22.11.2006

Erkek ve Kadın Sofrası Farkı...


Safa Kaçmaz
Paris, 16.03.2004

Kadın ve erkek cinsi arasındaki sofra ve yiyecek ayrımı, toplum birimler arasında dağılmış yiyecek türlerinin çiğ veya pişmiş olmasına; yiyeceğin pişirilme ve yenilme biçimlerine değin uzanan kapsamlı bir sürece dayanır. Burada kız çocuklar kadın sofrasında, erkek çocuk ise baba toplum birim aidiyetine geçme işlemine bağlı olarak genellikle 6-7 yaşına değin, önce kadın, sonra da erkek sofrasında yer alıyordu. Çocuk yiyecek ve sofrası onların aidiyet konumlanışına paralel olarak şekillenir. Bu bakımdan farklı sofra kurumu, feodal toplumla veya İslam’la ortaya çıkmış değildir.

19 ve 20. yüzyıl araştırmaları, yerli topluluklarda kadın ve erkek sofra ayırımını ve bu olgunun erkek ve kadınlara yönelik farklı tür yiyecek ve içecek yasağına bağlı olduğunu ortaya çıkarmıştır. Eski toplumda erkek ve dişi cins arasında yiyecek paylaşımının erkeklerin et, kadın ve çocukların ise sebze, meyve, ot, kök yemeleri biçiminde gerçekleştiğine ilişkin tez ve bulgular da ileri sürülmüştü. Bayan E. Reed, eski toplumda kadın ve erkek sofra ayırımının gerisinde kadın cinsine yönelik genel bir et yeme yasağı olduğunu düşünüyordu. (Kadının Evrimi) Fakat eski toplumda sofra ayırımı, kadın ve erkek oluşa bağlı olarak doğmuş bir kurum gibi görünmez. Kadın ve erkeğin farklı sofralarda yemeleri görüntüsüne kavuşan bu uygulama, kadın ve erkek cinsin ait olduğu toplum birimlerin farklı totemlere ve dolayısıyla farklı yiyecek yasaklarına sahip olmalarından kaynaklanmış olmalıdır.

Eski toplum birimler arasındaki ayırım, onların birlikte yaşamının bir önkoşuluydu. Adem ile Havva’nın oğulları, kutsal kitabın ilk iki kardeşi, bu yüzden hem ‘düşman’ ve hem de kardeş’tir. Buradaki ‘düşman’lık, özellikle biçimlendirilmiş bir ayrıştırma, farklı kılma anlamındadır. Sümerlerde Çoban ile Çiftçi toplulukları arasında kurulan ittifak uyarınca, bunlardan birisi Yaz temsilcisi ise, diğeri Kış temsilcisiydi; birisi kuzey’de oturuyorsa, öteki güney’de olmalıydı. İlahilere yansıyan haliyle, Dumu-zi ile Giş-zi-da veya Gılgamış ile Enkidu olarak okunan ‘şahıslar’ (İslam’da Hıdrellez’in Hıdır ile İlyas peygamberleri) aracılığıyla temsil edilen bu topluluklardan birinin arpası, buğdayı, susamı varsa, ötekinin de inekleri, koyunu, keçisi, baldan tatlı sütleri, yağları, peynirleri vardı. Sümer başlangıç dönemi, farklı kılınan toplum birimlerin böylece kardeşlik bütünleşmesi oluşturmaları esasına dayanmaktadır. (*1)

