Barbarlık ve Uygarlık!
Yalanın
toplumsal köklerinin, daha doğru bir ifade ile toplumsal yalancılık kültürünün,
toplumsal kategoriler olan barış ve barbarlık ile bir ilişkisi var mıdır?
Günümüzün
modern uygarlığını temsil eden Batı ile öteki toplumların bu bakımından
karşılaştırılması, uygarlığın, saldırgan barbarlığa dönüştüğü günümüzde daha
bir önem taşıyor.
Yalan
söyleme olgusunun, bireysel veya toplumsal kötülüğünü ileri sürüp işin içinden
kolayca çıkmak mümkündür elbette. Konunun, insan beyninin derin kıvrımları
içinde bireysel düzlemde araştırılmasını uzmanlarımıza bırakalım.
Ama
karşımızda bulunan, bütün bir toplumun yapısal gözeneklerine sinmiş bir
davranış biçimi olarak 'yalan kültürü' olunca, onun temelleri
hakkında daha doyurucu bir kavrayış edinmek gerekli hale gelir.
15 ve 16
Mart 2003 tarihli Radikal gazetesinde 'yalan' üzerine P.
Mağden şöyle söylüyordu:
''Asya Tipi
Yalancılık diyelim, her ülkede ayrı renk ve dokularda karşınıza çıkmakla
birlikte, Doğuluların Batılılara nazaran kat be kat daha fazla yalan
söylediğini iddia etmek hiç de yanlış olmaz zannederim. ''
'Doğu
toplumu' genellemesi, Avrupalı aydının ak-kara ikilemi gibidir. P.
Mağden yalancılık bağıntısında, bu 'Doğu Toplumu' genellemesini
yineliyor ama hemen az ilerde, 'Doğu Toplumu' içinde hem yalancı
Hintliyi ve hem de yalansız Japon’u buluşturmakta gecikmiyor:
''Diyelim
çok tanrılı dinlerin içinde, yaptığı her hareketin vebali boynuna olan bir
Japon ne denli yalansız yaşamak zorunda ise, Hinduizm'in okyanuslarında yüzmekte
olan bir Hintli o denli kolayca, çekirdek yer gibi falan yalan söyleyebilir. ''
Demek ki,
genel bir doğu-batı ayrımı, hiç olmazsa yalan kültürü konusunda tam bir
fotoğraf vermez: Kültürel coğrafyada bir doğu-batı kavramı gerçekliği varsa da,
doğru olan tutum, benzer kaynaklardan beslenen toplulukların adını anmayı
gerektirir önce; sonra da saptanmış tespitlerin nedenlerini anlamaya çalışmayı…
Örneğin,
''Bayram değil, seyran değil, eniştem beni niye öptü?'' deyimi, başka
topluluklarda yakın anlamlı sözler olsa bile, bu kelimelerle 'Doğulu' Türklere
aittir.
Buradan
hareket ederek, yukarıdaki deyimin kaynaklandığı eski evlilik biçimlerinin
bütün doğu toplumları için geçerli olduğu sonucuna ulaşılamaz.
Bu sözler,
asıl kaynağını, Türklerin eski toplumsal düzenlerinde, evlilik ve bundan doğan
akrabalık ilişkilerinde bulur; orada, eniştenin, baldızı üzerinde cinsel
hakkının bulunduğu bir dönemin sisler arkasındaki varlığı görünmeye başlanır.
Bunun Türk-Türkmen
boylarında baldız hakkının dile getirilişi olan türküler ve öteki deyimlerle;
bu deyimleri ortaya çıkarak sosyal ilişkilerle bağı kurulmaya çalışılır ve
bütün bunların evrensel insan bilimle paralellik ve farklılıkları saptanır.
Böylece eski Türk toplumunun bugüne uzaklığını da saptama olanağı doğar.
Hiç bir topluluk evrensel yasaların dışına
çıkamadığı için, aynı ağırlık ve tarihsel uzaklıkta olmamak koşuluyla, benzer
ilişkiler öteki topluluklarda da yaşanmıştır.
