Kutsal Tufan anlatımları (2)
TUFAN KAVRAMLARI...
Gök-Anu tanrının “Tufan’ı hiç unutmayacağı” üzerine verdiği söz, günümüzden beş bin yıl kadar önce tabletlere kaydedilmeye başlanmıştı. Enki’nin gizlice ve mırıldanarak Sümer tanrılarının aldıkları Tufan kararını açıkladığı Şuruppak duvarı, günümüzde Yahudilerin hala kaderlerine ağladıkları Ağlama Duvarı olmalı.
İnsanlığı
böylesine derinden etkilemiş bir konuyu, yanlışlar yapma pahasına ele almak
gerekiyordu. Geçmiş insan tarihinin dehlizleri içinde düşe-kalka ve fakat
insan bilim ibrişimlerini takip ederek 5 -6 bin yılı anlamak, doğrudan doğruya,
dinsel saflaşmayla belirmeye başlayan şu andaki dünya durumunu da anlamaya
çalışmak demektir.
Eski tarih
aktarım biçimi kabul edilmesi gereken sözlü Sümer ilahileri, doğal olarak
yazının henüz yaratılmamış ve kullanılmıyor olduğu dönemlerde de vardı.
Kuran’ın ezber-hatmi nasıl mümkün ise, şarkılar biçimli Sümer ilahileri de
nesilden nesile öyle aktarılıyordu. Yazının kullanımıyla birlikte, eski
ilahiler de önce taşlara ve giderek kil tabletlere kaydedilmeye başlanmış
olmalıdır; fakat anımsandığı biçim ve içerikle!
Eski Sümer
yazılarını değerlendirirken, hemen başlangıçta iki önemli noktayla
karşılaşırız: Önce, taş ve kil tabletlere kazılmış kavramların, başlangıçtaki
anlamlarının değişmiş olma olasılığı. Toplumsal gelişmeye bağlı doğal bir olgu
olarak birçok kavramın anlam değiştirme süreci geçirebileceğini biliyoruz.
Tablet yazıcılar kavram söylenişini muhafaza etmiş olsalar bile anlam kaymasını
önleyemezlerdi; yazıcılar, ister istemez kavramı, yaşadıkları çağda tanıdıkları
yeni anlamıyla aktarıyorlardı.
Öte yandan,
özellikle yazının ilk gelişme dönemlerinde, yazı sistemlerinin oturması
sürecinde, birbirinden kopya edilerek yenilerin yazılması sırasında, eski
kavramların her seferinde başlangıçtaki şekilde okunamamış olması da ciddi bir
olasılıktır. Ölçüm ve değer birimlerinin değişme süreci geçirmesinin, Sümer Kraliyet
Listesinde tarih ve rakamların farklı şekillerde okunması sonucunu doğurduğunu
kesin olarak söyleyebiliriz. Yeri geldiğinde “3 ay, 1/2 gün’ diye not düşen dikkatli
tablet yazarları, yine de eski rakamları on binlerce, yüz binlerce yıl olarak
okumaktan kurtulamazlar. Ayrıca biliyoruz ki her farklı toplum birimin kendine
has değer ölçüleri vardı; farklı topluluk yazıcılarının bunları dönüştürme
işlemini nasıl yapmış olduklarını bilemiyoruz.
Tamamen
şekillerden oluşan fikir-yazıdan, heceli alfabeye doğru geçiş; kelime veya hece
ifade eden şekil-desenlerin farklı dillerdeki ses değerinin değişik olması; aynı
dönemlerde farklı birimlerce yazının sağdan sola doğru veya tersi bir sistemle
yazılıp okunması; bir dilden ötekine aktarımda ses veya anlam tercümesine
başvurulduğunda karşılaşılan zorluklar, eski toplum yazıcılarının ciddi bir
sorunu idi. Ses değersel alfabetik dönüştürme, trancription, farklı dildeki bir
kelimenin bir başka dilde yazımı, bugünkü dünyamızın bile üstesinden henüz
gelemediği zorluklar taşır.
Eski
yazıcılar, En-ki’nin 40 ismi ve 15 sıfatı bulunduğunu yazmışlardı. Aynı tanrı
ad yazımları bile bazen farklı ses değerleriyle ifade ediliyordu ki; eski Sümer
sözcüklerinin tersten veya farklı ses değerleriyle okunarak kalıcı hale gelen
sözcüklere de sahibiz. Örneğin Sümer (Ş)uruppak yerleşimi günümüzde Fara;
Nippur ise Niffer olarak biliniyor. O halde, Sümerologların (p) olarak
okuduklarını Semitler (f) olarak ; Fara’da ise üstelik hecesel bakımdan sağdan
sola doğru okuyorlardı.
Eski Yunan
Platon’u da Arap dünyasında aynı nedenle Eflatun halini almıştır. Burada,
Sümerologlarımızın yanlış okuma olasılığını da gözden uzak tutmamak gerekir.
Bazı eski
yazı sistemlerinde sadece sessiz harfler nakşedilerek, sesli harflerin
kullanımı okuyucuya bırakılıyordu. Örneğin RK olarak yazılmış kelimeyi, ErEk,
UrUk veya Arak, hatta (L)ArAk olarak okumak okuyucunun bilgi ve becerisine
bağlıdır. Yazıldığı sırada, günlük kullanım seslerini herkes bildiği için sorun
oluşturmayan bu durumun, zamanla ciddi okunma güçlükleri çıkarması
kaçınılmazdı. Sümerologların Uruk veya Larak olarak okudukları RK yazımı Eski
ahitte, şimdiki yazıya Erek sesleriyle aktarılmaktadır ki bunun şimdiki IrAk
olduğunu biliyoruz.
