22.11.2006

Kutsal Tufan anlatımları (2)

Kutsal Tufan anlatımları (2)

TUFAN KAVRAMLARI...

Gök-Anu tanrının “Tufan’ı hiç unutmayacağı” üzerine verdiği söz, günümüzden beş bin yıl kadar önce tabletlere kaydedilmeye başlanmıştı. Enki’nin gizlice ve mırıldanarak Sümer tanrılarının aldıkları Tufan kararını açıkladığı Şuruppak duvarı, günümüzde Yahudilerin hala kaderlerine ağladıkları Ağlama Duvarı olmalı.

İnsanlığı böylesine derinden etkilemiş bir konuyu, yanlışlar yapma pahasına ele almak gerekiyordu. Geçmiş insan tarihinin dehlizleri içinde düşe-kalka ve fakat insan bilim ibrişimlerini takip ederek 5 -6 bin yılı anlamak, doğrudan doğruya, dinsel saflaşmayla belirmeye başlayan şu andaki dünya durumunu da anlamaya çalışmak demektir.

Eski tarih aktarım biçimi kabul edilmesi gereken sözlü Sümer ilahileri, doğal olarak yazının henüz yaratılmamış ve kullanılmıyor olduğu dönemlerde de vardı. Kuran’ın ezber-hatmi nasıl mümkün ise, şarkılar biçimli Sümer ilahileri de nesilden nesile öyle aktarılıyordu. Yazının kullanımıyla birlikte, eski ilahiler de önce taşlara ve giderek kil tabletlere kaydedilmeye başlanmış olmalıdır; fakat anımsandığı biçim ve içerikle!

Eski Sümer yazılarını değerlendirirken, hemen başlangıçta iki önemli noktayla karşılaşırız: Önce, taş ve kil tabletlere kazılmış kavramların, başlangıçtaki anlamlarının değişmiş olma olasılığı. Toplumsal gelişmeye bağlı doğal bir olgu olarak birçok kavramın anlam değiştirme süreci geçirebileceğini biliyoruz. Tablet yazıcılar kavram söylenişini muhafaza etmiş olsalar bile anlam kaymasını önleyemezlerdi; yazıcılar, ister istemez kavramı, yaşadıkları çağda tanıdıkları yeni anlamıyla aktarıyorlardı.

Öte yandan, özellikle yazının ilk gelişme dönemlerinde, yazı sistemlerinin oturması sürecinde, birbirinden kopya edilerek yenilerin yazılması sırasında, eski kavramların her seferinde başlangıçtaki şekilde okunamamış olması da ciddi bir olasılıktır. Ölçüm ve değer birimlerinin değişme süreci geçirmesinin, Sümer Kraliyet Listesinde tarih ve rakamların farklı şekillerde okunması sonucunu doğurduğunu kesin olarak söyleyebiliriz. Yeri geldiğinde “3 ay, 1/2 gün’ diye not düşen dikkatli tablet yazarları, yine de eski rakamları on binlerce, yüz binlerce yıl olarak okumaktan kurtulamazlar. Ayrıca biliyoruz ki her farklı toplum birimin kendine has değer ölçüleri vardı; farklı topluluk yazıcılarının bunları dönüştürme işlemini nasıl yapmış olduklarını bilemiyoruz.

Tamamen şekillerden oluşan fikir-yazıdan, heceli alfabeye doğru geçiş; kelime veya hece ifade eden şekil-desenlerin farklı dillerdeki ses değerinin değişik olması; aynı dönemlerde farklı birimlerce yazının sağdan sola doğru veya tersi bir sistemle yazılıp okunması; bir dilden ötekine aktarımda ses veya anlam tercümesine başvurulduğunda karşılaşılan zorluklar, eski toplum yazıcılarının ciddi bir sorunu idi. Ses değersel alfabetik dönüştürme, trancription, farklı dildeki bir kelimenin bir başka dilde yazımı, bugünkü dünyamızın bile üstesinden henüz gelemediği zorluklar taşır.

Eski yazıcılar, En-ki’nin 40 ismi ve 15 sıfatı bulunduğunu yazmışlardı. Aynı tanrı ad yazımları bile bazen farklı ses değerleriyle ifade ediliyordu ki; eski Sümer sözcüklerinin tersten veya farklı ses değerleriyle okunarak kalıcı hale gelen sözcüklere de sahibiz. Örneğin Sümer (Ş)uruppak yerleşimi günümüzde Fara; Nippur ise Niffer olarak biliniyor. O halde, Sümerologların (p) olarak okuduklarını Semitler (f) olarak ; Fara’da ise üstelik hecesel bakımdan sağdan sola doğru okuyorlardı.

Eski Yunan Platon’u da Arap dünyasında aynı nedenle Eflatun halini almıştır. Burada, Sümerologlarımızın yanlış okuma olasılığını da gözden uzak tutmamak gerekir.

