22.11.2006

"Üç Günden Sonra Duyalar,Soğuk Su İle Yuğalar"



Safa KAÇMAZ - Paris
30.09.2003

Öteki dillerin çoğunda olduğu gibi Türkçe’de de ölüm konusunda yapılan duyurunun adı 'kayıp' ve 'yitirildi' şeklindedir.

1926 yılında, eski Sovyetler Birliği sınırları içindeki Ahıska'da doğan Nafiz Kaçmaz'ı Mayıs ayının ilk haftasında, uzun yıllardır yaşamakta olduğu Adana'da 'yitirdik'; ölüm ve cenaze törenleri üzerine, anısına hazırlanan bu yazıları eğer okuyabilmiş olsaydı, babacığım sanırım mutlu olurdu.

***

Eski toplumda, aidi olduğu ve olmadığı toplumsal birimler ile kendi arasında kurulmuş olan ilişkiler, bireyin doğum öncesinden başlar; çünkü doğacak çocuğun baba-erkek ve ana-kadın toplum birimleriyle hangi tür bir aidiyet ilişkisine sahip olacağı önceden saptanmış durumdadır; bu ilişkiler bireyin ölümü ile son bulmaz; hatta bir bakıma güçlenen bir şekilde, devam eder. Daha 5.yy'da Kutsal Ogüst, «Pompea exsequiarum, magis sunt vivorum solatia,quam subsidia mortuorum» derken bu bakımdan çok haklıydı. Eski toplumda daha belirgin bir şekilde görüldüğü gibi ölüm törenleri, ölenlerden çok, yaşayanlar için değer taşır.

Toplumsal ilişkiler, sonuçları bakımından, üretim tanımayan en eski insandan bu yana, bireyin aidi olduğu ve olmadığı toplum birimler arasındaki paylaşım ilişkileri düzeninden başka bir şey değildir ve bu olguyu bütün yönleriyle kavrayabilmek için kendisine başvurduğumuz insan tarihi, cenaze ve ölüm törenleri konusunda da zengin kaynaklara sahiptir.

Daha yakından bakıldığında, insan toplumunun en eski kültür temellerinden birisi olarak ölüm törenlerinin ritüel özelliği; deyimsel ve uygulamalı gelenek aktarımına dayanmakta olduğu farkedilecektir. Eski ve modern toplumlarda, ölüm ve cenaze törenleri düzeni, mezar-cenaze kültü, verili topluluk ilişkilerinin kavranılması ve irdelenmesinde açıklayıcı bir kurumdur; eski toplumun bir çeşit ilişki aynası olarak varlığını, sonraki yüzyıllara uzatarak günümüze gelmiştir.

Her eski mezar keşfi, kazıt bilimciyi yeniden çok sevindirir. Çünkü yamyamlıktan uygarlığa doğru atılan adımları temsil eden cenaze ve ölü beden koruma kültünün parçası olan mezarlar, bulgusal olarak bu zengin tarihin hiç olmazsa önemli bir bölümünü bağırlarında saklamışlardır.

Hepsi de yemek ve içmek ile bağıntılı olan kupa, çanak-çömlek
kalıntıları, nerede ise bütün dünyada eski mezar kazıtlarının ortak bulgularını oluşturuyor.

Cenaze tören katılımcılarını tanıtan özel desen, şifre veya benzer belirleyici özelliklere sahip olan ve Batı'da, genellikle isteyerek kırılmış kupa, çanak-çömlek kalıntılarını ölü beden ile birlikte mezara gömmek çok eski bir uygulamadır; şimdiki görgüsüz zenginlerin Atina ve İstanbul tavernalarında tabak kırma gösterileri, anlaşılıyor ki eski toplumun geleneksel bir cenaze töreni uygulamasıydı. Hakimin, kalem kırması gibi antlaşma araçları olan kadeh ve tabak kırma tutumu, eski insanın verilen sözden dönmeme, benzer tutumu yinelememe isteğini yansıtmaktadır.

Cenaze törenlerinin, artık onların hiçbirisini yiyemeyecek, koklayamayacak ve içemeyecek durumdaki 'ölmüş birey ruhuna' adanmış ziyafet törenleriyle sıkı sıkıya bağlı olması olgusu uzmanların epey zamandan bu yana dikkatlerini çekmişti. 'İlkel topluluklar' arasında araştırma yapıp da cenaze törenlerine el atmak zorunda kalmamış, çok az Avrupalı bilim adamı vardır. Çünkü en basit gözlemde bile, bütün toplulukların ölüm ve ölü beden ile belirgin kurallara bağlı bir ilişki yükümlülüğü içinde olduğu hemen saptanabilmektedir.

