22.11.2006

"Yalancılık kültürü"


Barbarlık ve Uygarlık!

Yalanın toplumsal köklerinin, daha doğru bir ifade ile toplumsal yalancılık kültürünün, toplumsal kategoriler olan barış ve barbarlık ile bir ilişkisi var mıdır?

Günümüzün modern uygarlığını temsil eden Batı ile öteki toplumların bu bakımından karşılaştırılması, uygarlığın, saldırgan barbarlığa dönüştüğü günümüzde daha bir önem taşıyor.

Yalan söyleme olgusunun, bireysel veya toplumsal kötülüğünü ileri sürüp işin içinden kolayca çıkmak mümkündür elbette. Konunun, insan beyninin derin kıvrımları içinde bireysel düzlemde araştırılmasını uzmanlarımıza bırakalım.

Ama karşımızda bulunan, bütün bir toplumun yapısal gözeneklerine sinmiş bir davranış biçimi olarak 'yalan kültürü' olunca, onun temelleri hakkında daha doyurucu bir kavrayış edinmek gerekli hale gelir.

15 ve 16 Mart 2003 tarihli Radikal gazetesinde 'yalan' üzerine P. Mağden şöyle söylüyordu:

''Asya Tipi Yalancılık diyelim, her ülkede ayrı renk ve dokularda karşınıza çıkmakla birlikte, Doğuluların Batılılara nazaran kat be kat daha fazla yalan söylediğini iddia etmek hiç de yanlış olmaz zannederim. ''

'Doğu toplumu' genellemesi, Avrupalı aydının ak-kara ikilemi gibidir. P. Mağden yalancılık bağıntısında, bu 'Doğu Toplumu' genellemesini yineliyor ama hemen az ilerde, 'Doğu Toplumu' içinde hem yalancı Hintliyi ve hem de yalansız Japon’u buluşturmakta gecikmiyor:

''Diyelim çok tanrılı dinlerin içinde, yaptığı her hareketin vebali boynuna olan bir Japon ne denli yalansız yaşamak zorunda ise, Hinduizm'in okyanuslarında yüzmekte olan bir Hintli o denli kolayca, çekirdek yer gibi falan yalan söyleyebilir. ''

Demek ki, genel bir doğu-batı ayrımı, hiç olmazsa yalan kültürü konusunda tam bir fotoğraf vermez: Kültürel coğrafyada bir doğu-batı kavramı gerçekliği varsa da, doğru olan tutum, benzer kaynaklardan beslenen toplulukların adını anmayı gerektirir önce; sonra da saptanmış tespitlerin nedenlerini anlamaya çalışmayı…
Örneğin, ''Bayram değil, seyran değil, eniştem beni niye öptü?'' deyimi, başka topluluklarda yakın anlamlı sözler olsa bile, bu kelimelerle 'Doğulu' Türklere aittir.

Buradan hareket ederek, yukarıdaki deyimin kaynaklandığı eski evlilik biçimlerinin bütün doğu toplumları için geçerli olduğu sonucuna ulaşılamaz.

Bu sözler, asıl kaynağını, Türklerin eski toplumsal düzenlerinde, evlilik ve bundan doğan akrabalık ilişkilerinde bulur; orada, eniştenin, baldızı üzerinde cinsel hakkının bulunduğu bir dönemin sisler arkasındaki varlığı görünmeye başlanır.

Bunun Türk-Türkmen boylarında baldız hakkının dile getirilişi olan türküler ve öteki deyimlerle; bu deyimleri ortaya çıkarak sosyal ilişkilerle bağı kurulmaya çalışılır ve bütün bunların evrensel insan bilimle paralellik ve farklılıkları saptanır. Böylece eski Türk toplumunun bugüne uzaklığını da saptama olanağı doğar.

 Hiç bir topluluk evrensel yasaların dışına çıkamadığı için, aynı ağırlık ve tarihsel uzaklıkta olmamak koşuluyla, benzer ilişkiler öteki topluluklarda da yaşanmıştır.

Kutsal kitap, Musa peygamberin de önce ilk karısı için, sonra da ikinci karısı olacak baldızı için, sırayla yedişer yıl çobanlık yaptığını yazar.

Sümer-Babil yasalarında, ölen kadının yerine, dul kocaya kız kardeşin verilmesi yasa hükmüydü. Bir kuşak kadının, karşı kabilenin bir kuşak erkeğinin potansiyel karısı olduğu bütün topluluklar böyle bir akrabalık ve evlilik düzeni yaşamış olmalıdırlar.

Yalancı Hindistan'ın barışçı Gandi'si!

