"Hep
kavga dövüş, savaş işin gücün,
En iğrendiğim sensin
Zeus'un beslediği krallar içinde!"
En iğrendiğim sensin
Zeus'un beslediği krallar içinde!"
Bugün
yalnızca turistik gezi duraklarından biri olarak rehber kartlarına işaretlenen
Truva'yı ve onun surları önünde on yıl süren savaşı, 32 asır önceki eski
topluma ait tüm bilgilerle kanaviçe gibi örerek anlatır Homeros destanları...
İlyada ve
Odisseia, özellikle Avrupalı aydın bakımından büyük bir moral değere sahipti ve
asırlarca süre bu destanlar temelindeki eğitimle yetişmiş Latin kültür kökenli
toplumlarda, bir aydının herhangi bir yazısında Homeros destanlarına gönderme
yapılmamış olması neredeyse olamaz bir şeydi.
Gerçi,
Homeros destanları yasal bakımdan, Atina'da dini ayinlerin kutsal ilahileri
olarak kabul edilmişti ama önce, tanrıların tekleşmesi sürecinde gözden düşmesi
gerekiyordu; aydınlanma çağından sonra ise bunlar nihayet, eski Anadolu ve Grek
şehir devletleri arasındaki savaşları ve toplulukların kendi tanrılarıyla olan
ilişkilerini ele alan; edebi yönden etkileyici ve olsa olsa bire bin katılmış
söylence-mitoloji olarak kabullenilip bırakılmıştı.
Okuyucuyu
dağların en yükseği Olimpus'a, yerleri ve gökleri titreten Baba-tanrı Zeus
katına çıkaran, oradan denizin kenarına, Agememnon ile Aşil arasında Biriseis
kız için yürüyen onur tartışmasına taşıyan; Menelaos'un karısı güzeller güzeli
Helene ile Paris arasındaki doyumsuz aşkı dinleten; Odisseia' da kahramanıyla
birlikte yeraltı Hades'ine indiren....
Piriam ve elli oğlunun Truva'sını anlatan
destanlar aslında o denli gerçekti ki Alman define arayıcısı, elinden
düşürmediği Homeros'un kitabındaki tanımlardan hareketle, Menderes nehrinin süzülüp
aktığı ovaya ulaştı ve oradan destana göre şehrin batı kapısındaki ulu meşe
ağacının izini süre süre Çanakkale'de Homeros'un Truva'sını eliyle koymuş gibi
ortaya çıkarıverdi.
Truva'nın
1870'li yıllarda keşfiyle birlikte Homeros 'mitolojisi'ne ilişkin bütün eski
yargıların değişmesi gereken an gelmişti artık. Kazıtçılar üstelik bir tek Truva
değil, tam dokuz Truva bulmuşlardı. Üst üste dokuz şehrin yalnızca bir katında
'50 oğul'u olan Piriamos'un kutsal İlyon şehri ve destanda öve öve
bitirilemeyen zengin hazinesi bulunuyordu.
Alman
yurttaşı Scheliman'ın Truva'yı keşfi, hiç olmazsa Avrupa'da bir volkan
patlaması etkisi yarattı. Charle Diehl, biraz da aydın kıskançlığı ve
küçümsemesiyle, Truva kazıtlarını kastederek, 'orada', diyordu, ''Homeros bir
tanrı, bay Schlieman da onun peygamberidir; fakat, yürekten inanıyorum ki
peygamberine tanrısından daha çok tapılıyor orada. ''
Tanrısından
çok tapılan bu define hırsızı, doğrusu peygamberliği hak edecek kadar da iyi
çalışıyordu; Scheliman, Türkiye ve Yunanistan'da kazıt çalışmalarını sürdürdü;Truva'dan
beş yıl sonra bu kez Agamemnon'un mezarını ve o zamanki söylentiye göre, bizzat
Agamemnon'un kemiklerini de buldu.
"Klytaimestre
ve sevgilisi Egisthe tarafından, hepsi de yemek masasındayken öldürülen
Agememnon, Kassandra ve Eurymedon'un mezarlarını bulduğumu büyük bir kıvançla
majestelerine bildiririm. "
Böylece,
bütün bir Avrupa bilim dünyasını yetiştiren Antik Yunan öğretisinin temeli olan
destanlar, nereden kaynaklandığı belirsiz bir "mitolojik anlatım"
olmaktan çıkmış, 5000 yıldır var olan Truva'yı konu edinen genel bir tarih
anlatım biçiminden başka bir şey olmadığını bütün dünyaya yüksek sesle ilan
etme olanağına kavuşmuştu.