Ölüm ve cenaze törenlerine ilişkin Avustralya izlenimlerine dayanan küçük bir not çok ilginçtir: İngiliz kökenli bir Avustralyalı, Çin kökenli yurttaşının, ölmüş bir yakının ruhuna, düzenli aralıklarla, pirinçli yemekleri götürüp mezarın üzerine bırakmasıyla alay ederek, ölünün geceleri çıkıp getirilen yemekleri yeyip-yemediğini sorar. Çin kökenlinin yanıtı soğukkanlıdır: "Onun bu yemekleri yeyip yemediğini bilmem ama sizin ölü, mezarı üzerine bıraktığınız o güzel çiçekleri, geceleri çıkıp kokluyor mudur acaba?"

Ölü birey ruhuna sunulan ve fakat hepsini yaşayanların tükettiği yiyecek ve içecekleri, ölü bireyin 'öteki dünya yolculuğu' sırasındaki 'gereksinimi' gibi tanıtmak konuyu çözümlememiştir.

 Ne yazık ki uzmanlarımızın genellikle, sadece kendi davranışını anlamlı ve soylu sayan ukala İngiliz ile törelerine bağlı kurnaz Çinlinin, kavrayış derinlikleri ötesine geçebildiklerini söylemek çok zordur.

 Evrensel özellik taşıyan 'ölü ruhuna ziyafet' kalıntılarının asıl anlam ve kaynaklarına yönelmek yerine metafizik dünyanın gri bulutları arasında sonu gelmez 'açıklamalar' girdabında gezilip durulmuştur.

Ölüm ve cenaze kültünün parçalarını bulduğumuz ölüm törenlerinin düzeni, aslında toplum birimlerin kendi içlerinde ve aralarında var olan ilişkiler düzeninin gerçek yaşamın dışına itilme ve bunları yinelememe çabası olarak şekillenmeye başlamış olmalıdır.

Eski toplumun mezar kültünün, dolayısıyla ölüm ve cenaze törenlerinin merkezinde bulunan yemeli-içmeli ziyafet toplantıları, bireyle toplum birim ilişkisi bakımından, bir yanıyla iç ve dış ölü yamyamlığının geçmiş göstergelerini yansıtmaktadır; diğer yanıyla ise daha az bozulmuş öteki ritüel gelenekleriyle de ölünün aidi olduğu 'cenaze sahibi' birim ile aidi olmadığı toplum birim arasındaki paylaşım ilişkilerini yansıtır.

Bir topluluğun cenaze ve ölüm kültünün çeşitli görüntüleri ve karmaşıklık ya da basitliği, o topluluk atalarının uygarlığa adım attıkları andaki ilişki tarzlarını ortaya serer.

Binlerce yıla yayılan süreçte dönüşmüş, bozulmuş ve unutulmuş yanlar taşıyor olsa da ölüm-cenaze törenleri, eski toplumun, yaşayan ve ölen bireyi arasında yerine getirilip, uyulması gerekli kurallarıyla tarihin en eski kültür ögelerinden birisidir.

Bıçağı ateşe uzatmanın yasaklanması, ateşle arınmanın kutsanması vb. ile ölü bedenin yakılma suretiyle cenaze töreni yapılması, tarihte aynı temel uygarlık çizgisi üzerinde şekillenmiştir.

Toplu mezar alanlarının, yerleşim birimleri sınırları içinde veya dışında seçilmiş olması da tarihteki anlamını, 'mimari kaygılarda' değil, toplum birim ile ölen birey arasındaki ilişkilerde bulur; ölü bedenin konut zeminine gömülmesi; 'köle kullanılarak yaptırıldığı' yinelenen eski Mısır piramitleri, Sümer yeraltı kraliyet mezarlıkları, kümbet ve mozoleler, ölü bedenin korunması ödeviyle yükümlendirilmiş topluluğun asal ürünleridir.

'Kayıp' ve 'yitirildi' ilanları; ölümün 'üç günden sonra' duyurulması veya öteki benzer deyim ve uygulamaların vurguladığı temel olgu, ölen kişinin ölümünün başka ifadelerle tanıtımı, daha doğrusu, gizlenmesidir. Ölümün ve ölü bedenin gizlenmesi kaygısının; ölen bireyin 'başında nöbet' tutularak korunması geleneğinin... gerçek nedenleri anlaşılmaya başladığında cenaze törenlerinin mistik örtüsü de yere düşmeye başlar.