Demek ki farklı topluluklarda, toplumsal özellik değerine ulaşmış alışkanlık veya deyimlerin gerisinde, o topluluğun geçmişte yaşamış olduğu ilişki biçimlerinin ve temeldeki eğitimin derin izleri yer alır.

Eğer, ezberlenmiş doğu-batı ayrımının içerisine girilerek olgu incelenirse, bir doğu toplumu olan Japonya ile Hindistan arasındaki karşılaştırmada ilginç sonuçlara ulaşılır: Yalancı Hindistan'ın barışçı Gandi'si ile, ikinci dünya savaşında yenilince harakiri yapan yalansız Japon yöneticilerin davranışları arasında son derece kuvvetli bir bağlantı vardır ve bu iki olgu açıkça tezatlık oluşturur.
Toplumsal yalan, hayvan kurban ediminde olduğu gibi, örneğin insan kurbanını gerektiren sert sonuçlardan kaçınan insanın bir davranışlar toplamıdır; bu yönüyle de, insanlığın evrensel özelliklerinden biri kabul edilmek gerekir: Normanların kafalarına geçirdikleri boynuzlu kaskları ve bir totem ağacın içine girip, sürünerek çıkınca, öldüğüne ve bir başka şahıs olarak yeniden doğmuş olduğuna inanan Afrika kabilelerinin geçiş törenleri bir tür yalancılık kültürü düzenlemesi oluşturur.

 'Avcı' toplulukların abartma eğilimi; Roma imparatorluğu ve eski Yunan uygarlıklarının, hatip yetiştirerek rakibini konuşma gücüyle yenme sanatının teşviki de öyledir.

Kurban etmek yerine, erkek çocuğu sünnet etme davranışında olduğu gibi, eski insanın sembolik hale getirdiği bütün toplumsal davranışlar böyle bir yalan kültürü üzerinde yeşermiştir.

Burada 'yalan', toplumun bütünü tarafından onaylanmış bir sembolizm olarak ortaya çıkar. Bu bakımdan, toplumsal yalan kültürü, özünde, eski insanın barbarlıktan kurtulurken başvurduğu kurnazlıkların toplamıdır da denilebilir. 

Bu durum, toplumsal sertlik ile toplumsal yalancılığın hiçbir ülkede neden yan yana bulunmuyor olduğunu; dünyanın en eski kültür birikimlerinden Hint barışçılığı ile Hint yalancılığının neden birbirinin tamamlayıcısı olduğunu da açıklar.

Toplumların yalancılık kültürü, en eski haliyle, insanın yapması gereken barbarlığı yapmaması eğilimini teşvik unsuru olarak ortaya çıkmış gibidir.

Savaşçı-avcı kabilelerde yalancılığın sistematik eğitimle teşvik ediliyor ve hoş karşılanıyor olması, insanın uygarlaşma arzusu olarak toplumsal yalancılığı organize etmesi biçiminde şekillenmektedir.

Bazı ulusların bir çeşit genel özelliği olarak varlıklarına sinmiş yalancılık eğilimi, onların barbarlıktan kurtulmak isteyen geçmişlerinin oldukça köklü yaşanmış olmasının bir göstergesidir.

Anlaşılan barbarlıktan kurtulma çabası, Mezopotamya'da öylesine yaygın, derin ve acılı bir dönem geçirmiştir ve bunun sonucunda toplumsal yalancılık kültü o kadar yaygınlaşmış olmalıdır ki toplum, daha Hammurabi dönemi yasalarında, yalancılık ve yalancı şahitliğe karşı artık çok ağır cezalar formüle etmek zorunda kalmıştır.

Senet yazımı ve şahitlik kurumunun da önce Sümer topraklarında boy vermesi, eski toplumun bu durumuyla ilişkili olmalıdır.

Nil, Ganj ve Dicle-Fırat nehirlerinin Milattan önceki 10-8. 000 yıllarından bu yana en eski uygarlıklar yatağı olması ile bu yörelerdeki eski insanın devamı olan toplulukların, günümüzde de hüküm süren yaygın yalancılık kültür alanlarını temsil ediyor olması çelişmez; tersine bu iki olgu paralel bir iz düşüm yaratır. Eski Türk yazıtlarında, ikiyüzlülük ve yalancılıklarından şikayet edilen Çin'lilerin de uzak Asya’daki eski uygarlık temsilcisi olduğunu unutmamak gerekir. Bütün bu toplulukların, aynı zamanda ticari kültürle de en önce tanışanlar olması, belki yalancılık kültürünün o topraklarda derinleşmesine katkısı olmuştur. Fakat tipik ticaret ile henüz tanışıklığı olmayan geri yerli topluluklarda yapılan incelemeler, yalancılık kültürünün asıl kaynaklarının, barbarlıktan kurtuluş dönemine denk düştüğüne kuşku bırakmıyor.

