22.11.2006

Yağmalanan emanet!


İnsanlığın en eski kültür emanetlerinin bulunduğu Irak, bu yönüyle de görülmemiş bir saldırıya uğradı. Kol ve bacakları kopmuş ölü bedenlerin görüntüleri hafızalardan nasıl zorlukla silinecekse, Bağdat Ulusal Arkeoloji Müzesi'nin yağma edilmesinden sonra müze görevlisi bir bayanın, görüntülere gelen dizlerini dövme sahnesi de o kadar zor unutulacaktır.

'Demokratik koalisyon' adını kullanan güçlerin başındaki ABD yönetiminin insan kıyımını, hem fiilen hem de kültürel cephede sistemli bütünlük içinde organize ettiğine artık şüphe kalmamıştır. Irak'a Özgürlük adını taktıkları işgal ve yıkım askeri hareketinden önce ABD'li bilim adamlarının Pentagon'u bu konuda özel olarak da uyardıkları bilgileri gazetelerde yer almaya başlamıştır; demek ki bu konu, hazırlıklı olmadıkları bir konu değildi. Chicago Üniversitesi Arkeoloji profesörü Mc Guire Gibson, ''Onları daha işin başında uyarmıştık, bize eserlerin korunacağı güvencesi verilmişti'' diye açıklama yaptı. Öyleyse, Petrol Bakanlığı'nı derhal 'güvenceye' alan işgalciler kültür değerlerini korumadan bilerek uzak durmuşlardır.

Eski Sümer uygarlığını yağmalatan bu tutum, Iraklıların kendi tarihleriyle ilişkilerini kopartmak hedefini bile aşıyor; burada söz konusu olan, tüm insanlığın ortak değer ve emanetlerinin yıkımı ve ortadan kaldırılmasıdır.

Şimdiki ABD'nin 'siyasi kumanda merkezi'ne ad olarak 'Beyaz Saray'ı kullanma geleneği bile 5 bin yıl önceki ilk Sümer Ak tapınağını, Beyaz Ev'i yaratan uygarlıktan mirastır. UNESCO bugün Irak'taki bu kültür kıyımıyla ilgili olarak olağanüstü toplantı yapıyor.

Eski Sümer kültür alanında yapılan arkeolojik çalışmaların kısa bir özeti bile konunun önemi göstermeye yeter. Bağdat Müzesi'nde birkaç saatte yağmalanan 6 bin yıllık tarihin yeniden gün yüzüne çıkarılması için birkaç asırdır çaba sarf edilmekteydi.

Avrupa'nın antik tarih ve din bilimiyle ilgilenen kesimleri, Sümerler hakkında kısmi bazı bilgilere, Heredot tarihi ve içtenlik taşımasa bile onlardan bir tür çekingenlikle bahseden Eski Ahit üzerinden sahip bulunuyorlardı. Türkler ve Araplar arasına mal alıp-satmaya gelen Avrupalı tüccarlar veya Hristiyan hacılar, ülkelerine dönüşlerinde Asya ve Ortadoğu izlenimlerini anlatıyor, gezi notlarını yayımlıyorlardı. Bütün bunlar Avrupalılarda, Hristiyanlık üzerinden olsa bile, içten içe insanlığın ve dolayısıyla kendi kültür kaynaklarının da Ortadoğu ve giderek Sümer toprakları üzerinde oluştuğuna yönelik bir ön duygu yaratmaya başlamış olmalıdır.

Nemrut'un Zümrüdü Anka Kuşu'nu bulduğunu sanan Benjamine de Tudele, daha 12. yüzyılda Babil Kulesi ve Niniv kalıntılarından bahsediyordu. 16. yüzyılda Alman doktor Rauwolff, Venedikli Balbi, İngiliz Eldred, Kutsal Kitabın Yaratılış bölümünde söz edilen Akarkuf (Kaf dağının) ardındaki olağanüstü tapınak ve sarayların Bağdat civarında bulunduğunu anlatıyorlardı.

Romalı Pietro della Valle, 1614 yılında gemiyle Venedik'ten hareket ettiğinde amacı yalnızca Hacı olmaktı, fakat 12 yıl Küçük Asya'da tarihsel kalıntılar arasında dolaşıp durdu ve en sonunda da 1616'da Babil'i ve 1625'de Mukayyar'ı (Sümerlerin Ur'u) ziyaret etti. Bir yıl sonra Roma'ya yanında iki Mısır mumyası, çok sayıda çiviyazılı kil tablet ve antik duvar kerpiçleriyle dönünce, büyük bir olay yaratmıştı.

Bundan 140 yıl sonra Hollandalı tüccar Carsten Niebuhr, Fırat üzerindeki Hilleh'e ve oradan da Babil harabelerine geçti. 18. yüzyıl sonlarında bu kez Fransız rahip De Beaucamps, Babil kalıntılarının ayrıntılarını içeren bilgileri yayınladı. 19. yüzyılda ise İngiltere, ilk kez bir Avrupa devleti olarak Mezopotamya ve onun eski kültürünün araştırılması çalışmasını bir sistem içinde düzenledi. Bu kararda, Hindistan karayolu bağlantısı ve sonraki Irak işgaliyle (1914 -18 deki işgal) de anlaşılacağı gibi petrol havzaları önemli rol oynamışsa da karar tek başına ele alındığında olumlu idi.

