25.11.2006

DUMUZI,DIONYOS,TAMMUZ'DAN ADANA'YA

DUMU'DAN ADANA'YA-1

DUMUZİ, DİONYOS, TAMMUZ'DAN ADANA'YA



Aşağıda Sayın Ahmet Ünal’ın   Adana isim kaynağı etrafında geliştirdiği son derece yararlı bir çalışmayı, özetle, yayınlıyorum. Bu çalışma aynı zamanda "Kudüs”ü, "kutsal toprakları", "Şinnar"ı tanıma çalışmamıza da hizmet etmektedir.

Fakat Sayın Ünal, uzun emek dönemlerini yansıtan bu çalışmasında, eski “Sümer/Sami” kaynaklarını  yeterince değerlendirmemiş, eski Yunan anlatımlarının da asıl kaynağının da  bu  eski anlatımlar olduğunu fazla hesaba katmamıştır.

Onun “Homeros destanlarının tarihi gerçekleri nasıl saptırdığı” gibi  görüşlerine de katılmak hiç  mümkün değildir.

Hesiod’un  'tanrıların soy kütüğü' eserini  genişçe ele aldığımızda, ki bu  "Theogenia" başlığı taşır ve   "Tanrı/Melek"lerin soy kütüğü gibi bir  anlama  sahiptir, "arzu"nun, "eros"un, "uranos"un vb.eski  Sümer/Sami kavramlarının  farklı bir şekilde okunup yazılmış  birebir  anlatımları olduğunu göreceğiz.

Eski kayıtların farklı dillere dönüştürülme veya tercümesinde, ortak harf çizimleri farklı ses değerleriyle ifade ediliyordu ve yeniden yazıya geçirildiğinde iyice değişmiş bir kavram elde ediliyordu, bu da son derece normaldi. Karşılaştırmalı okumalarda M=N eşitlemesi yapıldığı, sessizle başlayana sesli harf eklenmesi gibi noktalar  dikkat çekiyor. Arami/Kiril alfabelerinde, şimdi devam ettiği gibi, harflerde B=P=V, H=N=I, G=H  P=R gibi eşitlemelerin aynı kavramın farklı dil yazımlarında  kelimeyi nasıl değiştirici bir rol oynamış olacağını hep göreceğiz.

Bazı durumlarda ise, tamamen anlam çevirisi yapılıyordu ki, burada ses değer üzerinden bir karşılaştırma yapmanın hiç bir anlamı kalmıyor. Bununla birlikte, binlerce yıla yayılmış bir süreçte, "Sammara" veya "Summarru"dan ,"Şinnar" elde etmek, "Enki" veya "Kâin”den Kenan'a  veya Cennet'e ulaşmak çok fazla zor olmamış olmalıdır. Üstelik eski kavramların gerçek ses değerlerini, günümüzde  genellikle tanıyamayacak olduğumuz unutulmamalı.

Bu bakımlardan burada, ilgili kavramları çözümlemek için, asıl olarak  tanım içeriklerindeki uyuşma ve uyuşmazlığa yönelmek gereklidir. Anlatımlar arası paralellikleri hesaba katmak, Enuma Eliş’i olduğu kadar Avesta’yı, Rigveda’yı olduğu kadar da Eski Ahit'i karşılaştırmalı olarak ele almak gerekecektir.

Bunların yanısıra, farklı dillere sahip toplulukların aynı tanımlı veya özellikli tanrı ve tanrıçayı, her hangi bir ortak olguyu, farklı şekillerde ifade etmesi kadar doğal bir şey olamaz. Oralarda 'ses' değer ortaklığının, benzeşmesinin  bize fazlaca bir  katkısı olamaz.

Aşağıda yer alan  ve “Tufan öncesi”ne ait 'Miladi' Sümer kıraliyet  listesi, tran******ion işlemlerinin  geçmişte ve  şimdi, pek kolay olmayacağını gösteriyor. Bu 'kıraliyet  listesi’nde de yer alan, Adana’ya ad vermiş görünen  ve eski Yunan diline “Daonos” olarak da aktarılan kavramın, artık yakından tanıdığımız Dummuzi’ye bağlı bir kavram olduğu  açıktır. Dummuzi, Kudüs tapınağında   Tammuz okunuşuyla   tapılan bir tanrı idi ve tapınım döneminin anısı bize, hasat bayramlarına ilişkin  Temmuz ayı olarak da gelmiştir.

Eski Ahit'te bu kavram, "dum"un  yaratılışı anından itibaren "adam, âdem, insan" haliyle ve hem de "Tammuz" haliyle bulunur.
Öte yandan, eski toplumun gelişim düzeni  ve kuralları hesaba katıldığında, kavramların  zaman içinde  anlam değişiklikleri yaşamış  olacağı da anlaşılır. Başlangıçta ‘Ateş’ kültünün ağırlığı altında ‘ateş’ anlamlı bir kavramın, giderek bitki/hayvan totemlere geçişle birlikte bitki/hayvan özelliği de göstermesi, daha sonra ‘yıldız’lardan birisi yerine  geçmesi  olanaksız olmadığı gibi, böyle de olmuş olmalıydı. 'Yıldız falı' diye ele alınan burçlardaki ifade ve çizgiler büyük ölçüde hayvan/bitki totemlere ait oldukları halde, bu hayvan/bitkiler, ki tamamı kutsal totemdirler, aynı zamanda birer 'yıldız’a da denk düşüyorlardı. Varlıklarını sürdürürken yeni aşamaya ayak uydurmulardı.

Temmuz kültünün ‘altın dana’ tapınımıyla da bağlantılı olması, Dana’nın  bir hayvan olarak  'dana'  anlamı kazanmış olması, sayın  A. Ünal’ın fikrinin tersine, hiç de  olanaksız değildi. Toros  isim kaynağının  da  “boğa”  (Toreau/ Toro)  ile ilgili olması, eski toplumda kutsal öküz ve inek'lerin  tanrı(ça) olarak  varolması,  Dummuzi’nin  “kutsal oğul” olarak ‘dana’ özelliğini kazanmasının doğallığını da açıklar. Eski Ahit'teki aktarımlardan, Musa kavminin de,  Tammuz'a "altın dana" olarak taptığını anlıyoruz. İsa’ya şimdi bile ‘kuzu’ tanımı  veriliyorsa, Tammuz’un  önceki ateş kültüne bağlı olarak  "altın", "kızıl" rengini alması ve sonraki totem döneminde "dana" olması  son derece  doğaldır.

Eklemek gereklidir ki, "dumu" veya  semitik "maru" kavramı, bir toplulukta, hayvan/bitki toteme geçiş döneminde  "dana", "kuzu", "oğlak"  olmuş ise, öteki bir toplulukta  çok daha farklı bir hayvan/bitki olarak  şekillenebilir. Gişzidum kavramı da, “Yaşam ağacının oğlu” veya  “Ağacın yaşayan oğlu” anlamlarına geliyordu.

Kutsal kavramların  anlam geçişmelerine örnek olarak "nar" meyvesini görmüştük. Tamamen “ateş” anlamıyla  'nar' bir süre sonra karşımıza bir 'meyve' haliyle çıkar.

"Rose" kavramı da, yabancı dillerde ‘gül’ halinde bir bitki özelliği  almadan önce ‘ateş’ anlamlı bir aşamadan  geçmiş görünüyor. Ateş kült alanlarında Gül’e  yakılan övgüler, gül/bülbül motifleri ve aşk işareti kırmızı gül, buket vb. motifleri, bizi Rusya isim kaynağına kadar taşıyabilecek derinlikte  görünüyor. Oysa bu kavram başlangıçta 'ateş’le öylesine ilgili olmalıydı ki, Fıransızlar bugün bile  "arosser" fiilini, 'ateş söndürmek' , ‘araroz'ü  “ateş söndürücü” vb. anlamıyla da kullanmaktadırlar.

Eski toplumda kavram değerlerinin, 'yaratılış'ın erken dönemlerinde 'su'ya, 'tuz'a, "ateş, “güneş” veya "yer" kavramlarına  bağlı olarak başladığını görmüştük. Bu erken kutsal kavramlar, bir o kadar  da renklerle, rakamlarla, zaman ve ağırlık ölçü birimleriyle, giderek hayvan ve bitki isimleriyle ve nihayet yıldızlarla da  son derece ilişkili olarak  gelişmişlerdir. Daha önce bahsettiğimiz gibi, örneğin “50” rakamı tanrı Enlil’in  bir  başka ifade ediliş biçimi idi. “Elliler” dendiğinde  Enlil’in oğulları da  ifade edilmiş olabiliyordu.

Bütün bu  bakımlardan, sadece veya ağırlıkla  kavramlar arası  ‘ses’ değer  yakınlığı üzerinden  yürütülecek bir  etimolojik çaba, son çözümlemede, başarısızlıkla sonuçlanmaktan  kurtulamaz.

Son olarak sunu da eklemeliyim ki, bu tür çalışmalarda, aynı ses değer kökenine sahip olan kavramlar olumlu ve olumsuz içerik değerleri  bakımından da ele alınmaz ise, orada da hatalara düşülür.

“Tanrı” ve “şeytan”  geniş ölçüleriyle bütün Mezopotamya kültürlerine bir şekilde geçmiş olmakla birlikte, bu ayrımda 'şeytan' tarafında duran topluluk bakımından, aslında, karşı yandaki topluluğun  tanrı’sı şeytan’ı ifade eder. Bu yandaki topluluk için Şeytan, karşı toplum birimde Tanrı’dır.Şimdi bile İslamın Şeytan’ı Yezidiliğin en yüce meleği ve başlangıç hali bakımından Tanrısı olma özelliğini korumaktadır. Bu  farklı iki topluluğun giderek iç içe geçmesi durumunda da, bazen bir taraf tam ağırlık göstererek diğerini yok etmiş olsa da, genellikle, kavramların olumlu ve olumsuz özellikleri iç içe geçer. Avrupa dillerinin 'dieu’sü, herhalde  Ahura Mazda’nın kötülük timsali   'deva’ları, Nusku’larından başkası olmasa gerekti. Eski Mezopotamya’da bir topluluğun  tanrısı, ötekinin ejderhası, şeytanıdır ve bu “tanrı”nın da “şeytan”ın da sürekli yer  ve özellik değiştirmesine yol açar.

Bu bakımdan, eski iki 'yarım’dan  oluşan ve 'iyi/kötü' olarak  karşı karşıya bulunması gereken bu kavramlar, sentezleşme süreci yaşayacak olan  ikili ittifak  topluluklarında , yeni halde,  örneğin  Cin ve Genie olarak, hem olumlama, hem de olumsuzlama kelimesi olarak yan yana  kullanılabilir bir hale gelebilir.

İlerde göreceğimiz gibi, çok yaygın olarak  kelimeler, yeni oluşan topluluk yapısında önceki iki zıt anlamlı hallerini korumuşlardır. Bu durumda kullanılması gereken en uygun metodun, kavramın içerik takibi olacağı açıktır. Dolayısıyla  bir belgede 'tanrı' olarak gördüğümüz varlığın, bir başka belgede hayvan veya  şeytan olarak bulunuşu, bizi  yanıltmayacaktır.