Sümer tabletlerinde gördüğümüz ‘yasak yiyecek’ ve ‘yasak içecek‘ kavramı bu dönemdeki toplumlardan kalan bir mirastır. Adem ile Havva’ya yasaklanan ‘meyve ağacı’, bir Sümer yasak yiyeceğinin bozulmuş anlatımına dayanıyor olmalı. Sümer ‘yasak yiyecek’ ve ‘yasak içecek’ kavramlarının karşıtı (ve aynı zamanda anlamdaşı), yine tabletlerde rastladığımız ‘hayat yiyeceği’ ve ‘hayat içeceği’ kavramlarıdır. (*2) Barış ortamı sağlanabilsin diye bir toplum birimin ötekine sunduğu yiyecek ve içecek, bu bakımdan kendisinin ‘hayat yiyecek ve içeceği’dir de. Çünkü onun hayatta kalmasını sağlamaktadır. Eski toplum örneklerine doğru gidildikçe artan ‘misafir kültü’nün, yoldan gelen bir yabancıya elinde avucunda ne varsa onların en iyisini fazlasıyla sunma tutumunun (bu Homeros’ta da böyledir) gerisinde eski toplumun bir ötekine yiyecek verme yükümlülük anısı yaşamaktadır. Dilencilik kültü, dilenciye sadaka vermenin teşviki, dilencinin dilenciliği bir hak olarak kavrama tutumu, anlamını eski toplumun bu (karşılıklı) yükümlülük düzeninde bulur.

Hıristiyanlıkta tuz, su veya zeytinyağının kutsallığı onların birer ‘barış sembolü’ olmasına da bağlı olmalıdır. Eski Yunan ve Roma’da zeytin veya palmiye dalının ‘barış sembolü’ olması, elinde bu ürünler bulunanların, bunları ittifak kurduğu toplum birimlerine vererek sağladıkları barış ortamını anlatır. 7 veya 9 farklı tahıl ürününün karıştırılmasıyla yapılan Aşure de, toplum birimler arası kardeşliği temsil eden bir yiyecek olarak ortaya çıkmış olmalı. İslam’ın helal ve haram yiyecek ve içecekleri de eski toplum birimlerin kutsal totemlerini ve bunun paylaşım tarzlarını ifade eder. (*3)

Yiyeceklerin pişirilme biçimi de eski toplumda önemli bir konu olarak görünüyor. Kutsal veya ulusal yiyeceklerin, ölüm, doğum, yas yemeklerinde belirlenmiş ürünler kullanma ve özel hazırlık biçimleri eski toplumun örgütlenişinin ve bize ulaşan bazı geleneklerin anlaşılması bakımından önem taşırlar. Türkiye’de, tanrı Nemrut’un yöresinde, ‘maço’ erkeğin, çiğköfte hazırlamak söz konusu olunca mutfağa girmesi paradoksu, çiğ yenilen kutsal erkek et yemeğinin tarihçesini verir adeta. Homeros dünyasında da kadınlar yemek hazırlığının tümüyle dışında tutuluyor, fakat buna karşılık etler daima ateşte kızartılıyordu. (*4)

Bayan Sophie Ferchiou’nun, Güney Tunus’ta, yiyecekler ile kadın ve erkek cinsleri arasındaki bağlar üzerine yapmış olduğu çalışma, birçok yönden önemli bilgiler içermektedir. (L’homme Avril-Juin 1968 , No: 8/2 . Pages: 64/86)

Şurada veya burada, gözlemcinin ilgisinden kaçamayacak derecede belirgin olan kutsal veya gündelik yiyeceklerin hazırlanış ve yeme biçimlerine ilişkin tespitler yapılmıştı. Bayan Ferchiou bu konuyu bir raporda ele almıştır. O, Güney Tunus’ta kadın ve erkek sofralarının farklılığını belirliyor; yiyeceklerin ateş değirilmeden suda haşlama ve suya değirilmeden buharda pişirilme olgusuna işaret ediyor; kadın yiyeceğini kadınların özel yeme biçimlerini anlatıyor. Orada yiyecek ile içeceklerin ve bunların hazırlık biçimlerinin adeta bir cinsiyeti olduğunu görürüz. Bununla birlikte bayan Ferchiou’nun, ele aldığı konunun evrensel özelliğini farketmiş olduğunu pek söyleyemeyiz. Bu nedenle de kendini araştırma alanıyla sınırlamış; konusunu tekil, sıradışı bir olay gibi aktarmıştır. (*5) Bu çalışmayı özetle okuyalım:

"Geleneksel özelliklerini sürdüren tüm Tunuslularda, ister köyde, ister şehirde olsunlar, kadınlar erkeklerin önünde yemek yemezler. Fakat sanıldığının tersine, bunun İslam kuralarıyla bir ilgisi yoktur ve bu olay, İslamın ne haram'ı ve ne de munkar'ı kapsamına girer. Daha çok 'ayb' kapsamına girer ve bunu yapan kadın 'kabaha' ile eleştirilir.