Kutsal
kitap, Musa peygamberin de önce ilk karısı için, sonra da ikinci karısı olacak
baldızı için, sırayla yedişer yıl çobanlık yaptığını yazar.
Sümer-Babil
yasalarında, ölen kadının yerine, dul kocaya kız kardeşin verilmesi yasa
hükmüydü. Bir kuşak kadının, karşı kabilenin bir kuşak erkeğinin potansiyel
karısı olduğu bütün topluluklar böyle bir akrabalık ve evlilik düzeni yaşamış
olmalıdırlar.
Yalancı Hindistan'ın barışçı Gandi'si!
Demek ki
farklı topluluklarda, toplumsal özellik değerine ulaşmış alışkanlık veya
deyimlerin gerisinde, o topluluğun geçmişte yaşamış olduğu ilişki biçimlerinin
ve temeldeki eğitimin derin izleri yer alır.
Eğer,
ezberlenmiş doğu-batı ayrımının içerisine girilerek olgu incelenirse, bir doğu
toplumu olan Japonya ile Hindistan arasındaki karşılaştırmada ilginç sonuçlara
ulaşılır: Yalancı Hindistan'ın barışçı Gandi'si ile, ikinci dünya savaşında
yenilince harakiri yapan yalansız Japon yöneticilerin davranışları arasında son
derece kuvvetli bir bağlantı vardır ve bu iki olgu açıkça tezatlık oluşturur.
Toplumsal
yalan, hayvan kurban ediminde olduğu gibi, örneğin insan kurbanını gerektiren
sert sonuçlardan kaçınan insanın bir davranışlar toplamıdır; bu yönüyle de,
insanlığın evrensel özelliklerinden biri kabul edilmek gerekir: Normanların
kafalarına geçirdikleri boynuzlu kaskları ve bir totem ağacın içine girip,
sürünerek çıkınca, öldüğüne ve bir başka şahıs olarak yeniden doğmuş olduğuna
inanan Afrika kabilelerinin geçiş törenleri bir tür yalancılık kültürü
düzenlemesi oluşturur.
'Avcı' toplulukların abartma eğilimi; Roma
imparatorluğu ve eski Yunan uygarlıklarının, hatip yetiştirerek rakibini
konuşma gücüyle yenme sanatının teşviki de öyledir.
Kurban
etmek yerine, erkek çocuğu sünnet etme davranışında olduğu gibi, eski insanın
sembolik hale getirdiği bütün toplumsal davranışlar böyle bir yalan kültürü üzerinde
yeşermiştir.
Burada 'yalan',
toplumun bütünü tarafından onaylanmış bir sembolizm olarak ortaya
çıkar. Bu bakımdan, toplumsal yalan kültürü, özünde, eski insanın
barbarlıktan kurtulurken başvurduğu kurnazlıkların toplamıdır da
denilebilir.
Bu durum,
toplumsal sertlik ile toplumsal yalancılığın hiçbir ülkede neden yan yana
bulunmuyor olduğunu; dünyanın en eski kültür birikimlerinden Hint barışçılığı
ile Hint yalancılığının neden birbirinin tamamlayıcısı olduğunu da açıklar.
Toplumların
yalancılık kültürü, en eski haliyle, insanın yapması gereken barbarlığı
yapmaması eğilimini teşvik unsuru olarak ortaya çıkmış gibidir.
Savaşçı-avcı
kabilelerde yalancılığın sistematik eğitimle teşvik ediliyor ve hoş
karşılanıyor olması, insanın uygarlaşma arzusu olarak toplumsal yalancılığı
organize etmesi biçiminde şekillenmektedir.
Bazı
ulusların bir çeşit genel özelliği olarak varlıklarına sinmiş yalancılık
eğilimi, onların barbarlıktan kurtulmak isteyen geçmişlerinin oldukça köklü
yaşanmış olmasının bir göstergesidir.