Farklı zamanlarda yazılmış ve farklı kazı alanlarında  bulunan "Tufan öncesi Sümer Kıraliyet Listesi"nin  karşılaştırmalı hali şöyledir:

Eski Ahit
Listesi
Sümer Kıraliyet Listesi
Rahip Beroz Listesi
ADAM
A-lu-lim
Aloros
Seth ( ?)
A-la(la)-gar
Alaparos
Enos
Enmenluanna
Amelon
Kénane
En-me-en-gal-an-na
Ammenon
Mahalalel
Dumuzi
Daonos
Yéréd

Megalaros
Hanokh
En-Sib-zi-an-na
(Ensipazianna)
Amempsinos
Métousélah
En-me-en-dur-an-na
Euedorachos
Lamékh
Ubar du du
Opartes
NOA'H
Siusudra
Xisuthros (Sisithus, Sisutros)


Yukarıdaki Liste gösteriyor ki, Adana kavramı, eski anlatımlarda ‘insanın’ yaratıldığı ilk anlara kadar uzanan ve baba’nın oğul’u anlamındaki “Dumu” dan türeme bir kelime idi ve büyük olasılıkla, Etena’dan dönüşerek   Eski Ahit’in “ikinci yaratılış” haliyle aktardığı, -3500 yıllarındaki “Tufan” sırasında, şimdiki “Aden bahçeleri”ne, gelmişti.

Bu kavram, hem eril, hem dişil olarak, toplulukların evlilik ilişki  düzenine bağlı olarak, Anadolu ve eski Yunan topluluklarında, Adanois ve Athena tanrı(ça)larına  kaynaklık da etmiş görünüyor. Bay Hrozny’nin, Adana ile Athena arasında kurduğu bağlantı  doğru, fakat eksikti.

"Aynalı" Dioniyos kültü 'ikiz kardeşliğin" de bir simgesidir ve onun erkek ve kız kardeş biçimlerinin bulunması, ittifak  yapısı için kaçınılmazdır zaten. Bu nedenle farklı toplulukların  Kibel, Lilit, Demeter vb. biçimlerinde, farklı isimler altındaki tanrılarının içeriksel uyuşum bakımından Adonios kültüyle bağlantılarını ele almak gerekecektir.


Şimdilik bilgi edinilmesinde yarar olduğu için aktardığımız  sayın Ünal’ın bu çalışmasına zaman oldukça ve gerektikçe geri doneceğiz.

S.Kaçmaz


Ahmet Ünal,
"Çukurova'nın Antik Devirlerde Taşıdığı İsimler ile Fiziki ve Tarihi Coğrafyası "EFSANEDEN TARİHE TARİHTEN BUGÜNE ADANA KÖPRÜ BAŞI,
Yapı Kredi  Yayınları No:1392, İstanbul 2000, s.18-41.