Erkeğin genellikle sabah, öğle ve akşamki üç öğününe karşılık, kadın günde iki kez yer: bir sabah, güneş doğarken; bir de öğleden sonra, erkeklerin eve gelmesinden önce. Eğer kadın üçüncü bir öğün yiyecekse bütün ev halkının yatmasını beklemelidir. Öğünler içinde asıl önemli olanı, kadın için gündüz yemeği, ‘ftur’; erkek için ise, akşam yemeği ‘rda’ dır.

Abbud, Tunus'un güneyinde, sadece kadınlara has, garip bir yiyecek türüdür. Kadınlar, gündüz olma koşuluyla, biraraya gelerek Abbud hazırlar ve yerler. Bu, hurmadan yapılan ve iki ucu sıkılmış silindir şeklinde bir yiyecek türüdür. Dallarıyle birlikte koparılan hurma yalnızca erkeklere ayrıldığı için, Abbud, yere dökülen veya dalında da olsa, erkeklere saklanamayacak kadar çok olgunlaşıp çürümeye yüz tutmuş olan hurmadan yapılır. Abbud, kadınların bir yıl boyunca asıl yiyecekleri olarak hazırlanır ve buna 'aula' denir.

Hasattan hemen sonra, erkeklere ait olanların dışında kalan hurmalar, büyük bir gizlilik içinde, Zabassa denilen bir maddeyle de karıştırılarak küplere basılır. Akan şıralar, daha sonra Vazvaza denilen bir içki yapmak üzere toplanır. Ayaklarla ezilerek hamur hale getirirlir ve sonra da küpün ağzı hava almayacak şekilde kapatılır. Daha sonra küp açılarak buradaki hurma ezmesi, yedi gün suda ıslanmış arpa, tütün yaprağı ve baharatla karıştırılır; elde edilen hamur 4 ile 8 cm. uzunluğunda ve 2-3 cm. çapında bir silindir haline getirilir.

Hazırlanan bu yiyeceğin kadınlar tarafından yenilme şekli de çok ilginçtir: Abbud, kadın tarafından çiğnenmeksizin, yutularak yenilmelidir. Kadın, Abbud’u dilinin üstüne koyar, ağzına biraz su alır, başını geriye doğru fırlatıp Abbub'un boğazından kaymasını sağlar ve sonra da suyu tükürür. Doyuncaya kadar Abbub bu şekilde yenmeye devam edilir.

Abbud'un bu şekilde yenmek zorunda oluşu, kadının daha iki-üç yaşında küçük bir kız çocuğu iken başlatılan uzun bir tecrübe ve eğitim dönemi geçirmesini gerektirir. Denemeye önce küçük örneklerle başlanır, Abbud'un boyu giderek büyür, ama asıl ölçülerine, kız evlendikten sonra ulaşacaktır. Kadın için, bütün bu dönemde Abbud, boyutları giderek büyümüş olarak yenilme biçimi öğrenilecek asıl yiyecek olarak kalır. (*6)

Yediği Abbud’un büyüklüğü, kadının cinsel gücüyle de orantılı kabul edilir. Bu sebepsiz değildir. Çünkü Abbud, kadının gözünde, erkeğin cinsel organıyla eşdeğerdir ve bunun böyle kabul edildiği üzerine en küçük bir kuşku duyulamaz.

Abbud’la bağıntılı olarak ‘karnın doyması’ ile ‘hamilelik’ aynı kelimelerle ifade edilir. Abbud’un yanında yenilen biberin verdiği ‘harara’, hem acı, hem de cinsel ilişki anlamında kullanılır. Kadının cinsel organına ateş düşer. Ateş’le özdeşleşen biber, erkek cinsel organını (‘phallique’-fallik) temsil eden Abbud’u, ‘oraya harara’rayla sokar.