19. yy'da
tarihe ilişkin yaygın anlayış, onu 'yazılı tarih'le sınırlı olarak anlamak
biçimindedir. Bu konuda da eski Hint ve Ortadoğu Kutsal Kitapları, Antik Yunan
ve Roma kaynakları, Sezar ile Taciticus'un Cermen Tarih ve Yıllıkları'nın
ötesinde elde fazla kaynak bulunmuyordu.
Bu durumda
yalnızca bu bilgilere dayanarak eski insanın geçmiş toplumsal kurum ve onları
ortaya çıkaran ilişki temellerini kavrama çabası, yeterli derinlikte olamazdı.
Eski
insanın Homeros dünyası ve Homeros dünyasına da büyük ödünçler verdiği şimdi
belli olan Sümer kültürünün, yazılı ve yazılı olmayan kazıt bulgu sonuçlarının
tarihi bize, bu alanda, 1870'li yıllardan itibaren bir bakıma yeni ve daha
zengin olanaklar sunma sürecini başlatmıştır.
Gerçi 1850
'li yıllardan itibaren, Avrupa ve Amerika sosyal bilimi, eski topluma ilişkin
büyük bir bulgu birikimi sağlamıştı. Amerikalı Lewis H. Morgan'ın Eski
Toplum'unda yayınlanan Amerika yerlileri arasında yapmış olduğu araştırma
sonuçları, değişmeden kaldığına inanılan 'kutsal aile' yapısının eski toplumda
tümüyle farklı olduğunu açıklığa kavuşturmaya başlamıştı; sömürgeciliğin açtığı
yoldan Afrika ve Avustralya'ya ulaşan İngiliz ve Fransız yurttaşlarının
yerliler arasında yürüttükleri incelemeler de hız kazanmıştı.
Bununla
birlikte, Avrupa'nın en ileri beyinleri, kısa bir zaman sonra bu 'ilkellerin
sırları' önünde yorum üstüne yorum geliştirmenin ilerisine pek geçemediler: Her
şey bir yere kadar açıklanabiliyor; sonra, eski insanın ruh, hayvan, bitki,
yıldız ve ejderhalardan oluşan dünyasının 'giz örtüsü' Gılgamış'ın Uruk sur
duvarları gibi yükselip, eski dünyanın etrafını çepeçevre kapatıveriyordu.
Uzmanların
dilden düşürmedikleri 'giz' ve 'hayal' sözcükleri kadar, ateşli silahlarla
çabucak dize getirilen ' ilkeller' karşısında modern dünyanın şerefini kurtaran
çok az kelime vardır!
Alman
define avcısı Schlieman'ın, kendi niyeti, sonradan Londra, Berlin ve Paris
müzelerini süsleyecek değerli eşyaları çalıp götürmekten başka bir şey olmasa
da ortaya çıkardığı Truva, insanbilim tarihinde Lewis Morgan'ınkinden aşağı
düzeyde olmayan çığırlardan birini başlatmıştır.
Kazıt
bilimin antik vazo toparlama uğraşı olmaktan çıkıp, başlı başına bir bilim hale
gelmesinin Truva'nın keşfine bağlı olması bir yana; bu keşif, 'Mitoloji'nin de
hiç olmazsa sözünü ettiği şeylerin tarihte yaşanmış olduğunu herkese göstermiş;
Mısır'da, Sümer Mezopotamyası’nda ve Türkiye'de cesurca ve emin olarak
kazıtlara başlanması için bilimsel bir coşku temeli de yaratmıştır.
Truva'nın
keşfinin ardından, eski tarih araştırıcılığı, kazıt bilime tam olarak o
tarihlerden itibaren yöneldi ve bugün olduğu gibi dün de Asya, Avrupa ve Kuzey
Afrika ile bağları olan Anadolu, eski Sümer, Asur, Hitit uygarlıkları, ölçülmez
değerdeki yazıtlarıyla kendilerini bize tanıtmak için sıraya girdiler.