Bazı eski yazı sistemlerinde sadece sessiz harfler nakşedilerek, sesli harflerin kullanımı okuyucuya bırakılıyordu. Örneğin RK olarak yazılmış kelimeyi, ErEk, UrUk veya Arak, hatta (L)ArAk olarak okumak okuyucunun bilgi ve becerisine bağlıdır. Yazıldığı sırada, günlük kullanım seslerini herkes bildiği için sorun oluşturmayan bu durumun, zamanla ciddi okunma güçlükleri çıkarması kaçınılmazdı. Sümerologların Uruk veya Larak olarak okudukları RK yazımı Eski ahitte, şimdiki yazıya Erek sesleriyle aktarılmaktadır ki bunun şimdiki IrAk olduğunu biliyoruz.

Bay Schmokel, kitabında bir yerde Sümerce, ‘Etemen-enki’ sözcüğünü ‘Enki’nin Sarayı’ olarak okuyup çevirmişti; kitabının bir başka bölümünde ise “Enlil’in Sarayı”nı ‘ Nemetti-enlil’ olarak okumuştur. Burada Bay Schmokel, Sümer saray sözcüğünü , hecesel olarak bir kez sağdan başlayarak, bir de soldan başlayarak okumakta; her seferinde aynı ‘saray’ anlamını bulmakta; fakat her seferinde de farklı bir sözcük kullanmaktadır. Bay Schmokel farketmemiş olsa da bu, eski tabletlerde kelimelerin, bazen nasıl yazılmış ve okunmuş olduklarını gösteriyor.

Bütün bunlar, eski yazıtları anlamaya yönelik okuma çalışmasının güçlüklerini kısmen ifade ederler.

Sümer’de İnanna olan Babil’in İştar’ı tarafından ‘seçildiği’ kendisine vahyedilen Assubanipal-I de, yazıcılar tanrısı Nebo'nun bilge düzenlemesiyle yazılmış eski şekil yazıları, yeni yazıya nasıl dönüştürdüğünü; kopya yazıların doğruluğunu nasıl araştırdığını; karşılaştırmalı doğrulamayı nasıl yaptığını ve bu yetkinliğe erişebilmek için nasıl ciddi bir eğitimden geçmiş olduğunu şöyle anlatmıştı:

“Tablet üzerine yazma sanatının tüm sırlarını ve özelliklerini öğrendim. Yerin ve göğün halinin nasıl yorumlanacağını biliyorum. Bilginlerin toplantılarında tartışıyorum. Çarpma ve bölmede en karışık, zor meseleleri bile çözebilecek çaptayım. Tufan döneminden kalan tamamıyla anlaşılmaz bir taş çizimine şöyle bir göz atmam veya Sümer-Akad dönemlerinin çözülmesi çok zor yazılarını bir okumam yeter. ”

Günümüzde Fransızca OTAN kelimesi, İngilizcede NATO olarak yazılıyor; her iki kelime de aynı olguyu farklı ses değerleri ile anlatmaktadır. Değişik dil veya lehçelere sahip eski toplumlarda da benzer durumlar var olmuş olmalıdır. Yahudi Tapınak görevlileri eskiden, yazıtları anlayamadıkları zaman, onları ters yönden okumaya; kelime köklerini bulmaya ve okuma zorluklarını aşmaya çalışırlarmış; bu herhalde yukarıdaki durumdan ötürü başvurulan bir yoldu.

Babil metinlerinde, Hammurabi yasalarının ön söz ve son sözünde , Sümerlerde adına rastlamadığımız, Marduk okunuşlu bir tanrıyla karşılaşırız. Üstelik Marduk, Babil için, sıradan bir tanrı değil, Sümer Yaratılış’ında yer almış, hatta bir bakıma asıl yaratıcı tanrıdır; EA-Enki’nin büyük oğludur ve EA, tüm ‘karabaşlar’ üzerindeki Enlil’liğe Marduk’u tayin etmiş; “igigi”ler, büyük tanrılar arasında Marduk’u yüceltmişti.

Böylesine önemli bir Babil tanrısının kutsal kitaplara ve eski Sümer tabletlerine bir şekilde yansımış olması gerekliydi ama Marduk yazımlı bir tanrıya, ne Sümer tabletlerinde, ne de Eski Ahit’te rastlarız; bunun bulunması gerekliydi.

Babil metinlerinin Marduk’u, Sümer dilinde A-mar-utu olarak yazılıyordu. Utu ise, Babil Güneş tanrısı Şamaş’ın karşılığıdır. Doğal olarak Marduk, kelime kelime Güneş’in Oğlu’ demekti. Büyük oğul olduğuna göre, bunun doğru Sümer yazımı da En-a-mar-utu olmalı idi ve Eski Ahit onu Namrut olarak okuyup aktarmış olmalıdır:Demek ki Babil Marduk’u şimdiki bölge topluluklarının zalim ve gaddar yönleriyle tanıdığı Nemrut’ dan başkası değildi. Böylece eski Ahit ve Babil kaynakları üzerinden Sümer yaratılışına kadar inebiliyor ve Nemrut’un Sümer başlangıç dönemine uzanan eski bir tanrı(yunan öğretisinde ‘ikinci kuşak tanrılar’) olduğunu anlıyoruz. Eski Ahit, Amar(utu=şamaş) yazımlarından samara, amara, semiramis, samaritin, Mari, Martu gibi topluluk ve şahıs isimleri de üretebilmiştir.