Bay
Schmokel, kitabında bir yerde Sümerce, ‘Etemen-enki’ sözcüğünü ‘Enki’nin
Sarayı’ olarak okuyup çevirmişti; kitabının bir başka bölümünde ise “Enlil’in Sarayı”nı
‘ Nemetti-enlil’ olarak okumuştur. Burada Bay Schmokel, Sümer saray sözcüğünü ,
hecesel olarak bir kez sağdan başlayarak, bir de soldan başlayarak okumakta;
her seferinde aynı ‘saray’ anlamını bulmakta; fakat her seferinde de farklı bir
sözcük kullanmaktadır. Bay Schmokel farketmemiş olsa da bu, eski tabletlerde
kelimelerin, bazen nasıl yazılmış ve okunmuş olduklarını gösteriyor.
Bütün
bunlar, eski yazıtları anlamaya yönelik okuma çalışmasının güçlüklerini kısmen
ifade ederler.
Sümer’de
İnanna olan Babil’in İştar’ı tarafından ‘seçildiği’ kendisine vahyedilen
Assubanipal-I de, yazıcılar tanrısı Nebo'nun bilge düzenlemesiyle yazılmış eski
şekil yazıları, yeni yazıya nasıl dönüştürdüğünü; kopya yazıların doğruluğunu
nasıl araştırdığını; karşılaştırmalı doğrulamayı nasıl yaptığını ve bu
yetkinliğe erişebilmek için nasıl ciddi bir eğitimden geçmiş olduğunu şöyle
anlatmıştı:
“Tablet
üzerine yazma sanatının tüm sırlarını ve özelliklerini öğrendim. Yerin ve göğün
halinin nasıl yorumlanacağını biliyorum. Bilginlerin toplantılarında
tartışıyorum. Çarpma ve bölmede en karışık, zor meseleleri bile çözebilecek
çaptayım. Tufan döneminden kalan tamamıyla anlaşılmaz bir taş çizimine şöyle
bir göz atmam veya Sümer-Akad dönemlerinin çözülmesi çok zor yazılarını bir
okumam yeter. ”
Günümüzde Fransızca
OTAN kelimesi, İngilizcede NATO olarak yazılıyor; her iki kelime de aynı olguyu
farklı ses değerleri ile anlatmaktadır. Değişik dil veya lehçelere sahip eski
toplumlarda da benzer durumlar var olmuş olmalıdır. Yahudi Tapınak görevlileri
eskiden, yazıtları anlayamadıkları zaman, onları ters yönden okumaya; kelime
köklerini bulmaya ve okuma zorluklarını aşmaya çalışırlarmış; bu herhalde yukarıdaki
durumdan ötürü başvurulan bir yoldu.
Babil
metinlerinde, Hammurabi yasalarının ön söz ve son sözünde , Sümerlerde adına
rastlamadığımız, Marduk okunuşlu bir tanrıyla karşılaşırız. Üstelik Marduk,
Babil için, sıradan bir tanrı değil, Sümer Yaratılış’ında yer almış, hatta bir
bakıma asıl yaratıcı tanrıdır; EA-Enki’nin büyük oğludur ve EA, tüm
‘karabaşlar’ üzerindeki Enlil’liğe Marduk’u tayin etmiş; “igigi”ler, büyük
tanrılar arasında Marduk’u yüceltmişti.
Böylesine
önemli bir Babil tanrısının kutsal kitaplara ve eski Sümer tabletlerine bir
şekilde yansımış olması gerekliydi ama Marduk yazımlı bir tanrıya, ne Sümer
tabletlerinde, ne de Eski Ahit’te rastlarız; bunun bulunması gerekliydi.
Babil
metinlerinin Marduk’u, Sümer dilinde A-mar-utu olarak yazılıyordu. Utu ise,
Babil Güneş tanrısı Şamaş’ın karşılığıdır. Doğal olarak Marduk, kelime kelime
Güneş’in Oğlu’ demekti. Büyük oğul olduğuna göre, bunun doğru Sümer yazımı da
En-a-mar-utu olmalı idi ve Eski Ahit onu Namrut olarak okuyup aktarmış
olmalıdır:Demek ki Babil Marduk’u şimdiki bölge topluluklarının zalim ve gaddar
yönleriyle tanıdığı Nemrut’ dan başkası değildi. Böylece eski Ahit ve Babil
kaynakları üzerinden Sümer yaratılışına kadar inebiliyor ve Nemrut’un Sümer
başlangıç dönemine uzanan eski bir tanrı(yunan öğretisinde ‘ikinci kuşak
tanrılar’) olduğunu anlıyoruz. Eski Ahit, Amar(utu=şamaş) yazımlarından samara,
amara, semiramis, samaritin, Mari, Martu gibi topluluk ve şahıs isimleri de
üretebilmiştir.
