Irak'ın
işgali ve Sümer-Akkad emanetlerinin yıkım ve yağmalanması, dikkatlerin eski
kültür değerleri üzerinde toplanmasına yol açtı. Sümer kültürü üzerine
yoğunlaşıldığı şu anda, Sümer uygarlığı ile bu uygarlığın etkilediği kültürler
arası ilişkilerin karıştırılmasına dikkat etmek gerekiyor.
Mezopotamya
topraklarında iki asıl topluluk bulunuyordu; kuzeyde Semitik topluluklar;
güneyde ise Sümerler diye adlandırılanlar. Yukarı ve Aşağı Mısır olarak
bölünmüş iki topluluk arasında merkezi konfederatif bir yapının bulunması gibi,
Kuzey ve Güney Mezopotamya'da da bir çeşit federatif bileşke bulunuyordu.
Kuzey
Mezopotamya'da bulunan Semitik Araplar ile güneyde bulunan Sümerler olarak
adlandırılanlar, etnik köken bakımdan birbirinden farklıdırlar: Farklı iki dil
konuşan ve farklı fiziki yapıya sahip iki topluluktur.
Eski kil tabletlerde
Kuzey ve Güney toprakları ''ki En-gi ki-uri'' diye yazılırdı. Ki-en-gi,
Sümerleri, Ki-uri ise kuzeydeki Semitik toplulukları anlatıyordu.
İlki, 'Enki toprağı', ikincisi ise 'Ur toprağı' anlamına geliyor: Bu
ifadeler uzman konsesüsüyle ''Sümmer ve Akkad toprakları'' olarak
tercüme edilmeye ve böyle tanıtılmaya başlanmıştır.
Akkad
uygarlığı, Aggade, Yasal Sar anlamına gelen Sarukan, (Sargon) kraliyetinin
başkentidir ve Kuzey topraklarının tüm Mezopotamya'da egemenliği ele geçirdiği
dönemi ifade ediyor. Babil ve Bağdat, Kuzey topraklarının temsilcileridir.
Semitik-Arap
toplum Sümerler ile iç içe yaşamış; bu kültürden etkilenmiş, bu kültürü
benimseyip ilerletilmesine katkıda bulunmuş olsa da Sümer kültürünün
başlangıçtaki yaratıcıları Sümerler olarak adlandırılan ve Semitik topluluktan
ayrı bir dile sahip olan topluluktu.
Daha sonra
Sümerler olarak adlandırılan bu topluluğun, bu bölgeye 'dışardan' geldiklerini
biliyoruz. Fakat nereden geldiklerini bilim henüz çözememiştir: Bu konuda
elimizde iki temel veri bulunuyor.
İlki, kazıt
bulgularla ele geçen kil tablet yazıları aracılığıyla bu topluluğun dili.
Yazılı ilk
tabletler kil veya taş üzerine yazılmış olarak MÖ 3300- 3200 yıllarına denk
düsen Uruk IV A kazıtlarında bulunmuştur. Bunlar Sümer dilinde yazılmıştı.
Fakat Sümerlerin yazıyı yaratmaları ve kullanmaları, bize tarihin kolayca
yazılabilmesi olanağı vermediği gibi, dillerini tüm özellikleriyle tanıyabilme
olanağı da sağlamıyor.
Sümer
dilinin özelliklerini tanıtan onların kil tablet yazılarıdır.
Çözümlenmesi
yorum gerektirmesi bakımından daha zor olan erken dönem eski tabletlerin sayısı
gerçekte çok fazla değildir. Bugünkü verilere göre, Uruk kazılarında bulunan
MÖ.3200 dönemine ait tabletler en eskiler arasında yer almaktadır. Bir yüzyıl
kadar sonra, MÖ.3100-3000 yıllarına, Cemdet Nasr dönemine ait olarak Kiş, Uruk
ve Cemdet Nasr yerleşimlerinde bulunanlar daha fazla sayı oluşturuyor. Ur’da
bulunanlar MÖ.2800-2700’lü, eski adı Suruppak (Uruffak) olarak okunan Fara
tabletleri ise MÖ.2600’lü yıllara aittir. Geç döneme ait ise on binlerce tablet
ele geçirilmiştir.
Uzmanlar
yazıtların anlamlarını genelde anlaşılır olarak çözümlemişlerse de kelimeleri
ses değerleriyle okuma bakımından ciddi sorunlar varlığını sürdürüyor. Sümerce
ile günümüzde var olan dil aileleri arasında dil kökensel bağ kurabilme konusu
da henüz bir çözüme ulaşmamıştır.
Kelime
anlamı doğru verilmekle birlikte okunan seslerden oluşan dil, Sümer
tabletlerini hazırlayanların kullandıkları dil olmak zorunda değildir.
