Kurdukları
kardeşlik ittifakı, aralarındaki zıtlıkların korunmasını
gerektiriyor olsa ve bu nedenle her biri kendi öz törelerine bağlı
kalmaya çalışıyor olsalar da, yine de, eski toplum birimler
arasındaki ittifak yaşamı, tarafların kaçınılmaz bir yakınlaşması
ile sonuçlanmış olmalıdır. Tıpkı günümüzde farklı ulusal topluluklar
arasındaki kaynaşma eğilimine karşı durulamaması gibi.
Eski
toplumda tanrıların tekleşme süreci, bu bakımdan, törelerin de
‘bütünleşme’ süreci demektir aynı zamanda. Tıpkı günümüzde farklı
dinlerin tek bir din halinde evirilme süreci yaşıyor olmaları ve
ulusal, yöresel, dinsel farklı törelerden bazıları elenirken,
bazılarının evrensel kabul yönünde ilerlemekte olması gibi.
Eski
toplumda, ittifak kurucu görece küçük toplum birimler, bu süreç
içinde, geçişme, kaynaşma yoluyla yeni bir toplum birim halinde
şekillenirlerken; bu arada her birine ait önceki toplumsal kurumlar da
(töreler) birbirleri içine geçmeye başlarlar. Hiç olmazsa, yeni
nesiller, farklı törelerin orada alt bileşenler halini aldığı bir ‘tek’
ritüelin sahibi olmuşlardır artık. Modern dönemin ‘bir tek ritüeli’
içinde, kaynakları bakımından birbirine özünde zıt kurumların da var
olabilmesinin nedeni budur. Tamamen farklı toplumsal dönem ve işlevlere
ait olan kurumların birbirine ulanmış, birbiri içinde erimiş
örneklerini, diyelim ki, düğün tören’lerinde bastan sona izlemek
mümkündür. Böyle durumlarda ayinle ilgili sürecinin analitik yorumu,
kaynaklara ulaşma bakımından, çok daha gerekli hale gelir.
Eski
Ahit’e göre Abraham, oğlunu, İshak’ı kurban etmek istediğinde, başını
vücudundan ayıracak ve sonra da kutsal ateşe atacaktı.
Buradaki haliyle ‘tek’ bir ayinle ilgili süreci olarak tanımlanan bu
tören, kurbanın başını keserek (‘kan akıtarak’) ve ateşte yakarak
öldürme biçimli farklı iki ritüelden oluşmaktaydı. Anlaşılıyor ki,
daha Abraham sırasında, önceki ittifaklar böyle bir kaynaşmanın ürününü
vermişti. Eski Ahit’in İsak’a ilişkin sunum anlatımı, daha önceki
çağların iki farklı ritüelinin a+b olarak birbirine ulanmış,
‘tek’leşmiş halidir.
İslami yorumda, Abraham’ın kurban edilecek oğulu İsmail’dir ve kurban ritüelinde ‘ateşte yakma’ sunum biçiminden söz bile edilmez.
Ateş kültünü, ittifak halinde olduğu karşıt topluluğa ait gören bir
geleneğe dayanan (“insan topluluğu ve cin-melek topluluğu”; “insanoğlu
ve tanrıoğlu”... gibi ayrımlar buna bağlıdır) İslam’da ateş, bu nedenle,
şeytan’ın yaratılış ve cehennemin eza aracıdır; bir kutsama aracı
ise, hiç değildir. Şiilik veya Aleviliğin İslam içindeki yerini,
su-suzluk motifli Kerbela; Ali, Ömer vb.kişilik öğeleri ile değil de,
Sümer-Akad eski gelenek kökenleri temelinde anlamaya çalıştıkça, bu
konunun, “Su ile Ateş”, “Gök ile Yer” ikili kült birliği halinde sürüp
gelen ana çizgilerin İslam içine yansımış halinden başka bir şey
olmadığını göreceğiz.