Kavramların
içeriksel anlamından hareket eden çalışmaların uzmanlarımız tarafından
yeterince ele alınmış olduğunu söyleyemeyiz. Bazı bilim adamlarımızın, tarihe,
tarihte ‘binlerce yıl yaşayan’ şahsiyetler konusuna, nerede ise din bilginleriyle
aynı temelde ve fakat tersten yaklaşmaları; tarih secerelerini adeta günümüzün
isim-soy isim kanunları çerçevesinde ele almaları ise her şeye değer!
Bay J. L.
Huot, eserinde;
«Kiş’in krallarından
birisi, çoban Etena büyük olasılıkla mitolojiktir fakat ötekiler, gerçek tablet
yazılarıyla da onaylanmıştır, örneğin Mebaragesi gibi. Sorun şuradadır ki Lagaş
veya Ur kraliyet mezarlarında veya öteki yerlerde bulunan tabletlerde varlığı
belirtilen bir çok kralın adı, Sümer Kraliyet Listesinde yer almamaktadır. ”
Gılgamış’ı
En-mer-kar olarak da okuyan Bay Huot, yine de ısrarla listede yazılmış ‘isim’
arayışını sürdürmeye devam eder. Oysa Sümer toplumundaki ‘isim’, günümüzdeki
anlamıyla bir isim değildir. Orada, bütün eski topluluklarda olduğu gibi,
’bağımsız’ birey adı değil, genel olarak konum veya bireyin aidi bulunduğu
toplum birimin tanımı bulunur; bu tanım, eğer istenirse, ‘ad’; bölge, tapılan
tanrı, kutsal ve haram hayvan veya bitki isimleri ya da, renk ayırımlarıyla
belirlenir. Orada her şey, eski insan toplumunun doğallığına uygun olarak,
yürürlükteki ilişki biçimlerine göre anlam kazanıp şekillenir.
Sümer
toplumunda, bugünkü kavramlarımızla kral’ın karşılığı başlangıçta ‘lu-gal’dır.
Lu; insan, kişi, adam; Gal ise ‘büyük’ demektir; eski toplumun ilk kral anlamlı
yönetici sözcüğü bu bakımdan, ‘büyük adam’ şeklindeydi ve bu, hepsi ‘lu’ olan
eski toplum insanları arasında ‘gal’ olanı ayırmaya yeter de artar.
M.Ö. 2000’li
yıllara doğru geldiğimizde, Hammurabi yasalarından önceki Lipit İştar yasasının
yazıldığı dönemde lugal, artık toprak sahibi anlamında kullanılacak noktaya
kadar yaygınlaşmış ve gerilemiş görünüyor. Bizim şu anki kavramımızla Kral, bu
durumda zorunlu olarak, ayrıcalığını ‘gal-lu-gal’ kelimesiyle
belirginleştirmeye çalışır ; bütün ‘lu-gal’ler arasındaki ‘gal’ olarak ortaya
çıkar. Bu ayrışma tümüyle doğal akışı içinde gerçekleşmektedir ve burada ‘niyet’ler
tartışmasına yer yoktur.
Öte yandan
Sümerler, hem farklı birimlerden oluşmakta ve hem de kendilerinden farklı dil
konuşan topluluklarla da ilişki halinde bulunmaktaydılar. Böylece, ‘güdücü’,
‘çoban’, ‘büyük adam’, ‘sahip’ anlamlarına gelen ve fakat dini ve-veya askeri
‘yönetici’ olgusunu anlatan o denli çok sıfat ortaya çıkmıştı ki Hammurabi,
kendi egemenliği altına aldığı bütün bu yöneticileri kastederek şöyle demek
zorunda kalmıştı:
“a-wi-lum
su-u/lu sarrum (Lu-gal)/lu belum (En)/lu issuakum (EN-SI)/u lu a-wi-lu-tum/sa
su-ma-am na-bi-a-at” (“o adamın adı, ister kral, ister (büyük) bey, ister (ulu
nefes) Ensi veya adı ne olursa olsun”. )
Doğu
uzmanları, rahip-kral konumuna denk düşen sıfatı taşıyan kişilere “en-si”
demeyi uygun görmüşlerdir. Aynı kelimeyi bazen “patesi” , bazen “isag” “işaggu”
veya “zaggisi” diye de okumuşlardı. Sar-gal-i-sarri’de bir isim değil, çarlar
çarı, şahlar şahı gibi konum belirleyici bir sıfattır. Sargon da ‘Sar-u-kanu’
Yasal Sar demekti ve bugünkü anlamıyla bir ‘isim’ değildir. Bütün bu yönetici
tanımlarından zamanla, İsa’lar, İshak’lar ‘isim’ olarak türetilmiştir.
Bu bakımdan
aslına bakılırsa, tarihte Hammurabi ‘isimli’ bir şahıs yoktur: Tabletlere,
“gal-lu-gal-(ha)-ham-mu-ra-ba” imzası atan yönetici(ler) vardır ve bunun,
günümüze ulaşmış içeriğiyle açık anlamı, Krallar kralı Tanrı Hahamı’ndan başka
bir şey değildir. Haham ve Rabin ise günümüzde de Yahudiliğin dini kategorileri
olmaya devam ediyor. Gal-lu-gal, Kırallar kıralı, Ham-mu-rabba, tanrı
sözcüsü-peygamberi gibi bir anlam taşımaktadır. ‘Mu-ham-med’de bu okunuştan
üretilmiş olmalıdır. Dolayısıyla bu sıfat bize, bu sıfatı taşıyan kişinin
dünyevi ve ruhani yönetimi elinde birleştirmiş bir yönetici olduğu bilgisini
verir, ama bu bir ‘isim’ değildir.
