi de "Emir-i igdisan" idi (33). Vazifesine bir takrir ile baslayan emir-i igdisan,"server-i hvacegan ve muteberan" olarak tanimlanmistir. Büyük tüccar anla­mindaki "hoca"lar ile muteber-ayanin önderi olan "igdisler Begi"=Igdis-basindan, o sehirdeki zenaat ehli ve güçsüz kisilerin korkusuz olarak yasamasinisaglamasi istenir. Bu konudaki baslica kaynagimiz olan Hoyi, eserlerini Konya'daki son igdisbasinin ölümünden sonra kaleme almissa da, öteki Anadolu sehirlerinde (Larende, Aksaray ve belki iskilip) bu kurum ve kisiler, islevlerine muhakkak devam etmis olmalidirlar.

XIII. yüzyilda sehirlerde ortaya çikan yeni durum, igdisleri de etkiledi. igdisler dogrudan üretim yapmazken, simdi sehir çarsilarinda esya üretimi yapan, esnaf da ortaya çikti. Bu arada, Abbasi Halifesi, siyasi bakimdan git­tikçe parçalanan islam dünyasini, hiç olmazsa, bir fikir etrafinda birlestirmek istedi. iste bu yeni bir fikir akimi, "Fütüvvet"in etkisinde kalan sehirler halki, bir dönemde kararsiz kaldi. Sehirlerin, Türkistan gelenekleriyle, yeni Ön asya islam gelenekleri arasindaki bu kararsizlik dönemi, XIII. yüzyilin ortalarina tesadüf etse gerektir.

Ibn Bibi'den kesinlikle anliyoruz ki, XIII. yüzyilin ortalarindan itibaren, igdislerin yaninda, sehirlerde simdi "ihvan/kardesler" de görünmeye basla­mistir. Karamanlilarin 1277'de Konya üzerine askeri baskilarinda bir kisim igdisin Karamanlilarla birlikte hareket etmis oldugunu görüyoruz (34) . Fakat "ahilerin" etkisiyle daha sonra onlara karsi direnilmis, çok geçmeden ölen igdis-basi da, bu kurumun Konya'daki son temsilcisi olmustur (35.)

Bir ticaret adami olarak igdis lerin, ayni zamanda "melez" sayilmalarinin tarihi bakimdan bazi temelleri de olabilir.

Bu düsünce ile igdislerin iki yönlülükleri olagan karsilanabilir. Igdis'in sözlüklerdeki açik, karisik insan anlamina ragmen, kavram olarak degisik bir manasi olmasi yadirganmamalidir. Bu türden, söz­lük anlami baska, terim anlami çok daha baska kelimeler, ortaçaglarda çok­tur (36).

Ahilik , Konya ve umumiyetle Ortaçag Türk sehirlerinin en önemli esnaf teskilati olarak bilinir. Bu kurum, XIII. yüzyilin kalan yillari boyunca, gelismis, bir yandan fütüvvetten nazari olarak etkilenirken, asil eski teskilat olan i g d i s likten de önemli unsurlar almis olmalidir (37). Yukarda da dedi­gimiz gibi, igdislerde daha çok mevcut mal ve esyayi satis, yani ticaret hakim iken, ahi lerde ayni zamanda üretim de söz konusu olmaktadir.

igdisligin yerini ahilerin aldigi XIII. yüzyilin sonlarinda Konya ve öteki Selçuk sehirlerindeki esnaf arasinda üretim yapanlarin da artmis oldugu muhakkaktir. Üretim, ustanin yaninda yardimcilar ve bilhassa birçok "çirak" gerektirmektedir (38) . Bu durum, yüzyilin ikinci yansindan itibaren sehirlerde "iiinud/rindler", veya "civanan/gençler" denilen ve hayli etkili olan yeni bir zümrenin olusmasina da yol açacaktir.

Ahi liderleri, emirlerin alunda bulunan binlerce rind sayesinde(39) zaten mirasçisi olduklari sehir yönetimde etkili olacaklardir. Ancak, XIII. yüzyil sonlannda yazilanlarda dahi(40) devlet teskilatina da giren bir Ahi-basilik (41) söz konusu olmadigi gibi, Ahi önderler arasinda zaman çekismeler de eksik olmamistir(42) Ahi önderleri özellikle merkezi gücün azaldigi dönemlerde, Anadolu yüzeyindeki birçok sehrin gerçek hakimi olacak ve sehirleri idare edeceklerdir.

