22.11.2006

Tarih, Truva ve Mitoloji...


"Hep kavga dövüş, savaş işin gücün,
En iğrendiğim sensin
Zeus'un beslediği krallar içinde!"

Bugün yalnızca turistik gezi duraklarından biri olarak rehber kartlarına işaretlenen Truva'yı ve onun surları önünde on yıl süren savaşı, 32 asır önceki eski topluma ait tüm bilgilerle kanaviçe gibi örerek anlatır Homeros destanları...

İlyada ve Odisseia, özellikle Avrupalı aydın bakımından büyük bir moral değere sahipti ve asırlarca süre bu destanlar temelindeki eğitimle yetişmiş Latin kültür kökenli toplumlarda, bir aydının herhangi bir yazısında Homeros destanlarına gönderme yapılmamış olması neredeyse olamaz bir şeydi.

Gerçi, Homeros destanları yasal bakımdan, Atina'da dini ayinlerin kutsal ilahileri olarak kabul edilmişti ama önce, tanrıların tekleşmesi sürecinde gözden düşmesi gerekiyordu; aydınlanma çağından sonra ise bunlar nihayet, eski Anadolu ve Grek şehir devletleri arasındaki savaşları ve toplulukların kendi tanrılarıyla olan ilişkilerini ele alan; edebi yönden etkileyici ve olsa olsa bire bin katılmış söylence-mitoloji olarak kabullenilip bırakılmıştı.

Okuyucuyu dağların en yükseği Olimpus'a, yerleri ve gökleri titreten Baba-tanrı Zeus katına çıkaran, oradan denizin kenarına, Agememnon ile Aşil arasında Biriseis kız için yürüyen onur tartışmasına taşıyan; Menelaos'un karısı güzeller güzeli Helene ile Paris arasındaki doyumsuz aşkı dinleten; Odisseia' da kahramanıyla birlikte yeraltı Hades'ine indiren....

 Piriam ve elli oğlunun Truva'sını anlatan destanlar aslında o denli gerçekti ki Alman define arayıcısı, elinden düşürmediği Homeros'un kitabındaki tanımlardan hareketle, Menderes nehrinin süzülüp aktığı ovaya ulaştı ve oradan destana göre şehrin batı kapısındaki ulu meşe ağacının izini süre süre Çanakkale'de Homeros'un Truva'sını eliyle koymuş gibi ortaya çıkarıverdi.

Truva'nın 1870'li yıllarda keşfiyle birlikte Homeros 'mitolojisi'ne ilişkin bütün eski yargıların değişmesi gereken an gelmişti artık. Kazıtçılar üstelik bir tek Truva değil, tam dokuz Truva bulmuşlardı. Üst üste dokuz şehrin yalnızca bir katında '50 oğul'u olan Piriamos'un kutsal İlyon şehri ve destanda öve öve bitirilemeyen zengin hazinesi bulunuyordu.
Alman yurttaşı Scheliman'ın Truva'yı keşfi, hiç olmazsa Avrupa'da bir volkan patlaması etkisi yarattı. Charle Diehl, biraz da aydın kıskançlığı ve küçümsemesiyle, Truva kazıtlarını kastederek, 'orada', diyordu, ''Homeros bir tanrı, bay Schlieman da onun peygamberidir; fakat, yürekten inanıyorum ki peygamberine tanrısından daha çok tapılıyor orada. ''

Tanrısından çok tapılan bu define hırsızı, doğrusu peygamberliği hak edecek kadar da iyi çalışıyordu; Scheliman, Türkiye ve Yunanistan'da kazıt çalışmalarını sürdürdü;Truva'dan beş yıl sonra bu kez Agamemnon'un mezarını ve o zamanki söylentiye göre, bizzat Agamemnon'un kemiklerini de buldu.