30.09.2003


Ölüm Kültü ve Toplumsal Sembolizm

Safa KAÇMAZ-Paris
07.10.2003

“Dokuz gün sarayda ağlayalım ona
Onuncu gün gömelim, halk da yapsın şöleni.
On birinci gün bir tümsek yığarız mezarına,
On ikinci gün gene savaşırız gerekirse. ”

Ele geçen ve çözümlenmiş şu anki en eski yazılı kanun örneği olan Urukagina yasalarının çok önemli bir bölümü ‘ölüm vergisi’ ve mezar töreni kurallarına ayrılmıştı:

« Mezara (gömülen) götürülen adamın (tayını)
3 desti (küp) bira,
80 (somun ?) ekmek,
1 yatak,
bir çift baş koyacak = (yastık) dır…. »

Modern dünyada olduğu gibi eski dünyada da yazılı ve yazılı olmayan yasalar, verili toplumun gerçek sorunlarına yanıt olarak ortaya çıkar.

Urukagina yasaları ölüm ve mezar törenleri üzerine insan tarihinin, 40 asır önceki, bilinen en eski yazılı Sümer yasalarıdır; doğal olarak da ‘en eski’ törelere dayanmaktadır.

Ölen bireyin ‘öteki dünya ile olan ilişkileri’ görece sonraki dönem soyutlamalarıdır; en eski toplum birimler, ölen bireyin ‘bu dünyada’ yaşayanlarla ilişkisinde ‘rahat etmesi’ için çabalamıştır. Günümüze ‘ölü ziyafetleri’ biçimiyle ulaşan ‘ölüm vergisi’ dahil, konuya ilişkin bütün kurallar ‘ölü bedenin rahat ettirilmesi’ amacına yöneliktir. Bu noktada başvurulan sembolizm, yamyamlık kurallarından uzaklaşabilmenin araçları olmuştur.

‘Ölü sahipliği’, ‘ölü çırasını yakma hakkı’, ‘ölü vergisi’ ve onun biçimleri olarak ‘ölü ziyafetleri’, mezar başında ağlaşma, ‘saç- baş dağıtma’, ‘yaka-bağır parçalama’ uygulamaları, ‘baş sağlığı’ ve ‘toprağı bol olsun’ temennileri, ataların kafatası ve kemiklerini saklama gibi olgular ortaya çıkış gerekçeleri bakımından, geçmiş toplumsal ilişkilerin bir bölümüne ışık tutan, toplumsal sembolizm örnekleridir.

Cenaze ve mezar düzeni, eski toplumun ilişki düzeninin bir yansıtıcısıdır. Bu ‘düzende’ önce cenaze sahipliği olgusu ile karşılaşırız. Cenazeye ‘sahip çıkmak’ temel bir konudur.

İlyada’da, Patraklos’un cenaze töreni sırasında, yemek hazırlığını başkalarının yapması gerektiğini, ‘öbür işler’in ise “ölü yakınlarına düştüğünü” okuyoruz. Türkçede ‘çırasını yakma’ olarak yaşayan deyimin kaynağı olan cenaze kandilini yakma ve ölen bireyin başında durma kutsal ödevi Sümer döneminde, yalnızca yasal varis olma özelliği bulunan ölü yakınlarından "ibila" olarak adlandırılan kişi tarafından yerine getirilebiliyordu. İbila, genellikle ilk, (frére ainé), büyük oğuldur; eğer oğul yoksa bu ödev, kızların içinde sadece kendi toplum birimine bağlı kalabilsin diye evlendirilmeyip, kutsal tapınak fahişesi yapılmış olan kız tarafından üstlenilebiliyordu.

’Ölünün sahiplenilmesi’ o denli önemlidir ki Truva önündeki savaş, bir noktada, Truvalılar ile savaş olmaktan çıkar, ölü bedenleri kimin kendi tarafına çekeceği savaşına dönüşür.

5000 yıl önce Sümerler zamanında, Lagaş kralı Entemena, aralarında durmadan toprak sorunu çıkan komşusu Umma kralı Urlumma’yı yenilgiye uğratınca, bu zaferin anısına yazdırdığı anıta, Ummalıların “savaş alanında ölmüş askerlerini öylece bırakmalarını” bir aşağılama; kendisinin Ummalı ölülere ‘mezar yaptırmasını’ da bir üstünlük olarak yazdırmayı önemsemiştir.