Abraham’ın
oğul kurban sunum anlatımlarında, sunumundan önce veya sonra, kurbanın
(sunucunun değil) su ile gerçekleşen kutsal bir arınma işleminden de
bahsedilseydi; Sümer-Akad geleneğinde başlangıcından bu yana tanımış
olduğumuz üç önemli farklı sunum biçimini, ‘tek’ bir ayinle ilgili
içinde birbirine eklenmiş haliyle de tanımış olacaktık. Yakılarak veya
toprağa gömülerek defnedilen ölü bedenin, bu törenlerden önce
mutlaka yıkanması kuralını, İlyada anlatımları ve İslam uygulaması
tamamlar.
İslam
dinini, Muhammed’in varlığı, sözleri ve davranışlarıyla açıklama tarzı,
garip bir şekilde, böyle davranmanın amaçlarına da ters olarak,
Muhammed’in önemini öne çıkarır. Oysa İslam, tıpkı öteki kutsal
Mezopotamya dinleri gibi, Sümer-Akkad kaynaklı eğilimlerden birinin
sadece yeniden şekillendirilmesinden ibarettir. Bu bakımdan,
Müslümanların Hac sırasında Şeytan Taşlama rituelininin kaynaklarını,
“putperestlik
döneminden kalma eski bir Arap geleneği”nde, kutsal saçmalıklarda,
vb.degil, Sümer-Akad kaynaklı kültür alanlarında aramaya çalışmak
gerekecektir. Toplumsal bir geleneğin nedenleri ve anlamı, onun bir
önceki dönem geleneklerinin devamı olduğuna atıfta bulunularak
açıklanmış sayılmaz. Putperestlik dönemi geleneklerinin de önceli ve bir
kaynağı olması gerekliydi. Sözü çok edilen ‘bilimsel yanıt’,bu
bakımdan gelenek öncellerinin kaynakları ortaya çıkarılarak
oluşturulabilir. Şeytan Taşlama ritüeli, hem ‘taşlama’ yönü ve hem de
‘şeytan, melek, ejderha, ikiz-kardeş, ikili karşıt toplum birliği’ yönü
bakımlarından, İslam veya ondan önceki ‘Arap putperestlik dönemi’nde
ortaya çıkmış değildir; daha öncesi vardır.
Şeytan
Taşlama ile ilgili olabilecek bir taşlama motifine, simdi Kâbe olan
kara taş’a da ad vermiş olması gereken Enki ile ilgili eski bir ilahide
rastlıyoruz. Bu ilahi şöyleydi:
“Geçmiş günlerde,
Geçmiş uzak günlerde,
Geçmiş gecelerde,
Geçmiş uzak gecelerde,
Geçmiş günlerde,
Geçmiş uzak günlerde,
Geçmiş günlerde,
Gerekli her şey var edildikten sonra,
Gerekli her şey emredildikten sonra
Tapınaklarda ekmek yendikten sonra
Fırınlarda ekmek piştikten sonra,
Gök Yer’den uzaklaştıktan sonra,
Yer Gök’ten uzaklaştıktan sonra,
İnsan’a ad verildikten sonra,
An Gök’ü aldıktan sonra,
Enlil Yer’i aldıktan sonra
Ereşkigal’e ölüler diyarı (yeraltı) verildikten sonra,
Yelken açtıktan sonra,
Yelken açtıktan sonra,
Enki Baba, Kur’a (Ölüler Diyarı-Yer Altı’na) yelken açtıktan sonra,
Kırala (Enki Baba’ya) karşı küçükler atıldı
Enki'ye karşı büyükler fırlatıldı.
Küçükler, elin taşları,
Büyükler, kamışların „dans eden" taşları,
Enki'nin gemisinin omurgası,
Savaşta hücum eden fırtına gibi gömüldü;
Kırala karşı sular geminin tepesinde
Kurt gibi yuttu,
Enki'ye karşı sular geminin arkasına
Aslan gibi çarptı.”