ÇUKUROVA’NIN ANTİK DEVİRLERDE TAŞIDIĞI İSİMLER İLE FİZİKİ VE TARİHİ COĞRAFYASI
GİRİŞ
Çukurova olarak da bilinen Adana ve çevresi , günümüz Mersin (İçel), Adana, Osmaniye ve kısmen de Antakya illerini kapsar. Bu topraklar eski Kizzuwatna ve Kilikya krallıklarına yüzyıllar boyu ev sahipliği yapmıştır. Kara, deniz ve ırmaklar üzerinden sağladığı ulaşım, Anadolu ve Mezopotamya ile Doğu Akdeniz arasındaki köprü konumu, tarıma elverişli geniş toprakları ile uygarlık tarihi açısından çok önemli bir bölgedir. Dillere destan verimliliği, akarsularının bolluğu, doğal kaynak zenginliği, ılıman iklimi ve her taraftan korunaklı kapalı bir havza olma gibi özellikleriyle ta Eski Taş Devrinden itibaren içinde insanları barındıran, Mezopotamya dünyası ile Orta Anadolu ve Ege Bölgesi arasında bir köprü olma yanında, özgün kültürler yaratmış eski dünyanın nadir bölgelerinden biridir. Dünya tarihinde daha İsa’dan önce 1550 yılında bir kent olarak Adaniya ismiyle tarih sahnesine çıkan ve tarih boyunca 3500 seneden beri adı hiç değişmeyen çok az kent vardır. Adana ile kıyaslandıklarında Ankara, İzmir, İstanbul, Efes, Atina, Roma gibi çoğu büyük imparatorluklara başkentlik yapmış metropoller, en az bin sene daha geç kurulmuş kentlerdir. Kaldı ki, Adana kentinin M. Ö. 1550 senesinde yazılı tarihi belgeler başlamadan çok daha önceleri en azından 5000 sene önce bir kent olarak mevcut olduğunu kanıtlayan arkeolojik ipuçları vardır. Bu arkeolojik izler, Adana kentinin içindeki Tepebağ Höyük (Fotoğraf 1) ile Adana’nın yakın çevresindeki diğer Höyüklerin altında saklıdır. Buralarda kazılar yapıldığında bu kentin daha eski izleri kesinlikle ortaya çıkacaktır. Tarih öncesi bu çağlarda da insanların kendi kentlerine “Adana” demediklerini kim iddia edebilir?
II. KİZZUWATNA, ADANA, TARSUS VE KİLİKYA ADLARININ KÖKENİ
Çukurova M. Ö. 2. Binyıldan günümüze dek çeşitli isimlerle anılagelmiştir. Şimdiye kadar belirlenebilen en eski ismi Kizzuwatna’dır. Bu adın etimolojik kökeni, mutlak surette M.Ö. 3. Binyılın sonlarından itibaren Doğu Anadolu ve Kuzey Mezopotamya’da, daha sonraları da Çukurova’da konuşulan ve yazılan Hurriceye geri gitmektedir. Hurri kelime dağarcığında kizabuzzi, kizihhuru, kizza, kizzihi ve kizzum gibi Kizzuwatna ile çağrışım yapan çok sayıda sözcükler vardır. Nitekim Ovalık Kilikya’nın M. Ö. 1. Binyıldaki adı Que de Hurrice bir isimdir. Hititçe kiz-wetnazsuyun öte tarafından ile kesinlikle ilişkisi yoktur; bu sözüm ona bağlantı, bu yer adının Hititçe ve dolayısıyla Hint-Avrupa kökenli olduğunu kanıtlayabilmek uğruna dil kuralları çok zorlanarak ve hatta çiğnenerek uydurulmuş bir etimolojidir. Yoksa ne Hititçe’de, ne de Luvice’de bu tertiple yer isimleri türetilmemektedir ve türetilmesi de zaten lengüistik kurallara aykırıdır. Aynı şekilde Tarsus/Tarse isminin Hititçedeki tarše- “kafatası” sözcüğüyle kıyaslanması da bir o kadar mantık dışıdır ve gene lengüistik kurallar çiğnenerek ileri sürülmüş bir görüştür. Aynı şekilde Çukurova’nın klasik çağlardaki adı olan Kilikya/Cilicia’nın öne sürüldüğü gibi bir Grek mitolojisinden kaynaklanan cilix/kilix taşıyla (kireç taşı) da asla ilişkisi olamaz.
Bu mitolojiye göre Kilix, Telephassa ve Agenor’un oğludur; babası Agenor onu Zeus’un Sidon’dan kaçırdığı kızkardeşi Avrupa’yı arayıp bulması için görevlendirmiştir; ama Kilix her nasılsa Kilikya’ya gelerek orada yerleşmiştir.
Efsanenin böyle basite indirgediği Kilikya isminin kökeni gerçekte, Asurca’dır, keza bugün Kilikya isminin M. Ö. 9.yüzyıldan itibaren Yeni Asur kaynaklarında sözü edilen Hilakku’dan kaynaklandığında artık kuşku yoktur. Ne yazık ki, Hilakku’nun ne anlama geldiği henüz bilinmemektedir; ama kesinlikle “kireç taşı” ile bir ilişkisi yoktur. Asurlular bu ismi kendileri mi vermişlerdi, yoksa Çukurova’nın yerli dillerinden birinden mi almışlardı, bilinmemektedir. Bir Hitit fal metninde, ses benzerliğinden hareketle modern Niğde ile ilişkiye geçirilmek istenen Nahita kentiyle ile birlikte ve şarap üreten bir yer olarak bilinen Hilikka kent adının geçmesi ilginçtir (KUB 16.35 + 898/v, 10); bu kent adının Hilakku ile coğrafi ilişkisi olmasa bile, Anadolu’da kulağa böyle gelen isimlerin var olması dikkat çekicidir.
Nasıl ki Kizzuwatna’nın kutsal kenti ve başkenti Kummanni sonraki devirlerde Komana (bugün Şar) olarak değişmiş ve yaşamış ise, Kizzuwatna adı da halk ağzında biraz bozularak Cataonia’ya çevrilmiş olabilir. Öyle anlaşılıyor ki, buraya gelen hemen her kavim bölgeye kendi adını vermiştir. Böylece bölgede M. Ö. 1. Binyılda kurulan yerel krallıklar da çeşitli isimlerle anılmaktaydılar. Asurlular buralara Que, Hilakku, Kisuatni, Tabal, Unqi (Pattin, Amik Ovası; önceleri yanlışlıkla Hattin okunuyordu) ve Babilliler Hume ve Pirindu derlerken, bazı yerel krallar Azatiwataya vs. gibi başkaca isimler veriyorlardı. Tabii bu yer adlarından herbiri, bölgenin belirli kısımları için kullanılıyordu. Mısır kaynaklarında ise, q.s.wa.d.na (Qiswadna) olarak geçer. III. Tutmosis, II. Ramses ve III. Ramses zamanından kalma bazı Mısır belgelerinde geçen QDY (Qode) devletinin de Que-Kizzuwatna ile aynı olduğu sanılmaktadır. Aramice yazıtlarda ise Kilikya karşılığı HLK/HLKYN olarak geçer. İki yıl önce Adana yakınlarındaki Yüregir’de bulunan ve Fenikece ve hiyeroglif Luvicesi iki dilli bir kitabe içeren Geç Hitit kabartmasında kim olduğu bilinmeyen yerel bir bey, Sura (Asur) ve “Büyük Ova” ile ilgili olarak bir meseleyi çözdüğünü ve bu sırada beyi Fırtına Tanrısı Tarhunt’un kendisini desteklediğini yazmaktadır. Burada “Büyük Ova” denen yer, her halikarda Çukurova olmalıydı.
III. DANUNA, DANU VE ADANA ARASINDAKİ İLİŞKİLER
Adana adının kökeni, eski Yakındoğu ve Mısır kaynaklarından ta M.Ö.1550’den beri bilinen Adaniya ve Danuna’dan gelmektedir. Boğazköy ve Ortaköy’de bulunan tabletler arasında Adana adının kesin şekilde Hurrice olduğunu kanıtlayan Hurrice veya Hurri kökenli metinler vardır. Bu metinlerde adaniya denilen kutsal bir kült eşyası, ambassi- “sunak?” ve keshi- “kutsal taht” ile yanyana geçer (KBo 2.18 Ay. 24; KUB 15.34 iv 52; Çorum (Ortaköy) 21-4-90, 6). Danuna-Adaniya-Adana ilişkisi bugün artık gayet açıktır. Nasıl ki yerli Kizzuwatna dillerinden birinde isimlerin en başındaki A ünlüsünün düşmesi suretiyle Asur’dan Sura ve Awarika’dan Warika/Urika yapılmış ise, aynı şekilde Adani(ya)’dan da *Dana, yani Danuna yapılmıştır. Dolayısıyla Danuna’nın Adana ile eşit olduğu ve Grek kaynaklarında geçen Dananos’ların bizzat Kilikya’nın yerli kavimleri olduklarında artık kuşku yoktur. Buna rağmen Grek efsaneleri her yerde olduğu gibi maalesef burada da beyinleri bulandırmaktadır.Uzun ve oldukça çetrefil olan konu şöyle özetlenebilir:
Eski Doğu kaynaklarında Danuna çok az yerde geçer, ama geçtiği yerler de tarih, coğrafya ve etnoloji açısından çok önemlidir. En eski geçtiği yer, M. Ö. 1380’lere tarihlenen ve Mısır’da bulunan bir Amarna mektubudur (EA 151, 52); mektup, Mısır Firavunun bölgedeki yerel işbirlikçisi Tyros kralı Abimilki tarafından Firavun’a gönderilmiştir ve bölgeye yönelik istihbarat haberleri içerir. Abimilki Firavun’a kendi yakın çevresindeki ülkelerle ilgili olarak bilgiler sunmaktadır. Bu ülkeler de Danuna (Adana), Ugarit (Suriye’deki Ras Samra), Qidsu (Kades) ve Amurru’dur. Abimilki Firavuna, Danuna kralının öldüğünü ve yerine kardeşinın tahta oturduğunu, ülkede bir kargaşalığın söz konusu olmadığını ihbar etmektedir. Ayrıca Ugarit’te çıkan bir yangında kralın kalesinin yandığını, Hatti askerlerinin orada bulunmadığını da ekler. Buradaki Danuna’nın Doğu Akdeniz ülkeleri arasında sayılmasından dolayı, Filistin’de aranması gerektiğine ilişkin görüşler varsa da, artık bunlar son yıllarda geçerliliğini yitirmiştir.
İkinci olarak Boğazköy metinlerinde tek bir yerde geçer ki, bu da Mısır Firavunu II. Ramses’in III. Hattusili’ye yazmış olduğu bir mektuptur (KBo 28.25). Mektuba göre sabık kral Urhitesub taht kavgalarında amcası Hattusili’ye yenilince kaçmış ve Danuna’da saklanmıştır. O sıralarda Kizzuwatna (Danuna) III. Hattusili’nin sıkı kontrolünde olduğundan, Urhitesub’un burada tutunmasına imkan yoktur. Olsa olsa, Urhitesub, Tarhundassa ülkesine yakınlığı dolayısıyla orada kalmak umuduyla Kizzuwatna’ya da uğramış, ama amcasının sıkıştırması yüzünden burada tutunamayarak Kuzey Suriye’ye, oradan da Mısır’a kaçmıştır. Burada dikkat çekici nokta, içerik açısından bu mektuba paralel olan diğer üç mektupta, Danuna yerine Kizzuwatna yazılmasıdır (KBo 1.15 + 19 Ay. 30vd.; KUB 3.27 Ay. 23vd.; KUB 3.67 Öy. 17vd.).Bundan da anlaşılmaktadır ki, Danuna denen ülke Kizzuwatna’nın bizzat kendisidir ve orada yaşayan ve Dananos vs. denen halk da, Kizzuwatna -Danuna’nın yerli halkıdır. Esasen Danuna’ların doğu kökenli oldukları, Grek efsanelerinden de anlaşılmaktadır. Buna göre Argos’taki Danaos hanedanını kuran Danaos, Belos isimli birinin oğludur ve Belos, Babil dilinde “BEL” “bey, sahip, kral” anlamına gelen sözcükten başkası değildir. Nitekim Danuna’nın Adana-wana “Adana sakinleri”nden geldiği, isabetli olarak ileri sürülmüştür. Danuna’nın Mısır kaynaklarında geçtiği diğer bir yer de, Firavun III. Ramses’in Deniz Kavimleri göçleriyle ilgili olarak (bkz. aşağıda) Medinet Habu’daki yazıtıdır ve burada, bu kavimler arasında sayılan D-jnjw-n olarak geçer. Danuna adı bundan yaklaşık 450 sene sonra, Karatepe’de bulunan hiyeroglif Luvicesi-Fenikece iki dilli yazıtlarda tekrar karşımıza çıkar. Kilikya’nın Kıbrıs ve Minos yazıtlarında da geçtiğine dair görüşler öne sürülmüşse de, bu kesin değildir.
Durum böyle basit iken, Homeros destanlarında Akalarla akraba bir kavim oldukları sanılan, hatta Grekler yerine bir sinonim olarak kullanıldığı öne sürülen ve oldukça sık bir şekilde anılan Dananos diye bir kavmin geçmesi, bu ismin Mısır, Hitit , Geç Hitit Hiyeroglif yazıtları ve Fenikece kitabelerde geçen Danuna ile aynı olduğu ve Adana adının da bununla ilişkisi olduğu tezlerinin doğmasına neden olmuştur. Şimdi Danuna-Adaniya eşitlemesi gerçeği yansıttığına göre, Homeros destanlarının tarihi gerçekleri nasıl saptırdığı bir kez daha ortaya çıkmaktadır, çünkü Adaniya ve dolayısıyla Danuna’nın Grek dünyasi ile hiç ilişkisi yoktur, varsayın ki, bir avuç Adana’lı maceraperest savaşçı, paralı asker olarak o efsanevi Troya savaşına katılmış olsun. Bu efsaneler, M. Ö. 8. yüzyılda başlayan Grek kolonizasyonları sırasında, Greklerin karşılaştıkları ve bazen de kolonize ettikleri bölgelerde kendilerinden önceki eski Anadolu kentlerini nasıl kendi sanal dünyalarındaki kisvenin içine soktuklarını ve bu arada bir sürü ipe sapa gelmez efsane uydurduklarını, bir çoklarını asla kavrayamadıkları yerli şahıs, tanrı ve yer isimlerini yalan yanlış Helenleştirdiklerini açıkça göstermektedir ve bu açıdan bakıldığında konu çok ibret vericidir. Yoksa, M. Ö. 1550’lerde varlığı Hitit belgelerince kanıtlanan Adaniya kentinden Grekler nereden ve nasıl haberdar olabilirlerdi ve nasıl olur da bu kent, Grek mitolojisine göre Uranos’un oğulları Saros ve Adanos tarafından kurulmuş olabilirdi?
Aşağıda tarih kısmında ayrıntıları ile göstereceğimiz gibi, Adaniya yer adı ilk kez eski Hitit kralı Telipinu’nun fermanında ve daha önceki kral Ammuna ile ilişkili olarak geçer (M. Ö. 1550; Telipnu Fermanı II 2; Hitiçe metnin bu kısmına KBo 28.124 sol. sütun 9’daki Akadcası tekabül etmektedir). Ayrıca gene Eski Hitit devrine tarihlenen bir dini metinde (Hisuwa Festivali) de anılır (KBo 20.69 + KBo 9.123 Ay.? 2). Bunu takiben Orta Hitit Devri Kralı I. Arnuwanda’nın tarihi bir metninde geçer (KUB 23.21 Öy. 5). İmparatorluk Devrine tarihlenen bir fal metninde Arusna kentiyle aynı muhtevada yer alır (KUB 46.37 Ay. 14). Ayrıca kırık bir tarihi metinde de Arusna ve Kummani yanında Adaniya’dan da söz edilir (KUB 48.81, 1). 13. yüzyılda kral III. Hattusili ve Puduhepa ile Firavun II. Ramses arasındaki mektuplaşmalarda Kummanni karşılığı olarak geçen Danuna’dan sonra, Firavun III. Ramses’in (M.Ö.1188-1157) Deniz Kavimleri denen insanların göçleri ve yakın doğuda yaptıkları tahribatlarla ilgili Medinet Habu’daki kitabesinde gene Danuna olarak geçer. Bundan sonra ise Karatepe Azatiwataya ( yezid atana / damascus)) Geç Hitit Hiyeroglif Fenikece yazıtlarında (M. Ö. 8. yüzyılın orataları) Dnnjw olarak karşımıza çıkar. Adana’nın Osmanlılar devrinde bile Hititçeye yakın şekli Ataniya olarak anılması, bu yer adının 3500 seneden beri hiç değişmediğini göstermesi bakımından önemlidir. Ne var ki, -iya son ekinin Arapçanın (feminin eki?) etkisiyle ortaya çıkmış olması da mümkündür.
Danuna’larla ilgili karmaşıklığı biraz daha bulandırmak için başkaca tezler de öne sürülmüştür. Bu tezlere göre Adana yer adı “üzerinde, yakın” anlamına gelen *an Luvice önekiyle Indoari dillerde, özellikle Avesta’da “yağmur, rahmet, hediye, ırmak” anlamına gelen *danu isminden türetilmiştir. Böylece Adana’nın „Irmak kenarındaki kent“ anlamına geldiği gibi en az Tarsus „kafatası“ kadar saçma bir etimoloji yapılmıştır. Keza dünya coğrafyasında her ırmak kenarında kurulmuş olan kente „Irmakkent“ dense, bunların sayısı binleri geçer! Bu sava göre “Danunalar ile onların kralı Danaos’un Ari kavimlerle olan ilişkisi, eski kaynakların bir çok bağımsız yerinde açık seçik” görülürmüş. Danu’lar Turani kavimler (Turan diye İskitleri ve İran kavimlerini kasdediliyor!), yani İskitlerle aynı kavimmiş. Danu sözcüğünün yayıldığı alan çok genişmiş. M. Ö. 17. yüzyılda Mısır’ı işgal eden Hyksos’ların başkenti Awaris ile aynı olan Tanais’te bile görülebilirmiş. İskit kralı Tanaus’un adında da bu eleman saklıymış v.s. Önasya’da ve özellikle Kizzuwatna’da İndoari kavimler henüz yok iken, Luvice ve Arice’den gelme komposit *A(n)dana yer adı (Adana – Adaniya) nasıl türetilebilir, hiç kimse düşünmemiştir. Tabii bilim bu kadar cıvıtılırsa, buna mantıklı bir yanıt aramak boşuna zaman harcamak olacağından, gene mantıksız bir yanıtla karşı konulabilir ve Danuna, ses benzerliğınden hareketle Türkçe’de bir yaşını aşmış bızağı anlamına gelen “dana” sözcüğünden gelmedir, denir!
DEMİR MADENİ EFSANESİ VE ANTİK KİZZUWATNA
Hititolojinin başlangıç yıllarında, henüz Hitit belgeleri ayrıntılı olarak konuşmaya başlamadan önce Kizzuwatna, güçlü kraliçe Puduhepa’nın anavatanı ve çokca abartılarak Hititler Devrinde demirciliğin merkezi olarak biliniyordu. Bu yapılırken eski Yunan efsanelerine kanılarak hayal ürünü bazı varsayımlardan hareket ediliyor ve gerçekler saptırılarak demirin tarihte ilk kez işlendiği yer olarak bugün Küçük Kafkasya denen Doğu Karadeniz sahilleri biliniyordu. Buna göre, Pontus da denen bu bölgede Kalybes Kavmi vardı ve onlar demir işlemekten başka bir işle uğraşmıyorlardı:
“Onlar (Kalybes) öküzlerin yardımıyla arazide tarım yapmakla, lezzetli mevveler üretmekle, otlaklarda hayvan sürüleri otlatmakla uğraşmazlar. Bol demir içeren sert toprağı kazarlar ve bundan elde ettikleri demiri yiyecek maddeleri karşılığı takas ederler” (Apollonios Rhodios, Argonautika 2, 10001vdd.).
Diğer taraftan aşağıda ayrıntılarını vereceğimiz M. Ö. 13. yüzyıla tarihlenen bir Hitit mektubunda, Kizzuwatna depolarında saklanan demirden söz ediliyordu. İşte bu haber, Yunan efsanesindeki Kalybes ile ilişkiye geçirilmiş ve bundan dolayı daha Hititolojinin başlarında Kizzuwatna coğrafi bir bölge olarak Doğu Karadeniz sahillerine, yani o efsanevi Kalybes Ülkesi içlerine konmuştu. Bu lokalizasyonun yanlışlığı çok eskiden beri biliniyordu, ama Eski Grek kaynaklarına körü körüne inanan E. Forrer’in bayraktarlığını yaptığı bu yanlış görüşe, hiç kimse açık seçik karşı çıkamıyordu. Genel kanının aksine, demir efsanesinin bir safsatadan ibaret olduğunu, bu efsane dışında kalan bir çok tarihi ve coğrafi haber ve arkeolojik kalıntılara dayanarak Kizzuwatna’yı günümüz Çukurova’sına yerleştiren A. Goetze değil, Olmstead’tir . Goetze 1940’ta yazdığı ve bugün bile standart olarak kabul edilen araştırmasıyla bu fikri sadece genişletmiş ve daha geniş bir araştırıcı kitlesine kabul ettirmiştir.
Sözü edilen demirle ilgili Hitit mektubu tarih yazıçılığında maalesef çok suistimal edilmiştir. En başta daha Demir Devri başlamadan (M.Ö.1200) çok önceleri, Hind-Avrupalı Hititlerin demiri tanıdıkları ve işledikleri savı ileri sürülmüş, bu konu tarihi roman ve filmlere bile girmiş, ama en acısı, bundan kendilerine kültürel pay çıkarmak isteyen ırkçı insanlar da çıkmıştır. Hatta Hititlerin anayurtlarını bırakıp Anadolu’ya göçlerinin en belli başlı nedenleri arasında, onların Anadolu’nun demir zenginliğini duydukları ve bundan dolayı buralara göç ettikleri, akıl mantık almaz bir şekilde ileri sürülmüştür. Ama bunları savunan insanların ırkçı, Makyavelist ve tarih bilimini pragmatik açıdan sömüren kişiler oldukları unutulmamalıdır. Gerçek ise, bambaşkadır. Şöyle ki:
Hititler asla demiri icat eden ve onu ilk kez etkin ve yaygın olarak silah üretiminde kullanan kavim olamazlar, çünkü bir defa demir Andolu’da Hititler’den asırlarca önceleri biliniyordu ve Hititçe’deki demir kelimesi hapalki- (Sumerce AN.BAR) yerli Anadolulu Hattilerin dilinden alınmadır. Bunun dışında, arkeolojik buluntuların da azlığına dikkat çekilmelidir.