Anlaşılan
barbarlıktan kurtulma çabası, Mezopotamya'da öylesine yaygın, derin ve acılı
bir dönem geçirmiştir ve bunun sonucunda toplumsal yalancılık kültü o kadar
yaygınlaşmış olmalıdır ki toplum, daha Hammurabi dönemi yasalarında, yalancılık
ve yalancı şahitliğe karşı artık çok ağır cezalar formüle etmek zorunda
kalmıştır.
Senet
yazımı ve şahitlik kurumunun da önce Sümer topraklarında boy vermesi, eski
toplumun bu durumuyla ilişkili olmalıdır.
Nil, Ganj
ve Dicle-Fırat nehirlerinin Milattan önceki 10-8. 000 yıllarından bu yana en
eski uygarlıklar yatağı olması ile bu yörelerdeki eski insanın devamı olan
toplulukların, günümüzde de hüküm süren yaygın yalancılık kültür alanlarını
temsil ediyor olması çelişmez; tersine bu iki olgu paralel bir iz düşüm
yaratır. Eski Türk yazıtlarında, ikiyüzlülük ve yalancılıklarından şikayet
edilen Çin'lilerin de uzak Asya’daki eski uygarlık temsilcisi olduğunu
unutmamak gerekir. Bütün bu toplulukların, aynı zamanda ticari kültürle de en
önce tanışanlar olması, belki yalancılık kültürünün o topraklarda
derinleşmesine katkısı olmuştur. Fakat tipik ticaret ile henüz tanışıklığı
olmayan geri yerli topluluklarda yapılan incelemeler, yalancılık kültürünün
asıl kaynaklarının, barbarlıktan kurtuluş dönemine denk düştüğüne kuşku
bırakmıyor.
Böylece,
yalan kültürünün toplumsal derinliği ile toplumdaki bireylerin barışçıl
özelliği arasında bir paralellik kurmak yanlış olmayacaktır. Roma ve
Bizans ne denli entrikacı ve yalancı ise o denli de hitabet ve siyaset
sanatkarı ve uygardır; buna karşılık Cermenler ne denli yalansız ise o denli de
sert ve barbardır: 'Sen de mi, Brütüs?'üyle ünlü entrikacı Roma
kaynakları, bunu, hiç olmazsa barbar Cermenler bakımından bütün açıklığıyla
ortaya koyar.
Amerika
yerlilerinden Abipon'lar, Paraguay'da yaşayan bir topluluktu. Kendileriyle
ilgili araştırmalar yapılmaya başlandığı 18. yüzyıl sonlarında 5000 kişi kadar
kalmış olan bu grup, toplayıcı-avcı aşamasında bulunuyordu. Bu topluluğun
dışındaki herkes 'yabancı' varlık; kendileri ise yabancıların dışında bir
varlıktı. Yalnızca kendilerini insan, ötekileri insan olmayan olarak gören ve
kan bağının temel alınmasının mantıki çıkarımı olan eski toplumun genel
sınıflayıcı anlayışına dayanıyorlardı.
Erkek
çocuk, doğumundan itibaren 'erkek' kabul edilir ve babanın yanında yer alırdı
ama erkekler 'höşeri' ve 'höşeri olmayan' biçiminde sınıflanmış olduğu için,
bir Abipon erkeğinin Höşeri yani bir çeşit onaylanmış yurttaş olabilmesi,
savaşa katılmasına ve bir düşman öldürmüş olmasına bağlıydı. Düşman öldürerek
yurttaşlık hakkı kazanma hükmünün, eski Yunan sitelerinde, Aristo döneminde
hala hüküm sürüyor bulunduğunu anımsamak gerekir.