Kil
tabletlerin okunmasını kendilerine borçlu olduğumuz Avrupalı bilim adamları,
daha önce sadece Kutsal Kitaplarda adı geçen bu topluluklara ait bulguları
Londra, Paris, Berlin ve New York'a taşımaktan yorulduklarında bir kısmını da İstanbul
ve Ankara müzelerine teslim etmişlerdi.
Gün yüzüne
çıkan tabletler, bu kez de bir yüz yıl boyunca Türkiye müze depolarının tozlu
raflarına sıralandılar ve büyük hedef sahibi aydınlarımızın küçük uğraşlarından
başlarını kaldırmalarını sabırla ve biraz da boşuna beklemeye başladılar.
İngiliz W.
Loftus'un 1835'lerdeki pek kalıcı sonuç vermeyen ilk Mezopotamya yolculuğu 1850' lerden sonra,
kesintilere uğrasa da günümüze değin devam eden bir kazıt bulgu çalışmasını
beraberinde getirmiştir.
Şimdi
artık, eski Sümer yerleşimleri olan Eridu, Ur, Uruk, Girsu, Lagaş ve öteki
Babil şehirlerinde 5000 yıl önce yaşayan toplulukların kendi aralarında kurup
sürdürdükleri ilişki biçim ve düzenlerini yakından izleyebilme olanağına
sahibiz.
Eski
insanın tabletlerin bir bölümüne kaydettiği ilahiler, cenaze törenlerinde, yeni
yıl bahar şenliklerinde, kardeşlik anlaşma şölenlerinde, tanrılara adanmış
tapınak korolarında kör ozanlar, çalgıcılar, rahipler ve doğrudan topluluk
bireylerince, bütün bir topluluğun onayını alma süreci içinde zenginleşerek
zaman içinde oluşmuş, yaratılıp düzenlenmiş tarih kayıtlarıdır aynı zamanda. (*1)
Demek ki
başlangıçta toplumun eski ilişkilerinin tanımı ilahilerin içinde yer alıyor ve
sonraki nesillere davranış düzenlemeleri bakımından yol gösteriyordu. Homeros
adıyla anılan bu destanlar, bu nedenle yalnızca bir savaş anlatımı, hatta
öncelikle bir savaş anlatımı değildir.
İlyada,
ister istemez kendisine savaşı konu alırsa da orada, bir bütün olarak savaş
yergisini de okuruz. Destanlar öte yandan, insan yaşamının hemen her
kesitindeki ilişkilerini sonraki kuşaklara öğreten bir töre aktarım biçimi olarak
şekillenmiştir aynı zamanda.
Orada, gür
naralı Diomedes, toplanan kurultayda söz alınca, "önce sana çatacağım,
Atreusoğlu Agamemnon, ey kral, darılmaca falan yok, toplantıda bize verilen hak
bu" dediği zaman, bu dizeler, sonraki krallar arası ilişkide de kullanılan
bir uygulama kılavuzu da oluyordu.
İster
Olimpus'lu tanrıların, ister Truva önünde savaşanların şölenlerinde olsun,
katılımcılar eşit pay alır, yakınmazdı bir tek kişi. İnsan, kanla, çamurla
kirliyken, arınmamış ellerle Zeus'a yalvaramazdı. Truva içinde Atena'ya bir
yaşında iki buzağı kurban edilmişti. Dışardan gelen konuk, önce eşikte
karşılanır, yedirilir, içirilir, ancak bundan sonra adı-sanı sorulurdu; yabancı
konuk girişte silahlarını kapı dibine koyar, evin erkeği veya genç kızı tarafından
yıkanırdı. Savaşta iki tarafın temsilcilerinin düellosunda kuralar tolgaya
konup sallanır, düello alanı ölçülür, öteki savaşçılar yerlere çömelir, kurası
çıkan ilk mızrağı atardı.
Nestor bir
kam olarak Agememnun'a söz geçirirdi. Karşılıklı ant içmenin yolu yordamı
belirlenir, ihtiyarlar meclisi toplanır, yaşlı temsilci asa'sı üzerine ant
içer, taraflar ant'ın konusunu ve uyulmamasının neticelerini yüksek sesle beyan
edip tanrılara yakarırlar; Gök tanrıya ak koyun, Yer tanrıya kara koyun
kesilirdi.
İlyada'dan
Tanrı sunularının nasıl hazırlandığını, yaban domuzu veya koyundan bir tutam
kıl-tüy kesilip onun paylaştırılması gerektiğini öğreniriz. Homeros dünyasının
savaşlarında kişinin ölmesinden çok, ölü bedeninin karşı tarafa kaptırılmaması,
soykalarının soydurulmaması çok daha önemlidir.