Demek ki, Konya veya ülkenin öteki sehirlerinin esnaf teskilati, ayrinti­larini bilmemekle birlikte, bir yandan Türkistan Türk esnaf teskilatina ba­gimli, diger yandan da Islam-Iran etkisini tasi~aktadir. Bizans'in döne­minde, Anadolu'nun orta kisimlari ve bu arada Konya önemli bir merkez olmadigindan burada köklü ve sonrasina etki yapabilecek derece Rum esnafi oldugu söylenemez. Zaten RumIara sempati ile bakan Mevlevi kaynaklarinda bile, sadece Hiristiyan mimar ve ressamlardan söz edilmektedir.

Ahilik teskilati, nedense Karaman-ogullari döneminde bir hayli zarar gördü. Bu sirada birçok Ahi önderi öldürüldü (43) . Konya'da etkisini XIII. yüzyilin ortalarinda kaybetmeye baslayan igdisligin, Karaman-ogullari döneminde yeniden göiiilmesi (44), bu kurumun kesinlikle Türk olmasina bir baska delil olabilir.

N e t i c e olarak, igdisler ve igdislik, bir iktisadi kurum ve o kurumun mensuplarina verilen bir ad olarak Anadolu'da XII.-XV. yüzyillar arasinda etkili olmustur. "Ticaretle de ugrasan bu zümre, hayvan besleyip sehir hal­kini doyurdugu için bu adi almisa benziyor" (45) . Igdisler, sehirlerdeki büyük tüketici kitlelerin yiyecek ve öteki ihtiyaçlarini karsilamakla yükümlü idiler. Kelimenin anlaminin olumsuz yönleri, öteki kavram=terim manasinin da kaybolmasinda ve unutulmasinda etkili olmusa benziyor.

***

http://www.osmanli.org.tr/bilinmeyenosmanli.php?bolum=1&id=16

Osmanlı Haremindeki erkek personnel



Osmanlı haremine alınan hadım erkek hizmetçiler (tavaşiler) iki gruba ayrılmaktaydı:

Birincisi; Ak Hadımlardır. İslâm hukukunda erkeklerin hadım edilmesi yasaklandığından dolayı, Osmanlı Devleti’nin genişleme yıllarında, İstanbul’a çok sayıda Macarlar’dan, Almanlar’dan ve Slavlar’dan esir getiriliyordu. İlk ak hadımlar bunlar arasından temin ediliyordu. Daha sonraları Gürcü, Ermeni ve Çerkezler’den hadım olanlar satın alınarak temin edilmeye başlandı. Osmanlı hareminde istihdam edilen bu ak hadımlara ak ağalar adı verilmekteydi. III. Murad’ın 1582 tarihinde Bab’üs-Sa‘âde Ağalığını yani kızlar ağalığını zenci Habeşi Mehmed Ağa’ya teslim edişine kadar, kızlar ağası ak ağalardan seçilirdi. Ak ağaların en önemli görevi, Padişahın mâbeyn dâireleri ile harem dairesini korumak ve gerekli hizmetleri görmekti. Dış göreve atandıklarında vezâret payesi verilir ve genellikle Mısır Valiliğine gönderilirlerdi.

İkincisi; Siyah Hadımlardır. Hem fitneye daha çok yol açma ihtimali, hem teminindeki güçlük ve hem de hadım edilmelerinin zorluğu ve dayanıksız olmaları sebebiyle, özellikle III. Murad zamanında Osmanlı Hareminde ak hadımların yerini zenci olan siyah hadımlar alınmaya başlandı. Bunun üzerine esir tüccarları, Mısır, Habeşistan ve Orta Afrika’ya kadar giderler, türlü yollarla elde ettikleri zenci çocuklarını hadım ettirdikten sonra başta Mısır ve Beyrut olmak üzere Akdeniz limanlarında satarlardı.

Bu yollarla Harem’e alınan zenci hadımlardan bir ocak kuruldu ve adına da ağalar ocağı dendi. Ağalar ocağına alınan zenci çocukları, kendilerinden daha büyük hadım ağalarınca yetiştirilirdi. Bunlara Türkçe öğretilir ve güzel isimler takılırdı. Sarayın ve haremin âdâbı hem nazarî ve tatbiki olarak öğretilirdi. Enderun okulunda olduğu gibi, harem de bir okuldu. Belli bir yaşa kadar eğitilen ve eğitimlerini tamamlayan hadımlar, daha sonra Harem’deki hizmetlere tevzi edilirlerdi.