Abiponlarda
her savaş sonrasında erkekler, düzenli aralıkla bir araya toplanırlar ve her
konuşmacı yaklaşık yarım saatlik bir söylev çekerdi. Bu konuşmalarda, sistemli
bir biçimde, bireyin her savaş başarısı abartılır; abartılması da özellikle
teşvik edilmektedir. Konuşmaların abartılı olduğu bilindiği halde, dinleyiciler
konuşmacıyı büyük bir dikkat ve sessizlik içinde dinlemektedirler. Sadece
konuşmacının onay almak için sustuğu anlarda, 'çok doğru' , 'kesinlikle
öyle', 'bundan şüphe bile edilemez' biçiminde kalıpsal sözlerle, konuşmacıyı
onaylamak zorundaydılar. Bunların dışında her hangi bir şey söylemek, hele hele
konuşmacının abarttığına yönelik bir iddiada bulunmak kadar büyük saygısızlık
olamazdı.
Savaş
aleyhtarlığı eğiliminin en eski dönüşüm şekillerinden birisini de önce
Yunanlılarda ve sonra da Roma'da 'konuşma sanatı' halini alacak olan
süreçte görürüz: Felsefi eğilimlere de kaynaklık eden bu eğitim biçiminde
yanlış veya doğru olması önem taşımaksızın iki zıt nokta arasında organize
edilen 'fikir kavgası' özünde eski savaşçılığın barışçıl düzlemde sürmesidir.
Türk eğitim sisteminde de yeri bulunan, yanlışın savunulmasını öngören
'münazara eğitimi' eski Yunanların jimnazyum sisteminden ödünç alınmış olsa
gerektir.
Roma
kültüründe, bir erkeğin kendini kanıtlamasının, yerli topluluklarda erkeğin
geçiş ritüeli karşılığıdır bu, neredeyse biricik yolu, hedeflenen bir kişiye
herhangi bir suçlama getirmek ve rakibi, bir dinleyici kitlesi önünde, suçlu
göstermeye, gözden düşürmeye çalışmaktır. Buradaki zafer, rakibin, yerli
topluluklarda aldığı biçimiyle, öldürülmesine denk düşer; birey böylece
toplumsal geçişini başarmış olur.
Roma'nın August
Sezar'ı, henüz yalnızca Gaius Julius iken, İ.Ö 81 ve 78 yılları arasında,
kendisine rakip olarak Konsül-danışman Dolabella ve Antion isimli iki yüksek
görevliyi seçmiş ve onlara karşı iki büyük- ve elbette gerçek dışı- suçlama
getirmişti. Dinleyicilerden büyük hayranlık toplayan bu ünlü suçlama
konuşmalarıyla da Roma'da tanınmaya başlamıştır; Sezar olma yoluna burada
yapmış olduğu konuşmalardan sonra girmiştir. Bu olaydan yüzyıl sonra yaşayan
Tacite, yıllıklarında Sezar'ın, rakiplerine getirdiği suçlamaların içeriğinden
çok, yalan konuşmaların sunuluşundaki etkileyici gücünden hayranlıkla
bahsetmekteydi.
İki kişi
arasındaki bu 'savaş' bütün Yunan edebiyatında da 'Dialog' biçimiyle
karşımıza çıkar. Bu o kadar derinlere kök salmış bir gelenektir ki eğer bunlar,
özel konuşma notları değilse, Sokrat ve Platon örneklerinde de böyledir, bütün
antik Yunan düşünürlerinde, fikirler, daima iki kişiyi, soruyu-yanıtı
dillendirerek ve böylece onları savaştırarak ortaya konulurlar. Soru-yanıtlı
diyalog yazıt türü, Avrupa'da varlığını 19. yüzyıl amentü'lerinde bile
sürdürmeye devam eder. 1840'larda, modern teori olarak ortaya çıkan
Manifesto'nun Engels tarafından yazılan ilk şekli de soru-yanıt biçiminde
hazırlanmıştı.
Aşık
atışmaları, savaş yerine barış arzulayan tarafların söz düellosundan oluşur.
Eski Yunan kültürünün kutsal şarkıları olan İlyada ve Odissea'da bu özelliği
görmek mümkündür. Hem tek bir bütün'ün anlatımı olmayan kopuk parçalardan
oluşması ve hem de, savunulan veya yerilen tarafın hep yer değiştirme özelliği
göstermesi bakımından İlyada, atışma kültürünün tüm izlerini yapısında taşır.