Turuva
anlatımında ölüm törenlerinin, yas tutma günlerinin, cenazeyi ateş payı vererek
yaktıktan sonra kemiklerini toplamanın, mezar dökmenin, 'piç' veya 'kusursuz'
oğul ve kızların ilişkilerini anlarız, bir tanrıçadan veya ölümsüz tanrıdan
olan ile bir ölümlüden doğanın, saygıda bir olamayacağını saptarız.
Aleksandr,
Paris, karşılıklı ant içildikten sonra, Menelaos'la teke tek dövüşü yitirince,
Helene'nin, Akha'lardaki geleneğe göre, Paris'in yatağına artık çıkmaması gerektiğini,
bunun hoş karşılanmadığını anlarız.
Yalvarana
saygıyı, kurtulmalık kurumunu, köleleştirme ilişkilerini, krallar arası ganimet
onurlandırma paylaşımlarını izleriz.
Kısaca bu
destanlar, tıpkı öteki eski toplum destan örnekleri gibi bireyin doğum
öncesinden, ölüm sonrasına değin geçecek varlık dönemi boyunca karşılaşacağı
hak ve yükümlülük tanımlamalarının; bütün bir toplu yaşam kurallarının
anlatımını içerir.
Truva'nın
keşfinden otuz yıl kadar önce, ''her mitoloji, doğa güçleri üzerinde hayal alanında
ve hayal aracığıyla egemenlik kurar. . " diye ilan edilmesinin karşısına
Yunan mitolojisi Truva , Hektor, Priam ve Agememnon'la, elle tutulur bir gerçek
olarak karşımıza dikilince, eski tutumların düzeltilmesi beklenirdi.
Ama
anlaşılıyor ki genellikle olduğu gibi, ortaya çıktıktan sonra teoriyi düzeltmek
her zaman zordur ve neredeyse Politzer'e gelinceye kadar bu konularda tam bir
sessizlik hüküm sürüp gitmiştir.
Köleci
Atina etrafındaki Hellen ittifak uygarlığı, onun uIaşmış olduğu kültür dünyası,
Homeros'un İlyada ve Odisseia 'sı olarak bilinen destanlarla doruk noktasını
bulan eski kültür; sonrasında Zeus'u İsa'ya dönüştüren gücün düşünsel dile getiricilerinin
fikirleri Aristo, Platon vb. ile Roma üzerinden bütün Avrupa'ya; Büyük İskender
aracılığıyla da küçük Asya ve Hindistan'a kadar uzanmıştı.
Kutsal
Kitap'larda dönüşmüş biçimlerinin yer aldığı olayların bundan dört bin yıl
önce, yeraltına gömülmüş kil tabletler üzerinde de bulunuyor olması, kutsal
kitap sözlerinin tarihsel ve dolayısıyla hukuksal belge olarak da okunmasını
gerektirir. Çünkü bütün bozulmuş örnek ve anlayışları içermesine karşın
destanlar, eski toplum işleyişinin ve kavramlarının anlaşılmasında bir tarih
aktarım biçimi olarak da bize ulaşmışlardır.
Zeus'un
Jesus Crist ve öteki tanrı ile tanrıçaların da İsa'nın l2 havarisi haline
dönüşüp, tek tanrılı döneme geçilinceye değin Truva destanları, etkisi gittikçe
azalarak da olsa, dini bir ayin kitabı olarak varlığını sürdürmüştür.
Doğaldır ki
mitoloji hayal ürünü olunca, din üstelik afyon da olmalıydı!
Avrupa
materyalizmi, dinin toplumda o anda oynadığı role karşı tavrını, dinin
açıklaması yerine koyarak da yanlışa düşmüştür. Din, siyaset ve hukuk'un yanı
sıra, ayrı bir üst yapı kurumu değildir; dini hukuktan ayırıp, onu idealizmin
değerlendirdiği gibi tanrı ve tanrısallaşmış insan aklının ürünü;hayal ve
düşler toplamı olarak nitelemek başlı başına bir yanlıştır.