Harem’in Medhalinde görev yapan hadımağaları veya bir diğer adla harem ağalarının sayıları, Fâtih zamanında 20’yi, 1517 tarihinde 40’ı, 1537 tarihinde 20’yi ve nihâyet 100’ü geçmemesine rağmen, batılı kaynaklar, bu sayıyı 500, 600 ve hatta 800 olarak ifade etmişler ve karalamak istemişlerdir. Bu hususta Batılı yazar ve seyyâhların verdikleri rakamlar, tamamen hayale ve özellikle Müslüman bir devlet olan Osmanlı Devleti’ni karalamaya yöneliktir. Bu iddiaları ileri sürenlerin ellerinde ciddi bir tarih kaynağı da bulunmamaktadır
[1].


[1] Penzer, The Harem, 118, 139 vd.; Uluçay, Harem II, sh. 118, 119, 127 vd.; Uzunçarşılı, Saray Teşkilâtı, sh. 172 vd.; Sertoğlu, Osmanlı Tarih Lügati, sh. 10-11; Miller, B., Beyond The Sublime Porte, Yale 1931, sh. 91 vd.

****

http://www.osmanlimedeniyeti.com/Bilgi/Osmanl%C4%B1 Saray Te%C5%9Fkil%C3%A2t%C4%B1

AK VE KARA HADIM AĞALARI

"Ağa-ı Bâbü's-Saâde" denilen kapı ağası, hadim ak ağalarından olup yeni sarayın baş nâzırı, ve "Bâbu's-Saâde"nin âmiri idi. Başka bir ifade ile bunlar, Osmanlı sarayının "Bâbü's-Saâde" denilen kapısını muhafaza ile vazifeliydiler. XVI. asrın sonlarına kadar sarayın en nüfuzlu ağası Bâbu's-Saâde veya Kapı ağası idi. Atâ tarihinde belirtildiğine göre Kapı ağalığı ile Hazinedar başılık, Saray ağalığı ve kilerci başılık, Sultan İkinci Murad zamanında ihdas edilmişlerdi. Kapı ağası, Harem'in en büyük zâbiti durumunda idi. Kapı ağasının emrindeki Ak hadımlar, sarayın kapısını muhafaza etmekte olup sayıları otuz civarında idi.

Kara hadım ağaları ise kadınların bulunduğu harem kısmında vazife görüyorlardı. Kara hadımların en büyük âmirine "Dâru's-Saâde Ağası" veya "Kızlar Ağası" denirdi. Bunlar harem kısmında bulundukları için kendilerine "Harem Ağası" da deniyordu.

***

Bektaşîlikte “Baba”ların Evlilik Yasağı


***


(Isparta SDU Ilahiyat Fakultesi ogretim uyesi

sayin Dr.A.Yilmaz Soyyer'in

bana verdigi ozel izne bagli olarak,

kitabindan bolumler yayinliyor ;bu degerli çalismayi

bana ilettigi için de,tesekkur ediyorum.
S.Kaçmaz)

19. Yüzyılda BEKTAŞÎLİK

Dr. A. Yılmaz Soyyer

AKADEMİ KİTABEVİ -Ağustos, 2005

İstanbul Büyük Şehir Belediyesi Atatürk Kitaplığındaki yazma eser de bu konuyu müstakil bir bölüm halinde ele almış bulunmaktadır. Bektaşîliğin “Babagân” koluna mensup olduğunu tahmin ettiğimiz ismi meçhul yazar “Dedebabalık” başlığıyla konuya değinmektedir.

Yazarımız “baba”ları “mücerred” ve “müteehhil” olmak üzere iki sınıfta ele almaktadır. “Dedebaba” olmak için de “mücerredlik” erkânı vermenin şart olduğunu belirtmektedir. Bu sınıfı kuranın ise pir-i sâni ismiyle de bilinen Balım Sultan olduğunu belirtmektedir. Mücerred olmak için ise hiç evlenmemiş olan bir baba, Pîr evindeki “Balım Sultan Kapısı” nın eşiğine yatırılır. Kulağı delinerek altın ya da gümüşten bir halka özel bir merasimle takılmaktadır.