İster çocuk, ister yetişkin olsunlar, erkek cinsi bakımından, Abbud’un tadına bakmak bile kesinlikle yasaktır. Bunun tek özel ayrımı, pasif homoseksüel erkek içindir, onlar yiyebilir.

Güney Tunus’ta eti, kadın yalnızca, nişan, düğün törenlerinde ve bazı bayramlarda yiyebilir. Bu uygulama, et’in pahalı olmasından vb. kaynaklanmaz, çünkü zengin ailelerin kadınları için de bu geçerlidir. Buna karşılık, kurutulmuş balık ve kurutulmuş öteki et türlerini közde kızartarak yemek genel bir uygulamadır.

Güney Tunus'ta, yiyecek temeli, hurma'dan sonra tahıla dayanır. Burada tahılın iki cins hazırlık biçimiyle karşılaşırız. Haşlama biçimi kadınlar içindir. Borma denilen bir tencereye, önce yağ konur, ardından çeşitli baharatlar ve üzerine kurutulmuş acı biber tozu eklenir, önceden hazırlanmış maya ve suyla hazırlanan bu çorbayı kadınlar sabah aç karnına içerler. ’Yasak’ sözü kullanılmamakla beraber, erkekler bu çorbayı hiç bir zaman içmezler.

Erkeklerin yiyeceği ise, bulgur veya un haline getirilmiş tahıl ürünlerinin, suda haşlanarak değil, kaynayan suyun buharıyla pişirilmesi esasına dayanır. Keskes denilen (*7) ve altında delikler olan kap içindeki hamur veya bulgur, altta kaynar su bulunan tencereden gelen buharla pişirilir. Erkeklerin yemeği, pişirme hazırlığı sırasında suyla doğrudan temas ettirilmemektedir.

İslam tarafından yasaklanmış olmasına karşılık, erkek ve kadın için alkolize içkiler vardır. Fakat kadının erkek içkisinden, erkeklerin de kadın içkisinden içmesi yasaktır. Kendi içkilerini birbirlerinin yanında içmeleri de yasaktır. Kadınlar Vazvaz'ı güneş çıkmadan evvel; erkekler ise Lagmi' yi güneş battıktan sonra içebilirler.

Tunus’ta gelinin sağ ayak topuğuna bir parça maya sürme adeti bulunuyor. Fas’ta ise, gelinin kendisi gelin geldiği evin eşiğinin, kapının sağ yanına maya sürmelidir.

Bakla, nohut, kayısı gibi ürünler kadın cinsini çağrıştırır. Kocakarı fal ve büyülerinde, biber, balık, maya, kimyon vb. kullanılır ve bu maddelerin de ruhları olduğu düşünülür."

**

Bayan Ferchiou, erkek yemeklerinden birinin adının 'hayat-yaşamak' kökünden gelen ‘ayeş' olduğunu da açıklıyor. Erkek aşık olduğunda ise, ‘ayin eşşik zet fişşasma’ denir: ‘Adamın gözü bir damla yağa düştü’.

16.03.2004

e-posta: safakacmaz@yahoo. com


(*1) Eski Sümer uygarlık topraklarında, bugünkü Iraklılar arasında var olan tükenmez çelişme ve ayrımların tohumu, onların ataları arasında kardeşlik oluşturulabilsin ve bu ayırım çizgilerine bağlı olarak kardeşlik ilişkileri devam edebilsin diye Sümer tanrıları yani eski toplumun yöneticileri tarafından bizzat atılmıştı. Biri kara giyecekse öteki ak; biri yeşili kutsal kabul ediyorsa öteki maviyi kutsal saymalıydı; tanrı birisinin sağ’ında duracaksa, ötekinin sol’unda durmalıydı, vb. Coğrafi bakımdan yer değiştirmemiş ve daha geniş bir birlik içinde toparlanamamış komşu toplulukların çelişme kaynağı toprak konusundan önce, bütün bir çizgi boyunca onları var eden kutsal ayrım noktalarında bulunur ve genellikle birisi için kutsal, yasak, haram olan öteki için tam tersidir.

