22.11.2006

Konuşma Kültürü ve Uygarlık...


14.07.2004 - Paris

Konuşma-hitabet veya aşık atışması yoluyla 'tartışma'ları, tıpkı savaş kavramlarıyla değerlendirerek, 'yengi', 'alt etme', 'yenilgi'den bahsetme davranışının tarihsel ve sosyolojik bir temeli var mıdır? Her tür konuşmayı 'kavga edercesine' el-kol jestleriyle destekleme; hararetli ve bağırarak gerçekleştirme biçimi, neden kimi topluluklarda ulusal bir özellik göstermektedir? Giderek ulusal konuşma kültünün parçası haline gelen bu tür fenomenlerin gerisinde uygarlık ve barbarlığa ilişkin olarak hangi tür toplumsal nedenler bulunmaktadır?

Paraguay yerlilerinden Abipon'lar üzerine yapılan araştırmalarda karşılaştığımız 'konuşma toplantıları', yerli topluluklar arasında uzmanlarımızın dikkatini çekmiş ve fakat nedenleri yeterince ortaya konulamamış olan 'konuşma kültürü' ile barbarlık arasındaki ilişkinin hiç olmazsa bazı yönlerinin kavranmasına yardımcı olmaktadır.

Araştırıcıların verdiği bilgilere göre, Abipon erkekleri düzenli aralıklarla biraraya gelmekte; bu buluşmada her konuşmacı yaklaşık yarım saatlik bir söylev çekmektedir. Bu söylevlerin konusu, hatibin kendi katıldığı savaşlardır. Söylevlerde dikkat çeken olgulardan biri, nerede ise bütün konuşmacıların her savaş başarısını 'abartıyor' olmalarıydı. Bunun kadar önemli olan bir diğer nokta, dinleyici erkek topluluğun bu abartıları özellikle teşvik ediyor olmasıydı. Konuşmanın abartılı olduğu herkes tarafından bilindiği halde, bütün dinleyiciler konuşmacıyı büyük bir dikkatle dinlemek zorundaydı ve sadece konuşmacının sustuğu küçük aralarda, 'Çok doğru', 'Kesinlikle öyle', 'Bundan şüphe bile edilemez'... gibi onay kalıpları ile konuşmacının 'abartılarını' (belki 'yalan' demek daha doğru) onaylıyorlardı. Dinleyicinin, bu kalıpsal onama sözlerinin dışında bir söz etmesi, hele hele, konuşmacının 'abarttığı'na yönelik bir imada bulunması kadar büyük bir terbiyesizlik olamazdı. Yalanın yüze vurulmamasının 'büyüklük' sayılmasının bununla bir ilgisi olmalıdır.

Abipon erkeklerinin 'konuşma toplantıları'nın yapısı, birçok toplumda örneğini bulduğumuz toplumsal yalancılık kültürünün bir çeşididir ve gerçekte, eski insanın barbarlıktan kurtulma aşamasında yapması eskiden zorunlu olan barbar (öldürme) yükümünü bir 'abartma' ('yalan') yoluyla aşabilmesi eğilimini toplumsal olarak teşvik etme unsurudur.

Savaşçı-avcı kabilelerde 'av yalancılığının' hayli baskın olması eski insanın uygarlaşma arzusunun bir göstergesidir. Burada, toplulukça onaylanmış bir yalan yoluyla, savaşçı erkek, öldürmediği düşmanını öldürmüş gibi görünmekte ve tüm topluluk bu yalanı onaylayıp paylaşarak, eski dönem barbarlığının bireye yüklediği zorunlu 'düşman öldürme' kuralını, örgütlenmiş ve onaylanmış bir yalanla aşmaya çalışmaktadır. Hint veya Arap topluluklarına, bir çeşit ulusal özellik olarak sinmiş yalancılık eğiliminin gerisinde, bu nedenle, barbarlığa pek uzak olmayan ve ondan kurtulma isteğinin örgütlendiği uygarlığa geçiş döneminin izleri bulunur. 'Yalancı' ve 'barışçı' Hint , Arap veya Çin topluluklarının en eski uygarlık merkezlerinden olmaları bunu gösteriyor. Eski Mezopotamya'da, bir uygarlık dürtüsü olarak yalancılık kültü öylesine yaygınlaşmıştı ki, bu kez, Hammurabi döneminde, yalancı şahitlik ağır cezai yaptırımlarla dizginlenmeye çalışılmıştı.

Eski Roma'da ise yok yere yalan bir suçlamayla seçilmiş bir rakibin gözden düşürülüp cezalandırılması biçimindeki gelenek, yerli topluluklarda, bir yabancı öldürme yükümlülüğüne denk düşer. Aristo'nun 'Devlet'inde, eski Yunan ve Balkan topluluklarında, bir yurttaşın mutlaka yabancı bir düşman öldürmesi kuralını görüyoruz. O topluluk yurttaşı, henüz bir düşman öldürmemiş ise, boynuna, büyük olasılıkla sonradan gıravat halini almış olan, bir çaput bağlama yükümlülüğü altında bulunuyordu. Bu bakımdan gıravat, bilinen ve söylenen yaygın anlamıyla değilse bile, gerçekten de bir 'uygarlık yuları'dır.