Kavramların içeriksel anlamından hareket eden çalışmaların uzmanlarımız tarafından yeterince ele alınmış olduğunu söyleyemeyiz. Bazı bilim adamlarımızın, tarihe, tarihte ‘binlerce yıl yaşayan’ şahsiyetler konusuna, nerede ise din bilginleriyle aynı temelde ve fakat tersten yaklaşmaları; tarih secerelerini adeta günümüzün isim-soy isim kanunları çerçevesinde ele almaları ise her şeye değer!

Bay J. L. Huot, eserinde;
«Kiş’in krallarından birisi, çoban Etena büyük olasılıkla mitolojiktir fakat ötekiler, gerçek tablet yazılarıyla da onaylanmıştır, örneğin Mebaragesi gibi. Sorun şuradadır ki Lagaş veya Ur kraliyet mezarlarında veya öteki yerlerde bulunan tabletlerde varlığı belirtilen bir çok kralın adı, Sümer Kraliyet Listesinde yer almamaktadır. ”

Gılgamış’ı En-mer-kar olarak da okuyan Bay Huot, yine de ısrarla listede yazılmış ‘isim’ arayışını sürdürmeye devam eder. Oysa Sümer toplumundaki ‘isim’, günümüzdeki anlamıyla bir isim değildir. Orada, bütün eski topluluklarda olduğu gibi, ’bağımsız’ birey adı değil, genel olarak konum veya bireyin aidi bulunduğu toplum birimin tanımı bulunur; bu tanım, eğer istenirse, ‘ad’; bölge, tapılan tanrı, kutsal ve haram hayvan veya bitki isimleri ya da, renk ayırımlarıyla belirlenir. Orada her şey, eski insan toplumunun doğallığına uygun olarak, yürürlükteki ilişki biçimlerine göre anlam kazanıp şekillenir.

Sümer toplumunda, bugünkü kavramlarımızla kral’ın karşılığı başlangıçta ‘lu-gal’dır. Lu; insan, kişi, adam; Gal ise ‘büyük’ demektir; eski toplumun ilk kral anlamlı yönetici sözcüğü bu bakımdan, ‘büyük adam’ şeklindeydi ve bu, hepsi ‘lu’ olan eski toplum insanları arasında ‘gal’ olanı ayırmaya yeter de artar.

M.Ö. 2000’li yıllara doğru geldiğimizde, Hammurabi yasalarından önceki Lipit İştar yasasının yazıldığı dönemde lugal, artık toprak sahibi anlamında kullanılacak noktaya kadar yaygınlaşmış ve gerilemiş görünüyor. Bizim şu anki kavramımızla Kral, bu durumda zorunlu olarak, ayrıcalığını ‘gal-lu-gal’ kelimesiyle belirginleştirmeye çalışır ; bütün ‘lu-gal’ler arasındaki ‘gal’ olarak ortaya çıkar. Bu ayrışma tümüyle doğal akışı içinde gerçekleşmektedir ve burada ‘niyet’ler tartışmasına yer yoktur.

Öte yandan Sümerler, hem farklı birimlerden oluşmakta ve hem de kendilerinden farklı dil konuşan topluluklarla da ilişki halinde bulunmaktaydılar. Böylece, ‘güdücü’, ‘çoban’, ‘büyük adam’, ‘sahip’ anlamlarına gelen ve fakat dini ve-veya askeri ‘yönetici’ olgusunu anlatan o denli çok sıfat ortaya çıkmıştı ki Hammurabi, kendi egemenliği altına aldığı bütün bu yöneticileri kastederek şöyle demek zorunda kalmıştı:

“a-wi-lum su-u/lu sarrum (Lu-gal)/lu belum (En)/lu issuakum (EN-SI)/u lu a-wi-lu-tum/sa su-ma-am na-bi-a-at” (“o adamın adı, ister kral, ister (büyük) bey, ister (ulu nefes) Ensi veya adı ne olursa olsun”. )

Doğu uzmanları, rahip-kral konumuna denk düşen sıfatı taşıyan kişilere “en-si” demeyi uygun görmüşlerdir. Aynı kelimeyi bazen “patesi” , bazen “isag” “işaggu” veya “zaggisi” diye de okumuşlardı. Sar-gal-i-sarri’de bir isim değil, çarlar çarı, şahlar şahı gibi konum belirleyici bir sıfattır. Sargon da ‘Sar-u-kanu’ Yasal Sar demekti ve bugünkü anlamıyla bir ‘isim’ değildir. Bütün bu yönetici tanımlarından zamanla, İsa’lar, İshak’lar ‘isim’ olarak türetilmiştir.
Bu bakımdan aslına bakılırsa, tarihte Hammurabi ‘isimli’ bir şahıs yoktur: Tabletlere, “gal-lu-gal-(ha)-ham-mu-ra-ba” imzası atan yönetici(ler) vardır ve bunun, günümüze ulaşmış içeriğiyle açık anlamı, Krallar kralı Tanrı Hahamı’ndan başka bir şey değildir. Haham ve Rabin ise  günümüzde de Yahudiliğin dini kategorileri olmaya devam ediyor. Gal-lu-gal, Kırallar kıralı, Ham-mu-rabba, tanrı sözcüsü-peygamberi gibi bir anlam taşımaktadır. ‘Mu-ham-med’de bu okunuştan üretilmiş olmalıdır. Dolayısıyla bu sıfat bize, bu sıfatı taşıyan kişinin dünyevi ve ruhani yönetimi elinde birleştirmiş bir yönetici olduğu bilgisini verir, ama bu bir ‘isim’ değildir.