Pîr evinde bulunan babaların tamamı mücerreddir. Babalar gündelik hayatlarında durumlarını belirten özel bir kıyafetle dolaşmaktadırlar.1 Yazar Bektaşî tekkelerinde hiç evlenmemiş kadınların da varlığından bahsetmektedir. Bazı Bektaşî âileler çeşitli sebeplerle kızlarını dergâha “nezr” etmektedirler. Bu tür kızlar da mücerredlik erkânı vermektedirler. Eğer bunlar mücerredlik erkânı verirlerse “Bacı Sultan” adını alarak vefatlarına kadar dergâhta kalmaktadırlar. Bu kızlar bütün âyin ve merasimlerde bulunurlar ve büyük saygı görürler.2


****************************

1 Babaların Kıyafetleri: İnanç kaynaklı sosyal gruplarda semboller son derce önemlidir. Semboller, anlam ifade eden eşyalar, sözler ve olaylardır. (Bkz. Çiftçi ve diğerleri, Din ve Modernlik, S. 61) Bu sembollere kutsallık atfedildiği için de bu anlam daha da vurgulu bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Rudolf Otto’ya göre kutsal kendisini her zaman doğal gerçeklerden tamamen farklı bir gerçek olarak göstermektedir.( Mircea Eliade, Kutsal ve Dindışı, Çev. M. Ali Kılıçbay, Gece Yayınları, Ankara: 1991, s.vııı ) Bu bağlamda Bektaşîlik bir semboller topluluğu içerisinde var olmaktadır. Bektaşî Babalarının kıyafeti de işte bu kutsal sembollerle donatılmıştır.

Bektaşî babalarının başlarına giydiği başlıklar beyaz keçedendir. Buna tac ya da fahr denilmektedir. Tacın üst kısmı alt kısmından biraz geniştir. Kenarlarında on iki dilim ve tepesinde bir kabartma vardır. On iki dilim on iki imama, tepedeki kabartma ise “Allah- Muhammed- Ali” den mürekkep vahdete işarettir. Tacın üzerine açık yeşil renkte bir sarık sarılır. Sarık enli, fakat tacı üç kere dolanacak uzunluktadır. Sarık tacın kenarını tamamen kapatmaz, sarığın alt kısmından tacın kenarı hafifçe görünür. Tacın üst tarafında da iki parmak kadar açıklık kalır. Bektaşîlerce kabul olunan renk beyazdır. Gerek aba denilen cebe ve gerek hafifçe şalvara benzeyen pantolon yünlü ve beyaz bir kumaştan seçilir. Gerek yolculukta ve gerek dergâhların dışında derviş ve babaların renkli aba giydikleri de görülür. Bele altı parmak enliliğinde bir kemer takılır. Bu kemer örmedir ve ince meşin küçük tokalarla önde birleşir. Kemerde ya da yana sokulu iki tane bıçak bulunur. Bu bıçakların kabzasının ucu tamamen baştaki taç şeklindedir. Bunlardan başka babaların boyunlarında ince bir kayışla asılı küçük ve meşin çantaları vardır. Üzerinde aynalı yâ Ali yazılıdır. Bu çantaya icazetnâmeler ve tarîkate ait evraklar konulur. Babalar bu çantayı yalnızca seyahatlerinde boyunlarına takmaktadırlar. (Bektaşîlik (yazma) İBŞBAK nu: 443, tarihsiz, v:36)

Babaların boyunlarında –dervişlerin de taktığı- teslim taşı da bulunmaktadır. Bu taş yedi sekiz cm. çapında ve on iki köşeli bir yıldızdan ibârettir. Teslim taşı dergâhların açık olduğu dönemde Kırşehir’de, Pirevi’nde imal olunmaktadır. Söylenceye göre Hacı Bektaş Velî’ye zehir içirilir. Zehrin belirtileri görülünce Kutlu Melek, Hacı Bektaş Velî’ye yumurta akından yaptığı bir ilacı içirir. Hacı Bektaş Velî istifra eder ve istifra ettiği zehir donarak bu taşı oluşturur. Taşın kırmızı damarları zehire karışan Hacı Bektaş Velî’nin kanı olarak yorumlanmaktadır. (Bektaşîlik (yazma) İBŞBAK nu: 443, tarihsiz, v:37)

2 Bektaşîlik (Yazma), İBŞBAK, nu:K443,v.34.

**