Aynı
nedenlerle, tarihte, Ab-ram ve Ab-ra-ham isimli bir şahıs da olmamış olmalıdır.
Günümüzde milyonlarca insanın tarihte var olduğundan yola çıktığı İbrahim
‘isimli’ bir şahsın var olduğunun, benim bildiğim, tek tanığı Eski Ahit’tir.
Abram ve Abraham ‘adı’ 3200 yıl kadar önce eski Yahudi din adamlarının
Hammurabi’yi tersten okuma tarzıyla üretmiş oldukları bir ‘isim’ olmalıdır .
Eski Ahit incelenince, Abraham’ın neden bir isim olamayacağı zaten
anlaşılmaktadır. Tanrı, orada, Ab-ram’ı Ab-ra-ham’laştırarak bir mertebe
yükseltmekte olduğuna göre, demek ki hem Ab-ram ve ham de Abraham sözcükleri
yalnızca birer dinsel kategori belirlenimiydi: “Seni halkların babası kıldım.
Ve onlar sana artık Ab-ram demeyecekler, adın artık Ab-ra-ham olacak. ”
Dolayısıyla
Sümer Kraliyet Listesinde sıralananlar, genel olarak, hiç olmazsa Tufan öncesi
dönem bakımından, bireylerin şimdi anladığımız anlamda ‘isimleri’ değil,
konumsal tanımlanmalarıydı; bireyler doğuyor, ölüyor ve fakat o tanımlar
kalıyordu. Özellikle dede-adaş torun toplum türlerinde, daha sonraki çağlarda
da aynı ‘ismin’ birkaç yüzyıl, hatta binlerce yıl sürmesinin önünde, hiç
olmazsa, teorik bir engel yoktur. Adın-namın sürdürülmesi geleneğini de bugünkü
toplumlara, eski ataları devretmiştir.
Bu nokta,
‘Nuh isimli’ bireye, Tanrılar tarafından ‘ölümsüzlük’ verilmesine karşın, eski
Ahit’te sadece ‘950 yıl’ yaşam biçilmiş olması bakımından önemlidir. Padişah’ın
bir ‘isim’ değil, yönetici sıfatı olduğunu kaydetme koşuluyla “Osmanlı’yı 600
yıl Padişah yönetti” denirse, burada yalan, uydurma ve fantazi yoktur. 50 -60
asır önceki atalarımızdan daha fazla bir ‘incelik’ beklemek haksızlık.
Çözülen
toplum birim ilişkileri içinde ismin, artık bireyi tanımlamaya başladığı
çağlarda, 40 asır kadar önceki tapınak görevlileri ve tablet yazıcıları,
‘Padişah’ı bir şahıs ve ‘şahıs ismi’ olarak kavramış ve öyle de
yorumlamışlarsa, onları suçlamak yerine, olguyu kavramaya çalışmak gerekliydi.
Biz şimdi en az üç Assurbanipal, birkaç Sargon
tanıyoruz. Onların farklılığını da yönetim tarihlerinden çıkarıyoruz. Onlar peş
peşe yönetime gelseler ve aynı sıfatı taşısalardı yönetim süresine de 198 yıl+2
ay+6 gün kaydı düşselerdi, bunda da bir ‘yanlışlık’ olmayacaktı; yeter ki biz
olguyu nasıl ele almak gerektiğini bilelim. Bize Sümer dönemi tabletlerini
okuyabilme olanağı sağlayan uzmanlarımız, bir parça da insan bilim tarihçiliği
tanımış olsalardı, kuşkusuz, günümüz biraz daha aydınlık olabilirdi.
Eski Sümer
uygarlığı, 60 asır önceki, avcı-toplayıcı, yarı-yamyam insan toplulukları, yani
şimdiki insanın ataları tarafından, zaman içinde yaratılmıştır. Bu noktanın unutulduğu
her an, tarihin kapısından çıkılmış olur.
Bir
Tufan’da sel, rüzgar, kıyamet, tufan vb. olması doğal. Fakat Sümer Tufan
anlatımındaki ‘rüzgar’, ’yel’ sözcük kullanımları, bir tür belirlenmiş soyutluk
taşırlar: ‘Dört rüzgar, Göğün soluğu, yerin soluğu’ gibi kavramlar Eski Ahit’te
de doğu-batı, kuzey-güney rüzgarları biçiminde devam eder. Öyle ki dikkatli her
okuyucu, metinlerdeki bu ‘rüzgar’ın bilinen bir ‘rüzgar’ olmadığı hissini elde
eder; bu bambaşka, üzerinde dini yoğunluk taşıyan bir ‘rüzgar’dır.