Aynı nedenlerle, tarihte, Ab-ram ve Ab-ra-ham isimli bir şahıs da olmamış olmalıdır. Günümüzde milyonlarca insanın tarihte var olduğundan yola çıktığı İbrahim ‘isimli’ bir şahsın var olduğunun, benim bildiğim, tek tanığı Eski Ahit’tir. Abram ve Abraham ‘adı’ 3200 yıl kadar önce eski Yahudi din adamlarının Hammurabi’yi tersten okuma tarzıyla üretmiş oldukları bir ‘isim’ olmalıdır . Eski Ahit incelenince, Abraham’ın neden bir isim olamayacağı zaten anlaşılmaktadır. Tanrı, orada, Ab-ram’ı Ab-ra-ham’laştırarak bir mertebe yükseltmekte olduğuna göre, demek ki hem Ab-ram ve ham de Abraham sözcükleri yalnızca birer dinsel kategori belirlenimiydi: “Seni halkların babası kıldım. Ve onlar sana artık Ab-ram demeyecekler, adın artık Ab-ra-ham olacak. ”

Dolayısıyla Sümer Kraliyet Listesinde sıralananlar, genel olarak, hiç olmazsa Tufan öncesi dönem bakımından, bireylerin şimdi anladığımız anlamda ‘isimleri’ değil, konumsal tanımlanmalarıydı; bireyler doğuyor, ölüyor ve fakat o tanımlar kalıyordu. Özellikle dede-adaş torun toplum türlerinde, daha sonraki çağlarda da aynı ‘ismin’ birkaç yüzyıl, hatta binlerce yıl sürmesinin önünde, hiç olmazsa, teorik bir engel yoktur. Adın-namın sürdürülmesi geleneğini de bugünkü toplumlara, eski ataları devretmiştir.

Bu nokta, ‘Nuh isimli’ bireye, Tanrılar tarafından ‘ölümsüzlük’ verilmesine karşın, eski Ahit’te sadece ‘950 yıl’ yaşam biçilmiş olması bakımından önemlidir. Padişah’ın bir ‘isim’ değil, yönetici sıfatı olduğunu kaydetme koşuluyla “Osmanlı’yı 600 yıl Padişah yönetti” denirse, burada yalan, uydurma ve fantazi yoktur. 50 -60 asır önceki atalarımızdan daha fazla bir ‘incelik’ beklemek haksızlık.

Çözülen toplum birim ilişkileri içinde ismin, artık bireyi tanımlamaya başladığı çağlarda, 40 asır kadar önceki tapınak görevlileri ve tablet yazıcıları, ‘Padişah’ı bir şahıs ve ‘şahıs ismi’ olarak kavramış ve öyle de yorumlamışlarsa, onları suçlamak yerine, olguyu kavramaya çalışmak gerekliydi.

 Biz şimdi en az üç Assurbanipal, birkaç Sargon tanıyoruz. Onların farklılığını da yönetim tarihlerinden çıkarıyoruz. Onlar peş peşe yönetime gelseler ve aynı sıfatı taşısalardı yönetim süresine de 198 yıl+2 ay+6 gün kaydı düşselerdi, bunda da bir ‘yanlışlık’ olmayacaktı; yeter ki biz olguyu nasıl ele almak gerektiğini bilelim. Bize Sümer dönemi tabletlerini okuyabilme olanağı sağlayan uzmanlarımız, bir parça da insan bilim tarihçiliği tanımış olsalardı, kuşkusuz, günümüz biraz daha aydınlık olabilirdi.

Eski Sümer uygarlığı, 60 asır önceki, avcı-toplayıcı, yarı-yamyam insan toplulukları, yani şimdiki insanın ataları tarafından, zaman içinde yaratılmıştır. Bu noktanın unutulduğu her an, tarihin kapısından çıkılmış olur.

Bir Tufan’da sel, rüzgar, kıyamet, tufan vb. olması doğal. Fakat Sümer Tufan anlatımındaki ‘rüzgar’, ’yel’ sözcük kullanımları, bir tür belirlenmiş soyutluk taşırlar: ‘Dört rüzgar, Göğün soluğu, yerin soluğu’ gibi kavramlar Eski Ahit’te de doğu-batı, kuzey-güney rüzgarları biçiminde devam eder. Öyle ki dikkatli her okuyucu, metinlerdeki bu ‘rüzgar’ın bilinen bir ‘rüzgar’ olmadığı hissini elde eder; bu bambaşka, üzerinde dini yoğunluk taşıyan bir ‘rüzgar’dır.