Böylece, yalan kültürünün toplumsal derinliği ile toplumdaki bireylerin barışçıl özelliği arasında bir paralellik kurmak yanlış olmayacaktır. Roma ve Bizans ne denli entrikacı ve yalancı ise o denli de hitabet ve siyaset sanatkarı ve uygardır; buna karşılık Cermenler ne denli yalansız ise o denli de sert ve barbardır: 'Sen de mi, Brütüs?'üyle ünlü entrikacı Roma kaynakları, bunu, hiç olmazsa barbar Cermenler bakımından bütün açıklığıyla ortaya koyar.

Amerika yerlilerinden Abipon'lar, Paraguay'da yaşayan bir topluluktu. Kendileriyle ilgili araştırmalar yapılmaya başlandığı 18. yüzyıl sonlarında 5000 kişi kadar kalmış olan bu grup, toplayıcı-avcı aşamasında bulunuyordu. Bu topluluğun dışındaki herkes 'yabancı' varlık; kendileri ise yabancıların dışında bir varlıktı. Yalnızca kendilerini insan, ötekileri insan olmayan olarak gören ve kan bağının temel alınmasının mantıki çıkarımı olan eski toplumun genel sınıflayıcı anlayışına dayanıyorlardı.

Erkek çocuk, doğumundan itibaren 'erkek' kabul edilir ve babanın yanında yer alırdı ama erkekler 'höşeri' ve 'höşeri olmayan' biçiminde sınıflanmış olduğu için, bir Abipon erkeğinin Höşeri yani bir çeşit onaylanmış yurttaş olabilmesi, savaşa katılmasına ve bir düşman öldürmüş olmasına bağlıydı. Düşman öldürerek yurttaşlık hakkı kazanma hükmünün, eski Yunan sitelerinde, Aristo döneminde hala hüküm sürüyor bulunduğunu anımsamak gerekir.

Abiponlarda her savaş sonrasında erkekler, düzenli aralıkla bir araya toplanırlar ve her konuşmacı yaklaşık yarım saatlik bir söylev çekerdi. Bu konuşmalarda, sistemli bir biçimde, bireyin her savaş başarısı abartılır; abartılması da özellikle teşvik edilmektedir. Konuşmaların abartılı olduğu bilindiği halde, dinleyiciler konuşmacıyı büyük bir dikkat ve sessizlik içinde dinlemektedirler. Sadece konuşmacının onay almak için sustuğu anlarda, 'çok doğru' , 'kesinlikle öyle', 'bundan şüphe bile edilemez' biçiminde kalıpsal sözlerle, konuşmacıyı onaylamak zorundaydılar. Bunların dışında her hangi bir şey söylemek, hele hele konuşmacının abarttığına yönelik bir iddiada bulunmak kadar büyük saygısızlık olamazdı.

Savaş aleyhtarlığı eğiliminin en eski dönüşüm şekillerinden birisini de önce Yunanlılarda ve sonra da Roma'da 'konuşma sanatı' halini alacak olan süreçte görürüz: Felsefi eğilimlere de kaynaklık eden bu eğitim biçiminde yanlış veya doğru olması önem taşımaksızın iki zıt nokta arasında organize edilen 'fikir kavgası' özünde eski savaşçılığın barışçıl düzlemde sürmesidir. Türk eğitim sisteminde de yeri bulunan, yanlışın savunulmasını öngören 'münazara eğitimi' eski Yunanların jimnazyum sisteminden ödünç alınmış olsa gerektir.

Roma kültüründe, bir erkeğin kendini kanıtlamasının, yerli topluluklarda erkeğin geçiş ritüeli karşılığıdır bu, neredeyse biricik yolu, hedeflenen bir kişiye herhangi bir suçlama getirmek ve rakibi, bir dinleyici kitlesi önünde, suçlu göstermeye, gözden düşürmeye çalışmaktır. Buradaki zafer, rakibin, yerli topluluklarda aldığı biçimiyle, öldürülmesine denk düşer; birey böylece toplumsal geçişini başarmış olur.