1876' da Bay Schlieman, bu olaydan haberdar etmek için Yunan kralına çektiği telgrafta, sanki 3000 yıl önceki bir 'mit'ten değil de birkaç gün önce aralarında bulunduğu dostlarından bahseden bir insan rahatlığı içinde şöyle yazıyordu:

"Klytaimestre ve sevgilisi Egisthe tarafından, hepsi de yemek masasındayken öldürülen Agememnon, Kassandra ve Eurymedon'un mezarlarını bulduğumu büyük bir kıvançla majestelerine bildiririm. "

Böylece, bütün bir Avrupa bilim dünyasını yetiştiren Antik Yunan öğretisinin temeli olan destanlar, nereden kaynaklandığı belirsiz bir "mitolojik anlatım" olmaktan çıkmış, 5000 yıldır var olan Truva'yı konu edinen genel bir tarih anlatım biçiminden başka bir şey olmadığını bütün dünyaya yüksek sesle ilan etme olanağına kavuşmuştu.

19. yy'da tarihe ilişkin yaygın anlayış, onu 'yazılı tarih'le sınırlı olarak anlamak biçimindedir. Bu konuda da eski Hint ve Ortadoğu Kutsal Kitapları, Antik Yunan ve Roma kaynakları, Sezar ile Taciticus'un Cermen Tarih ve Yıllıkları'nın ötesinde elde fazla kaynak bulunmuyordu.

Bu durumda yalnızca bu bilgilere dayanarak eski insanın geçmiş toplumsal kurum ve onları ortaya çıkaran ilişki temellerini kavrama çabası, yeterli derinlikte olamazdı.

Eski insanın Homeros dünyası ve Homeros dünyasına da büyük ödünçler verdiği şimdi belli olan Sümer kültürünün, yazılı ve yazılı olmayan kazıt bulgu sonuçlarının tarihi bize, bu alanda, 1870'li yıllardan itibaren bir bakıma yeni ve daha zengin olanaklar sunma sürecini başlatmıştır.

Gerçi 1850 'li yıllardan itibaren, Avrupa ve Amerika sosyal bilimi, eski topluma ilişkin büyük bir bulgu birikimi sağlamıştı. Amerikalı Lewis H. Morgan'ın Eski Toplum'unda yayınlanan Amerika yerlileri arasında yapmış olduğu araştırma sonuçları, değişmeden kaldığına inanılan 'kutsal aile' yapısının eski toplumda tümüyle farklı olduğunu açıklığa kavuşturmaya başlamıştı; sömürgeciliğin açtığı yoldan Afrika ve Avustralya'ya ulaşan İngiliz ve Fransız yurttaşlarının yerliler arasında yürüttükleri incelemeler de hız kazanmıştı.

Bununla birlikte, Avrupa'nın en ileri beyinleri, kısa bir zaman sonra bu 'ilkellerin sırları' önünde yorum üstüne yorum geliştirmenin ilerisine pek geçemediler: Her şey bir yere kadar açıklanabiliyor; sonra, eski insanın ruh, hayvan, bitki, yıldız ve ejderhalardan oluşan dünyasının 'giz örtüsü' Gılgamış'ın Uruk sur duvarları gibi yükselip, eski dünyanın etrafını çepeçevre kapatıveriyordu.

Uzmanların dilden düşürmedikleri 'giz' ve 'hayal' sözcükleri kadar, ateşli silahlarla çabucak dize getirilen ' ilkeller' karşısında modern dünyanın şerefini kurtaran çok az kelime vardır!

Alman define avcısı Schlieman'ın, kendi niyeti, sonradan Londra, Berlin ve Paris müzelerini süsleyecek değerli eşyaları çalıp götürmekten başka bir şey olmasa da ortaya çıkardığı Truva, insanbilim tarihinde Lewis Morgan'ınkinden aşağı düzeyde olmayan çığırlardan birini başlatmıştır.

Kazıt bilimin antik vazo toparlama uğraşı olmaktan çıkıp, başlı başına bir bilim hale gelmesinin Truva'nın keşfine bağlı olması bir yana; bu keşif, 'Mitoloji'nin de hiç olmazsa sözünü ettiği şeylerin tarihte yaşanmış olduğunu herkese göstermiş; Mısır'da, Sümer Mezopotamyası’nda ve Türkiye'de cesurca ve emin olarak kazıtlara başlanması için bilimsel bir coşku temeli de yaratmıştır.

Truva'nın keşfinin ardından, eski tarih araştırıcılığı, kazıt bilime tam olarak o tarihlerden itibaren yöneldi ve bugün olduğu gibi dün de Asya, Avrupa ve Kuzey Afrika ile bağları olan Anadolu, eski Sümer, Asur, Hitit uygarlıkları, ölçülmez değerdeki yazıtlarıyla kendilerini bize tanıtmak için sıraya girdiler.

