İnsanlığın
en eski kültür emanetlerinin bulunduğu Irak, bu yönüyle de görülmemiş bir
saldırıya uğradı. Kol ve bacakları kopmuş ölü bedenlerin görüntüleri
hafızalardan nasıl zorlukla silinecekse, Bağdat Ulusal Arkeoloji
Müzesi'nin yağma edilmesinden sonra müze görevlisi bir bayanın, görüntülere
gelen dizlerini dövme sahnesi de o kadar zor unutulacaktır.
'Demokratik
koalisyon' adını kullanan güçlerin başındaki ABD yönetiminin insan
kıyımını, hem fiilen hem de kültürel cephede sistemli bütünlük içinde organize
ettiğine artık şüphe kalmamıştır. Irak'a Özgürlük adını taktıkları
işgal ve yıkım askeri hareketinden önce ABD'li bilim adamlarının Pentagon'u bu
konuda özel olarak da uyardıkları bilgileri gazetelerde yer almaya başlamıştır;
demek ki bu konu, hazırlıklı olmadıkları bir konu değildi. Chicago Üniversitesi
Arkeoloji profesörü Mc Guire Gibson, ''Onları daha işin başında
uyarmıştık, bize eserlerin korunacağı güvencesi verilmişti'' diye açıklama
yaptı. Öyleyse, Petrol Bakanlığı'nı derhal 'güvenceye' alan
işgalciler kültür değerlerini korumadan bilerek uzak durmuşlardır.
Eski Sümer
uygarlığını yağmalatan bu tutum, Iraklıların kendi tarihleriyle ilişkilerini
kopartmak hedefini bile aşıyor; burada söz konusu olan, tüm insanlığın ortak
değer ve emanetlerinin yıkımı ve ortadan kaldırılmasıdır.
Şimdiki
ABD'nin 'siyasi kumanda merkezi'ne ad olarak 'Beyaz Saray'ı kullanma
geleneği bile 5 bin yıl önceki ilk Sümer Ak tapınağını, Beyaz Ev'i yaratan
uygarlıktan mirastır. UNESCO bugün Irak'taki bu kültür kıyımıyla ilgili olarak
olağanüstü toplantı yapıyor.
Eski Sümer
kültür alanında yapılan arkeolojik çalışmaların kısa bir özeti bile konunun
önemi göstermeye yeter. Bağdat Müzesi'nde birkaç saatte yağmalanan 6 bin yıllık
tarihin yeniden gün yüzüne çıkarılması için birkaç asırdır çaba sarf
edilmekteydi.
Avrupa'nın
antik tarih ve din bilimiyle ilgilenen kesimleri, Sümerler hakkında kısmi bazı
bilgilere, Heredot tarihi ve içtenlik taşımasa bile onlardan bir tür
çekingenlikle bahseden Eski Ahit üzerinden sahip bulunuyorlardı.
Türkler ve Araplar arasına mal alıp-satmaya gelen Avrupalı tüccarlar veya Hristiyan
hacılar, ülkelerine dönüşlerinde Asya ve Ortadoğu izlenimlerini anlatıyor, gezi
notlarını yayımlıyorlardı. Bütün bunlar Avrupalılarda, Hristiyanlık üzerinden
olsa bile, içten içe insanlığın ve dolayısıyla kendi kültür kaynaklarının da
Ortadoğu ve giderek Sümer toprakları üzerinde oluştuğuna yönelik bir ön duygu
yaratmaya başlamış olmalıdır.
Nemrut'un
Zümrüdü Anka Kuşu'nu bulduğunu sanan Benjamine de Tudele, daha 12.
yüzyılda Babil Kulesi ve Niniv kalıntılarından bahsediyordu. 16. yüzyılda Alman
doktor Rauwolff, Venedikli Balbi, İngiliz Eldred, Kutsal Kitabın
Yaratılış bölümünde söz edilen Akarkuf (Kaf dağının) ardındaki
olağanüstü tapınak ve sarayların Bağdat civarında bulunduğunu anlatıyorlardı.
Romalı Pietro
della Valle, 1614 yılında gemiyle Venedik'ten hareket ettiğinde amacı yalnızca
Hacı olmaktı, fakat 12 yıl Küçük Asya'da tarihsel kalıntılar arasında dolaşıp
durdu ve en sonunda da 1616'da Babil'i ve 1625'de Mukayyar'ı (Sümerlerin Ur'u)
ziyaret etti. Bir yıl sonra Roma'ya yanında iki Mısır mumyası, çok sayıda
çiviyazılı kil tablet ve antik duvar kerpiçleriyle dönünce, büyük bir olay
yaratmıştı.
Bundan 140
yıl sonra Hollandalı tüccar Carsten Niebuhr, Fırat üzerindeki Hilleh'e ve
oradan da Babil harabelerine geçti. 18. yüzyıl sonlarında bu kez Fransız rahip De
Beaucamps, Babil kalıntılarının ayrıntılarını içeren bilgileri yayınladı. 19.
yüzyılda ise İngiltere, ilk kez bir Avrupa devleti olarak Mezopotamya ve onun
eski kültürünün araştırılması çalışmasını bir sistem içinde düzenledi. Bu
kararda, Hindistan karayolu bağlantısı ve sonraki Irak işgaliyle (1914 -18 deki
işgal) de anlaşılacağı gibi petrol havzaları önemli rol oynamışsa da karar tek
başına ele alındığında olumlu idi.