**
13.9.2006
DUMUZI,DIONYOS,TAMMUZ'DAN ADANA'YA-2
“KRALLIK TAHTINA OTURDUĞUMDA BENİ NİÇİN TEBRİK ETMEDİN, NİÇİN HEDİYELER GÖNDERMEDİN?”
III. HATTUSİLİ ASUR KRALINA DİPLOMATİK NEZAKETSİZLİK, ÇAPULCULAR VE DEMİR KONULARINDA DİPLOMATİK NOTA VERİYOR!
Söz konusu mektup, Hitit kralı III. Hattusili’nin (M. Ö. 1270-1245), Asur kralı I. Salmanassar veya Adadnirari’ye Akadca yazmış olduğu diplomatik bir notadan ibarettir (KBo 1.4). Mektupta önce Kargamiş yakınlarındaki Asur, Hanigalbat ve Hatti arasındaki tampon bölgede yer alan Turira diye eşkıya yuvası bir kent ve bölgeden söz edilmekte, Turiralılar’ın sürekli Hitit topraklarını yağmaladıkları ve kaçtıklarından yakınılmaktadır. Hatta, anlaşılan onlardan esinlenen ve cesaret alan yerli Hititli eşkiyalar bile, Turiralılar’a özeniyor, çalıp çırptıktan sonra Turira’ya kaçıyor ve onlar tarafından korunuyorlardı. İşte Hattusili mektubunda Asur’lu muhatabına, eğer gerçekten Turira benim siyasi otoritem altındadır diyorsa, bu asayişsizliğe bir son vermesini, politik bir nota üslubuyla dile getirmekte, hemen bunun ardından, Asur kralının kendisinden bir zamanlar istemiş olduğu demir konusuna gelmektedir; yani demir hiç bir şekilde mektubun ana konusunu oluşturmamaktadır:
“Bana sözünü etmiş olduğun kaliteli demir konusuna gelince, (şu anda) Kizzuwatna’daki mühür evlerimde (yani depolarda) kaliteli demir yoktur. Demir üretimi için zamanın (mevsim?) kötü olduğunu (zaten) yazmıştım. (Şu anda) bitirmemiş olsalar bile, (pek yakında) iyi demir üretimine geçeceklerdir. Üretime başladıklrında, sana (ondan) yollayacağım. Bugün(lük) sana bir hançer yüzü gönderiyorum.”
Daha sonra Hattusili kendisine hediye olarak gönderilen bir zırhtan söz eder ve kendisinin tahta çıkması dolayısıyla Asur kralının bir elçi ve hediyeler yollamak suretiyle kendisini kutlamadığından yakınır, ona sitem eder. Mektubun sonunda Hattusili, ayrıntılarını tam olarak anlayamadığımız diplomatik nedenlerden ötürü Asur’a gönderilecek Hititli elçi ile Asur elçisi EN.UR.SAG (Belqarrad)’ı tutsak olarak Hattusa’da alıkoyduğunu yazmaktadır. Anlaşıldığı kadarıyla bunun, Asur kralının Hattusili’nin tahtan indirdiği yeğeni Urhitesub’a yardım etmiş olması ve kendisi tahta çıktığında kutlamadığı için ortaya çıkan kırgınlık ve gerginliğin bir sonucu olması muhtemeldir.
Görüldüğü gibi bu mektupta söz konusu demirin illa da Kizzuwatna’da üretildiğine dair bir ipucu yoktur; pek ala başka yerlerde üretilen veya işletilen demirin sadece Kizzuwatna’daki depolarda saklandığı ifade edilmektedir. Ama bu, hiç bir zaman Kizzuwatna’da demir yoktu anlamına gelemez, çünkü Yeni Asur belgeleri ve Tevrat’a göre; Kilikya yakınlarındaki Toros Dağlarında Taballılar ile eşit olması gereken Tibarenoi denen çok becerikli bir kavim oturmakta ve demir işlemekte idi. Nitekim son yıllarda yapılan mukayeseli araştırmalar, Kizzuwatna Bölgesinde de demirin bolca mevcut olduğunu göstermiştir. Demir madeni yataklarının pek çoğu Toros Dağları’nın içindedir. Bunlar arasında Bizans ve Osmanlılar zamanında işletilen Radandos (Kozan’ın kuzeyindeki Faraşa, = Çamlıca), Ermenek (Karamanlar Devrinde), Ceyhan (Saros) Irmağının orta kesimindeki Koromozo (Gürümze) ve Haçin (Saimbeyli) sayılabilir. Ayrıca demir madeni Bahçe, Feke ve Osmaniye’de de mevcuttur.
ÇUKUROVA’NIN DEMİR DIŞINDA DİĞER MADEN ZENGİNLİKLERİ DE VARDI.
Ne var ki, Çukurova sadece demir bakımından değil, bakır, kurşun, gümüş ve altın bakımından da zengindir. M. Ö. 23. yüzyılda eski Akad kralı Sargon’un oradaki Akadlı tüccarları korumak amacıyla Anadolu’ya yaptığı bildirilen efsanevi askeri seferlerde “Gümüş Dağı” olarak geçen dağ ile III. Salmanassar’ın M.Ö.837’de Tabal’a yaptığı askeri sefer dolayısıyla „Alabastar Dağı Mulu“ ile birlikte bahsettği Tunni Dağının, gümüş madeni bol Bolkar Dağı veya Aladağ ile aynı olduğu da belirtilmiştir. Salmanassar, Tunni ve Mulu dağlarına stellerini diktirmiş ve çok miktarda alabastarı alıp ülkesine taşımıştır. Acaba Eski Asur Ticaret Kolonilerinin öncüleri Akadlar, Asurlulardan 400 sene önce gümüş ve diğer madenleri işletmek ve ticaret yapmak amacıyla buralara kadar gelmişler miydi? Aladağ’daki Bereketli maden şimdi kapanmıştır; ama Bolkar Dağlarında hala kurşun ve gümüş işlenmektedir. Bu civarda bulunan “metallic ware” tipi bir vazoya, Bolkar Dağı gümüş yataklarının Eski Tunç Çağında da kullanıldığına bir kanıt olarak bakılmaktadır. Sahil kesiminden Bolkar Dağı maden yataklarıyla ulaşım Gülek Boğazı üzerinden değil, Mersin, Fındıkpınar ve Arslanköy üzerinden yapılıyordu. Hatta, Yeni Asur krallarının Hilakku ve Que’ye, bu zengin maden yatakları yüzünden sahip olmak istedikleri, bir çok araştırıcı tarafından ifade edilmiştir. Son yıllarda Bolkar dağlarında yapılan aramalarda bakırla alaşımı yapılarak tunç elde etmede kullanılan, Eskiçağların stratejik madeni kalayın da, bol miktarda bulunduğu belirtildi. Tüm bunların yanında, 19. yüzyılın sonlarına doğru eski eser kaçakçılarının Berlin’e alıp götürdükleri ve buluntu yerinin Soloi-Pompeiopolis (Viranşehir) olduğu söylenen M.Ö. 2. Binyıla tarihlenen zengin bir madeni eser kolleksiyonu, bölgenin maden zenginliğinin bir başka kanıtır.
KİZZUWATNA VE KİLİKYA’NIN KAPLADIĞI ALAN VE ANTİK ÇAĞLARDAKİ SINIRLARI: M. Ö. 1. BİNYILDA KİLİKYA’NIN SINIRLARI
M.Ö. 2. Binyılda Kizzuwatna ve M.Ö.1. Binyılda Cilicia Bölgesi, günümüz Çukurova’sının aksine, kesinlikle daha geniş bir coğrafî alanı kapsamaktaydı. Batıda, Pamfilya’nın bittiği yerde, Manavgat-Anamur arasındaki bölgede başlıyor ve Antik yazarların Myriandus (İskenderun yakınları) veya Issos Körfezi dedikleri İskenderun Körfezine kadar uzanan çok geniş bir bölgeye yayılıyordu. Çeşitli görüşlere göre, batıdaki sınırları Korakesion (Alanya), Melas Irmağı (Manavgat Irmağı) veya Selinus’a (Gazipaşa) kadar uzanıyordu.
Eski Grek ve Romalı yazar ve coğrafyacılar Kilikya’yı ikiye ayırarak mütala ediyorlardı. Gene Antik yazarlar (Herodot, Ptolemeos, Strabo) bölgenin batısında yer alan taşlık ve dağlık kısmına Tracheia veya Oreine Kilikya (Grekçe), veya Cilicia Aspera (Latince), doğudaki ovalık kısmına Pedias veya Idios Kilikia (Grekçe) ya da Cilicia Compestris (Latince) diyorlardı. Günümüz fiziki haritasına atılacak bir bakışın da kolayca göstereceği gibi, bu bölgenin doğusu ovalık (Çukurova), batısı ise sarp, dağlık ve taşlıktır; bundan dolayı Çukurova’nın tüm tarihi boyunca sadece doğusu, günümüz Çukurovasının ima ettiği Mersin, Tarsus ve Adana çevresi önemli bir rol oynamıştır.
Yüksek Toros Dağlarının eteklerinde ovayı kuzeyde, ortalama yüksekliği 800-1000 m. olan kalkerden oluşan bir plato kuşatır. Ovalık kesim yaklaşık olarak Mersin’e kadar devam etmekte, burada bu kalker plato artık denize iyice yaklaşmaktadır; sahil şeridindeki ova artık Mersin batısına doğru gittikçe iyice daralmakta, Erdemli-Limonlu batısında ise, ova şeridi tamamen bitmektedir. Bundan böyle Alanya Ovasına varıncaya kadar bir takım deltalalar ve küçük ovacıklar dışında sahil hep sarp ve uçurumdur. Tarsus, Soğuksu (Müftü Deresi), Sorgun, Lamas, Şeytan Deresi, Göksu ve Aydıncık Irmakları veya sularının gösterdiği gibi, akarsular bu yüksek kalker tabakası içinde derin kalyonlar oluşturmuşlardır. Sahilin sarp olması yanında bu derin kalyonlar da sahilden veya iç kesimlerden yapılacak ulaşımı büyük çapta engellemiştir. Bundan dolayı arkeolojik buluntuların da açıkça gösterdiği gibi bölge, bazı istisnalar dışında, ancak yol yapma tekniği ve deniz ulaşımının geliştiği geç dönemlerde, yani Hellenistik, Geç Roma ve Erken Bizans dönemlerinde yaygın bir yerleşime sahne olmuştur. Silifke kalesinin eteğindeki Kalkolitik, Eski ve Orta Tunç Çağı yerleşimi ve traktörle tarım ve bilinçli tahrip etme ve işlenmiş taşlara hazıra konma alışkanlığı yüzünden her geçen yıl yükseklikleri alçalan ve yok olan Göksu Deltasındaki Sarıcılar, Gülümpaşa Köyü yakınındaki höyük, Akyapı Tepesi ve Tekirköy höyükleri ile gene Mut güneyinde Orta Göksu Vadisi üzerindeki bir kaç yerleşim yerinin gösterdiği gibi, insanlar en geç Kalkolitik ve Eski Tunç Çağında buralara yerleşmişlerdir.
Taşlık Kilikya’da Çukurova ve Antalya ovalarıyla kıyaslanamayacak kadar bazı küçük ovacık ve deltalar dışında ekime elverişli topraklar yok gibidir. Bunlar arasında Göksu Nehrinin Silifke civarında ve Susanoğlu-Taşucu arasında oluşturduğu yaklaşık 30x15 km. boyutundaki Göksu Deltası, Yeşilovacık, Bozyazı, Aydıncık ve Anamur’daki ovacıklar sayılabilir. Strabo’ya göre, birbirine zıt bu iki bölgenin birbirinden ayrıldığı yer, Erdemli yakınlarındaki Limonlu (Lamas) Irmağıydı.
M. Ö. 2. BİNYILDA KİLİKYA’NIN SINIRLARI
Kilikya’nın M. Ö. 1. Binyıldaki sınırları aşağı yukarı bilinmekle birlikte, M.Ö.2. Binyılda kapsadığı alanı tesbit etmek oldukça güçtür. Çünkü, bir çok bölgelerde olduğu gibi, Kizzuwatna’nın da bir çekirdek sahası, bir de batı, kuzey ve doğusunda tampon bölgeleri, geçici genişleme alanları vardır. Tabii ki bu tampon bölgeler siyasi gelişmeler ve güç dengelerine göre sürekli gel-git yapıyordu. Herodot bile kendi devrinde (M. Ö. 5. yüzyıl) Kilikya’nın sınırlarının kuzeyde Kızılırmak, doğuda ise ta, Fırat Nehrine kadar ulaştığını yazar. Bu açıdan bakıldığında Urfa’nın doğusunda bir yerlerde aranması gereken, bazı araştırmacılara göre de Kuzey Suriye’deki Tel Fekheriya’da olduğu sanılan Mitanni Devletinin Başkenti Wassukanni’nin, Ismerika Andlaşması olarak tanınan bir Orta Hitit Dönemi metnine göre, Kizzuwatna toprakları içinde yer alması, bizi şaşırtmamalıdır. Gene aynı dönemde, Zile yakınlarındaki Maşat Höyük’te bulunan bir mektuptan öğrendiğimize göre, Kizzuwatna’nın kuzey sınırları, Gülek Boğazının çok daha kuzeylerine çıkıyor, ta Maşat-Ortaköy’e (Çorum) kadar ulaşıyordu. Bu hudut ise, aşağı yukarı, M.Ö.546’deki Pers hakimiyeti gelinceye kadar Kilikya Kralı Syennesis’in topraklarına tekabül ediyor, ama Kızılırmak’ı kuzeye doğru geçmekle çok daha geniş bir alanı kapsıyordu. En önemlisi, zaten bu çağda, yani Orta Hitit Döneminde (M.Ö.1450-1350) Hitit hanedanının Hurri-Kizzuwatna kökenli olmasıdır. Kraliçeler bile Hurrice isimler taşıyorlardı. Çorum’un 55 km. güneyindeki Ortaköy’de son yıllarda bulunan, tarafımdan yayımlanan bazı parçalar dışında şimdiye dek hiç biri yayınlanmayan binlerce Hititçe ve Hurrice tablet, bu durumun gerçekleri yansıttığını pekiştirmektedir.