(*2) Tanrıça İnanna Ölüler Diyarı’na, dönüşü olmayan ülkeye gittiğinde, Annunaki tanrıların önünde diz çöktürülmüş, Tanrıların ‘ölüm bakışını’ ona dikmeleriyle de cesede dönmüş ve bir kazığa asılı kalmıştı. Üç gün üç gece öyle kaldıktan sonra Tanrıçasının dönmemesi üzerine ulağı Ninşubur, İnanna’nın daha önce verdiği talimat üzerine ulu tanrıları sırasıyla dolaşmış, onlardan yardım talep etmişti. Fakat yalnızca Enki-EA tanrı, Ninşubur’a ‘yaşam yiyeceği’ ile ‘yaşam içeceği’ vermeyi kabul etmişti; eğer bu kutsal yiyecek ve içecek kazıktaki cesed üzerine 60 kez dökülürse, İnanna yeniden yaşama dönebilecekti.

Bu aktarım biçiminin çözümü aşağı yukarı şöyledir: 60 rakamı, Sümer sayı sistemine de kaynaklık eden (ondalık ve altmışlık sistem, modern dünyanın onlardan devraldığı bir emanettir) toplum birimin örgütlenme sürecinde karşımıza çıkan bir olgudur. Dumuzi’nin İnanna ile 50 kez sevişmesi, Turuva kıralı Piriamos’un 50 oğulu; Gilgamış’ın 50 savaşçısı; Ali Baba’nın 40 Haramisi, Türk’lerin 40 Ermişi vb. aynı çizgide bulunur. Atina, Roma ve Rusya’da 100’ler, 1000’ler meclisi bu rakamların zamanla kutsallaşmış ve bir yönetim aracı haline gelmiş olan eski toplum birimin doğal ‘yurttaş’ sayısını temsil ettiğini gösteriyor. Eski Yunanlılarda her şehrin yurttaş sayısı belirliydi; örneğin köleci Atina’da bu 1000 kişi idi. (Eski toplumda homoseksüalite, biraz da, bu sayının sabit kalabilmesi için desteklenmiş gibidir.)

‘Cesed’ haline dönüşme; ölme ve dirilmeyi içeren geçiş ritüelinin parçasıdır. Eski toplumda geçiş töreninde, birey yeni birisi olarak kabul edilebilmek için, sembolik ölüm’lerden geçer.

‘Cesede’ yaşam yiyeceğinin 60 kez dökülmesi, ‘cesed’ haline gelen bireyin kendi yaşamına karşılık ‘yaşam yiyeceği’ni Altmışlar’a sunma yükümlülüğünü anlatır. Bunun yerine getirilmesi üzerine de ‘ceset’ canlanır.

Ölü diriltme motifleri Eski ve Yeni Ahit’te çokca kullanılmaktadir. Kuran bunu bir yerde iyice bozulmuş mistik haliyle şöyle aktarır:

“Onun için dedik ki: ‘O sığırın bir parçasıyla öldürülen kişiye vurun’. İşte böyle; Allah ölüleri diriltir ve size ayetlerini gösterir, ta ki aklınızı başınıza alasınız. ”(Kuran)

Burada kurban edilen ‘o sığır’, Museviliğin önceki kutsal ‘altın dana’sıdır. Dirilen ölü motifi ise bir geçiş ayinindeki sahneye atıftır. Şaman sağaltıcının ‘hastasını’ kurban derisi içine sokması ve ’iyileştirerek’ oradan çıkarması da çok kullanılan bir motiftir.