Kil tabletlerin okunmasını kendilerine borçlu olduğumuz Avrupalı bilim adamları, daha önce sadece Kutsal Kitaplarda adı geçen bu topluluklara ait bulguları Londra, Paris, Berlin ve New York'a taşımaktan yorulduklarında bir kısmını da İstanbul ve Ankara müzelerine  teslim etmişlerdi.

Gün yüzüne çıkan tabletler, bu kez de bir yüz yıl boyunca Türkiye müze depolarının tozlu raflarına sıralandılar ve büyük hedef sahibi aydınlarımızın küçük uğraşlarından başlarını kaldırmalarını sabırla ve biraz da boşuna beklemeye başladılar.

İngiliz W. Loftus'un 1835'lerdeki pek kalıcı sonuç vermeyen ilk Mezopotamya yolculuğu 1850' lerden sonra, kesintilere uğrasa da günümüze değin devam eden bir kazıt bulgu çalışmasını beraberinde getirmiştir.

Şimdi artık, eski Sümer yerleşimleri olan Eridu, Ur, Uruk, Girsu, Lagaş ve öteki Babil şehirlerinde 5000 yıl önce yaşayan toplulukların kendi aralarında kurup sürdürdükleri ilişki biçim ve düzenlerini yakından izleyebilme olanağına sahibiz.

Eski insanın tabletlerin bir bölümüne kaydettiği ilahiler, cenaze törenlerinde, yeni yıl bahar şenliklerinde, kardeşlik anlaşma şölenlerinde, tanrılara adanmış tapınak korolarında kör ozanlar, çalgıcılar, rahipler ve doğrudan topluluk bireylerince, bütün bir topluluğun onayını alma süreci içinde zenginleşerek zaman içinde oluşmuş, yaratılıp düzenlenmiş tarih kayıtlarıdır aynı zamanda. (*1)

Demek ki başlangıçta toplumun eski ilişkilerinin tanımı ilahilerin içinde yer alıyor ve sonraki nesillere davranış düzenlemeleri bakımından yol gösteriyordu. Homeros adıyla anılan bu destanlar, bu nedenle yalnızca bir savaş anlatımı, hatta öncelikle bir savaş anlatımı değildir.

İlyada, ister istemez kendisine savaşı konu alırsa da orada, bir bütün olarak savaş yergisini de okuruz. Destanlar öte yandan, insan yaşamının hemen her kesitindeki ilişkilerini sonraki kuşaklara öğreten bir töre aktarım biçimi olarak şekillenmiştir aynı zamanda.

Orada, gür naralı Diomedes, toplanan kurultayda söz alınca, "önce sana çatacağım, Atreusoğlu Agamemnon, ey kral, darılmaca falan yok, toplantıda bize verilen hak bu" dediği zaman, bu dizeler, sonraki krallar arası ilişkide de kullanılan bir uygulama kılavuzu da oluyordu.

İster Olimpus'lu tanrıların, ister Truva önünde savaşanların şölenlerinde olsun, katılımcılar eşit pay alır, yakınmazdı bir tek kişi. İnsan, kanla, çamurla kirliyken, arınmamış ellerle Zeus'a yalvaramazdı. Truva içinde Atena'ya bir yaşında iki buzağı kurban edilmişti. Dışardan gelen konuk, önce eşikte karşılanır, yedirilir, içirilir, ancak bundan sonra adı-sanı sorulurdu; yabancı konuk girişte silahlarını kapı dibine koyar, evin erkeği veya genç kızı tarafından yıkanırdı. Savaşta iki tarafın temsilcilerinin düellosunda kuralar tolgaya konup sallanır, düello alanı ölçülür, öteki savaşçılar yerlere çömelir, kurası çıkan ilk mızrağı atardı.

Nestor bir kam olarak Agememnun'a söz geçirirdi. Karşılıklı ant içmenin yolu yordamı belirlenir, ihtiyarlar meclisi toplanır, yaşlı temsilci asa'sı üzerine ant içer, taraflar ant'ın konusunu ve uyulmamasının neticelerini yüksek sesle beyan edip tanrılara yakarırlar; Gök tanrıya ak koyun, Yer tanrıya kara koyun kesilirdi.