KİLİKYA-KİZZUWATNA’NIN NÜFUSU VE ETNİK YAPISI
Yerli Kizzuwatna halkı ve bölgenin yerleşim tarihi hakkındaki bilgiler kıt olmakla birlikte, yer, şahıs ve tanrı adlarından hareketle, burada oturan halkın ta en eski devirlerden itibaren karışık bir demografik yapıya sahip olduğu anlaşılmakta, asıl yerli halk yanında üstün bir Hurri çoğunluğu, bunun yanında Luvilerin ve Sami kavimlerin varlığı gözlenebilmektedir. Bu etkiler arasında Hurriler yanında Sami-Mezopotamya unsuru asla gözardı edilmemelidir, çünkü kültürel açıdan Kizzuwatna Orta Anadolu ve Hititlerden ziyade, daha çok Mezopotamya’ya bağımlıdır. Şurası bir gerçektir ki, tüm tarih boyunca Arap-Sami kavimler burada çoğunluğu oluşturmuştur. Zaten coğrafyası da buna müsaittir, çünkü kapıları hep oraya, Sami kavimlerin anavatanı Arabistan’a, Mezopotamya’ya açıktır. Ortaçağlarda asırlarca süren ve ülke nüfusunun boşalmasına, kentlerin terkedilmesine ve demografik yapının alt üst olmasına neden olan Arap-Bizans çatışmaları, Kilikya nüfusunun yapılaşmasında önemli bir etken olmuştur. 965’te başlayan Bizans reconquista’sı buradaki tüm Arap-Müslüman nüfusu ya öldürmüş, ya da temizlemiştir. Örnek olarak, Misis’te bir gecede 4000 Arap tüccar öldürülmüştü. Bizanslılar bu katliamdan pişmanlık duydular, çünkü bölgede üretim yapacak insan kalmamıştı. Bunda dolayı Bizans, Arap, Grek, Türk, Suriyeli ve Ermenilerden oluşan karışık nüfüsa ek olarak, kendi yok ettikleri bu nüfus boşluğunu doldurmak uğruna buralara bulabildikleri her kavmi yerleştirmişlerdi. Bunlar arasında Slavlar, Hintliler, Ermeniler ve Suriyeliler de vardı.
Batı Anadolu’daki Arzawa devletleri, Kuzey Anadolu’daki Kaska Kabileleri, Doğu Anadolu’daki Azzi-Hayasa, Güneydoğu Anadolu’daki Ismerika ve Kargamiş Devletleriyle yapılan devlet andlaşmalarının açıkça gösterdiği gibi, Hititler siyasi ve kültürel açıdan dar anlamda Anadolu içinde yer alan devletlerle yaptıkları andlaşmaları hep Hitit dilinde yazmışlardır. Buna karşın, Anadolu dışında kalan diğer bütün devletlerle (Suriye, Mezopotamya, Mısır) yapılan andlaşmalar ise, o devirlerin lingua franca’sı olan Akadca (Babilce) yazılmıştır. İşte Akadca yazılan devlet andlaşmaları arasında Kizzuwatna Andlaşmalarının da bulunmasının tarih ve kültür tarihi açısından büyük önemi vardır, çünkü bunlar, Kizzuwatna’nın Orta Anadolu ve Hititler ile olan yoğun siyasi ve kültürel ilişkilerine rağmen çoğunlukla Hurri ve Mezopotamya etkisi altında kalmış olduğunun açık kanıtıdır. Bazı andlaşmaların Hititçe veya Akadca-Hititçe olmak üzere iki dilde yazılmış olmaları bizi yanıltmamalıdır, keza burada Hattusa’daki devlet arşivlerinde kullanılmak üzere yapılmış çeviriler söz konusudur.
...
Kilikya, Yeni Asur Krallarının yıllıklarında Que ve Hilakku olarak geçer ki, Que, Hume olarak Babilce’ye de girmiştir. Yaklaşık olarak Ovalık Kilikya’ya tekabül eden Que isminin Hurrice olduğu sanılmaktadır. Buna karşın Hilakku yaklaşık olarak Taşlık Kilikya’ya, Tabal Güney Kapadokya ve Gülek Boğazı civarına ve Unqi (Pattin) de, Amik Ovası’na tekabül etmekteydi ve Asur kaynaklarında bu bölgelerle de ilgili değerli bilgiler vardır. Timur, Tanakun, Tarzu (Tarsus), Lusanda, Abarnani, Kisuatni, Lamena, Pahri (Misis ?), Harrua, Ušnanis, Illubru (= Ellipri, Namrun, Lampron?), Ingirra (Yeni Asur devrinde Mersin Yümüktepe?), Kundu, Sizzu (Sis, Sisium, Kozan?) ve Qumasi doğu istikametinden gelen III. Salmanassar’ın (M. Ö. 858-824) Que’de işgal ettiği önemli kentler arasındaydı . Buna ilaveten Azatiwataya-Karatepe Hiyeroglif ve Fenikece yazıtlardan bildiğimiz Adana ve Pahri ile eşit olması muhtemel Pahar kentleri vardı. Bu kentlerin hepsinin nerede olduğu maalesef bilinmiyor, çünkü Salmanassar’ın bu işgalleri sırasında izlediği güzergah belli değildir; yani sorun onun Beylan Geçidi üzerinden mi, yoksa daha kuzeyden Bahçe üzerinden mi batıya doğru ilerlediğinin bilinmemesidir. Pahar’ın Misis ile eşitlenmesi maalesef sağlam temeller üzerine dayanmamaktadır.
KİZZUWATNA’YI İÇ ANADOLU VE MEZOPOTAMYA’YA BAĞLAYAN YOLLAR
Yollar bir ülkenin can damarı gibidir. Çukurova gibi etrafı dağlar ve denizle çevrili oldukça kapalı bir havza kendi içinde ne kadar zengin olursa olsun, eğer kara ve deniz yoluyla dışarıyla bağlantı sağlayamaz ve ithalat ve ihracat vasıtasıyla mal takası yapamazsa, bu zenginliğinin hiç bir anlamı kalmaz. Şimdi, geriye, daha eski devirlere doğru gittikçe, Kizzuwatna’nın tarihi ve tarihi coğrafyasının sorunları daha da büyümektedir. Bu sorunlardan bir tanesi, M. Ö. 2. Binyılın başlarından itibaren Orta Anadolu’da ticaret kolonileri kurmuş olan Eski Asur’lu tüccarların izledikleri yollardan hiç olmazsa bir güzergahın veya bir bölümünün, Kizzuwatna üzerinden geçip geçmediğidir. Bilindiği üzere, Kayseri yakınlarındaki Kültepe - Kanes’i ticaret merkezi (karum) olarak seçen tüccarlar, İslahiye- Bahçe- Maraş- Pınarbaşı yolunu izlemişlerdir (Harita 2). Bunun yanında çok sayıda kaya anıtının gösterdiği gibi, elbette daha önceleri var olan, ama özellikle Kizzuwatna kökenli kraliçe Puduhepa’nın da katkılarıyla Hatti ülkesi kültürel açıdan tamamen Kizzuwatna’ya bağımlı kılınınca M. Ö. 13. yüzyılda açılan ve Hatti ile Kizzuwatna arasındaki ulaşımda çok önemli bir rol oynayan çok daha kestirme bir yol vardı. Tarafımızdan isabetli olarak “Hitit Dağ Yolu” olarak nitelendirilen bu yol, özellikle Hititler zamanında önem kazanmıştır. Bu yol, Gülek Boğazını saf dışı bırakarak Kayseri -Kanes -Develi-Fraktin-İmamkulu -Taşçı -Gezbeli Geçidi -Hanyeri (Fotoğraf 17) ve Şar’a geliyor ve burada muhtemelen ikiye ayrılıyordu. Biri Göksun-Maraş yönüne giderken, diğeri güneye saparak Tufanbeyli (1967’ye kadar Mağara) -Saimbeyli -Feke- Hemite - Toprakkale ve Bahçe ve İslahiye üzerinden Kuzey Suriye’ye ulaşıyordu. Tabula Peutingeriana ve Itineraria Antoniniana’ya göre, Caesareia’dan (Kayseri) Melitene’ye (Eski Malatya) giden yol da, Comana üzerinden geçmekteydi. Ancak doğuya giden yol, üzerinde dağların müsait olduğu herhangi bir yerden güneye sapıldığında, ovanın içine, Kizzuwatna’ya ulaştıran tali yollar vardı. Bu ana yol Toros dağlarının güneyinde daha ovaya inmeden, dağların eteklerini izliyor ve doğuya, Bahçe’ye, oradan da Suriye’ye doğru gidiyordu. Üstelik dağ dibinden geçen bu yol güzergahında Seyhan ve Ceyhan Irmakları çeşitli kollara ayrıldığından ve suları az olduğundan, ırmaklar daha kolay geçilebiliyordu. Bu ırmakları geçmek isteyen nice insanın, bunu canlarıyla ödedikleri unutulmamalıdır. Bunlar arasında serinlemek için girdiği Tarsus Irmağında boğulma tehlikesi geçirerek hastalanan Büyük İskender, gene Tarsus Irmağında boğulan Halife Mamun ile 1198 yılında Silifke yakınlarında Göksu Irmağında (Selef) boğularak ölen Haçlılar’ın Kralı Barbarossa vardı. Dağ eteklerini izleyen ve böyle bir yapıya sahip güzergahın avantajları, Afrin Çayı Vadisiyle ilgili olarak daha 20. yüzyılın başlarında anlaşılmıştı: “Esas yollar istisnasız hep yüksek yerleri izler ve derin vadileri, onlar aşmak için henüz çok haşin ve sarp olmadan daha başladıkları yerlerde aşarlar”. Önemli askeri ve ticari yolların Kilikya’nın kuzey kesiminden geçtiğinin bir başka kanıtı da, Kizzuwatna’nın Başkenti ve kültür metropolü Kummanni’nin (tabii eğer burası Comana Cataoniae ile eşitse) ovanın çok kuzeyinde, Tufanbeyli ile Hanyeri arasındaki sarp Toros Dağlarının içinde yer almasıdır.