Ortadoğu-Mezopotamya
kültüründe, eski Kam’ların, sağaltıcı, müneccim özelliğindeki dini şahısların
‘üfürükçü’ diye aşağılanan veya ‘nefesi kuvvetli’ diye yüceltilen kutsallığı da
bize eski toplumdan gelir. Eski toplumda, kutsal nefes sahipleri çok önemli din
yetkilileridir ve zaten Sümerlerin en büyük tanrısı ‘En-lil’, tam olarak
‘ulu-yel’ ‘büyük rüzgar’, ‘büyük nefes’ gibi bir anlam taşımaktadır: Sümerce
‘en’, büyük; ’lil’ de yel, rüzgar, nefes anlamlarına geliyordu. Sümer
Tufan’ındaki ‘dört rüzgarı’, tabiattaki rüzgar olarak değil de geçmişte olduğu
haliyle, İsa çarmıhının gösterdiği, dört yöndeki toplum birimlerin kutsal, ulu
üfürükçüleri olarak kavradığımızda, anlatılan konunun doğrudan içine girmiş
oluruz: Çıra yakıcılığın, ateş yakıcılığın kutsiyetinin; söndürülmemesi gereken
Olimpiyat meşale geleneğinin, eski dünyada çok yaygın ve derin ateş kültünün
gerilerinde, ateş yakma ve ateş söndürme kutsal ödevini üstlenmiş ‘üfürükçü’,
kutsal nefesi buluruz.
Sümerlerin
beş kutsal renginin, ‘beşi bir yerde’ nin ak, kara, mavi, yeşil ve kırmızı
olduğunu nerede ise kesin olarak öne sürebiliriz artık. ‘Beş kutsal şehrin’
tapınak kazıt bulguları, çözümlenmiş tabletlerde yazılmış olanların doğru yorumu,
günümüzde eski Sümer toprakları üzerinde saptanabilir olgular, en eski Sümer
yerleşimlerinin bu renkler temelinde ayrıştırılmış bir birliğe dayandığını
göstermektedir.
Sümerlerin
asıl büyük tanrıları yer ve gök tanrısıydı. Eski Sümer tabletlerinde, ‘gök’
denilince Anu tanrı, yer denilince de başlangıçta En-ki, (sonra da Enlil)
anlaşılmaktaydı. Bu kavramlar, renk ifade eden kavramlardır da aynı zamanda.
Uzmanların Ki, Kir, Gir sesiyle okudukları Sümer ‘yer’i, aynı zamanda siyah,
kara renk demektir. Gök ve Yer, ‘aşağıda kara yer, yukarıda mavi gök’ olarak
neredeyse tüm eski Türk yazıtlarının da başlangıç cümleleridir. Türkçe’de yer
ve gök, eski söylenişleri bakımından aynı zamanda kara ve mavi anlamlarındadır.
Türkiye
Türkçesi, yenisiyle değiştirdiği eski tanımı genellikle peşinde sürükleyerek
taşıyan bir özellik gösterir; kara yer, mavi gök, bu tür bir çiftleme örneği
gibidir. Çünkü kara ve yer ile mavi ve gök(göğ) tek başlarına, günümüzde bile
aynı anlamları verirler. Eski Sümer topraklarının bir bölümünün üzerinde
bulunan bugünkü Irak bayrağı kırmızı, beyaz, siyah ve yeşil’den oluşuyor.
Tufan, herhalde bugünkü İsrail bayrağının mavi vurgusunu, Suruppak’taki yeni
düzenlenmeden sonra, ‘uzaklara’ göndermişti, ama kutsal mavi, eski Sümer
topraklarında, şimdiki Irak’ta, eskinin bir kalıntısı olarak, kalmaya devam
etmiştir.
Bunlar,
topluluk ve dini erkan giyim - kuşam biçimlerinde; kilise, cami ve önemli-önemsiz
bütün kutsal mekanların kutsal renkleri olarak yaşamaya da devam ediyor. Eski
insanın, gerçek yaşam gerekleri bakımından, somut bir ayraç olarak, birçok
yönüyle renklerle ilgilenmek zorunda kaldıklarını düşünmemiz için bir dizi
gerekçemiz bulunuyor.
Eski Sümer
ve Babil’in ‘insanlar’ı da bu yüzden, daima ‘karabaşlar’, ‘karabaşlılar’ diye
renk ayırımı temelinde tanımlanmıştı. Sümer ve Babil yazıtları, ‘insanlar’
demek istediği zaman Sag-gir (Sümerce); qaqadim=qaqadisu (Akkadca),
‘karabaşlılar, karakafalılar’ diyorlardı. Yöre toplulukları, orada şimdi de
‘kızıl’, ’beyaz’ ve ‘yeşil’ başlıların bulunduğuna tanıklık ediyor. Sümer
uzmanlarının çoğunun, ‘karabaşlılar’ sözcüğünü, Sümerlerin ‘kara’-esmer renkli
insanlar olduğu biçiminde yorumlamaları, onların konunun özünden ne kadar
uzakta bulunduklarını gösterir.
Çin ve
Japonlara yönelik ‘ sarı ırk’ yakıştırması da bu toplulukların sarı rengi
kutsal kabul etmelerinden ötürüydü. Tarihte, ak ile kara sıfatları temelinde
ayrışmış birçok Türk topluluğu da vardır.
Eski
Ahit’in, birlikte yan yana duran iki farklı Yaratılış anlatımından birinde,
Tanrı, ‘insan’ı değil, Adam’ı, Adem’i yaratmış olarak aktarılır. ‘Adam’ burada,
önceki okunuş ve yazımı Dummuzi (bazan İsummud olarak da okunmuştur) olan
kelime anlamındadır; genel olarak ‘insan’ı kastetmez. Bay Huot’nun ‘mitolojik
Etana’sı, Bay Hrozny’nin çok önceleri kısmen ortaya koyduğu gibi, eski
Yunanlarda Atanois, Athena, Adanois, Danois ve Hititlerde Adaniya vb.
biçimlerine dönüşen farklı Dummuzi yazımından başka bir şey değildi.