Bununla
birlikte Avrupalı uzmanlar ve amatör tarih meraklıları uzunca bir süre yalnızca
Mezopotamya'nın kuzey bölgeleriyle ilgilendiler. Çünkü bu bölgenin ulaşım
olanakları ve çalışma koşulları, aşağıya doğru çölleşen Güney bölgesine göre
daha elverişli idi.
Üstelik Victor
Place, Layard ve Botta isimli kazıt teknisyenleri Niniv ve
Nemrut kalesinde birbiri üzerine sansasyonel kalıntılar buluyorlardı. İngiliz
ressam Robert Ker Porter, Kiş=El Ohemir'de Babil Kralı Hammurabi yazıtının parçasını
bulmuştu; Mackay bu parçanın eksiklerini ancak 1924'lerde
tamamlayabilmiştir. Baillie Frazer ve Doktor Ross 1834-35
yıllarında Ur = Mukayyar'da çalışmışlardı. Bütün bunlar dikkatlerin güney
Mezopotamya'ya, Sümerlerin ilk yerleşim alanlarına tam olarak yönelmesini
engelleyen etmenlerdi. İlk Sümer yerleşim birimlerine yönelim İngiliz jeolog ve
Türk-İran Sınır Komisyonu üyesi William Loftus aracılığıyla ancak
1849'lara doğru gerçekleşecektir.
Böylece
bizim Sümerlere doğru yolculuğumuz, bir bakıma W.K.Loftus'un Karun ve
Dicle'nin kesiştiği Basra'nın doğusundaki Muhammera şehrine doğru yolculuğuyla
başlar. Loftus, kara yoluyla Komisyon üyeliği görevine giderken yolda,
Nippur (Niffer), Warka (Uruk) ve Mukayyar (Ur) yerleşim kalıntılarını görmüş ve
bunları amiri Binbaşı Williams'a aktarmıştı. Onun izniyle çabucak kazıt
hazırlıklarına başladı. İsraillilerin Erek dedikleri, Eski Ahit'in orada Nemrut'un
hüküm sürdüğünü yazdığı Uruk'a heyecanlı yolculuk artık başlayabilecektir.
Loftus,
küçük kervanıyla Fırat ve Sot El Kar arasındaki çölü geçip yönünü Warka'ya
doğru çevirmişti. Eskiden Uruk surlarının duvarlarını okşayarak akan Fırat
şimdi, araya genişçe bir kum çölü bırakmış, çok uzaklara çekilmişti.
Loftus,
önce sarı çöl ışıltıları arasında bir karartı seçmeye başladı. Burası Arapların Buwariye dedikleri
kat kat yükselen bir tapınaktı, bütün büyük Babil şehirlerinde bulunan yüksek
tapınakların ilk örneklerinden birisi… Loftus Warka'ya yaklaştıkça
yerleşim biriminin bu en yüksek harabesinin yanında bir başka yükselti
şekillenmeye başladı. Arapların adına Wuswas dediği bu tepenin adı
bir hazine arayıcısının adından geliyordu; ''…bu kişi esmer, hatta kara
birisiydi; o, bu tepelerde en sonunda altın buldu, ama sonra birdenbire ortadan
kayboluverdi, açıkçası sır oldu…'' Loftus eski harabeleri gezerken bir
yandan da Arap kılavuzların anlattığı bu ürkütücü öyküleri dinliyordu.
Loftus, yıkıntılar
arasından Buwariye'nin en yüksek tepesine zorlukla ulaştı. Tek bir yeşil
yaprağın olmadığı çöl sarılığı arasında uzaklarda, güneydoğuda bir başka tepe,
Muqayyar şehrinin karartısı görünmekteydi. Doğuya doğru ise Iraklıların Senkereh dedikleri
bir başka tepe yükselmekteydi.
Loftus'un
artık hiçbir şüphesi kalmamıştı: Senkereh, Sümerlerin en eski yerleşim
birimlerinden Ur ve Larsa'nın bulunduğu alandır… Bu küçük bölgede oluşmaya
başlayan büyük Sümer dünyasının kapısı tam olarak aralanmıştı artık…
Yazıyı
tarihte ilk defa kullanan Sümer uygarlığının kil tabletlerdeki kayıtları da 20.
yüzyıl başlarında çözümlenecek; Eski Ahit ve dolayısıyla ona dayanan İncil ve
Kuran'ın söz ettiği Yaratılış ve Nuh Tufanı gibi anlatımların ilk belgelerini
de Sümerlerin yazmış olduğu ortaya çıkacaktır.
Kısacası
günümüz uygarlığı, matematik ve astronomiden, tıp ve edebiyata kadar bütün
temel konularda eski Sümer insanının oluşturduğu zemin üzerinde yükselmektedir.
Yağmalanan işte böyle bir emanettir!
Safa Kaçmaz
- Moskova
17.04.2003