Eski Asurlu tüccarların Çukurova’ya inmediklerinin bir kanıtı da, bu devirle ilgili çok sayıdaki metinde, hiç ama hiç bir Kizzuwatna kenti adının veya coğrafi bögesinin adının geçmemesidir. Bunun anlamı ayrıca şudur: Asurlular Kizzuwatna’da ticaret kolonileri (karum, wabartum’lar) kurmamışlardır. O zamanlar burada Asurlu tüccarları cezbedecek doğal zenginlikler ve belki de ancak çok sonraları önem kazanan madenler yoktu. Ortaçağlarda Arapların getirdikleri pamuk, 19. yüzyılda Osmanlıların getirdikleri pirinç ve 1930’lu yıllardan beri üretilmeye başlanan mısır, ipekböceği ve yerfıstığı gibi endüstri bitkileri o devirde söz konusu değildi. Aşağıda göreceğimiz gibi, Hititler Devrinde bölge, belki demir yatakları açısından önem taşıyordu. Romalılar ise Kilikya’yı cilicium denen keçi kılından yapılmış giysilerin ithal edildiği bir yer olarak biliyorlardı. Bunun dışında bölge bataklık, ormanlık ve sazlık olduğundan ve ayrıca yırtıcı hayvanlarla dolu olduğundan, burası hiç bir şekilde iskana elverişli değildi. Arslan ve kaplan gibi vahşi ve yırtıcı hayvanlarla mücadele edebilmek uğruna Halife II. Walid (743-44) ve III. Yazid’in Hindistan’dan manda sürüleri getirttikleri ve onları Hintli çobanlara beslettirdikleri biliniyor. Bizanslıların Araplardan geri işgal ettikleri 960 tarihi ile 19. yüzyılda Toros yörüklerinin Abidin ve Cevdet Paşalar tarafından iskana zorlanmalarına kadar bölge nerdeyse boştu. Daha eski dönemlerde ise, Cicero’nun Cilicia Valiliği sırasında arkadaşı Caelius’un kendisinden kaplanlar istediğini yazması çok önemli bir gözlemdir. Cicero istenen kaplanları, kaplan avlamakla ünlü yerli Cybarit halkından avcılara yakalatıp gönderiyor, ama çevreci tutumu yüzünden içi pek rahat etmiyor ve hayvanların anavatanlarını terkederken üzüntülü bir görünüm sunduklarını, keza şimdiye dek onun eylatinde hiç kimsenin bu hayvanlara böyle gaddarca tuzak kurmadığını belirtiyor. 19. yüzyılda İngiliz bahriyelerinin Kilikya’da arslan avına çıktıklarına yukarıda değindik. Tüm bu doğal güçlükler yüzünden Kilikya’da batıdan doğuya uzanan işlek bir yol hiç bir zaman mevcut olamamıştır. Şuna dikkat etmek gerekir ki, Seyhan Nehrinin “debisi Sakarya’nınkinden herhalde fazladır ve bu zamanda bile ovada, hiç bir yerinde, bir taraftan diğer tarafına hiç bir zaman geçit vermez”. Böyle işlek yolların tesisine, her iki ırmağın da ovada o zamanlar üzerine köprü kurulamayacak kadar yayvan olması da bir engel teşkil etmiştir. Tabii ki buradaki yerleşim birimleri arasında yerel ulaşım (regional transportation) vardı ve bunun için tali yollar, sahillerde deniz ulaşımı ve ırmaklarda küçük kayıklarla ulaşım sağlanıyordu. Ama aluvyonal ovanın başka bir özelliği de, kağnı ve ispitli tekerlekli araçlarla ulaşım imkanı vermemesi, tekerleklerin çamur ve bataklığa gömülme tehlikesi yaratmasıydı. Nitekim ovalık kesimdeki höyüklerin boyutlarının diğerlerine göre daha küçük olduğu, burada survey yapan Bayan Seton-Williams tarafından bile doğru olarak gözlenmiştir. Pers Kralı Darius’un komutanı Mardonius bir batı Anadolu seferi sırasında Kilikya’ya gelmiş, ama ancak birliklerinin küçük bir bölümünü kara yoluyla batıya sevkederken, kendisi deniz yoluyla gitmeyi yeğlemiştir.
GÜLEK GEÇİDİ EFSANESİ
Bu ve daha nice sebeplerden ötürü, ben şahsen Orta Anadolu’yu Kuzey Suriye’ye bağlayan tarihi yolların Çukurova’ya inmediği kanısındayım. Yani Büyük İskender’in yaptığı gibi Gülek Boğazı’ndan Kilikyaya inip, Issos ve Beylan Geçidi üzerinden onu boydan boya geçen bir yol, mevcut değildi. Bu da, günümüzden yaklaşık 60 milyon yıl önce falt sonucu birbirinden ayrılan doğuda 3726 m. yükseklikteki Aladağ ve batıda 3585 m. yükseklikteki Bolkar Dağları arasında 1000 metre yükseklikte sıkışıp kalmış olan Gülek Boğazının öneminin o dönemlerde o kadar büyük olmadığını gösterir. Bu geçit, Mısır Hüdavendi İbrahim Paşa, Kütahya seferinden önce ağır sahra toplarını taşıyabilmek için genişletinceye kadar daracık bir geçitti ve daha 20. yüzyılın başlarında demiryolu yapılmadan önce bile genişliğı sadece 20 m. idi. O zamanlar yüklenmiş bir deve bile bu geçitten güç bela geçebiliyormuş. Eğer daha eski devirlere dönecek olursak, durum gene değişmemektedir, keza eskiler de bu boğazın ulaşım ve stratejik açıdan ne kadar zorluklar arzettiğini görmüşlerdir. Bunlardan Büyük İskender biyografilerinden birinin yazarı olan Romalı Curtius Rufus, boğazın her iki tarafındaki sarp ve yüksek dağların dimdik ta geçide kadar inmesi yüzünden yolun çok daraldığını ve bundan dolayı buradan tam teçhizatlı dört askerin aynı anda çok zor geçebildiklerini yazmaktadır. Geçit bu kadar dar olmakla kalmıyor, ayrıca yüksek dağ yamaçlarındaki kar kitlelerinin erimesiyle kabaran akarsular da geçişi büyük çapta zorlaştırıyordu. Nitekim, Gülek Boğazı’nın sarp kayalıkları üzerinde yer alan ve şimdiye dek doğru dürüst okunamayan Latince bir kitabeye göre, İmparator Caracalla M. S. 217 tarihinde geçidi genişlettirmek gereğini duymuştur. Yazıtta: “Caracalla dağları keserek yolu genişletmiştir” denmektedir. Bu da bize, yukarda özellikle vurgulandığı gibi, Eski Hitit Çağında, özellikle I. Hattusili ve I. Mursili Devirlerinde Kuzey Suriye seferleri düzenleyip, oralardaki kentleri ele geçiren, yakıp yıkan Hititlerin, bazı istasnai durumlar dışında Kizzuwatna’ya inmediklerini, daha doğrusu inemediklerini açıkça gösterir. Tarihçiler, Çukurova’ya sahip olunmadan nasıl Suriye içlerine kadar inilir, bir türlü kavrayamadılar. Çukurova kapalı bir havzadır ve bu pek ala mümkündür. Hititler pekala, benim ‘Dağ Yolu’ dediğim Kayseri, Fraktin, Taşçı, Gezbeli, Göksun, Kahramanmaraş ve Bahçe yolu üzerinden gidip gelmişlerdir. En önemlisi, Kral I. Hattusili Kuzey Suriye’ye giderken Fırat Nehrini geçtiğini altını çizerek yazıyor; eski Akad Krallarının Anadolu seferleri sırasında da, Fırat’ı geçtiklerini yazıyor. Eğer Adana Ovasından geçse idi, Seyhan ve Ceyhan Irmaklarını da geçmesi ve bunu yazması gerekmez miydi? Bunun dışında, Amanos Dağlarının denize bakan kısmında ve Çukurova’daki yerleşim yerlerinin sayıca Amik Ovasındakilerden az olması da, Gülek-Beylan (Pylae Cilicia) güzergahının eskiçağlarda daha az kullanıldığının bir kanıtıdır. Bizim 1992 yılında Sirkeli’de bulmuş olduğumuz Eski Asur üslubundaki bir tek mührün, burada pek önemi yoktur.
BİZANS DEVRİ’NDE KİLİKYA’YI ORTA ANADOLU İLE BAĞLAYAN YOLLAR
En geç Bizans Çağı’nda Kilikya’yı ve Akdeniz sahillerini Orta Anadolu ile bağlayan yollar şöyle idi:
Anemurion - Germanikupolis (Ermenek)
- Laranda (Karaman) - Ikonion (Konya); Anemorion
- Germanikupolis - Leontopolis - Lystra (Hatunsaray)
- Ikonion; Seleukeia (Silifke)
- Klaudiupolis (Mut) – Laranda
- Konya; Seleukeia
- Diokaisareia (Uzuncaburç)
- Laranda - Konya; Pompeiopolis (Soloi Mersin)
- Tetrapyrgia - Laranda; Tarsus
- Podandos (Pozantı) - Koloneia (Aksaray?); Adana - Podandos - Kaisareia; Adana - Rodandos (Saimbeyli Civari)
- Kaisareia; Aigaiai (Yumurtalık) - Anazarbos - Sision (Kozan) - Baka (Feke) - Kiskisol - Kaisareia; Adana - Mopsuestia (Misis) - Tili (Toprakkale) - Nikopolis; Tili - Germanikeia (Maraş) - Kukusos - Kaisereia.
GÜLEK BOĞAZI, BAHÇE VEYA BEYLAN ÜZERİNDEN OVAYA İNDİREN YOLLAR NERELERDEN ÇIKIŞ VERİYORLARDI?
Peki az kullanılmış olsa bile, Gülek Boğazı üzerinden ovaya inen yol buradan sonra nerelerden geçmekteydi? Bir yol mutlaka batıya, Tarsus, Mersin ve Silifke yönüne ayrılıyor, hemen Taşucu’nun batısında aşılması imkansız kayalıkların içine girinceye kadar sahil kesimini izliyordu. En önemli olan bir diğeri ise, güneydoğuya doğru gidiyordu. Bu yolun izlediği güzergah, ovada mevcut höyükler vasıtasıyla aşağı yukarı tesbit edilebilir. Bir yol Adana, Çimento Fabrikası yakınındaki iki adet Höyük, Misis (Yakapınar), Kızıldere, Kurtkulağı (Kervansaray), Toros Gübre Fabrikası yakınındaki Muttalip Höyük ve Demir Kapı’yı geçtikten sonra Kinet Höyük’e ve dolayısıyla Issos Körfezine varıyordu. Yol burada ikiye ayrılıyor, birisi İskenderun üzerinden Beylan geçidine, oradan da Amik Ovasına ve Suriye’ye ulaşıyordu. Issos’tan ayrılan diğer yol ise, kuzey yönüne gidiyor, Bahçe üzerinden Amanosları geçerek gene Kuzey Suriye’ye ulaşıyordu. Büyük İskender bu ikinci yolu tanımıyordu ve dolayısıyla kendisi ilk yoldan güneye inerken, rakibi Darius bu kuzey yolunu izlemiş ve onu arkadan çevirerek Issos Savaşı’nda büyük bir şaşkınlığa neden olmuştu. Bu yol kral II. Muwatalli’nin kabartmasının bulunduğu Nur Dağları’nın kuzey ucunda ve ırmak kenarında yer alan Sirkeli’ye uğramıyordu, çünkü yol, benim kendi gözlemlerime göre, Misis’te Ceyhan Irmağını geçer geçmez, kuzeye sapmaksızın Kızıldere Köyü yukarısındaki geçidi köy mezarlığı yakınından aşarak, Gündoğdu Köyüne ulaşıyor ve ovanın doğusuna varıyordu. Eğer istenirse buradan kuzeye, Ağaçpınar (Kürtköy) üzerinden Sirkeli’ye devam edilebilirdi. Ama asıl yol, Kurtkulağı ve Toros Gübre Fabrikası üzerinden doğuya devam ederdi. Ağaçpınar Köyünde bana Halep yolunun oradan doğuya doğru gittiğini ve güzergahını gösteren köylüler vardı. Bu arada tabii ki ovada mevcut köy ve kentlerin biribiriyle bağlantısını sağlayan yakın ulaşım yolları da mühimdir. Bölge içi bu ulaşım, ovadaki höyük ve yerleşim yerlerine bakarak kolayca tesbit edilebilir. Sultantepe, Bozhöyük, Mercin, Sirkeli ve Misis ,Bahçe istikametine, Minareli, Tatarlı, Şamşi ve Çatalhöyük, Kadirli istikametine, Taşlı, Tilan ve Tarmil Höyükleri ise Kozan, Feke, Saimbeyli, Tufanbeyli, Komana (Şar) ve oradan da Kayseri istikametine giden yollara işaret ederler. Bahçe Geçidi aşılıp İslahiye Ovasına inildiğinde, burada da çok kesif bir yerleşme olduğu görülür. Yapılan araştırmalar burada en az 70 adet höyük olduğunu göstermiştir. Ancak en sık yerleşim Amik Ovası’ndadır, keza buradaki höyüklerin ve yerleşim yerlerinin sayısı 350’nin üzerindedir.
KİZZUWATNA ÜLKESİNİN BAŞKENTİ VE KÜLTÜR METROPOLÜ KUMMANNİ-COMANA CATAONIAE MİYDİ? TUFANBEYLİ YAKINLARINDAKİ ŞARKÖY (ŞAR) HARABELERİNİN KİZZUWATNA AÇISINDAN ÖNEMİ
Kizzuwatna’nın bir başkenti var mıydı, varsa adı neydi, bilemiyoruz. Acaba bu başkent Kizzuwatna adını mı taşıyordu? Yoksa oynadığı önemli rolden dolayı başkent bugün Şar’da yer aldığı düşünülen Kummanni miydi? (Fotoğraf 18-21). Tıpkı Kizzuwatna ve Adana gibi Kummanni adı da Hurri kökenlidir ve aynı isim elemanı, büyük Hurri tanrısı Kumarbi’nin Kült Merkezi Kumme veya Kummiya’da da saklıdır. Hurrice kumma- sözcüğünün “kutsal” anlamına geldiği büyük bir isabetle öne sürülmüştür ki, bu da Kataonya Komana’sının kutsal karakterinin sadece Romalılar Devriyle sınırlı kalmadığını açıkça göstermektedir. Gerçekten de, Strabo’nun sık sık sözünü ettiği ve idareci ve sakinlerinin tamamının rahiplerin oluşturduğu kutsal Anadolu kentlerinin öncülerinin daha Hititler Devrinde mevcut olduğu bilinmektedir. Böyle rahip krallıklar, Dağlık Kilikya’daki Olba-Diocaesareia (Uzunbcaburç) ve Venasa’da Romalılar devrinde uzun süre varlıklarını devam ettirmişlerdir. Ayrıca Bizanslılar Devrinde özellikle Ürgüp ve Göreme civarında yoğunlaşan Kapadokya’daki rahiplerin çoğunlukta olduğu peri bacaları vadilerini ve yeraltı kentlerini de dikkate almak lazımdır.