Ortadoğu-Mezopotamya kültüründe, eski Kam’ların, sağaltıcı, müneccim özelliğindeki dini şahısların ‘üfürükçü’ diye aşağılanan veya ‘nefesi kuvvetli’ diye yüceltilen kutsallığı da bize eski toplumdan gelir. Eski toplumda, kutsal nefes sahipleri çok önemli din yetkilileridir ve zaten Sümerlerin en büyük tanrısı ‘En-lil’, tam olarak ‘ulu-yel’ ‘büyük rüzgar’, ‘büyük nefes’ gibi bir anlam taşımaktadır: Sümerce ‘en’, büyük; ’lil’ de yel, rüzgar, nefes anlamlarına geliyordu. Sümer Tufan’ındaki ‘dört rüzgarı’, tabiattaki rüzgar olarak değil de geçmişte olduğu haliyle, İsa çarmıhının gösterdiği, dört yöndeki toplum birimlerin kutsal, ulu üfürükçüleri olarak kavradığımızda, anlatılan konunun doğrudan içine girmiş oluruz: Çıra yakıcılığın, ateş yakıcılığın kutsiyetinin; söndürülmemesi gereken Olimpiyat meşale geleneğinin, eski dünyada çok yaygın ve derin ateş kültünün gerilerinde, ateş yakma ve ateş söndürme kutsal ödevini üstlenmiş ‘üfürükçü’, kutsal nefesi buluruz.

Sümerlerin beş kutsal renginin, ‘beşi bir yerde’ nin ak, kara, mavi, yeşil ve kırmızı olduğunu nerede ise kesin olarak öne sürebiliriz artık. ‘Beş kutsal şehrin’ tapınak kazıt bulguları, çözümlenmiş tabletlerde yazılmış olanların doğru yorumu, günümüzde eski Sümer toprakları üzerinde saptanabilir olgular, en eski Sümer yerleşimlerinin bu renkler temelinde ayrıştırılmış bir birliğe dayandığını göstermektedir.

Sümerlerin asıl büyük tanrıları yer ve gök tanrısıydı. Eski Sümer tabletlerinde, ‘gök’ denilince Anu tanrı, yer denilince de başlangıçta En-ki, (sonra da Enlil) anlaşılmaktaydı. Bu kavramlar, renk ifade eden kavramlardır da aynı zamanda. Uzmanların Ki, Kir, Gir sesiyle okudukları Sümer ‘yer’i, aynı zamanda siyah, kara renk demektir. Gök ve Yer, ‘aşağıda kara yer, yukarıda mavi gök’ olarak neredeyse tüm eski Türk yazıtlarının da başlangıç cümleleridir. Türkçe’de yer ve gök, eski söylenişleri bakımından aynı zamanda kara ve mavi anlamlarındadır.

Türkiye Türkçesi, yenisiyle değiştirdiği eski tanımı genellikle peşinde sürükleyerek taşıyan bir özellik gösterir; kara yer, mavi gök, bu tür bir çiftleme örneği gibidir. Çünkü kara ve yer ile mavi ve gök(göğ) tek başlarına, günümüzde bile aynı anlamları verirler. Eski Sümer topraklarının bir bölümünün üzerinde bulunan bugünkü Irak bayrağı kırmızı, beyaz, siyah ve yeşil’den oluşuyor. Tufan, herhalde bugünkü İsrail bayrağının mavi vurgusunu, Suruppak’taki yeni düzenlenmeden sonra, ‘uzaklara’ göndermişti, ama kutsal mavi, eski Sümer topraklarında, şimdiki Irak’ta, eskinin bir kalıntısı olarak, kalmaya devam etmiştir.

Bunlar, topluluk ve dini erkan giyim - kuşam biçimlerinde; kilise, cami ve önemli-önemsiz bütün kutsal mekanların kutsal renkleri olarak yaşamaya da devam ediyor. Eski insanın, gerçek yaşam gerekleri bakımından, somut bir ayraç olarak, birçok yönüyle renklerle ilgilenmek zorunda kaldıklarını düşünmemiz için bir dizi gerekçemiz bulunuyor.

Eski Sümer ve Babil’in ‘insanlar’ı da bu yüzden, daima ‘karabaşlar’, ‘karabaşlılar’ diye renk ayırımı temelinde tanımlanmıştı. Sümer ve Babil yazıtları, ‘insanlar’ demek istediği zaman Sag-gir (Sümerce); qaqadim=qaqadisu (Akkadca), ‘karabaşlılar, karakafalılar’ diyorlardı. Yöre toplulukları, orada şimdi de ‘kızıl’, ’beyaz’ ve ‘yeşil’ başlıların bulunduğuna tanıklık ediyor. Sümer uzmanlarının çoğunun, ‘karabaşlılar’ sözcüğünü, Sümerlerin ‘kara’-esmer renkli insanlar olduğu biçiminde yorumlamaları, onların konunun özünden ne kadar uzakta bulunduklarını gösterir.

Çin ve Japonlara yönelik ‘ sarı ırk’ yakıştırması da bu toplulukların sarı rengi kutsal kabul etmelerinden ötürüydü. Tarihte, ak ile kara sıfatları temelinde ayrışmış birçok Türk topluluğu da vardır.

