22.11.2006

Kutsal 'yaratılış'ta 'kara' yer, 'mavi' gök...


Safa Kaçmaz
15.06.2004 - Paris

Üç büyük dininin kutsal kitapları olan Eski Ahit ve ona dayanan İncil ve Kuran'ın ‘yaratılış’ anlatımının bilinen en eski yazılı kaynağı Sümer kil tabletleridir. Tanrının yeri, göğü, yeşillik, insan ve hayvanı ‘yaratışı’ üzerine kutsal anlatımlar, Sümer tabletleri ile onlara dayanan Babil Enuma-Eliş aktarımının bozulmuş biçimlerine dayanmaktadır. Eski Sümer aktarımları, değişen yorumlar temelinde nesilden nesile ulaşmış ve 30 asır kadar önce şimdiki Eski Ahit’te yer aldığı biçime yaklaşmış olmalıdır. Bu bakımdan, yerin ve göklerin yaratılışı, "insanın çamurdan var edilmesi", "Adem baba" ve "Havva ana" anlatımları, uzun bir tarihsel dönemde gerçekleşen bozulma üzerine şekillenen yakın döneme ait yeni ürünlerdir.

Kazılarda bulunan ve belki de daha eski ve tam yazılımları da bulunacak olan kil tablet bilgilerine, çok şey borçluyuz. Tabletler dikkatlice ve yazıldığı dönemin koşulları gözetilerek yorumlanınca, görülmektedir ki, Sümer insanı, sonradan görenek halini alacak olan kendi yazılı yasalarını hazırlarken nasıl gerçek toplumun gerçek sorunlarından yola çıkan yasa maddeleri hazırlamış ise, Sümer yaratılışı olarak tanıdığımız tarih aktarım biçiminde de, ilk Sümer oluşumunun gerçek tarihini vermeye çalışmaktan başka bir şey yapmamıştır. Onlara mal edilen ‘yaratılış’ aktarımı, onların sözlerinin değiştirilerek yorumlanmasına dayanıyor. Bu konudaki yorumlarda Sümer sözcüklerinin anlamı değil, ’onların öyle düşünüyor oldukları’ndan yola çıkılıyor.

Sümer ‘yaratılış’ ilahisinin kendi sözcükleri, ‘yoktan var etmek’den bahsetmez. Bütün doğal topluluklar gibi Sümerler, insanın en gerçekçi ilk hallerinden birini temsil ederler. Eski insanın, zamanını, ‘yalan ve düşlerden oluşan bir mitoloji’ üretimiyle geçirdiğini sanmak, düşünce alanını daraltmaktan başka bir sonuç vermez. Tanrı’dan veya Tanrı sözünden tiksiniyor olmak, bir aydının duygularını yansıtan açıklama olma ötesinde, dinin oluşumu, onun toplumsal rol ve kaynağını açıklama söz konusu olduğunda en küçük bir değere sahip değildir.

6000 yıl önce Sümerler, yazısı olmayan her topluluk gibi, yaşanılmış gerçek tarihlerini, oluşum dönemlerini yeni nesillere ilahiler yoluyla aktarıyorlardı. Sözlü olarak ortaya çıkışından itibaren bu tarih aktarım biçiminin değişiklik ve aşınmalara uğramış olacağı kendiliğinden anlaşılır. Bu süreçte, tarih anlatımındaki olaylar örgüsü ve kavramların içerikleri de durmadan değişmiş olmalıdır; değişmiş olduğunu farklı dönem tabletleri boyunca saptayabiliyoruz. Yeni yaşantı koşulları içinde her kavramı değişmiş haliyle tanıyan insan, eski ilahi veya yazıtları, yeni koşulları gözeterek yorumlamış olmalıdır. İlk (yazı) şekiller(in)in, sonraki nesiller bakımından anlaşılma zorluğunun yorum farklılaşmasına katkıda bulunmuş olacağını da eklemek gereklidir.