İlyada'dan Tanrı sunularının nasıl hazırlandığını, yaban domuzu veya koyundan bir tutam kıl-tüy kesilip onun paylaştırılması gerektiğini öğreniriz. Homeros dünyasının savaşlarında kişinin ölmesinden çok, ölü bedeninin karşı tarafa kaptırılmaması, soykalarının soydurulmaması çok daha önemlidir.

Turuva anlatımında ölüm törenlerinin, yas tutma günlerinin, cenazeyi ateş payı vererek yaktıktan sonra kemiklerini toplamanın, mezar dökmenin, 'piç' veya 'kusursuz' oğul ve kızların ilişkilerini anlarız, bir tanrıçadan veya ölümsüz tanrıdan olan ile bir ölümlüden doğanın, saygıda bir olamayacağını saptarız.

Aleksandr, Paris, karşılıklı ant içildikten sonra, Menelaos'la teke tek dövüşü yitirince, Helene'nin, Akha'lardaki geleneğe göre, Paris'in yatağına artık çıkmaması gerektiğini, bunun hoş karşılanmadığını anlarız.

Yalvarana saygıyı, kurtulmalık kurumunu, köleleştirme ilişkilerini, krallar arası ganimet onurlandırma paylaşımlarını izleriz.

Kısaca bu destanlar, tıpkı öteki eski toplum destan örnekleri gibi bireyin doğum öncesinden, ölüm sonrasına değin geçecek varlık dönemi boyunca karşılaşacağı hak ve yükümlülük tanımlamalarının; bütün bir toplu yaşam kurallarının anlatımını içerir.

Truva'nın keşfinden otuz yıl kadar önce, ''her mitoloji, doğa güçleri üzerinde hayal alanında ve hayal aracığıyla egemenlik kurar. . " diye ilan edilmesinin karşısına Yunan mitolojisi Truva , Hektor, Priam ve Agememnon'la, elle tutulur bir gerçek olarak karşımıza dikilince, eski tutumların düzeltilmesi beklenirdi.

Ama anlaşılıyor ki genellikle olduğu gibi, ortaya çıktıktan sonra teoriyi düzeltmek her zaman zordur ve neredeyse Politzer'e gelinceye kadar bu konularda tam bir sessizlik hüküm sürüp gitmiştir.

Köleci Atina etrafındaki Hellen ittifak uygarlığı, onun uIaşmış olduğu kültür dünyası, Homeros'un İlyada ve Odisseia 'sı olarak bilinen destanlarla doruk noktasını bulan eski kültür; sonrasında Zeus'u İsa'ya dönüştüren gücün düşünsel dile getiricilerinin fikirleri Aristo, Platon vb. ile Roma üzerinden bütün Avrupa'ya; Büyük İskender aracılığıyla da küçük Asya ve Hindistan'a kadar uzanmıştı.

Kutsal Kitap'larda dönüşmüş biçimlerinin yer aldığı olayların bundan dört bin yıl önce, yeraltına gömülmüş kil tabletler üzerinde de bulunuyor olması, kutsal kitap sözlerinin tarihsel ve dolayısıyla hukuksal belge olarak da okunmasını gerektirir. Çünkü bütün bozulmuş örnek ve anlayışları içermesine karşın destanlar, eski toplum işleyişinin ve kavramlarının anlaşılmasında bir tarih aktarım biçimi olarak da bize ulaşmışlardır.

Zeus'un Jesus Crist ve öteki tanrı ile tanrıçaların da İsa'nın l2 havarisi haline dönüşüp, tek tanrılı döneme geçilinceye değin Truva destanları, etkisi gittikçe azalarak da olsa, dini bir ayin kitabı olarak varlığını sürdürmüştür.

Doğaldır ki mitoloji hayal ürünü olunca, din üstelik afyon da olmalıydı!

Avrupa materyalizmi, dinin toplumda o anda oynadığı role karşı tavrını, dinin açıklaması yerine koyarak da yanlışa düşmüştür. Din, siyaset ve hukuk'un yanı sıra, ayrı bir üst yapı kurumu değildir; dini hukuktan ayırıp, onu idealizmin değerlendirdiği gibi tanrı ve tanrısallaşmış insan aklının ürünü;hayal ve düşler toplamı olarak nitelemek başlı başına bir yanlıştır.