Eski Ahit’in, birlikte yan yana duran iki farklı Yaratılış anlatımından birinde, Tanrı, ‘insan’ı değil, Adam’ı, Adem’i yaratmış olarak aktarılır. ‘Adam’ burada, önceki okunuş ve yazımı Dummuzi (bazan İsummud olarak da okunmuştur) olan kelime anlamındadır; genel olarak ‘insan’ı kastetmez. Bay Huot’nun ‘mitolojik Etana’sı, Bay Hrozny’nin çok önceleri kısmen ortaya koyduğu gibi, eski Yunanlarda Atanois, Athena, Adanois, Danois ve Hititlerde Adaniya vb. biçimlerine dönüşen farklı Dummuzi yazımından başka bir şey değildi. YHWH-Yehova’yı Elohim okuyan tapınağın Eski Ahit’e yapıştırılmış farklı yaratılış varyantında ise, Dummuzi kelimesi Tammuz’a,  ‘Adam’ ise genel olarak ‘insan’a dönüşmüş olarak karşımıza çıkarlar. Dolayısıyla Adem’in ‘insan’la eşitlenmesi sonraki dönemin bir olgusudur.

Öte yandan, bilmeliyiz ki bütün eski topluluklar, hiç olmazsa başlangıçta, hangi hayvan veya bitki ismi taşıyor olurlarsa olsunlar, yalnızca kendi toplum birimlerini ‘insan’ olarak değerlendiriyorlardı. Geçen yüzyıllarda Asya, Afrika, Orta Amerika ve Avustralya yerlileri arasında yapılan çok sayıdaki araştırma bu olguyu hep onaylamıştır. Sümerler, kendilerinden kız alıp verdikleri sırada bile, dağlı ‘akrabalarından’ hep ‘Gutti-Hititli ejderhalar’ diye söz ediyorlardı. Bu bakımdan, haram ve dolayısıyla kutsal hayvanları domuz olan bir toplum birimin kendisini yine de ‘insan olan’ tanımlamış olması kadar doğal bir şey yoktur. Bir hayvan veya bitki iken, birden bire ‘güzeller güzeli’ , ‘yakışıklı’ genç kız veya delikanlıya dönüşme motifleri tarihin bu döneminin anlatım mirasıdır. Eski toplumların yaratılış anlatımlarında, nerede ise istisnasız olarak, ya analar, ya da babalar hayvan veya bitki’dir. Eski Türk anlatımında, iki güzel kızı hamile bırakan yaratıcı, yaşlı (mavi, boz) kurt, baba-erkek iken; Roma’da, Romus ve Romulus’u emzirip büyüten kurt, ana-dişi olarak ortaya çıkar. Burada anlatıcının kim olduğu; olayın bize baba mı yoksa ana yanlı birim tarafından mı aktarıldığı önem taşır. Eğer eski Ahit’in aktardığı Yaratılış, Yaratılış’ta yer alan bir başka toplum birim tarafından bize aktarılmış olsa idi, değerlendirmelerin tümüyle değişmiş olduğunu görecektik. Nitekim, anlatımın merkezine Marduk’u yerleştiren Babil Yaratılış’ı, aynı tarihsel olayın, bir diğer toplum birim tarafından nasıl değişik algılandığı ve yaşandığını ortaya koyan önemli bir örnektir.

Kutsal kitapların Noah, Noé, Nuh'u, Babil dilinde «Utna-pistim», Sümer kaynaklarında ise Ziusuddu, Siuzudra olarak yer alıyordu. Büyük İskender (Aleksandre) döneminde rahip Berose ise, eski Yunan yazısıyla onu « Xisuthros , Sisitros, Sisutros » biçimlerinde aktarmıştı.
Babil-Akad kaynaklarında ise Nuh; Um-napisti veya Atra-Hasis’ dir; bu kelimenin Hasis-Atra biçimli (ters) yazımları da bulunuyor. 1915 yılında bay S. Langdon, Tufan anlatımının ilk çözüm denemelerinde Um-Napisti'yi ‘tag-tug’ olarak tercüme etmişti ki bunu tu-tu/du-du’ nun bir varyantı olarak kabul etmek ve Babil anlatımındaki ''Şuruppak'lı adam, Ubar–Tutu'nun oğlu'' biçimindeki tanıtımla bağdaştırmak mümkündür.
Hitit-Boğazköy tabletinde bir ‘Kiş-hiş’, bir sabah annesinin yanına gelip o gece gördüğü 7 rüyayı anlatmaktaydı. Babil Gıl-ga-mış=En-mer-kar destanının Enkidu’su (Humbaba) bu tablette Enkitaş, Tufan Nuh'u Ziusudra da Ziduriş olarak yazılmıştı.

Sümer Ziusududu’nun anlamı, Uzun Yaşam Günü veya Yaşam Gününün Uzaması olarak tercüme edilebilir. Tufan'dan sonra Sümer tanrıları Nuh'a 'ölümsüzlük' vermiş olduklarına göre, bu kavram 'sonsuz yaşamın' bir karşılığı olmalıdır. Babil yazmanları, Sümer Nuh'unu Ut-napisti olarak nitelerken, tam olarak buna uygun bir anlam çevirisi yapmışlar ve onu Yaşam Günü olarak nitelemişlerdir. Çünkü Sümerce Zi, Ti’nin karşılığı Napistu, nefes, hayat, can anlamındadır.