Daha önce ele aldığımız en eski Sümer yaratılış ilahilerinde, tanrıların, yeri, göğü, bitkileri, hayvanı ve insanı yaratmış olduğu söylenmiyordu. Kendi kelimeleriyle Sümerlerin söyledikleri, ’ad vermek’, yer ile göğü birbirinden ayırmak, saptamak, belirlemek anlamlı kavramlardı. Sonraki "yoktan var etme" yorumu, farklı anlamlı kavramları kullanan bu Sümer ilahilerine dayanmaktadır:

Adı yokken göğün daha
Yerin daha adı yokken...
Gök, yerden ayrıldıktan sonra
Yer, gökten ayrıldıktan sonra
İnsanın adı konduktan sonra
An, göğü alıp götürdükten sonra
Enlil , yeri alıp götürdükten sonra...

"Enlil, Sümer ülkesinin tohumunun topraktan çıkması için, yer'den göğ'ü ayırmak için, yer'den göğ'ü ayırmaya karar verdi.’’

Geçen yüzyılın başında eski Sümer ve Babil ‘Yaratılış’ tabletlerini çözümleyen uzmanlarımız, oradaki sözleri, "yoktan var etme" biçiminde algılamaya devam etmişlerdir. Bay Dhorme, olağanüstü çaba gerektiren değerli çalışmalarını bu tür hatalı yorumları sürdürerek büyük ölçüde zayıflatmıştır. O, ‘yaratma’ anlatımıyla ilgili olarak şöyle demekteydi:

" –'ad verilmemişti… ad konmamıştı… adlandırılmamıştı' ifadeleri, 'var değildi.. yoktu' (bk. Delitzsch. Ahw. Sayfa 441) anlamındadır. Babil kozmonojisi, yaratılışın anlatımına geçmeden önce, başlangıçta hiçbir şey olmadığını, açıklar.’’ ( E. DHORME . Choix de textes religieux Assyro-Babyloniens. 1906-Paris P. 2 )

Görüldüğü gibi, Bay Dhorme, Sümer sözcüklerini değil, yorumları temel almaktadır. Sümer kil tabletlerine göre Tanrılar, Yer-dünya-kara'yı; Sema-Göğ'ü; Adem-İnsan’ı ... 'yaratan'lar olarak değil, onları birbirinden ayıranlar, onlara ad verenler, onlara ayrıştırıcı ad vererek toplum birimleri yeniden düzenleyenlerdir. Hatta, bu işi Tanrılar bile yapmış değildir. Çünkü daha sonra Tanrı halini alacak olan Sümer yöneticileri bile daha henüz 'yaratılmamış', yani saptanmamışlardı.

ABD’li ünlü Sümerolog Samuel Kramer de bir yandan, Sümer kil tabletlerini ilk çözümleyenlerden birisi olarak, yazılanlara sadık kalmaya çalışmış ve Sümer sözcüklerini aktarmıştır. Fakat öte yandan, ısrarla bu kil tablet çözümlemelerinde yer alan söz veya kavramları, günümüzün ortalama bir hıristiyanı gibi yorumlamaya devam etmekten de geri durmamıştır. Bay Kramer'de izlediğimiz bu tutum, sonraki insanın öncekinin sözlerine nasıl yaklaştığının da tipik bir örneği gibidir adeta. Anlaşılıyor ki, Sümer torunları da, bu şarkı-ilahileri kendi torunlarına, Bay Kramer gibi, farklı bir şekilde yorumlayarak aktarmışlardı.

Sümer ‘yaratılış’ ilahilerinde yer alan ‘gök’ ve ‘yer’ kavramları, bugünkü anlamlarıyla Gök ve Yer değildi. O sırada, gerçek toplumsal yapılanma konularıyla ilgilenmekten başka tasaları olmayan eski Sümer ataları, günümüze kutsal renkler olarak ulaşan Mavi, Kara, Beyaz, Kırmızı ve Yeşil renkleri, toplulukları birbirinden ayırma kavramları olarak ele alıyor; ‘Sema’ veya ‘kara’ renkten bahsediyor olmalıydılar. (1)

Sümer metinleri üzerindeki çalışmalarımın bir noktasından itibaren, ’yaratılış’ ilahilerinde yer alan bu kavramların, yer ve gök’ü anlatmak üzere değil, örneğin aynı zamanda ’karabaşlılar’ diye de tanımlanan Sümer topluluklarını birbirlerinden renkler temelinde ayırmak üzere kullanılmaya başlanmış olabileceğini fikrine ulaşmıştım. Bu düşüncem, zaman içinde iyice pekişmiştir.