Modern
hukuk doğrudan doğruya dinlerin içinden, dinin kendisi de doğrudan doğruya en
eski toplumların hukuk gereksiniminden ortaya çıkar. (*2)
Varlığını
Hammurabi ve Musa kanunlarında da bulduğumuz laik yapının, ötekinin içinden
ancak tam olarak ayrıldığı Fransız devrimine değin, geçiş sırasındaki iç içeliğini
görmek; bunu, hukuk ve dinin başlangıçta birlik ve aynılaşmış halde var
oluşlarının bir işareti olarak kavramak gerekirdi.
Sümerlerin
en eski yasalarında, yazılı hale gelmeden önce de eskiden toplumlarda töreler
bulunduğu aktarılır. Bugün, Hammurabi öncesi Sümer yasa tabletlerini; Urukagina,
Urnammu, Ana İttuşi, Lipit İştar ve Eşnunna yasalarını, okuma ve inceleme
olanağına sahibiz artık.
Tarihsel
kanıt eksikliği bulunduğu dönemin modern Avrupa materyalizmi, hem mitoloji ve
hem de onun özel biçiminden başka bir şey olmayan din kaynaklarına ve genel
olarak dine karşı da sarsıntılar geçirmiştir; onun için mitoloji, destan vb.
bir sanat biçiminden öte değer taşımaz ve insan ruhunun ürünüdürler; mitoloji,
doğa güçleri üzerinde hayal alanında ve hayal aracılığıyla egemenlik kurar ve o
güçlere biçim verir!
A. Erhat ve
A. Kadir'in Türkçe çevirileriyle okunması doyumsuz İlyada ve Odisseia, eski
insanın gerçek yaşamının gerçek değerlerinin tarihteki en güzel anlatımlarından
biridir.
***
Açıklama
(*1)
Homeros destanlarını Türkçeye taşıyan ve tanıtan Azra Erhat'ımız Truva
destanlarının oluşum ve edebi yapılanmasına ilişkin olarak, ne yazık ki
Avrupalı uzmanların kimi yanlışlarını yinelemekten kurtulamamıştır.
Homeros
destanlarında Olimpus'ta oturan Musa'lar vardır ve olan-biteni onlar bilir ve
anlatırlar. Musa'ları da yönlendiren ve kendisinden 'ben' diye bahseden, Ozan
başı diyebileceğimiz birisi de şiir-ilahi okuma düzenini oluşturup yönetir.
A. Erhat,
tercümesini kendisinin yaptığı esere dikkatli bakmış olsaydı, 'Homeros'un
İlyada'da, ben diye konuştuğu tek parça bulunduğu yolundaki iddiasının
yanlışlığını görürdü.
''Olimpus
saraylarında oturan Musa'lar, haydi,
söyleyin bakalım şimdi bana
Agamemnon'un karşısına önce çıkan kimdi?''
söyleyin bakalım şimdi bana
Agamemnon'un karşısına önce çıkan kimdi?''
İlyada'da
bu kalıpsal yapı, birçok kez tekrarlanır.
(16. Bölüm-110, 11. Bölüm-220 12. Bölüm -175 vb. )
(16. Bölüm-110, 11. Bölüm-220 12. Bölüm -175 vb. )
Fakat konu
özne saptamanın ötesindedir. İlyada destan yapısında, bütün diyaloglarda bir
yineleme vardır; yanıt veren, karşı konuşmacının sözlerini alır, yineler ve bu
başlangıcı takiben kendi yanıtını geliştirir.
Destanların bu özelliği, bizi, savaşanlar
adına şiir-şarkıyla savaşı sürdüren ozan temsilcilerin 'atışması'na götürür. Ve
böylece o olağanüstü güzel ayrıntıların bir tek kişi ve üstelik kör bir şair
tarafından yaratıldığına dönüştürülmüş, A. Erhat'ın da kapıldığı Homeros
aşkının yanlışlığı çıkar ortaya. Homeros, eğer tek bir kişi ismi ise savaşın
yürümekte olduğu sıradaki akşam toplantılarından itibaren yüzlerce ozanın
çabası ile ortaya çıkmış bu destanların yalnızca, olsa olsa bir düzenleyicisi
olabilirdi.
(*2)
Engels, analık hukuku kavramına karşı çıkarken, hukuku da modern hukuk
anlamıyla sınırlama eğilimindedir ve yalnızca dinsel örtülü hukuk kurallarından
söz etmekle yetinmiştir.
Safa KAÇMAZ
22.09.2003
22.09.2003