Rahip Berose’un Xisutros'u ise, Hasis-atra yazımının ses değeri bakımından eski Yunancaya geçirilmesinden ibaret gibi görünmekle birlikte; Ziusudra sesinin dönüştürülmüş olması da (transcription) mümkündür. Fakat her iki olasılıkta da eski Yunan topluluklarına Zeus, Mezopotamya’dan ve kendi başına anlamı olmayan, alıntı bir kelime olarak geçmiş gibidir; Sümer Nuh’u, kelimenin ses değeri muhafaza edilerek, eski Yunancada anlam değeri olmayan bir kelime halini almıştır. Bütün bir Avrupa'yı etkileyen Helen kültürünün temelini oluşturan eski panteonun baş tanrısı, Zeus, demek ki büyük olasılıkla, bir Sümer kavramıydı ve Olimpus dağına, üçüncü tanrı kuşağı temsilcisi olarak Mezopotamya'dan Nuh kimliğini alarak çıkmıştı. Kelimeye Sümerlerin verdikleri 'ölümsüzlük' anlamı Zeus'un tanrısal bir özelliği olarak muhafaza edilmişti. Zeus ve karısının, Sümer Nuh’u ve karısı karşılığı; 3. kuşak tanrılar olarak belirmesi üzerinde de durmak gerekecek.

Öte yandan, Eski Ahit’in Noah, Noé’si ve dolayısıyla Kuran’ın Nuh’u, adını, doğrudan eski Sümer-Babil Tufan anlatımlarındaki Ziusudra veya Utnapistim’den almamış görünüyor.

Eşnunna kanunlarının Bay Szlechter tarafindan yapılan çevirisinde, bir başka bağıntıda, i-nu-uh veya Nasahu gibi bir kelimelerle karşılaşırız; bunlardan ilki, yatıştırmak, hoş kılmak; ikincisi ise koparmak, ayırmak anlamı taşırlar. Bu kelimeler, Tufan’da Nuh’un konumu ile ilgili görünmekle beraber, Eski Ahit’in kullandığı Noah kelimesi, daha çok Sümer Tufan ilahisindeki ‘nıggılma’ tanımından üretilmişe benzemektedir.

Sümer ilahisinde, ''Toprağın kaderi NIG-GIL-MA , kader olmuştu Ziusuddu'ya. Ziusudra, kral, böylece NIG-GIL-MA adını aldı; adı 'bitkiler ve insanlığın tohumu ' oldu. '' deniliyordu. NIG-GIL-MA tanımının, Nuh’a atfedilen özelliklerle uyuşması eski alfabe okunuşlarına yönelmeyi gerektiriyor. Örneğin eski kiril alfabesinde H ile G okunuşunun ters olduğunu, bugünkü Rusça’da H-ollanda’nın G-olland; H-ong Kong’un G-ong Kong vb. biçiminde söylenişinden de anlıyoruz. Oysa bugünkü Rus alfabesine göre H, N olarak okunmalıydı. Başka tür örneklerini tanıdığımız farklı okuma türüyle Eski Ahit tapınak görevlileri bunu eskiden Noah biçimiyle okumuş olmalıdırlar.

Nuh'un 'gemi'si karşılığı olarak, Eski Ahit'in önceki Latince tercümelerinde, doğrudan ‘gemi’ sözcüğü değil, 'arca' kelimesi kullanılmaktaydı. Bu nedenle de sözlüklerinde 'gemi' sözü bulunmakla birlikte, Fransızlar da ‘Nuh gemi’sini değil, Latince arca'yı kullanarak, 'arche de Noé' demeye devam etmişlerdir. Önceki Eski Ahit eski tercümelerinde ise gemi yerine 'coffre' kelimesinin kullanıldığını da görüyoruz. Bütün bunlar bir çeşit kutu, sanduka türü eşya tanımlayan kelimelerdir. Kutsal kitap yazımlarının tutucu bağlılıkla korunmuş olması, bir yandan da onların tarih incelemelerinde yararlı kaynaklar olmalarını sağlıyor.

Fransız Nuh Gemisi «arche de Noé», İslam’ın cehennem ile cennet arasına yerleştirdiği, bir ucu cehenneme bağlı olan Sırat Köprüsüne de benzemektedir. Babil anlatımındaki Nit-sir dağı ise Sırat Köprüsü ile çağrışım halindedir ve Tufan sırasında tanrılar ‘duvarlar üzerinde’ uyuyup, çiftleşiyorlardı. Duvar motifi Yahudiler için günümüzde de büyük önem taşımaktadır.

Nuh'un Gemisini anlattığı yerde Kuran'ın 'tandır' ve 'kazan' deyimlerini neden kullanma ihtiyacı duyduğu da pek berrak değildir. Tufan anlatımında sadece Eski Ahit’i tekrarlamayan Kuran’ın, Asur, İran kaynaklarından da beslenmiş olması mümkün görünüyor. Tufan anlatımlarına ilişkin varyantların Hitit, eski Yunan ve Asur’lar arasında da bulunduğunu unutmamak gerekir.

Sümerologlar, Tufan ilahisindeki ‘gemi’ sözcüğünün, bir gemiden çok bir çeşit küçük, yarış teknesi gibi bir anlam taşıdığı düşüncesindedirler. Tam anlamı çözümlemediği ve günümüzdeki yaygın kanı ‘gemi’ olduğu için, uzmanlar, tabletteki orijinal sözcüğü, sonuçta ‘yarış gemisi’ gibi vermişlerdir.