Roma'nın August Sezar'ı, henüz yalnızca Gaius Julius iken, İ.Ö 81 ve 78 yılları arasında, kendisine rakip olarak Konsül-danışman Dolabella ve Antion isimli iki yüksek görevliyi seçmiş ve onlara karşı iki büyük- ve elbette gerçek dışı- suçlama getirmişti. Dinleyicilerden büyük hayranlık toplayan bu ünlü suçlama konuşmalarıyla da Roma'da tanınmaya başlamıştır; Sezar olma yoluna burada yapmış olduğu konuşmalardan sonra girmiştir. Bu olaydan yüzyıl sonra yaşayan Tacite, yıllıklarında Sezar'ın, rakiplerine getirdiği suçlamaların içeriğinden çok, yalan konuşmaların sunuluşundaki etkileyici gücünden hayranlıkla bahsetmekteydi.

İki kişi arasındaki bu 'savaş' bütün Yunan edebiyatında da 'Dialog' biçimiyle karşımıza çıkar. Bu o kadar derinlere kök salmış bir gelenektir ki eğer bunlar, özel konuşma notları değilse, Sokrat ve Platon örneklerinde de böyledir, bütün antik Yunan düşünürlerinde, fikirler, daima iki kişiyi, soruyu-yanıtı dillendirerek ve böylece onları savaştırarak ortaya konulurlar. Soru-yanıtlı diyalog yazıt türü, Avrupa'da varlığını 19. yüzyıl amentü'lerinde bile sürdürmeye devam eder. 1840'larda, modern teori olarak ortaya çıkan Manifesto'nun Engels tarafından yazılan ilk şekli de soru-yanıt biçiminde hazırlanmıştı.

Aşık atışmaları, savaş yerine barış arzulayan tarafların söz düellosundan oluşur. Eski Yunan kültürünün kutsal şarkıları olan İlyada ve Odissea'da bu özelliği görmek mümkündür. Hem tek bir bütün'ün anlatımı olmayan kopuk parçalardan oluşması ve hem de, savunulan veya yerilen tarafın hep yer değiştirme özelliği göstermesi bakımından İlyada, atışma kültürünün tüm izlerini yapısında taşır. İlyada da anlatıcının taraf değiştirmesinin ve destanda, Anadolulu Truva'yı öne çıkarmakla birlikte sonuçta Akhaları övmesinin nedeni, Azra Erhat'ın ileri sürdüğü gibi Anadolulu Homeros'un şiirlerini Atinalarda söylemiş olması ve bunun yaratığı manevi baskı değildir.

Eserin oluşum sürecinde, farklı taraflar, olayı kendi toplum birimi ve onun temsilcileri olarak aktarmış olmalıdırlar. Atışma parçalarının zamanla tek bir bütüne doğru evriminde aşırılıklar törpülenmiş ve iç bağlantılar kurulmaya çalışılmış fakat eski karşılıklı atışma izleri, bir çok bakımdan yerinde kalmıştır.

Bu tür eserlerin biçimlenmesini; Cermenik Avrupa'da Duriedesler ve onun bozulmuş şekli olarak Fransa'da Troubadorelar; Türklerde ise aşık-ozanlar, atışma-yarışma süreci içinde sağlamış olmalıdırlar. İsa'dan evvel 8. yy. da Hesiod ile Homeros'un da şarkı yarışmalarına bizzat katıldıkları söylenir.

Sümer ve Helen krallarının, tanrılar hakemliğinde müsabakalardaki başarılı erkekler arasından seçildiği bir dönem yaşanmıştır. Eski Sümer tabletlerinde ve antik Yunan belgelerinde buna ilişkin açıklamalar vardır.

En eski toplumlardan itibaren insanın öldürme yerine, savaşın devamı olarak spor ve konuşmayı geçirme eğiliminin Uruguay'ın yerlileri arasında incelediğimiz görüntüsü, insan toplumu eğiliminin gelişme yönünü ortaya koymak bakımından büyük değer taşır.

Ortadoğu'da Araplar arasında yalan yere yemin etmenin toplumsal bir özellik göstermesi, Hint ve Arap dilenciliğinin kutsanması, kökeni eski toplumda aranması gereken ve toplum birimler arası ilişki biçimlerinde varlık bulan olgulardır. Bugünkü bireyin hasletleri bakımından ele alınarak yargılanan yalan kültürünün bazı topluluklardaki yaygın özelliğini, günümüzün ırkçı ve diyelim ki Ortadoğu'da, anti-İslam söylemlerine alet etmekten özellikle sakınmak gerekir.

Berberin tıraşı!

Sümer ve Babil topraklarında 4000 yıl önceki yasalarda, yalan yemine ve yalancı şahitliğe karşı ağır hükümler bulunuyordu. Fakat yasa koyucu, öte yandan da yalan ve yalan kültürünü kurumlaştırmaya devam etmek zorunda hisseder kendini.