Bununla birlikte Avrupalı uzmanlar ve amatör tarih meraklıları uzunca bir süre yalnızca Mezopotamya'nın kuzey bölgeleriyle ilgilendiler. Çünkü bu bölgenin ulaşım olanakları ve çalışma koşulları, aşağıya doğru çölleşen Güney bölgesine göre daha elverişli idi.

Üstelik Victor Place, Layard ve Botta isimli kazıt teknisyenleri Niniv ve Nemrut kalesinde birbiri üzerine sansasyonel kalıntılar buluyorlardı. İngiliz ressam Robert Ker Porter, Kiş=El Ohemir'de Babil Kralı Hammurabi yazıtının parçasını bulmuştu; Mackay bu parçanın eksiklerini ancak 1924'lerde tamamlayabilmiştir. Baillie Frazer ve Doktor Ross 1834-35 yıllarında Ur = Mukayyar'da çalışmışlardı. Bütün bunlar dikkatlerin güney Mezopotamya'ya, Sümerlerin ilk yerleşim alanlarına tam olarak yönelmesini engelleyen etmenlerdi. İlk Sümer yerleşim birimlerine yönelim İngiliz jeolog ve Türk-İran Sınır Komisyonu üyesi William Loftus aracılığıyla ancak 1849'lara doğru gerçekleşecektir.

Böylece bizim Sümerlere doğru yolculuğumuz, bir bakıma W.K.Loftus'un Karun ve Dicle'nin kesiştiği Basra'nın doğusundaki Muhammera şehrine doğru yolculuğuyla başlar. Loftus, kara yoluyla Komisyon üyeliği görevine giderken yolda, Nippur (Niffer), Warka (Uruk) ve Mukayyar (Ur) yerleşim kalıntılarını görmüş ve bunları amiri Binbaşı Williams'a aktarmıştı. Onun izniyle çabucak kazıt hazırlıklarına başladı. İsraillilerin Erek dedikleri, Eski Ahit'in orada Nemrut'un hüküm sürdüğünü yazdığı Uruk'a heyecanlı yolculuk artık başlayabilecektir.

Loftus, küçük kervanıyla Fırat ve Sot El Kar arasındaki çölü geçip yönünü Warka'ya doğru çevirmişti. Eskiden Uruk surlarının duvarlarını okşayarak akan Fırat şimdi, araya genişçe bir kum çölü bırakmış, çok uzaklara çekilmişti.

Loftus, önce sarı çöl ışıltıları arasında bir karartı seçmeye başladı. Burası Arapların Buwariye dedikleri kat kat yükselen bir tapınaktı, bütün büyük Babil şehirlerinde bulunan yüksek tapınakların ilk örneklerinden birisi… Loftus Warka'ya yaklaştıkça yerleşim biriminin bu en yüksek harabesinin yanında bir başka yükselti şekillenmeye başladı. Arapların adına Wuswas dediği bu tepenin adı bir hazine arayıcısının adından geliyordu; ''…bu kişi esmer, hatta kara birisiydi; o, bu tepelerde en sonunda altın buldu, ama sonra birdenbire ortadan kayboluverdi, açıkçası sır oldu…'' Loftus eski harabeleri gezerken bir yandan da Arap kılavuzların anlattığı bu ürkütücü öyküleri dinliyordu.

Loftus, yıkıntılar arasından Buwariye'nin en yüksek tepesine zorlukla ulaştı. Tek bir yeşil yaprağın olmadığı çöl sarılığı arasında uzaklarda, güneydoğuda bir başka tepe, Muqayyar şehrinin karartısı görünmekteydi. Doğuya doğru ise Iraklıların Senkereh dedikleri bir başka tepe yükselmekteydi.

Loftus'un artık hiçbir şüphesi kalmamıştı: Senkereh, Sümerlerin en eski yerleşim birimlerinden Ur ve Larsa'nın bulunduğu alandır… Bu küçük bölgede oluşmaya başlayan büyük Sümer dünyasının kapısı tam olarak aralanmıştı artık…

Yazıyı tarihte ilk defa kullanan Sümer uygarlığının kil tabletlerdeki kayıtları da 20. yüzyıl başlarında çözümlenecek; Eski Ahit ve dolayısıyla ona dayanan İncil ve Kuran'ın söz ettiği Yaratılış ve Nuh Tufanı gibi anlatımların ilk belgelerini de Sümerlerin yazmış olduğu ortaya çıkacaktır.

Kısacası günümüz uygarlığı, matematik ve astronomiden, tıp ve edebiyata kadar bütün temel konularda eski Sümer insanının oluşturduğu zemin üzerinde yükselmektedir. Yağmalanan işte böyle bir emanettir!

Safa Kaçmaz - Moskova

17.04.2003