Günümüzde
Çin alfabesi ile yazılmış gazete ve dergiler, Çin’in her yanında aynı anda
okunmakta ve anlaşılmaktadır. Buna karşılık, aynı metni okuyan ve okuduğunu
anlayan 80’e yakın farklı diyalekt ve dile sahip Çinliler kendi aralarındaki
konuşmada kelimelerin ses değerleri farklı olduğu için birbirlerini
anlayamazlar. Tek heceli Çince kelimeyi temsil eden her şekil, aynı anlamı
taşımakla birlikte, her bölgede farklı bir sesle okunup konuşulmaktadır.
Uzmanlarımızın,
Sümer tabletlerindeki aynı şekil veya kelimeyi farklı ses değerleriyle
okumaları, başlangıçta daha farklı okurken sonradan bir başka şekilde okumaya
başlamaları, konunun henüz tüm yönleriyle çözümlenmemiş ve üzerinde durmak
gerektiğini gösteren belirtilerdir.
Sümerce
yalnızca güneyde değil kuzeyde de kültürel egemen dildi. Fakat artık yazı
sistemi bilindiğine göre, Semitik Akkadca dilinde de tablet yazılmaya
başlanmıştı. Uzmanlarımızın, Mısır yazısına göre Sümer yazısını çok daha
kolaylıkla çözümleme başarısını Sümer-Babil çift dilde hazırlanmış tabletlere
borçluyuz.
Hartmut
Schmokel, Sümer dili konusunda şöyle demektedir:
“Kelime
yapısı bakımından Sümerce, heceli bir dildir. Bu tip bir dil Avrupa’da
Fin-Uygur ve Asya’da da Türk dilleri tarafından temsil edilir. Genellikle tek
heceli ve değişmez bir kökün, kendi başına anlamı olmayan eklerle kullanımından
oluşur. Bu dilin bir diğer ayırt edici karakteri, aynı kelimenin çok anlamlı
olmasıdır ki örneğin Çin dilinde olduğu gibi, inişli-çıkışlı, ince ve kalın
sonlama biçiminde vurgulama gerektirir.”
H.Schmokel,
Sümer dilinin sesli harfler bakımından zenginliğine ve bu zenginliğin de onu
hoş ve güzel kıldığına dikkat çekmekle birlikte, bu dilde eril-dişil ayırımının
olmadığını saptamayı unutuyor. Sümercede dişi ve erkek tanrılar yalnızca tanrı
olarak yazılmaktadır. Bu yüzden Bay Schmokel, Sümer metnini tercüme ederken
tanrı ve tanrıça ayırımını ayrıca belirlemek zorunda kalmıştır. Sümer dilinde
tanrı, dingir olarak okunuyor.
Leonard
Woolley ise Sümer dili konusunda şöyle der:
“(Mezopotamya'ya)
gelen sonuncu göçmenler Sümerler oldular. Bunlar yazılara ‘kara kafalar” diye
aktarılan siyah saçlı bir halktı ve etimolojik bakımdan değilse bile, yapısı
bakımından eski Turan Türkçesine benzeyen heceli bir dil konuşuyorlardı.”
Bay Woolley,
tabletlerde Sümerlere ilişkin ‘kara kafa’ yazılmış olmasından
doğrudan doğruya “kara saçlı bir halk” sonucuna ulaşmakla oldukça
tedbirsiz davranmaktadır. Toplum birimlerinin renkler temelinde birbirlerinden
ayrılması çok eskidir. “Kızılbaş” denince, kastedilenin saç renkleri olmadığı
açıktır. “Karabaşlı halk” deyimi de, ‘siyah saçlı bir halkı’ anlatmak için
kullanılmış değildir; beyaz, kırmızı, kara ve mavi renkler topluluk
belirleyicileri olarak şimdiki Mezopotamya giysilerinde de toplulukları ayırıcı
olmaya devam ediyor.
Sümerologlar
daha önce kral karşılığı olan kelimeyi İsaag veya Patesi diye okuyorlardı.
Bay Schmokel bir yerde “Enki’nin Sarayı=Etemen-enki” olarak okur,
aynı sözcüğü bir başka yerde ise “Enlil’in sarayı=Nemetti-enlil” olarak okur.
Bu demektir ki aynı saray sözcüğünü Bay Schmokel, hecesel olarak bir sağdan
başlayarak, bir de soldan başlayarak okumaktadır, her seferinde aynı anlamı
bulmakta ve fakat her seferinde farklı bir dil kullanmaktadır.
Kısacası
Sümer kelimelerinin doğru sesle okunuşu saptanmadan onun köklerinin aranması
yönelim olarak bile yanlıştı. Bu durum Sümer etimolojisini “yaşayan ve
ölü” hiçbir dile bağlayamamış olan uzmanlarımızın nerede tıkanmakta
olduklarını da göstermektedir.