Eski toplum öldürmeye değil, mezarsız bırakmaya daha çok acır; Aşil tarafindan öldürülen Hektor, son nefesinde, ölü bedeninin Truvalılara verilmesi için yalvarıyordu:

“Yalvarırım, canın, dizlerin, anan baban adına,
Akha gemilerinin yanında köpeklerle bırakma beni.
Yığınla tunç al, altın al,
babamla ulu anam armağanlar versin sana,
ama sen de onlara geri ver gövdemi,
ateş payımı alayım kadın, erkek Truvalılardan”

Eski insan, ölmek ve öldürmekten çok mezar ve ölü beden ile daha çok ilgilenmiş gibidir.

Evrensel özellik gösteren cenaze kültünün merkezinde, ölen birey adına toplu ziyafet törenleri bulunmakla birlikte, farklı türlerdeki defin törenine katılım hak ve biçimleri; defnetme hazırlık ve ölü beden koruma tarzlarında geniş, ayrıntılı ve kesin olan törensel kurallar bulunmaktadır.

Ölüm anını takip eden süreçte, 'ölü sahipleri'ne yönelik yeme, içme ve cinsel ilişki yasağı bulunmaktadır. Günümüz yerli topluluklarında hâlâ bulunan, ’ölü sahipleri’nin, bir cenaze töreni takvimine göre yeme, içme, uyuma ve cinsel ilişki yasağına Homeros dünyasında da rastlarız: Patraklos'un yasının tutulduğu dönemde, Aşil'in ulu anası tanrıça Thetis oğlunun yanına oturmuş, eliyle okşayarak ona diller dökmüş;
“Yavrum benim" demişti, "ne zamana dek yiyeceksin içini; yemeyi içmeyi unutup, ağlaya sızlaya? Bir kadınla sarmaş dolaş olmak iyi şey, neden bundan yoksun ediyorsun kendini?”

Saç-sakal kesme(me)ye, kavga ve haykırma(ma)ya (sessizliğe) vb. ilişkin bir dizi kural saptıyoruz. Özel giysi renk ve biçimleri ile katılım hakkı elde edilen toplantı türleriyle karşılaşıyoruz.

Tanrıça İnanna, Ölüler Diyarı’na inerken sadık veziri Ninşubur’a şöyle demişti:

"Ölüler diyarına vardığım zaman
Felaketlerde(yapıldığı gibi) ağıt yak benim için
Kutsal toplantı yerinde davul çal benim için
Tanrıların evinde beni arayarak dolaş
Gözlerini indir-kapat benim için
Ağzını çarpıt benim için
Bir yoksul gibi tek giysine bürün benim için"

Gılgamış ise 'mikku ve pukku'sunu 'ölüler diyarı'ndan çıkarmaya giden dostu Enkidu’ya şöyle öğüt veriyordu:

“Temiz giysiler giyme…
Bur kabındaki iyi yağdan sürme…
Ölüler diyarında mızrak fırlatma…
Elinde asa taşıma…
Ayağına sandalet giyme…
Ölüler diyarında haykırma...
Sevgili karını öpme.
İğrendiğin karına vurma…
Sevgili oğlunu öpme…
İğrendiğin oğluna vurma…"

Eski tablet çözümlemelerinde, kelime anlamlarının verilmesinde birçok sorunla karşılaşırız; bununla birlikte, giysi, sandalet, asa, mızrak gibi araçların bireyin aidi olduğu toplum birimini belirleme ve kavga-savaş araçları olduğu anlaşılmaktadır.

Mezar törenlerinde göğüs-bağır parçalama, saç-baş dağıtma, yanakları tırnaklama davranışları, üzüntünün doğal dış vurum biçimi değildir; devralınmış, dolayısıyla sonradan edinilmiş töresel bir uygulamalardır.

Aynı biçimde, Truva’da ölüm haberini alan kadının, yaşmağını çekip fırlatması, insana ait doğal üzüntü refleksi değil; töresel yineleme olarak kazanılmış bir davranış biçimidir:

“Başından yere attı parlak şeritlerini
örgülü saç ağlarını, tacını attı,
sonra da altın Afrodit’in verdiği yaşmağı.
Gelin olduğu gün vermişti Afrodit yaşmağı ona. ”

Yaşmak veya yaşmağın gizlediği saç biçimi kadının, o anki veya evlilik öncesi aidi olduğu toplum birimi tanıtan belgilerdir ve bu tür davranışlar özünde, katılımcı bireyin aidiyet belirtilerinden kurtularak, tören sırasında ölü beden ile başka bir aidiyet düzeyinde ilişki kurma çabasının sembolik anlatımları olarak ortaya çıkmışlardır.