Büyüleyici bir doğal güzellik içinde bugün yer üstünde sadece Roma Devri Comana Cataoniae veya Comana Cappadociae’sinin dev bina temelleri, tiyatrosu, kapıları, mezarlık alanı, yolları ve diğer yapıları görülebilen Şar’da, M. Ö. 2. Binyıl yerleşmesinin izleri olup olmadığı da bilinmemektedir. Ne tuhaftır ki, Şar’da ele geçen çok sayıda Grekçe ve Latince yazıtlarda, burasının Strabo’nun sözünü ettiği Capadocia veya Cataonia’nın kutsal kenti Comana olduğunu kanıtlayan ipuçları da yoktur. Burada 1967 yılında kısa süre için yapılan kazılarda, daha ziyade bir Roma Anıt Mezarına benzeyen Kırık Kilise ile Ala Kapı üzerinde çalışılmıştır . Bu kısa kazılar hiç olmazsa Şar ve yakın çevresindeki Grekçe yazıtların bir kez daha toplanmasını ve yeni keşfedilenlerle birlikte yayımlanmasını sağlamıştır.
İki sıra Antitoros Dağının arasındaki dar bir vadide ve Seyhan’ın yukarı kollarından Göksu Irmağının suyu bol kollarından biri olan Sarız Irmağı (Fotoğraf 22) üzerinde yer alan eskiçağların kutsal kentlerinden biri olan bu Komana’ya, onu gene aynı ismi taşıyan ve harabeleri bugün Yeşilırmak vadisinde Gümenek’te yer alan Kapadokya Komana’sından ayırd edebilmek için Kataonya Komana’sı denmektedir. Strabo’ya göre, Kapadokya Komana’sını kuran, Kataonya Komana’sı halkı idi. Bugün yer üstünde duran ve gözle görülen kalıntıların hemen hepsi de Roma Devrinden kalmadır ve Sarız Irmağının her iki tarafında yer almaktadır. Komana ve dolayısıyla Kummanni’nin, Kayseri Develi’nin doğusunda başlayıp, Toros Dağları içinde Hanyeri – Gezbeli’de sona eren Hitit kaya kabartmalarıni izleyen ve Hanyeri’nden sonra kuzeydoğuya saparak Göksun ve Maraş üzerinden Kuzey Suriye ve Mezopotamya’ya ulaşan ticaret ve ulaşım açısından çok önemli bir yol üzerinde olması lazımdır. Ne var ki, Hanyeri (Gezbeli) ve Şar arasındaki arazinin böyle önemli bir yol için geçit verip vermediği henüz araştırılmış değildir ve böyle bir bağlantının bizzat arazi üzerinde yapılacak incelemelerle gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Ramsay’e göre böyle bir bağlantı mümkündür:
"Caesareia 24 Zerezek 10 Zamanti Su 30 Kara Kilise.
Caesareia’dan Anti Toros’u geçen bugünkü yolların en mühimmi budur. Baştanbaşa araba ile gidilebilinecek bir haldedir. Kokussos yahut Komana’dan Caesareia’ya giden Roma yolunun da bu seyri takip etmiş olması muhtemeldir. Bundan maada takib edebileceği tek istikamet Mardinle Tomarza’dan geçen yoldur. Anti Toros’u muhtelif noktalardan aşmak kabil olduğu için yol burada ikiye ayrılır; güney yolu evvela Köseli’ye gelerek orada Ferak Din (Fıraktin), Argya Şehir vesaireden gelen bir yolla birleştikten sonra Gez Beli aşar, Rumlu’ya geçer, Keklik Oğlunun güneyinde Komana – Kokussos yoluyle birleşir; öteki yol, Zamanti Suyun üzerindeki Suwagen (ΣεΒáγην?) den geçerek Anti Torosu ya Dedebel’den, ya Gökbel’den veya Kurubel’den aşarak Elimenli ve Komana’ya (Şahrderesi) iner.
Eski müverrihlerde Tomarza yoluna dair hiç bir şeye tesadüf etmedim; Asaraxa‘nın da Zerezek’te olduğu tebeyyün edince (senelerce evvel bundan bahseden zannederim Bellet olmuştu), Roma yolunun daha kuzeyden bir seyir takip ettiği anlaşılır. Yolun Zerezek’in doğusuna düşen kısmı Kulete’den geçer, son zamanlarda yapılan muhacir köyü yakınından Zamanti Suyu aşarak Tass’a, Anti Torosu da Kuruçay’dan aşarak Saros Nehri üzerindeki Kara Kilise’ye iner. Bundan sonra yol, Sebasteia, Ariarathia’dan gelip Kokussos veya Komana’ya giden yolla birleşir. Arabissos, Melitene ve Fırat’a giden bir yol daha vardır ki, Tovla, Çarşak ve Deli Kavak’tan geçerek Maragos ile Tanir (Tanadaris)’ dan iner. Karakilise ile Maragos arası 24 mil kadardır. Fakat bu yol arabalar için çok güçtür ve Roma yolu olarak kullanılmış olmasına imkan yoktur.”
J. Garstang’ın, kısmen gene Ramsay’ın gözlemlerine ve o zamanlar Fıraktin, Taşçı, Ekrek ve Hanyeri (Gezbeli) gibi sadece bazıları bilinen Hitit kaya Anıtlarının izlediği yola dayanarak, bu yolun, 1960 metre yükseklikteki Gezbeli Geçidi yakınlarındaki “Kuru-Bel” geçidinden sonra Komana ve Maraş üzerinden veya biraz uzakta olmasına, Tohma Suyu üzerinden Kuzey Suriye’ye ulaştığını belirtmiş olmasına rağmen, yukarda belirttiğimiz gibi, Hanyeri-Şar (Komana) arasındaki yaklaşık 18 km.lik bu yol tekrar incelenmeli ve Tufanbeyli yakınlarında ve onun doğu istikametinde Göksun’a doğru giden güzergah üzerinde bazı idari haritalarda var olduğu gösterilen höyükler ve diğer yerleşim yerleri tesbit edilmelidir. Gezbeli Geçidi ve kaya anıtından sonra bir yol Komana’ya gider; bir başka yol da Kuruçay Vadisini Zamantı Suyuna kavuşturan vadiyi izleyerek güneye inebilir.
Şar’da veya onun yakınında bir yerlerde Kizzuwatna kenti Kummanni’nin izlerini barındıran bir yerin olup olmadığı maalesef bilinmemektedir ve bu konunun üzerine eğilip, Şar-Komana’yı bu açıdan tekrar incelemek lazımdır. Bunun, sırf ses benzerliğinden ve her iki kentin de dini öneminden hareketle Kummanni = Comana eşitlemesi bakımından önemi büyüktür. Aksi taktirde Kizzuwatna’nın başkenti, kutsal kent ve kültür metropolü Kummanni’yi Kizzuwatna’nın başka bir yerinde aramak gerekecektir. Kummanni’nin önemi o kadar büyüktür ki, bazı durumlarda Kizzuwatna ile eşanlamlı olarak kullanılıyordu. Gerçekten bazı metinlerde Kizzuwatna adı Kummanni ile yer değiştirmektedir, yani her iki ad da eşanlama gelmekteydi ki, bunlar arasında Mastigga Ayini dediğimiz bir Büyü Metni vardır. Ayrıca bazı dini metinler Kizzuwatna Fırtına Tanrısı veya onun karısı Hepat yerine Kummanni Kenti Fırtına Tanrısı veya Hepat’ı diyorlar ve Kizzuwatna’nın bazı durumlarda Kummanni ile eşanlamlı kullanıldığında kuşku bırakmıyorlar. Anlaşıldığı kadarıyla Kizzuwatna diye bir kent yoktu; o, sadece coğrafi bir bölgeye işaret ediyordu ve bu coğrafi bölgenin başkenti Kummanni idi, tıpkı İçel-Mersin, Adana-Çukurova, Sakarya - Adapazarı örneklerinde olduğu gibi.
KİZZUWATNA KENTLERİ
Kizzuwatna içinde yer aldığı kesin olan kentler şunlardır: Anamušta, Arana, Aruna, Arusna, Adaniya, Azpišna, Hulašša, Irima, Ishupitta(?), Kummanni, Lamiya, Landa(?), Lawazantiya, Luwana (Yukarı Seyhan Vadisinde?), Niriša, Paduwanta, Pitura ,Puruna, Šaliya, Šerigga, Šinamu[-.., Tarša, Terušša/Tiruša, Turpina, Turutma, Uparbassa, Ura, Urauna, Urika, Urušša Uda, Waššukanna, Wastisa, Zaparašna-Dağı, Zazlipa, Zilapuna, Zinziluwa ve Zunahara.
Ura kenti ile yapılan andlaşmada kabile reisleri veya tüccarlara ait olan şu kent veya köylerin adı geçer: Uksu, Partanta, Huddu, Iyaninna ve Lalatta. İsmin benzer bir şekilde tarihi devamlılığı dolayısıyla Tarsus ile eşitlenen Tarše/Tarzi, Adana ile eşitlenen Adaniya, Comana Cataoniae (Şar, aslı şehir’den şahr) ile eşitlenen Kummanni, Lamas (Limonlu) ile eşitlenen Lamiya, Pozantı (Bizans Devri’ndeki Podantos) ile eşitlenen Paduwanda, Serica ile eşitlenen Šerigga ve nihayet son yıllarda kazısına başlanan ve Idrimi yazıtındaki Ulisum/Ulusila ile eşitlenmek istenen İskenderun Körfezindeki Kinet Höyük (Issos) dışındaki kentler bilinmemektedir. Šaliya kenti ise, Gülek Boğazının kuzeyinde yer almalıydı ve bundan dolayı Ulukışla yakınındaki Porsuk (Zeyve) Höyük ile eşitlenmek istenmektedir. Biz tabiatıyla burada başka bölgelerde aranması gereken, fakat sırf ses benzerliğine dayanarak Kizzuwatna’ya yerleştirilmek istenen Salma = Soloi-Pompeiopolis, Walma = Holmoi (Taşucu yakınları), Nahita = Nagidos, Elaiussa = Wilusa, Ura = Ura (Olba) üzerinde katiyyetle durmak istemiyor, populer yayınlarda sık sık sözü edilen bu benzerliklerin bir tesadüf olduğunu belirtmekle yetiniyoruz. Ses benzerliğinden hareketle Anadolu’nun diğer bölgelerinde yer alan bu önemsiz kentleri sırf Kizzuwatna’ya koyabilmek uğruna bunlardan iki, üç, dört ve hatta Ura örneğinde olduğu gibi altı adet olduğunu söyleme cesaretini gösteren görüşler, tamamen mantık dışıdır. Bu kentlerden Salma’nın nerede olduğu belli değildir, ama kesin bir şey varsa, o da onun Kizzuwatna’da olmadığıdır. Walma Afyon civarında, Wilusa Eskişehir Ovasında olmalıdır. Eğer eşitleme doğru ise, Nahita’nın da Niğde’de aranması gerekir. Olba’daki Ura ismi, Türkçe bilmeyen ecnebi araştırıcıların ağızlarında bozdukları Türkçedeki Uğuralan’ın (Uğare) bozulmuş şeklidir ve ayrıca burada hiç bir şekilde M. Ö. 2. Binyıl yerleşim izleri mevcut değildir. Irmaklar arasında Puruna = Pyramos (Ceyhan), Šamri = Saros (Seyhan) ve Ellipra = Liparis (Soloi Viranşehir yakınında) biliniyor. Dağ adları arasında Sarissiya ve Pisaisa vardır. Son olarak, benim Gezbeli Geçidi veya Dağı ile eşitlemek istediğim Šahhupidda Dağı vardır.
Metinlerden kazanılan ve bir çoklarının köy veya çiftlik dahi olması mümkün olan yaklaşık 30 adet Kizzuwatna kentine karşın, yer üstü araştırmalarında yaklaşık 70 adet yerleşim yeri tesbit edilmiştir. Tabii bu rakama eskiden büyük çapta Kizzuwatna hudutları içinde yer alan Amik Ovası ve her geçen gün biraz daha tahrip edilen Silifke-Taşucu Göksu Deltasındaki höyükler dahil değildir. Her iki envanter de çok eksiktir ve gerçek durumu yansıtmaktan çok uzaktır. Bunlara bulunamayan, yok edilen veya aluvyonal ova seviyesinin altında kalmış düz yerleşim yerleri de eklendiğinde, bu sayıyı en az 100-150’ye çıkarmak pekala mümkündür. Bu da bize, metinlerin, bize kentsel oluşumların sadece ¼’ini verebildiğini ve dolayısıyla ne kadar eksik olduğunu göstermektedir.
OVALIK KİLİKYA=ÇUKUROVA