Örneğin Hammurabi dönemi yasalarında şu hüküm yer almaktadır:

''§ 227 - Eğer bir adam, berberi zorlayıp, (bir kölenin) kölelik belirtisi olan saçını anlaşılmayacak şekilde tıraş ettirirse, o adamı öldürecekler, kapısına asacaklar, berber ''bilerek tıraş etmedim" diye yemin edip serbest kalacaktır.''

Berber, onlarca müşterisi olan bir iş sahibidir ve para kazanmak için müşterisinin dileğini yerine getirme eğilimi taşıyacaktır. Bunu bilen Hammurabi dönemi yasa koyucusu, suç aracısı berberi ölümden kurtarmanın yolunu aramaktadır.

Yasa koyucu, boynuzu olduğu sırrını gizli tutmak için, kendisini tıraş eden bütün berberleri öldürtme yolunu benimseyen Kral Midas'ın yolundan gitmek yerine, berberin bir yalan yeminle kurtarılması yolunu benimsemiş görünmektedir.

Burada şu soru bulunmaktadır: Berbere yalan yemin yolunu açarak, onun ölümden kurtulmasını sağlamak mı; yoksa Kral Midas tutumuyla berberlerin sonunu getirmek mi?

Hammurabi döneminin yasa koyucusu, yalanı kurumlaştırmakla uygarlık yolunda ilerlemiştir ve eğer yazılı yasa oluşturmak bir uygarlık göstergesi ise bu ilk kez, yalancılığın toplumsal hüviyet gösterdiği Mezopotamya topraklarında ortaya çıkmıştır.

Anglo-Sakson ve Cermenik toplumlar, sadece gördüğüne inanan gerçekçilik ve yalansızlık yerine, tarihte toplumsal yalan kültüründen hisselerine düşeni alabilmiş olsaydılar, her seferinde dünyayı kana bulayan savaş örgütleyicisi hüviyetlerinde belki de değişiklik olurdu.

Saptamak gerekir ki Orta Asya'da Çin Seddi kıyısından kalkarak, Uzak Avrupa'da Metz Katedrali önüne otağ kuran Atilla'nın seferlerini düzenleten motivasyonda, yalancılık kültürünün ciddi eksikliği bulunur.

Şimdiki politikacı torunları, atalarının eksikliğini fazlasıyla telafi etmiş görünüyorlarsa da aradan geçen bin beş yüz yıl, haleflerin sadece düzenbaz ismini alması sonucunu doğurmaktadır.

Türkiye'yi, gerçekçi ABD uygarlığının barbar saldırganlığına alet edenlerin yalancılığı, yalancılık kültürüne ait değildir!

Epey zamandır cadı kazanlarında pişirilmekte olan Irak saldırısı, sonuçları bakımından dünya tarihinde zaman zaman ortaya çıkan kırılma ve yeniden oluşum noktası olarak rol oynamaktadır. Bu barbar saldırının askeri muzafferlerini nasıl bir yenilginin beklediğini; dünyanın yeniden şekillenmesine yol açacak sonuçlarını, önümüzdeki yıllar içinde daha berrak olarak göreceğiz.

Nuh, eski Sümer toprakları olan Irak'ta, soyunun 'sonsuz yaşam'ını, kendini ve yakınlarını kurban vererek sağlamıştı; yalancılık kültürünü de inşa eden Sümer topraklarında böylece yeni barışçıl bir dünya düzeni kurulmuş, takvimler Nuh'tan önce ve Nuh'tan sonra diye döneme ayrılmıştı.

 ABD'nin şimdiki Irak saldırısı da yeni bir milad yaratmaktadır, bir önemli farkla; uygar dünya yüz binleri kurban alarak yapmaktadır bunu!

Irak saldırısının gerisinde, emperyalist bir ekonomik düzenin durmaksızın dönen dişlilerini açıklama tarzı artık yeni milatla birlikte, yerini, Doğu ve Batı toplumlarının özelliklerini baştan sona yeniden sorgulamaya bırakacaktır; dünya ölçeğinde yıkılmakta olan ulusal sınır ötesi toplumsal birleştiren olan İslam ve Hristiyanlık bayraklarının bütün renkleri incelenecektir; batı gerçekçiliği ile saldırganlığı; doğu yalancılığı ile mazlumluğu, savaş suçlularını sanık sandalyesine oturtur gibi yargılanacaktır!

ABD'nin Irak topraklarında patlatacağı bombalar onun zaferinin ilanı değil, dünyanın yeniden doğumunun ilanıdır; başka bir şafak doğmaktadır dünya yüzünde!

20.03.2003

Safa Kaçmaz, Moskova