Sümer anlatımında değil de onlardan alınarak geliştirilmiş Babil anlatımında yer alan ve kesin ölçüleri verilmiş ‘gemi’ , aslında tümüyle farklı bir konunun, Babil yazmanları tarafından uyarlamasıyla ortaya çıkmış olmalıdır.

 Değişik ilahi parçalarının, bazen bir destan bütünlüğü içinde devşirilerek yapıştırıldığı örneklere sahibiz. Uzmanların üzerinde çok çalıştıkları böyle bir örnek, Homeros’a mal edilen Odisseia’dır. Orada, değişik zamanların farklı olaylarını anlatan şiir parçaları tek bir metin içinde yan yana kaynaştırılmaya çalışılarak ‘bütünlüklü’ bir anlatım sunuluyordu.

Tanrıların kutsal kişilere emirlerini rüya yoluyla göndermesi de eski toplumda çok bilinen bir motiftir. Tufan olacağı ve bunun için üç katlı, devasa boyutlarda bir 'gemi' yapması gerektiği, Enki tarafından Sümer Nuh'u Siuzuddu'ya böyle iletilmişti. Enki, Tanrılar huzurunda da, Nuh’a bir düş göndermiş olduğunu kabul eder.

Tufan’dan daha sonraki bir çağda, günümüzden 4400 yıl kadar önce, Tanrıların bir tapınak yapılması yolundaki kararının yine bir düş yoluyla gönderildiği Gudea örneğini tanıyoruz. Uzmanlarımızın yönetici konumunu pa-te-si , en-si , işaggu veya isagh olarak okudukları Lagaş Gu-de-a’sı , MÖ. 2400’lü yıllarda, yani Tufan’dan daha sonra, güçlü bir tapınak yönetim erkine sahipti. Bulunan Gudea büstlerinden birinin üzerinde yer alan bir tapınak şekil çizimi, onun adına inşa ettirilen ve daha önceki gelenekler temelinde kutsal evlilik-tanrısal çiftleşme törenlerinin de orada gerçekleştiği, böyle bir tapınağa işaret etmektedir.

Tabletlere kaydedilmiş biçimiyle, Tanrı Ningirsu, Gudea'ya (Huda, Kuda olarak da okuyabiliriz) rüyasında bir tapınak yaptırmasını emretmiş ve öteki tanrıların da yardım etmesi yani dost toplulukların ortak çabası ile böyle bir tapınak, bir ittifak sembolü olarak birlikte inşa edilmişti. Görkemli Ningirsu tapınağı için söylenen ilahi şöyleydi:

“Gudea, Ningursu tapınağını
Gök'de güneş gibi parlattı.
Hayranlık duyulan mermer dağı gibi
Lapis Lazuli dağı gibi yücelti onu.
Ningursu tapınağını yapmaya
Elam’dan Elam'lı geldi,
Süz’den Süz'lüler geldi.
Dağdan tomruklar taşıdı
Makan'lı ve Meluhha'lı.
Yapmak için Ningursu tapınağını
Gudea onların hepsini
Şehri Girsu’da toparladı. ”

Babil metnine göre, Tanrıların Sümer Nuh'una 'Gemi' yapması için verdikleri ölçüler, eski Sümer tapınaklarının tipik mimari yapı ve ölçüleriyle tam olarak uyumludur; eski toplulukların genel olarak ittifak halinde ortaklaşa yapımını gerçekleştirdikleri ve kazılarda bulunan 3 katlı tapınak ebatları bu konuda kuşkuya bile yer bırakmaz.

Babilli yazmanların, Gılgamış (Lokman Hekim) Destanı'na, 12. tablet olarak ekledikleri ve Gılgamış’ın başından geçenlerle doğrudan ilgisi olmayan Tufan tabletinin, aslında, ilk on bir tablete bir ulanma olduğu fikri, uzmanlarca da genel olarak kabul edilmektedir. Yazıcılar, bilemediğimiz öteki gerekçelerin yanı sıra, belki de 12 rakamına erişmek için, özellikle böyle bir şey yapmışlardı. Çünkü 12 rakamı, zaman değeri olmak yanında, Zeus ve 12 tanrısı, İsa ve 12 havarisi, Ali ve 12 imamı gibi bağıntılarda da kullanılan eski toplumun bir çeşit kutsal ittifak rakamıdır. Böyle bir 12’lik birimde, her birimin kendi (kör) ozanının anlatımıyla yan yana gelmiş bir ittifak destanı yaratma isteği de bunda rol oynamış olabilir.

Anlaşılıyor ki Babil Tufan anlatımı, sadece kendisi Gılgamış Destanı’na ulanmış bir parça değil, kendi içinde de farklı ilahi parçalarının birbirine yapıştırıldığı bir anlatımdan oluşmaktadır; böylece, Tufan döneminden çok sonraki nesiller, iki farklı kutsal tören aracı, 'tapınak' ve 'kazanı' anlamdaş hale getirerek, olağanüstü boyutlarıyla bir Nuh Gemisi olarak sunmuşlardır.

Safa KAÇMAZ - Paris
25.11.2003