İlyada da anlatıcının taraf değiştirmesinin ve destanda, Anadolulu Truva'yı öne
çıkarmakla birlikte sonuçta Akhaları övmesinin nedeni, Azra Erhat'ın ileri
sürdüğü gibi Anadolulu Homeros'un şiirlerini Atinalarda söylemiş olması ve
bunun yaratığı manevi baskı değildir.
Eserin
oluşum sürecinde, farklı taraflar, olayı kendi toplum birimi ve onun
temsilcileri olarak aktarmış olmalıdırlar. Atışma parçalarının zamanla tek bir
bütüne doğru evriminde aşırılıklar törpülenmiş ve iç bağlantılar kurulmaya
çalışılmış fakat eski karşılıklı atışma izleri, bir çok bakımdan yerinde
kalmıştır.
Bu tür
eserlerin biçimlenmesini; Cermenik Avrupa'da Duriedesler ve onun bozulmuş şekli
olarak Fransa'da Troubadorelar; Türklerde ise aşık-ozanlar, atışma-yarışma
süreci içinde sağlamış olmalıdırlar. İsa'dan evvel 8. yy. da Hesiod ile
Homeros'un da şarkı yarışmalarına bizzat katıldıkları söylenir.
Sümer ve
Helen krallarının, tanrılar hakemliğinde müsabakalardaki başarılı erkekler
arasından seçildiği bir dönem yaşanmıştır. Eski Sümer tabletlerinde ve antik Yunan
belgelerinde buna ilişkin açıklamalar vardır.
En eski
toplumlardan itibaren insanın öldürme yerine, savaşın devamı olarak spor ve
konuşmayı geçirme eğiliminin Uruguay'ın yerlileri arasında incelediğimiz
görüntüsü, insan toplumu eğiliminin gelişme yönünü ortaya koymak bakımından
büyük değer taşır.
Ortadoğu'da
Araplar arasında yalan yere yemin etmenin toplumsal bir özellik göstermesi, Hint
ve Arap dilenciliğinin kutsanması, kökeni eski toplumda aranması gereken ve
toplum birimler arası ilişki biçimlerinde varlık bulan olgulardır. Bugünkü
bireyin hasletleri bakımından ele alınarak yargılanan yalan kültürünün bazı
topluluklardaki yaygın özelliğini, günümüzün ırkçı ve diyelim ki Ortadoğu'da,
anti-İslam söylemlerine alet etmekten özellikle sakınmak gerekir.
Berberin tıraşı!
Sümer ve
Babil topraklarında 4000 yıl önceki yasalarda, yalan yemine ve yalancı
şahitliğe karşı ağır hükümler bulunuyordu. Fakat yasa koyucu, öte yandan da
yalan ve yalan kültürünü kurumlaştırmaya devam etmek zorunda hisseder kendini.
Örneğin
Hammurabi dönemi yasalarında şu hüküm yer almaktadır:
''§ 227 -
Eğer bir adam, berberi zorlayıp, (bir kölenin) kölelik belirtisi olan saçını
anlaşılmayacak şekilde tıraş ettirirse, o adamı öldürecekler, kapısına
asacaklar, berber ''bilerek tıraş etmedim" diye yemin edip serbest
kalacaktır.''
Berber,
onlarca müşterisi olan bir iş sahibidir ve para kazanmak için müşterisinin dileğini
yerine getirme eğilimi taşıyacaktır. Bunu bilen Hammurabi dönemi yasa koyucusu,
suç aracısı berberi ölümden kurtarmanın yolunu aramaktadır.
Yasa
koyucu, boynuzu olduğu sırrını gizli tutmak için, kendisini tıraş eden bütün
berberleri öldürtme yolunu benimseyen Kral Midas'ın yolundan gitmek yerine,
berberin bir yalan yeminle kurtarılması yolunu benimsemiş görünmektedir.