YHWH-Yehova’yı Elohim okuyan tapınağın Eski Ahit’e yapıştırılmış farklı
yaratılış varyantında ise, Dummuzi kelimesi Tammuz’a, ‘Adam’ ise genel olarak ‘insan’a dönüşmüş
olarak karşımıza çıkarlar. Dolayısıyla Adem’in ‘insan’la eşitlenmesi sonraki
dönemin bir olgusudur.
Öte yandan,
bilmeliyiz ki bütün eski topluluklar, hiç olmazsa başlangıçta, hangi hayvan
veya bitki ismi taşıyor olurlarsa olsunlar, yalnızca kendi toplum birimlerini
‘insan’ olarak değerlendiriyorlardı. Geçen yüzyıllarda Asya, Afrika, Orta
Amerika ve Avustralya yerlileri arasında yapılan çok sayıdaki araştırma bu
olguyu hep onaylamıştır. Sümerler, kendilerinden kız alıp verdikleri sırada
bile, dağlı ‘akrabalarından’ hep ‘Gutti-Hititli ejderhalar’ diye söz ediyorlardı.
Bu bakımdan, haram ve dolayısıyla kutsal hayvanları domuz olan bir toplum
birimin kendisini yine de ‘insan olan’ tanımlamış olması kadar doğal bir şey
yoktur. Bir hayvan veya bitki iken, birden bire ‘güzeller güzeli’ , ‘yakışıklı’
genç kız veya delikanlıya dönüşme motifleri tarihin bu döneminin anlatım
mirasıdır. Eski toplumların yaratılış anlatımlarında, nerede ise istisnasız
olarak, ya analar, ya da babalar hayvan veya bitki’dir. Eski Türk anlatımında,
iki güzel kızı hamile bırakan yaratıcı, yaşlı (mavi, boz) kurt, baba-erkek
iken; Roma’da, Romus ve Romulus’u emzirip büyüten kurt, ana-dişi olarak ortaya
çıkar. Burada anlatıcının kim olduğu; olayın bize baba mı yoksa ana yanlı birim
tarafından mı aktarıldığı önem taşır. Eğer eski Ahit’in aktardığı Yaratılış,
Yaratılış’ta yer alan bir başka toplum birim tarafından bize aktarılmış olsa
idi, değerlendirmelerin tümüyle değişmiş olduğunu görecektik. Nitekim,
anlatımın merkezine Marduk’u yerleştiren Babil Yaratılış’ı, aynı tarihsel
olayın, bir diğer toplum birim tarafından nasıl değişik algılandığı ve
yaşandığını ortaya koyan önemli bir örnektir.
Kutsal
kitapların Noah, Noé, Nuh'u, Babil dilinde «Utna-pistim», Sümer kaynaklarında
ise Ziusuddu, Siuzudra olarak yer alıyordu. Büyük İskender (Aleksandre)
döneminde rahip Berose ise, eski Yunan yazısıyla onu « Xisuthros , Sisitros,
Sisutros » biçimlerinde aktarmıştı.
Babil-Akad
kaynaklarında ise Nuh; Um-napisti veya Atra-Hasis’ dir; bu kelimenin Hasis-Atra
biçimli (ters) yazımları da bulunuyor. 1915 yılında bay S. Langdon, Tufan
anlatımının ilk çözüm denemelerinde Um-Napisti'yi ‘tag-tug’ olarak tercüme
etmişti ki bunu tu-tu/du-du’ nun bir varyantı olarak kabul etmek ve Babil
anlatımındaki ''Şuruppak'lı adam, Ubar–Tutu'nun oğlu'' biçimindeki tanıtımla
bağdaştırmak mümkündür.
Hitit-Boğazköy
tabletinde bir ‘Kiş-hiş’, bir sabah annesinin yanına gelip o gece gördüğü 7
rüyayı anlatmaktaydı. Babil Gıl-ga-mış=En-mer-kar destanının Enkidu’su
(Humbaba) bu tablette Enkitaş, Tufan Nuh'u Ziusudra da Ziduriş olarak
yazılmıştı.
Sümer
Ziusududu’nun anlamı, Uzun Yaşam Günü veya Yaşam Gününün Uzaması olarak tercüme
edilebilir. Tufan'dan sonra Sümer tanrıları Nuh'a 'ölümsüzlük' vermiş
olduklarına göre, bu kavram 'sonsuz yaşamın' bir karşılığı olmalıdır. Babil
yazmanları, Sümer Nuh'unu Ut-napisti olarak nitelerken, tam olarak buna uygun
bir anlam çevirisi yapmışlar ve onu Yaşam Günü olarak nitelemişlerdir. Çünkü
Sümerce Zi, Ti’nin karşılığı Napistu, nefes, hayat, can anlamındadır.