Bay S. Kramer, ’yaratılış’ konusunu ele aldığı noktada, Gılgamış Destanı'nın girişinden bir alıntı yapar önce:

Gök, yerden ayrıldıktan sonra
Yer, gökten ayrıldıktan sonra
İnsanın adı konduktan sonra
An, göğü alıp götürdükten sonra
Enlil, yeri alıp götürdükten sonra... ’

Bu durumda Bay Kramer haklı olarak şaşkındır: Çünkü Tanrılardan da önce, Tevrat’ta hala yer aldığı biçimiyle hem ‘su’lar vardı; hem de yer ve gök vardı. Bay Kramer’e göre, bir bütün oluşturan yer ile gök, hangi gerekçeyle ve kim tarafından birbirinden ayrılmıştı? Daha önemlisi, insan neden «yaratılmamış» ve fakat sadece “adı konmuş”, “insana ad verilmiş”ti?! Üstelik kil tabletlerde, yer ile gök birbirinden ayrılmadan önce, her tarafın eski ve sonsuz bir denizle kaplı bulunduğu da yazılmıştı ve ünlü Sümer bilimcimiz bütün bu bilgilere de sahipti. (S.N. Kramer. Sümerler. Kabalcı Yayınları)

Bay S. Kramer, kendisine ve dolayısıyla okuruna sorduğu ve ikna edici tarzda yanıtlanması gereken bu karmaşık sorular yumağından kurtulmanın yolunu öyle olması gerektiğini düşündüğü ve sıradan kilise çizgilerini aşmayan yorumlar serisi ile çözmeye çabalamış, daha doğrusu önümüze adeta zorla oluşturulmuş bir bilinmezlik tepesi yığmaktan başka bir şey yapmamıştır.

Eratta kıralı ile Uruk kıralı Enmerkar arasında, Bay Kramer'in deyimiyle, "ilk sınır harbinin" yaşandığı sıralarda, iki ‘ülke’ (‘toprak’) ve iki kıralı temsilen iki dövüşçünün seçilmesi ve bunların karşılaşması (düellosu) talep edilmişti. Fakat seçilecek kişinin, ne siyah ne beyaz, ne kahverengi ne benekli ve ne de sarı olmaması istenmişti. Bay Kramer bu durumu derhal şöyle yorumlamaktaydı: "-insandan söz ederken pek de anlamlı olmayan terimler…"

Fakat tabletin az ilerisine geçildiğinde, Enmerkar'ın verdiği yanıtta ‘dövüşçü’ kelimesi yerine "giysi" kelimesi kullanılınca, Bay Kramer, sarı, siyah, beyaz, kahverengi gibi renklerin "anlam"ını bulmaya başlamak üzere şöyle demekteydi:

"Renkler savaşçıların gövdelerinden çok giydikleri giysileri belirtiyor olabilir. "

Bay Kramer burada gerçeğe neredeyse dokunmak üzere iken, daha ilerisine gidememiş ve konuyu burada kesmiştir. Oysa, daha önceki bölümlerde de ele aldığımız gibi, Sümer-Babil topluluklarından günümüze miras kalan kutsal ayırd edici renkler, insan toplumunun geçmişinde, yiyeceklerin hazırlık türüyle bağıntılı olarak da karşımıza çıkacak kadar önemli ayraçlar olarak kullanılmış kategorilerdir.