İlahimiz
bu haliyle ve burada kullanılan ‘Yer, Gök, Gemi’ gibi kavramların
günümüzde anlaşılan ‘Yer, Gök, Gemi’yi anlatmış olduğu varsayılırsa,
Enki’nin ‘gemi’sinin taşlanması olayı, garip bir anlatım olarak görünmektedir.
Zaten Bay Kramer dahil, öteki yorumcularımız, ilahilerin kullandığı
‘Gök’ kavramının gök’ü, Yer kavramının yer’i, daha çok da ‘kozmik yer ve
kozmik gök’ü anlattıklarını düşünmekte; ‘gemi’ kavramının da bir
‘gemi’yi anlattığından yola çıkmaktadırlar. Bay Kramer bu ilahide,
Enki’nin Kur’a karşı bir sefer düzenlediği, Kur (Yer altı,Cehennem) ile yürüttüğü savaşın işlendiği kanısındadır.
Fakat kendimize sorma zamanı gelmiştir: Eski ilahi metinleri, gerçekten, hep, ‘kozmik
dünyaların’ hayali tanımlamaları olarak mı ortaya çıkmıştır? Böyle
düşünmeyi gerektiren kanıtlar nerede bulunuyor? Apış arasını henüz
örtmüş ‘ilkeller’,nasıl oluyor da 21. yüzyıl insanının bir türlü
yorumlayamadığı, anlamakta zorlandığı zenginlikte ‘hayal ürünleri’
ortaya çıkarabiliyorlar?
Arkeolojik
bulgular hesaba katılırsa, ortaya çıkışından, en az 10–15 asır sonra,
ezber olarak anımsanan biçimiyle ve bu arada kavramların değişen
yorumları temelinde yazıya kaydedilmeye başlanmış olması gereken
Sümer-Akkad ilahileri, başlangıçtaki yapıları bakımından, eski toplumun
en gerçek ilişkilerini tanımlayan birer tarih aktarım biçimleriydi. Bu
olguyu bir kez saptayınca, bütün bu ilahi anlatımları veya o sırada
hala yarı-barbar yaşayan eski insanın ruh derinliklerinde nasılsa
şekillenmiş, şimdi bile çözümü güç ‘kozmik
dünya’ya ilişkin garip ürünler olmaktan çıkmaya; ana yapıları
itibariyle, Sümer-Akad topluluklarının yaşamış oldukları gerçek
tarihin, zamanla doğal olarak bozulmuş, anlatımları olarak şekillenmeye;
eski tarihi daha yakından tanımamıza yardımcı araçlar olmaya
başlarlar.
Yukarıdaki
ilahi, “Yer’in Gök’ten ayrılması” ve “İnsana ad verilmesi” ile ilgili
dizelerden daha önce, “Tapınaklarda ekmek yenmesi”nden bahsetmeyi daha
önemli görmüş ise, bu durumu bir nedene bağlayarak açıklamaya çalışmak
gerekmez mi?
İlahinin
sunumu ve dizelerin önem sıralaması, hiç olmazsa bir an düşünmeyi
gerektirmiyor mu? “Gök’ün yerden ayrılması, Yer’in Gök’ten ayrılması,
“İnsana ad verilmesi” gibi önemli ‘kozmik’ olaylar ile ‘Tapınaklarda
ekmek yenmesi’ gibi son derece basit ve fakat somut bir olgu arasında
nasıl bir bağlantı bulunmuş olabileceğini çözümlemek gerekmez mi?
Gök
ve Yer’in, neden ancak “Tapınaklarda ekmek yenmesinden” sonra
“birbirinden ayrılmış” olduğu konusunu çözümlemeye çalışmak, bu yönde
çözüm denemelerinde bulunmak, uzmanlarımızı, bir anda, konunun gerçek
özüne taşıyabilirdi. Çünkü böyle bir ‘kozmik düzenleme’yi ,
‘tapınaklarda ekmek yemek’ ile sağlayan eski toplumun, bu sözlerinin,
ancak ortak törensel, kutsal ziyafetle taçlanan bir ittifak
toplantısını anlatmış olabileceği belki görülmüş olabilecekti. (1)
Eski
ilahilerde yer alan ve Sümer torunları tarafından ‘gemi’ diye
aktarılmış bu kelimenin, bir başka içerikten ‘gemi’ tanımına doğru
evrilmiş olabileceğini düşündüren noktalardan daha önce bahsetmiştik.