Burada şu
soru bulunmaktadır: Berbere yalan yemin yolunu açarak, onun ölümden kurtulmasını
sağlamak mı; yoksa Kral Midas tutumuyla berberlerin sonunu getirmek mi?
Hammurabi
döneminin yasa koyucusu, yalanı kurumlaştırmakla uygarlık yolunda ilerlemiştir
ve eğer yazılı yasa oluşturmak bir uygarlık göstergesi ise bu ilk kez,
yalancılığın toplumsal hüviyet gösterdiği Mezopotamya topraklarında ortaya
çıkmıştır.
Anglo-Sakson
ve Cermenik toplumlar, sadece gördüğüne inanan gerçekçilik ve yalansızlık
yerine, tarihte toplumsal yalan kültüründen hisselerine düşeni alabilmiş
olsaydılar, her seferinde dünyayı kana bulayan savaş örgütleyicisi hüviyetlerinde
belki de değişiklik olurdu.
Saptamak gerekir ki Orta Asya'da Çin Seddi kıyısından kalkarak, Uzak Avrupa'da Metz Katedrali önüne otağ kuran Atilla'nın seferlerini düzenleten motivasyonda, yalancılık kültürünün ciddi eksikliği bulunur.
Saptamak gerekir ki Orta Asya'da Çin Seddi kıyısından kalkarak, Uzak Avrupa'da Metz Katedrali önüne otağ kuran Atilla'nın seferlerini düzenleten motivasyonda, yalancılık kültürünün ciddi eksikliği bulunur.
Şimdiki
politikacı torunları, atalarının eksikliğini fazlasıyla telafi etmiş
görünüyorlarsa da aradan geçen bin beş yüz yıl, haleflerin sadece düzenbaz
ismini alması sonucunu doğurmaktadır.
Türkiye'yi,
gerçekçi ABD uygarlığının barbar saldırganlığına alet edenlerin yalancılığı,
yalancılık kültürüne ait değildir!
Epey
zamandır cadı kazanlarında pişirilmekte olan Irak saldırısı, sonuçları
bakımından dünya tarihinde zaman zaman ortaya çıkan kırılma ve yeniden oluşum
noktası olarak rol oynamaktadır. Bu barbar saldırının askeri muzafferlerini
nasıl bir yenilginin beklediğini; dünyanın yeniden şekillenmesine yol açacak
sonuçlarını, önümüzdeki yıllar içinde daha berrak olarak göreceğiz.
Nuh, eski
Sümer toprakları olan Irak'ta, soyunun 'sonsuz yaşam'ını, kendini ve yakınlarını
kurban vererek sağlamıştı; yalancılık kültürünü de inşa eden Sümer
topraklarında böylece yeni barışçıl bir dünya düzeni kurulmuş, takvimler
Nuh'tan önce ve Nuh'tan sonra diye döneme ayrılmıştı.
ABD'nin şimdiki Irak saldırısı da yeni bir
milad yaratmaktadır, bir önemli farkla; uygar dünya yüz binleri kurban alarak
yapmaktadır bunu!
Irak
saldırısının gerisinde, emperyalist bir ekonomik düzenin durmaksızın dönen
dişlilerini açıklama tarzı artık yeni milatla birlikte, yerini, Doğu ve Batı
toplumlarının özelliklerini baştan sona yeniden sorgulamaya bırakacaktır; dünya
ölçeğinde yıkılmakta olan ulusal sınır ötesi toplumsal birleştiren olan İslam
ve Hristiyanlık bayraklarının bütün renkleri incelenecektir; batı gerçekçiliği
ile saldırganlığı; doğu yalancılığı ile mazlumluğu, savaş suçlularını sanık
sandalyesine oturtur gibi yargılanacaktır!
ABD'nin
Irak topraklarında patlatacağı bombalar onun zaferinin ilanı değil, dünyanın
yeniden doğumunun ilanıdır; başka bir şafak doğmaktadır dünya yüzünde!
20.03.2003
Safa Kaçmaz, Moskova