(*3) Kuran’da şöyle bir ‘haram’a da rastlıyoruz:

“Yahudilere ... sığır ve koyunun sırtlarında, barsakları üzerinde veya kemiklere yapışık, kuyruk kısmının dışındaki yağları da haram ettik. Bunu onlara azgınlıkları yüzünden bir ceza yaptık. Şüphesiz Biz, her hususta doğru söyleriz. ” (Kuran)

Kurban’ın her organ veya saptanmış parçası, eski toplumda son derece ayrıntılı olarak dağıtılmıştır. Yağ’lar, yürek, göz, kafa, böbrek, but, kaburgalar... bu dağıtımın konusudur. Havva’nın Adem’in kaburgasından yaratılması anlatımı da kurban parçalarının üleştirilmesine bağlı olgunun mistik yorumu olarak bize ulaşmış olmalıdır. İnsan ilişkilerinde de kullanılan organ adları eski kurban paylaşım olgusunu yansıtır. (Yürek, ciğer vb.) Örneğin Fıransızlarda böbrek ve kıraliçe, aynı kelime ile (‘reine’) anlatılır. Türkiye’de sevdiklerine ‘ciğerini yedirmek’, sevdiği erkek çocuğun ‘daşşağını yemek’ söylemi hâlâ geçerlidir.

Bu bakımdan, sığır ve koyunun, en güzel etleri dururken, yalnızca belli bölgelerindeki yağların haram kılınmasını 'azgınlığa karşı bir ceza' olarak kabul etmek hiç ‘doğru’ görünmüyor; bu yasak, kurbanın eski paylaşım biçimlerini anlatır; buradaki yağlar tanrı sunaklarında yakılıyordu. Kutsal dinlerin mum yakma geleneği, yağ yakma geleneği yerine sonradan geçmiştir.

(*4) ABD’nin ilk körfez çıkarması öncesinde, bir kararlılık göstergesi olarak Irak’lı askerlerin canlı bir beyaz köpeği parçalayarak çiğ yemeleri, o sırada TV’lerden yayınlanmıştı.

Öte yandan Sümerlerin kutsal ayırd edici renkleri, yiyecek hazırlık türüyle de bağıntılı imiş gibi görünüyor.

Fıransızlarda mavi, bleu, hem bir renk tanımıdır, hem de yenilmek için hazırlanmış etin çiğ halini de anlatmak için kullanılır. Türkçe’de göğ-gök maddenin renk hali olarak mavi’yi; sema’yı ve yiyeceğin çiğ (göğ) halini de tanımlar.

(*5) Bayan Ferchiou, ele aldığı konuyu, cinsiyet ayrımı bakımından, 'kadınların erkeklerden aşağı göründüğü’ bakışıyla açıklamaya çalışmaktadır. O, bunu ispatlamak için bir de örnek veriyor: “Tunus'ta erkek çocuk doğarsa 7 zılgıt, kız doğarsa sadece 3 zılgıt çekilir.”

Oysa, 3 ve 7 rakamlarının matematik büyüklük değer farkının burada hiçbir önemi yok. Aslında, tarihsel boyut bakımından ‘büyük’ yani daha eski olan 7 rakamı değil, hıristiyanlıkta ‘baba-oğul-kutsal ruh’ ‘üçleme’si olarak da yaşayan, 3 kuşağın bir arada yaşadığı doğal toplumsal birimi ifade eden rakamdır. 7 rakamı toplumsal yaşamın düzenlenmesinde devreye daha sonra girmiştir.

(*6) Çiğnenerek yenebilecek bir yiyeceğin eğitim yoluyla yutarak yenme yükümlülüğü oldukça ilginçtir. Bu uygulama, yok yere tükürme geleneği (Tacik’lerde bunun yaygın olduğunu gözledim) ile bazı yerli topluluk kadınlarının boğazlarına geçirilen özel halkalarla ‘boyun uzatma’ uygulaması arasında bağ olabileceğini düşündürüyor. Çocukluktan itibaren kadının boynuna geçirilen ve devamlı artırılan sıkı halka, boyun kısmının olağanüstü uzaması için değil de, boğazın sadece sulu yiyeceklere müsaade edecek şekilde darlaştırılmasını hedefliyor gibidir.

(*7) Bu, Kuskus denilen bir çeşit ince bulgurun su buharı ile hazırlanmasıdır.