Kırmızı, beyaz, siyah, yeşil ve mavi renklerle içice geçmiş olan kutsal dinlerin toprağı Mezopotamya’daki bayrak, topluluk giysi ve kutsal mekan renkleri, eski Sümer yöneticilerinin bu ayraçlarının devamıdır. Sümer anlatımında, uzmanlarımızı şaşkınlığa sürükleyen "yer ile göğün birbirinden ayrılması" üzerine olan sözler, tabletler incelendiğinde görülebileceği gibi, başlangıçta, toplum birimlerin renkler temelinde ayrıştırılmasından başka bir şeyi anlatmaz. Sümer ataları, ilk toplumsal düzenleniş dönemlerinde, kara, mavi, kırmızı, yeşil ve beyaz renkleri toplum birimleri birbirinden ayırarak düzen sağlama unsuru olarak kullanmış olmalıdırlar. Bu renk ayırımlarını, günümüzün dinsel yapılarının yanında, hukuk kurumlarında da bulmak, eski toplumda bunların içiçe bulunmasından ötürü şaşırtıcı değildir. Ortadoğu’da ak-beyaz, kara-siyah al-kırmızı renkli kutsal giysilerin yanyana bulunuşu, konunun bir iklimsel tercih bakımdan ele alınmadığını gösterir.

Ekleyelim ki, Türkçe’de de göğ-gök sözcükleri maddenin renk hali olarak maviyi olduğu kadar sema'yı da (ve yiyeceğin de çiğ halini) tanımlar; kara, toprak ve kıtaları, yer küreyi-dünyayı anlattığı kadar maddenin renk hali olarak noir=siyah-kara'yı da anlatır. Yeşil, yeşil rengi olduğu kadar bitkileri de anlatır

Sümer torunları, atalarının bir tarih aktarım biçimi olarak yarattığı ilahilerin ‘kara'sından Dünya; ’mavi'sinden Sema; beyaz'ından su; yeşil'inden de ağaç ve bitkiler yaratmış olmalıdırlar.

15.06.2004

e-posta: safakacmaz@yahoo. com

(1): Enuma Eliş’in başlangıcının Almanca dönüşümü ile, dostum O. Uludağ’ın bu metni açıklayıcı tarzdaki Türkçe çeviri çabası aşağıdadır:

Als unten die Erde keinen Namen hatte,
Als selbst Apsu (Süßwasserstrom), der uranfängliche, der Erzeuger der Götter,
Mummu Tiâmat (Salzflut), die sie alle gebar,
Ihre Wasser in eins vermischten,
Als abgestorbenes Schilf noch nicht angehäuft, Rohrdickicht nicht zu sehen war,
Als noch kein Gott erschienen,
Mit Namen nicht benannt, ,
Da wurden die Götter aus dem Schoß von Apsu und Tiâmat geboren.
Lachmu, Lachamu traten ins Dasein, wurden mit Namen benannt.

Henüz, daha (als) yukarılardaki (Droben) gökyüzü (himmel) anılmamışken, adlandırılmamışken, henüz adı geçmemişken (nicht genant waren)
Henüz aşağıda (unten) toprağın, yerin adı yokken (keinen namen hatte)
(‘als’ kelimesi burada bu sırada, bu zamanda anlamına geliyor) bizzat, kendileri veya kendisi (selbst), en eski başlatıcısı, her şeyin başlangıcı (uranfengliche), bütün tanrıların, (baba değil de) tohumlayıcısı, üreticisi (erzeuger) Apsu (Süßwasserstrom-tatlı su akımı), bunların hepsinin doğurucusu (die sie alle gebar) Mummu Tiamat,
Kendi sularını bir araya karıştırdıklarında, bir yaptıklarında,
Daha kamış, sazlar yığın yapılmamıştı, Kamışlıklar (rohrdickicht) görünürlerde yoktu. ( nicht zu sehen war)
Daha hiç bir tanrı ortaya çıkmamıştı, doğmamıştı (erschinen- bu kelime bildiğimiz doğum veya yaratılma değil. Güneş doğması veya uzaktan bir geminin seçilmesi gibi‚erscheinen. )
Adsızdılar, adlarıyla çağrılmıyorlardı (Mit Namen nicht benannt), beceri onlar için değildi (Geschick ihm nicht bestimmt war)
Bu anda, bu zamanda (da) tanrılar Apsu ve Tiamat’ın kucağından, rahminden, kaynağından (schoss) doğdular, doğruldular (geboren)
Lachmu, Lachamu, burada oluşa, varoluşa (ins dasein) geçtiler, girdiler (traten-eintreten/bir odaya giriş, sahneye çıkış), adlarıyla tanıtıldılar (wurden mit Namen benannt).