J.Louis
Huot, SÜmer dili konusunda Woolley’den 50 yıl sonra benzer şeyleri
tekrarlamaktan öteye gitmemektedir:
“Bizim
yazıları anlamaya başladığımızdan beri, MÖ. 2500 yılları boyunca yazılan
Sümercenin dil kökeni belirsizliğini korumaktadır. Daha 1869’ da, Fransız Jules
Oppert, ne Assurca ve ne de Babilce olan bu tablet diline Sümerce demişti.
Fakat bu dilin bilimsel bakımdan varlığını temellendirmek ancak 1923 yılında
Arno Poebel’in Sümer Gramerini yayınlamasıyla olmuştur. Bu dil, heceli bir
dildir ve yapısal olarak diğer bir çoğuna (bu arada örneğin Türkçeye )
benzemektedir. Fakat ses değeri, fonetik bakımdan, ölü veya yaşayan hiçbir
benzeri yoktur.”
Bilimsel
çaba, karşılaşabilecek olası sonuçlar hesaba katılarak yönlendirilemez.
Bay Huot’nun bilimsel bir çalışmada kullandığı “diğer bir
çoğu” gibi belirsiz tanımlamalar dikkat çekicidir. Kimlerdir bu bir çoğu?
Eğer bu, özellikle yaratılmış bir ‘çokluk' eki değilse, heceli, önek-sonek
takılı, eril-dişil ayırımı bulunmayan, tümüyle değilse de az heceli kelimesi fazla
olan hangi dil ailesinin bu tanımlara uyan Sümer diline benzediği açıkça ortaya
konulmak zorundadır.
Bay Huot’nun,
Sümer ülkesini tanımlayan “Toprak. Önder.Kamış” olarak çizilmiş fikir-yazıdaki
kelime için önerdiği ‘Ki.en.gi=Kengir’ sesi ile tengri arasında
kuşkusuz bir ilişki vardır. Tanrı, Sümerce dingir olarak okunmaktadır.
Bay Huot, Sümerlerin ,’yer’e ‘ki’, göğe ‘an’, rüzgara da ‘yil’; yer ve
gökten oluşan evrene An-ki dediklerini yineler. Şimdilik şu kadarını biliyoruz
ki Türkçe ve Moğolca’da, yer, yir, kır, tan, yel, yil, tengri, tengere
sözcükleri, Sümerlerle benzeş ses ve anlamda olmak üzere günümüzde de
yaşamaktadır.
Bay Huot’nun
Sümer dili ile Türkçe arasında ilişki kurmaktan özellikle çekingen durması
anlaşılabilir nedenlere dayanıyor: Mustafa
Kemal döneminin “güneş dil” teorisi, çok fazla öne çıkarılmamış
bile olsa, Sümer dilinin Türkçe ile benzerliğinin keşfedilmiş olma olgusundan
güç almıştı.
Çok satan
Sümer kitapları yazarı ABD'li S.Noah Kramer de Sümer dili ile Türkçe
arasında dil kökensel benzerliğe işaret edenler arasındadır.
Sümer
heykel ve büstleri, bu topluluğun fiziki yapısı hakkında bir fikir veriyor; bu
nokta, Sümer atalarının etnik kökenini anlamada elimizde bulunan ikinci veriyi
oluşturuyor. Uzmanlar bu verilerden yola çıkarak Sümerlerin brakisefal bir ırk
olduğunu öne sürmüşlerdi.
Mustafa
Kemal döneminde son derece yanlış gerekçelendirilen Güneş
Dil teorisini savunanlar, birdenbire geri çekilmişlerdir. Bu
durumun, Mustafa Kemal'in, Türk ırkı brakisefal bir ırk değildir,
demesiyle ortaya çıktığı söyleniyor.
J.P.Roux’nun,
coğrafi bir kavram olarak “Altay dil grubu” kategorisine sokmaya
çalıştığı Türk dil gurubu Moğolca ile birlikte, dünyanın geniş bir coğrafya
toplamında şu anda da yaşayan, konuşulan bir dildir. Buna karşılık Bay Huot,
Sümercenin Latince gibi konuşulmayan ölü bir dile dönüştüğünden emindir ve
öteki meslektaşları gibi Latince örneğini kalıpsal kelimelerle yineler.
Avrupalı aydınlarımızın Sümerce ile Latince arasında kurdukları bağ hiç olmazsa
sonuçları bakımından yanlış bir karşılaştırmadır. Latince bütün bir Avrupa'ya
dil öğretmenliği yaparak Vatikan’a çekilmişti.
Mezopotamya'da
4000 yıl egemen kültür olarak kalıcılık taşımış Sümer dili, ardında, kendisine
ses değer bakımdan “tek bir benzeyen” bırakmadan nereye kaybolmuştur?
Sümer
kültür mirası, birçok yönüyle henüz tam olarak değerlendirilmiş değildir.
Sabırlı bilimsel çalışma, bu alanda da yükselen çağrıdır!
Safa Kaçmaz
24.04.2003, Moskova