Modern hukuk doğrudan doğruya dinlerin içinden, dinin kendisi de doğrudan doğruya en eski toplumların hukuk gereksiniminden ortaya çıkar. (*2)

Varlığını Hammurabi ve Musa kanunlarında da bulduğumuz laik yapının, ötekinin içinden ancak tam olarak ayrıldığı Fransız devrimine değin, geçiş sırasındaki iç içeliğini görmek; bunu, hukuk ve dinin başlangıçta birlik ve aynılaşmış halde var oluşlarının bir işareti olarak kavramak gerekirdi.

Sümerlerin en eski yasalarında, yazılı hale gelmeden önce de eskiden toplumlarda töreler bulunduğu aktarılır. Bugün, Hammurabi öncesi Sümer yasa tabletlerini; Urukagina, Urnammu, Ana İttuşi, Lipit İştar ve Eşnunna yasalarını, okuma ve inceleme olanağına sahibiz artık.

Tarihsel kanıt eksikliği bulunduğu dönemin modern Avrupa materyalizmi, hem mitoloji ve hem de onun özel biçiminden başka bir şey olmayan din kaynaklarına ve genel olarak dine karşı da sarsıntılar geçirmiştir; onun için mitoloji, destan vb. bir sanat biçiminden öte değer taşımaz ve insan ruhunun ürünüdürler; mitoloji, doğa güçleri üzerinde hayal alanında ve hayal aracılığıyla egemenlik kurar ve o güçlere biçim verir!

A. Erhat ve A. Kadir'in Türkçe çevirileriyle okunması doyumsuz İlyada ve Odisseia, eski insanın gerçek yaşamının gerçek değerlerinin tarihteki en güzel anlatımlarından biridir.

***
Açıklama
(*1) Homeros destanlarını Türkçeye taşıyan ve tanıtan Azra Erhat'ımız Truva destanlarının oluşum ve edebi yapılanmasına ilişkin olarak, ne yazık ki Avrupalı uzmanların kimi yanlışlarını yinelemekten kurtulamamıştır.

Homeros destanlarında Olimpus'ta oturan Musa'lar vardır ve olan-biteni onlar bilir ve anlatırlar. Musa'ları da yönlendiren ve kendisinden 'ben' diye bahseden, Ozan başı diyebileceğimiz birisi de şiir-ilahi okuma düzenini oluşturup yönetir.

A. Erhat, tercümesini kendisinin yaptığı esere dikkatli bakmış olsaydı, 'Homeros'un İlyada'da, ben diye konuştuğu tek parça bulunduğu yolundaki iddiasının yanlışlığını görürdü.

''Olimpus saraylarında oturan Musa'lar, haydi,
söyleyin bakalım şimdi bana
Agamemnon'un karşısına önce çıkan kimdi?''

İlyada'da bu kalıpsal yapı, birçok kez tekrarlanır.
(16. Bölüm-110, 11. Bölüm-220 12. Bölüm -175 vb. )

Fakat konu özne saptamanın ötesindedir. İlyada destan yapısında, bütün diyaloglarda bir yineleme vardır; yanıt veren, karşı konuşmacının sözlerini alır, yineler ve bu başlangıcı takiben kendi yanıtını geliştirir.

 Destanların bu özelliği, bizi, savaşanlar adına şiir-şarkıyla savaşı sürdüren ozan temsilcilerin 'atışması'na götürür. Ve böylece o olağanüstü güzel ayrıntıların bir tek kişi ve üstelik kör bir şair tarafından yaratıldığına dönüştürülmüş, A. Erhat'ın da kapıldığı Homeros aşkının yanlışlığı çıkar ortaya. Homeros, eğer tek bir kişi ismi ise savaşın yürümekte olduğu sıradaki akşam toplantılarından itibaren yüzlerce ozanın çabası ile ortaya çıkmış bu destanların yalnızca, olsa olsa bir düzenleyicisi olabilirdi.

(*2) Engels, analık hukuku kavramına karşı çıkarken, hukuku da modern hukuk anlamıyla sınırlama eğilimindedir ve yalnızca dinsel örtülü hukuk kurallarından söz etmekle yetinmiştir.

Safa KAÇMAZ
22.09.2003