Rahip
Berose’un Xisutros'u ise, Hasis-atra yazımının ses değeri bakımından eski
Yunancaya geçirilmesinden ibaret gibi görünmekle birlikte; Ziusudra sesinin
dönüştürülmüş olması da (transcription) mümkündür. Fakat her iki olasılıkta da
eski Yunan topluluklarına Zeus, Mezopotamya’dan ve kendi başına anlamı olmayan,
alıntı bir kelime olarak geçmiş gibidir; Sümer Nuh’u, kelimenin ses değeri
muhafaza edilerek, eski Yunancada anlam değeri olmayan bir kelime halini
almıştır. Bütün bir Avrupa'yı etkileyen Helen kültürünün temelini oluşturan
eski panteonun baş tanrısı, Zeus, demek ki büyük olasılıkla, bir Sümer
kavramıydı ve Olimpus dağına, üçüncü tanrı kuşağı temsilcisi olarak
Mezopotamya'dan Nuh kimliğini alarak çıkmıştı. Kelimeye Sümerlerin verdikleri
'ölümsüzlük' anlamı Zeus'un tanrısal bir özelliği olarak muhafaza edilmişti.
Zeus ve karısının, Sümer Nuh’u ve karısı karşılığı; 3. kuşak tanrılar olarak
belirmesi üzerinde de durmak gerekecek.
Öte yandan,
Eski Ahit’in Noah, Noé’si ve dolayısıyla Kuran’ın Nuh’u, adını, doğrudan eski
Sümer-Babil Tufan anlatımlarındaki Ziusudra veya Utnapistim’den almamış
görünüyor.
Eşnunna
kanunlarının Bay Szlechter tarafindan yapılan çevirisinde, bir başka bağıntıda,
i-nu-uh veya Nasahu gibi bir kelimelerle karşılaşırız; bunlardan ilki,
yatıştırmak, hoş kılmak; ikincisi ise koparmak, ayırmak anlamı taşırlar. Bu
kelimeler, Tufan’da Nuh’un konumu ile ilgili görünmekle beraber, Eski Ahit’in
kullandığı Noah kelimesi, daha çok Sümer Tufan ilahisindeki ‘nıggılma’
tanımından üretilmişe benzemektedir.
Sümer
ilahisinde, ''Toprağın kaderi NIG-GIL-MA , kader olmuştu Ziusuddu'ya. Ziusudra,
kral, böylece NIG-GIL-MA adını aldı; adı 'bitkiler ve insanlığın tohumu ' oldu.
'' deniliyordu. NIG-GIL-MA tanımının, Nuh’a atfedilen özelliklerle uyuşması
eski alfabe okunuşlarına yönelmeyi gerektiriyor. Örneğin eski kiril alfabesinde
H ile G okunuşunun ters olduğunu, bugünkü Rusça’da H-ollanda’nın G-olland;
H-ong Kong’un G-ong Kong vb. biçiminde söylenişinden de anlıyoruz. Oysa bugünkü
Rus alfabesine göre H, N olarak okunmalıydı. Başka tür örneklerini tanıdığımız
farklı okuma türüyle Eski Ahit tapınak görevlileri bunu eskiden Noah biçimiyle
okumuş olmalıdırlar.
Nuh'un
'gemi'si karşılığı olarak, Eski Ahit'in önceki Latince tercümelerinde, doğrudan
‘gemi’ sözcüğü değil, 'arca' kelimesi kullanılmaktaydı. Bu nedenle de
sözlüklerinde 'gemi' sözü bulunmakla birlikte, Fransızlar da ‘Nuh gemi’sini
değil, Latince arca'yı kullanarak, 'arche de Noé' demeye devam etmişlerdir.
Önceki Eski Ahit eski tercümelerinde ise gemi yerine 'coffre' kelimesinin
kullanıldığını da görüyoruz. Bütün bunlar bir çeşit kutu, sanduka türü eşya
tanımlayan kelimelerdir. Kutsal kitap yazımlarının tutucu bağlılıkla korunmuş
olması, bir yandan da onların tarih incelemelerinde yararlı kaynaklar
olmalarını sağlıyor.
Fransız Nuh
Gemisi «arche de Noé», İslam’ın cehennem ile cennet arasına yerleştirdiği, bir
ucu cehenneme bağlı olan Sırat Köprüsüne de benzemektedir. Babil anlatımındaki
Nit-sir dağı ise Sırat Köprüsü ile çağrışım halindedir ve Tufan sırasında
tanrılar ‘duvarlar üzerinde’ uyuyup, çiftleşiyorlardı. Duvar motifi Yahudiler
için günümüzde de büyük önem taşımaktadır.
Nuh'un
Gemisini anlattığı yerde Kuran'ın 'tandır' ve 'kazan' deyimlerini neden
kullanma ihtiyacı duyduğu da pek berrak değildir. Tufan anlatımında sadece Eski
Ahit’i tekrarlamayan Kuran’ın, Asur, İran kaynaklarından da beslenmiş olması
mümkün görünüyor. Tufan anlatımlarına ilişkin varyantların Hitit, eski Yunan ve
Asur’lar arasında da bulunduğunu unutmamak gerekir.
Sümerologlar,
Tufan ilahisindeki ‘gemi’ sözcüğünün, bir gemiden çok bir çeşit küçük, yarış
teknesi gibi bir anlam taşıdığı düşüncesindedirler. Tam anlamı çözümlemediği ve
günümüzdeki yaygın kanı ‘gemi’ olduğu için, uzmanlar, tabletteki orijinal
sözcüğü, sonuçta ‘yarış gemisi’ gibi vermişlerdir.
Sümer
anlatımında değil de onlardan alınarak geliştirilmiş Babil anlatımında yer alan
ve kesin ölçüleri verilmiş ‘gemi’ , aslında tümüyle farklı bir konunun, Babil
yazmanları tarafından uyarlamasıyla ortaya çıkmış olmalıdır.