Eskiçağların ünlü coğrafyacısı Strabon'a göre, Hellenistik ve Roma Dönemlerinde Kilikya iki kısma ayrılmaktadır: Cilicia Trakheia ya da Cilicia Aspera adıyla 'Dağlık-Taşlık-Engebeli Kilikya', Cilicia Pedias veya Cilicia Campestris adıyla da 'Ovalık Kilikya' anlatılmak istenmiştir. Bizans Dönemi'nde ise, Dağlık Kilikya'ya Cilicia Prima, Ovalık Kilikya'ya ise, Cilicia Secunda ismi verilmiştir. Osmanlı Dönemi'nde de, Kilikya Bölgesi'nin batısına Taşeli, doğusuna ise, İçel denmekteydi. Ova kesimi yani Cilicia Pedias veya Cilicia Campestris, hem konum, hem de büyüklük olarak günümüz Çukurova'sına tekabül etmektedir. Doğuda Türkiye- Suriye sınırında başlamakta ve Antakya da dahil olmak üzere İçel'e kadar devam etmektedir.
M.Ö. l. Binin başlarında Çukurova Geç/Yeni Assur yazılı metinlerinde Kue (Kaue) veya Hilakku (Hilakki) olarak karşımıza çıkar. Etimolojik açıdan incelendiğinde, Hilakku ile Kilikya'nın aynı ad olduğu anlaşılmaktadır.
Çukurova'nın bilinen en eski (M.Ö. 2. Binde) ismi ise, Kizzuwatna'dır (Şekil1). M.Ö. 2. Binin başlarında Kültepe ve Boğazköy'de ele geçen Eski Asurca ve Hititçe metinlere göre, Kizzuwatna'da yerli bir hanedanın olduğunu görüyoruz. Büyük çapta Hurri az da olsa, Luvi etkileri sezilmekle birlikte, bu hanedanın yerli olması konusunda tüm araştırmacılar hem fikirdir. Kizzuwatna, Orta Anadolu, Doğu Akdeniz sahilleri, Kuzey Suriye, Mezopotamya, deniz yoluyla da Kıbrıs, Mısır, Ege Dünyası ile iletişimi olan çok önemli bir konumdaydı. M.Ö. 2. Binin 2. çeyreğinden itibaren Hititler, Kizzuwatna Krallığı ile hep iyi geçinmişlerdir ve aralarında yapılmış devlet antlaşmalarının metinleri Hititçe ve Akadça olarak Boğazköy'de bulunmuştur. Bu antlaşmalara göre de, Kizzuwatna bu dönemden itibaren eşit haklara sahip, bağımsız bir devlet statüsüne sahip olmuştur. Hitit Kralı Ammuna'dan I. Suppiluiluma'ya kadarki dönemler içinde Kuzey Mezopotamya'da gittikçe güçlenen Hurri-Mitanni Krallığı ile de yakın ilişkiler içindedirler. Hatta Açana Krallığı ile de politik ilişkiler kurulmuş, daha sonra M.Ö. 1350 yıllarında II. Tudhalia veya I. Suppiluiluma zamanında Kizzuwatna Krallığı işgal edilmiş ve doğrudan Hititler'e bağlanmıştır. Politik gücünü yitiren ve her geçen gün biraz daha Hurri kültürünün etkisi altına girmeye başlayan Kizzuwatna, din, dini ayinler, büyücülük, tıp, falcılık ve küçük el sanatları açısından Hitit Ülkesini tamamen etkisi altına almıştır. Hatta Maşat Höyük'te bulunan bir tabletten anlaşıldığı kadar, Kizzuwatna'nın sınırları Zile'ye kadar ulaşıyordu. Coğrafi tanımların aksine, Kizzuwatna Ülkesi sınırları içine, Yukarı Ova da girmekteydi.
...