Kimi Afrika yerli kabilelerinde mezar töreninin, ölü beden etrafında bir çeşit minyatür savaş şeklinde gerçekleşiyor olması uzmanları şaşırtmıştı.

Sessizlik-yüksek ses yasağına ilişkin kurallara sahip olarak ölüm törenleri, eski toplumun ilişkilerinin yansıtıcısıdır.

Ölüm törenleri konusunda bireyler, dileklerince hareket edemezler; bir törenin takvimine göre hareket edilmelidir. Truva kralı Piriamos, İlyada'da, oğlu Hektor’un ölüm töreni takvimini şöyle açıklamıştı:

“Haydi, dokuz gün sarayda ağlayalım ona
Onuncu gün gömelim, halk da yapsın şöleni.
On birinci gün bir tümsek yığarız mezarına,
On ikinci gün gene savaşırız gerekirse. ”

Her topluluğun kendine has biçimleri olan cenaze ritüel takvimleri bulunmaktadır. Örneğin 3'üncü, 7'nci, 40 ve 52'nci günler, doğrudan ölü bireyle ilgili olmayan, eski toplum birim örgütlenme ve eski takvim rakamlarıdır;
Afrikalı kimi kabilelerde bir cenaze yakını erkek, "baş sağlığı " dileği için “ölü evi”ne geldiğinde, önce mezarın üzerine yoruluncaya değin toprak atacak, sonra da “cenaze yemeği”ni yiyip, yeniden köyüne dönecektir; Türkçede ölen bireye yönelik ‘toprağı bol olsun’ dileği, hem “dostluk“ ifade eder ve hem de toprak atma geleneği olarak, kümbet veya piramit mezar türlerinin ortaya çıkışıyla ilişkili görünmektedir.

Bireyin ölümünün “ölü sahipleri” tarafından üç gün duyurulmaması; “ölü sahibi olmayanlardan gizlenmesi gibi ölü bedenin ılık, soğuk veya kaynar su ile yıkanması, eski toplumun önemli bir sorunudur. İslam öncesi bir geleneğe dayanıyor olsa gereken ölü bedenin, "soğuk su ile yuğulması" biçimindeki eski Türk vasiyeti, kendi başına anlamı olan ritüel parçalarıdır. Homeros döneminde ölü bedenin yakılmadan önce kızgın-kaynar su ile yıkandığını öğreniyoruz.

«Sonra büyük bir üç ayaklı kazana
Su koyup yaktılar ateşin altını
Kaynayınca tunç kazanın içindeki su
Yıkadılar ölüyü,
Parlak bir yağ sürdüler gövdesine,
Dokuz yıllık bir merhemle doldurdular yaraları. »

İslami gelenekte bu uygulama, ılık su olarak genelleştirilmiştir. “Soğuk su“ geleneği, ötekilerden, tören hazırlığında kazan kullanmamakla ayrılır ve bu ayrım özünde, eski toplumun yamyamlık tarzındaki farklılığı verir.

Defin işleminin tarihteki tek biçimi, ölünün toprağa gömülmesi değildir. Yakma ve külünü nehre, havaya savurma veya saklama, gömme; ölü bedeni dağ başları veya kaya oyuklarında kurutarak muhafaza da bazı yöntemlerdir. Nehirleri sınır olan toplum birimlerin ölülerini nehirlere bıraktıklarına ilişkin bulgulara da sahibiz. Bir orta çağ Arap seyyahı olan İbni Batuta, Türklerin Müslümanlığa geçiş döneminin tam kapanmadığı bir sırada, beylikler döneminde, Anadolu'da yaptığı gezi sırasında, ölülerini tahta çardakta kurutan Türk boylarının varlığını üstü örtülü bir şekilde izah etmekteydi. Bu tanıklık Adanalıların mezarlık için " tahtalı köy" deyimini kullanmaları ile uyuşmaktadır.

Musalla taşında hak helalleşmesi, yeniden incelemeye değer bir ritüeldir ve özünde yaşayanların ölü beden üzerindeki haklarından feragat etmeleri bakımından bir ‘helalleşme’ söz konusu gibidir. Eski Ahid’in tanrıları ve Kur’an, ölü eti yemenin yasaklanması üzerine boş yere durmuş olamazlar.

07.10.2003