Değişik ilahi parçalarının, bazen bir destan
bütünlüğü içinde devşirilerek yapıştırıldığı örneklere sahibiz. Uzmanların
üzerinde çok çalıştıkları böyle bir örnek, Homeros’a mal edilen Odisseia’dır.
Orada, değişik zamanların farklı olaylarını anlatan şiir parçaları tek bir
metin içinde yan yana kaynaştırılmaya çalışılarak ‘bütünlüklü’ bir anlatım
sunuluyordu.
Tanrıların
kutsal kişilere emirlerini rüya yoluyla göndermesi de eski toplumda çok bilinen
bir motiftir. Tufan olacağı ve bunun için üç katlı, devasa boyutlarda bir
'gemi' yapması gerektiği, Enki tarafından Sümer Nuh'u Siuzuddu'ya böyle
iletilmişti. Enki, Tanrılar huzurunda da, Nuh’a bir düş göndermiş olduğunu
kabul eder.
Tufan’dan
daha sonraki bir çağda, günümüzden 4400 yıl kadar önce, Tanrıların bir tapınak
yapılması yolundaki kararının yine bir düş yoluyla gönderildiği Gudea örneğini
tanıyoruz. Uzmanlarımızın yönetici konumunu pa-te-si , en-si , işaggu veya
isagh olarak okudukları Lagaş Gu-de-a’sı , MÖ. 2400’lü yıllarda, yani Tufan’dan
daha sonra, güçlü bir tapınak yönetim erkine sahipti. Bulunan Gudea
büstlerinden birinin üzerinde yer alan bir tapınak şekil çizimi, onun adına
inşa ettirilen ve daha önceki gelenekler temelinde kutsal evlilik-tanrısal
çiftleşme törenlerinin de orada gerçekleştiği, böyle bir tapınağa işaret
etmektedir.
Tabletlere
kaydedilmiş biçimiyle, Tanrı Ningirsu, Gudea'ya (Huda, Kuda olarak da
okuyabiliriz) rüyasında bir tapınak yaptırmasını emretmiş ve öteki tanrıların
da yardım etmesi yani dost toplulukların ortak çabası ile böyle bir tapınak,
bir ittifak sembolü olarak birlikte inşa edilmişti. Görkemli Ningirsu tapınağı
için söylenen ilahi şöyleydi:
“Gudea,
Ningursu tapınağını
Gök'de güneş gibi parlattı.
Hayranlık duyulan mermer dağı gibi
Lapis Lazuli dağı gibi yücelti onu.
Ningursu tapınağını yapmaya
Elam’dan Elam'lı geldi,
Süz’den Süz'lüler geldi.
Dağdan tomruklar taşıdı
Makan'lı ve Meluhha'lı.
Yapmak için Ningursu tapınağını
Gudea onların hepsini
Şehri Girsu’da toparladı. ”
Gök'de güneş gibi parlattı.
Hayranlık duyulan mermer dağı gibi
Lapis Lazuli dağı gibi yücelti onu.
Ningursu tapınağını yapmaya
Elam’dan Elam'lı geldi,
Süz’den Süz'lüler geldi.
Dağdan tomruklar taşıdı
Makan'lı ve Meluhha'lı.
Yapmak için Ningursu tapınağını
Gudea onların hepsini
Şehri Girsu’da toparladı. ”
Babil
metnine göre, Tanrıların Sümer Nuh'una 'Gemi' yapması için verdikleri ölçüler,
eski Sümer tapınaklarının tipik mimari yapı ve ölçüleriyle tam olarak
uyumludur; eski toplulukların genel olarak ittifak halinde ortaklaşa yapımını
gerçekleştirdikleri ve kazılarda bulunan 3 katlı tapınak ebatları bu konuda
kuşkuya bile yer bırakmaz.
Babilli
yazmanların, Gılgamış (Lokman Hekim) Destanı'na, 12. tablet olarak ekledikleri
ve Gılgamış’ın başından geçenlerle doğrudan ilgisi olmayan Tufan tabletinin,
aslında, ilk on bir tablete bir ulanma olduğu fikri, uzmanlarca da genel olarak
kabul edilmektedir. Yazıcılar, bilemediğimiz öteki gerekçelerin yanı sıra,
belki de 12 rakamına erişmek için, özellikle böyle bir şey yapmışlardı. Çünkü
12 rakamı, zaman değeri olmak yanında, Zeus ve 12 tanrısı, İsa ve 12 havarisi,
Ali ve 12 imamı gibi bağıntılarda da kullanılan eski toplumun bir çeşit kutsal
ittifak rakamıdır. Böyle bir 12’lik birimde, her birimin kendi (kör) ozanının
anlatımıyla yan yana gelmiş bir ittifak destanı yaratma isteği de bunda rol
oynamış olabilir.
Anlaşılıyor
ki Babil Tufan anlatımı, sadece kendisi Gılgamış Destanı’na ulanmış bir parça
değil, kendi içinde de farklı ilahi parçalarının birbirine yapıştırıldığı bir
anlatımdan oluşmaktadır; böylece, Tufan döneminden çok sonraki nesiller, iki
farklı kutsal tören aracı, 'tapınak' ve 'kazanı' anlamdaş hale getirerek,
olağanüstü boyutlarıyla bir Nuh Gemisi olarak sunmuşlardır.
Safa KAÇMAZ
- Paris
25.11.2003
25.11.2003