Bu genel konuya daha derinlemesine bakılırsa, Bizans ve Roma düzenbazlığı ve yalancılığı ile onların uygarlık düzeni arasında da paralel bir ilişki olduğu görülecektir. Savaş aleyhtarlığı eğiliminin en eski dönüşüm şekillerinden birisi, eski Yunanlılarda ve sonra da Roma'da 'konuşma sanatı' halini alan fenomendir. Yanlış veya doğru olması hiç önemli olmayan 'münazara', 'fikir kavgası' ile, özünde, eski kan döken savaşçılık, bu kez bir başka düzlemde sürmektedir. (1)

Roma kültüründe, bir erkeğin 'kendini kanıtlaması'nın, (yani bir çeşit Abipon Höşerisi olabilmesinin -- yerli geri topluluklarda erkek veya yurttaş olmaya geçiş ritüelinin bir çeşit karşılığıdır bu--) neredeyse biricik yolu, herhangi bir 'ünlü' kişiye karşı yalan bir suçlama getirerek, hedef alınan bu rakibi bir dinleyici kitlesi önünde, yalanları 'gerekçelendirerek' suçlu gibi göstermeye ve gözden düşürmeye çalışmaktı. Roma'nın Ogüst Sezar'ı, henüz yalnızca Gaius Julius iken, yani, İÖ. 81 ve 78 yılları arasında, kendisine rakip olarak Konsül-danışman Dolabella ve Antion'ı seçmiş ve onlara karşı iki büyük 'suçlama' getirmişti. Sezar Roma'da kendini tanıtmaya, o sırada dinleyicilerde büyük hayranlık toplayan bu ünlü suçlama konuşmalarıyla başlamıştı. Bu olaydan yüzyıl sonra yaşayan Tacite, Yıllık'larında Sezar'ın bu yalan suçlama konuşmalarının etkileyici gücünden hayranlıkla bahsetmektedir.

İki kişi arasında geçen kansız 'savaş' Yunan edebiyatında 'dialog' biçimiyle karşımıza çıkar. Bu o kadar derinlere kök salmış bir gelenektir ki, o dönemdeki yazar, herhangi bir konuda fikirlerini ortaya koyarken hep iki kişiyi konuşturur ve böylece onları kansız bir şekilde savaştırır (2).

Sümer veya Helen kırallarının, tanrılar hakemliğinde, öldürme yerine, 'müsabaka'lardaki başarılı erkekler arasından seçildiği bir dönem yaşanmış olduğunu da biliyoruz. En eski toplumlardan itibaren, insanın öldürme, kan akıtma yerine, savaşın devamı olarak spor ve konuşmayı geçirme eğiliminin Uruguay'ın geri yerli Abiponları arasındaki bu görüntüsü, bize insan toplumu genel eğiliminin uygarlığa doğru hangi şekilde geliştiğini göstermesi bakımından önem taşımaktadır.

14.07.2004

e-posta: safakacmaz@yahoo. com

(1) Aşık atışmaları, savaş yerine barışı sağlayan ittifak taraflarının, yine de sürdürdükleri 'söz düellosu' kalıntısıdır. Eski Yunan kültürünün dini şarkıları olan İlyada ve Odissea, hem tek bir bütün'ün anlatımı olmayan kopuk parçalara sahip olma bakımından, hem de, savunulan veya yerilen tarafın sürekli yer değiştirme özelliği göstermesi bakımından dikkate alınmalıydı. Bu eserlerde, anlatımın sıkça taraf değiştiriyor olmasının nedeni, Azra Erhat'ın dediği gibi, Anadolulu Homeros'un 'şiirlerini' Atina'larda söylemek zorunda kalışının yarattığı manevi baskı değildir. Bu eserlerin oluşum sürecinde, her bir taraf, olayı, kendi toplum birimi ve onun temsilcilerinin görüş açısını yansıtarak anlatmış olmalıdırlar. Farklı parçaların, zamanla tek bir bütünlüğe doğru evrim içinde, aşırılıkları törpülenmeye ve iç bağlantıları kurulmaya çalışılsa da, eski 'atışma'cı yapının izleri genellikle ortadan kalkmamıştır. Bu yapıtlarda 'iki' yan, her noktada varlığını sürdürmektedir.

Bazı Avrupalı araştırıcılar İlyada ve ve Odissea'yı, Turuva destanlarını yaratan kişi olarak Homeros'a mal etme eğilimi taşırlar. Gerçekte ise, bu şarkı-ilahiler binlerce yıllık bir gelenek ürünüdür ve bir toplumsal çaba içinde ortaya çıkmıştır. Homeros ile Hesiod, Avrupa'da Duriedes ve onun bozulmuş şekli olan Troubadore'lar; Türklerde atışan Aşıklar, şairler, ozanlar, daha doğrusu şarkıcıların yarışma süreci bu tür eserlerin biçimlenmesine yol açmıştır. İsa'dan önce 8. yüzyılda Hesiod ile Homeros'un şarkı-ilahi yarışmalarına bizzat katıldıkları söylenmektedir. Türklerde 'aşık aldı, bakalım ne söyledi' sözündeki Aşık'ın kimliği, eski zamanlarda hiçbir şekilde bilinemezdi. İlyada'nın 'anlatıcı' Moise-Musa'ları da bu tür aşık'ların karşılığıdır ve İlyada'da olayları anlatsınlar diye hep bu Musa'lara başvurulur.

(2) Komünist Manifesto'nun F. Engels tarafından yazılan ilk taslağı bile, daha önce yazılmış bütün Credo, Amentü, inanç, ittifak belgeleri türlerinde olduğu gibi, soru ve cevap biçimiyle ortaya konmuştur.