Nuh Tufan anlatımınında , üzerinde şekillendiği bu ‘gemi’ tanımı, Eski Ahit’te, bir çatısı, çatısında bacası olan, 3 katlı bir
yapı halinde idi ve yapım ölçüleri ile Enki-EA tanrı tarafından
toprağa çizilen deseni bakımından ise, daha çok, 50 asır kadar önceki
tapınakları anlatıyor gibiydi. Sümer-Akad anlatımlarında, Tufan’ın,
önce,‘bütün tapınaklarda’ başlayan bir yıkım olarak yer alması da,
‘gemi’- tapınak eşitlemesini onaylar nitelikteydi.
Eski
ilahilerde ‘kayık-gemi-sandal’ kavramı, erkek ile kadın arasında
cinsel ilişkisi bağıntısında kullanılan bir araç olarak da karşımıza
çıkmaktadır. Hem Enlil, hem Enki ‘gençliklerinde’ yani erken dönemlerde,
sonraki İnanna veya İştar’ın öncülleri olan genç kızlarla, nehir
kıyısında ve mutlaka bir ‘kayık’ içinde sevişiyorlardı.
‘Kayık’ kavramına, İnanna’nın istekli bir kutsal çiftleşme anlatımını içeren bir başka ilahide de rastlıyoruz:
“Vahşi boğa için, bey için, yıkandığım zaman,
Çoban Dumuzi için, yıkandığım zaman,
Yanlarımı kremle (?) bezediğim zaman
Ağzımı amberle kapladığım zaman
Gözlerimi kömürle boyadığım zaman,
Onun güzel elinde arslanım şekil aldığı zaman,
Bey, kutsal İnanna’nın yanında yattığı zaman,
Çoban Dumuzi,
Süt ve kaymakla kucağı yumuşatacak,
Kadınlık organıma o elini koyduğu zaman,
Onun kara gemisi gibi o… yaptığı zaman,
Onun "dar" gemisi gibi o… yaptığı zaman
Beni yatakta öptüğü zaman,
Beyimi öpeceğim, ona tatlı bir kader vereceğim,
Sulgi 'yi, sadık çobanı öpeceğim,
Ona tatlı bir kader vereceğim,
Onun arslanını okşayacağım, ülkenin çobanlığını,
Onun kaderi olarak vereceğim.“(Kramer.TSB. S.248)
Hangi etimolojik ve ayin türü ile ilgili bağların, kadın cinsel organı ve kutsal mekân ile ‘kayık’
sözcüğü arasında, zamana dayalı bir anlamdaşlık sureci ortaya
çıkarmış olduğunu bütün yanları bakımından şu anda tam olarak
bilemiyoruz. Veriler, Sümer-Akad ataları tarafından kullanılan
“tapınak, kazan, kadın cinsel” organı ile bağlantı halindeki bir
kavramın zamanla “kayık” olarak yorumlanmış olabileceğine işaret
etmektedir. Bu bakımdan, Enki’nin ‘gemisi’, daha çok kutsal bir mekân
tanımı gibidir.
İlahinin öteki kilit kavramları açıklığa kavuştukça, bu kutsal mekân ve taşlamanın anlamı da belirginleşmiş olacaktır.
(1)İlahinin
bu anlamını keşfetmek için, aşiret yapılarının sürdüğü alanlarda, kan
veya toprak davalarının ‘barış yemekleri’ ile çözümlendiğini arada
bir yazan Bab-i Ali haberleri bile uyarıcı olabilirdi belki aslında.