Kayıtsız- Koşulsuz- Amasız- Fakatsız- İkirciksiz...
Bu savaşa ve her türlü savaşa karşı... Savaş karşıtı mücadele insanlık ödevidir!
Bu savaşa ve her türlü savaşa karşı... Savaş karşıtı mücadele insanlık ödevidir!
26.02.2003
Köşe
yazarı, diplomat ve politikacılarımız, sadece görünürde ve şimdilik Irak'a
karşı yönlendirilmiş savaş konusunda temel ilkeler bakımından "savaşın
kötü bir şey" olduğundan bahsetmeden yazıya, söyleve başlamıyorlar.
Başlangıcın hemen devamında ise sonu gelmez "fakat"lar sıralanıyor;
"reel politika, devlet çıkarları, bölgenin durumu" kuyumcu
terazisinde denetlenerek tartılıyor.
Saddam
Hüseyin'in demokrat ve iyi bir insan olmadığını ve rejiminin de kötü olduğu
tekrarlamak, sanki bu gerekçe binlerce sivil insanın katledilmesini haklı
kılarmış gibi yinelenip duruluyor. "Doğrudan ya da dolaylı Saddam'a destek
olma" anlamı çıkabilecek söz ve davranışlardan kaçınma bu yazıların dikkat
çekici paydalarından biridir.
Fakat bu
durumda da ABD Beyaz Sarayı yanında saf tutulmuş olunmuyor mu?
Kimse için
sır olmayan Saddam için sıralanan kötülükler daha fazlasıyla ABD Beyaz Sarayı
için de sıralanamaz mı?
İki taraf
arasında tercih zorunluluğu karşısında bırakılmış bir kişi, hangi tutum alırsa
alsın, sonuçta bu, 'bir taraf' lehine yorumlanabilir.
Açıktır ki
burada 'fakat'lı bütün sözler üçüncü koltukta oturarak yapılmaktadır.
Fakat
unutulmaktadır ki savaş karşısında herkes "üçüncü" değil, insan
olarak ilk taraftır!
Savaş
insanın hemcinsini boğazlama işidir!
Barbarlığın öteki adıdır. Şu andaki durum bakımından ise uygarlığın barbarlığıdır!
İnsan
katliamının sorumluları her vakit bir gerekçe bulabilmişlerdir. Şimdiki Irak
topraklarında bulunan 5 bin yıl önceki Sümerler döneminde de Lagaş şehrinin
Umma'yı, Uruk'un Girsu'yu yakıp yerle bir etmesi için de bir gerekçe vardı
elbette.
Şu ya da bu
"somut"luktan uzaklaşarak ele aldığımızda, insanın kendi hemcinsini
boğazladığı bu saldırganlık eylemleri bize büsbütün başka bir şekilde
görünecektir; ona, doğrudan doğruya insan olarak karşı durmak gerektiği
sonucuna varılacaktır.
En kutsal
varlık olan yaşam hakkına yönelen savaş gerekçelerinin, kuyumcu terazisinde
tartılması, binlerce yıllık insan toplumu tarihi içinde ciddi bir değer
taşımaz.
Savaşın
günlere bağlandığı bir sırada 'Pasifist değilim' demeyi övünç aracı olarak
kavramak 'Savaş yanlısıyım' demekle eşdeğerdir. Şimdilerde uzağında durulmaya
özen gösterilen 'Pasifist' sözcüğüne hatalı anlamlar yüklenerek, savaş
taraftarlığı güçlendirilmeye çalışılıyor. Savaş karşıtı mücadelenin genelini
ifade eden küçümseyici bir 'pasifist olma' fotoğrafı çiziliyor.
Şiddetin
örgütlü uç biçimi olarak savaşa karşı sayısız mücadele biçimlerini kullanan
savaş karşıtlarının son derece aktif oluşu; savaşı önlemek için gerekirse canlı
kalkan olarak kendi canlarını vermeyi göze almaları, pasifizm kelimesi
üzerinden sürdürülen haksız kötülemenin yanlışlığını ve savaş yanlısı olma
tutumunu gizleyen bir örtü olduğunu ortaya koymaya yeter.
İnsanlar
eninde sonunda savaş karşıtı mücadeleyi yürüten aktif bir 'pasifizmi'
benliklerine yerleştirecek; o mücadele biçimleriyle varlığındaki barbarlığı
içinden söküp atacak ve böylece giderek daha çok insanlaşacaktır.
Tarihin
nehri böyle akmış; öyle akmaya da devam ediyor.
Sümer
atasözleri
* Seni suya
koysalar suyu kirletirsin.
Bahçeye koysalar meyveler çürümeye başlar.
Bahçeye koysalar meyveler çürümeye başlar.
* İlk arpa
mı iyi ürün verecek - nereden bilelim?
Son arpa mı iyi ürün verecek - nereden bilelim?
Son arpa mı iyi ürün verecek - nereden bilelim?
*
Demircinin köpeği örsü deviremeyince su kabını devirir.
* Daha
tilkiyi yakalamadan, boynuna takacağı laleyi hazırlıyor.
* Sen gider
başkasının ülkesini ele geçirirsin; o da gelir senin ülkeni ele geçirir. /
26.02.2003
Uruk 'Beyaz Saray'ı...
05.03.2003
Bugünkü
Irak topraklarında bulunan, Erek-Arak veya Warka olarak da
okunabilen Sümer yerleşim birimi Uruk, tanrıça İnanna-İştar-EA'nın Ak
Tapınağının bulunduğu şehirdir.
Tanrıça İştar=İnanna, sonraki kutsal kitapların Havva anasından başkası olmasa gerektir. Sümercede Ur kelimesi Şehir, bazen de 'ülke-toprak' anlamına gelmektedir. Etimolojik yönden değilse bile anlam bakımından, Sümer yerleşim birimi Uruk, büyük olasılıkla, insan tarihinin tanıdığı en eski Beyaz Saray'a sahip ilk yerleşimdir.
5000 yıl kadar önce, Erek=Uruk=Arak=Warka'daki Ak Tapınağın inşasında yapım malzemesi olarak, o zamana değin olduğu gibi güneşte kurutulmuş çamur kerpiç değil, yakın çevrede doğal kaynağı bulunmayan beyaz sert kaya kullanılmıştı. Pencere ve kapı üstleri bir oymacılık örneği olan ve insanlığın o tarihe kadar yaptığı en üstün teknik ve mimariyi oluşturan Ak Tapınak, aynı zamanda her köşesi bir yöne gelmek üzere doğu-batı-kuzey-güney belirlenimini temsil ediyordu. Bu bakımdan çevredeki öteki toplum birimlerin toprak ve sınırlarını belirlemekte başlangıç noktası olarak da kullanılmış olmalıdır ve eski dünya Sümer topraklarından ibaret sayıldığına göre "dünyanın merkezini" de ifade etmekteydi.
Günümüzün
ABD Beyaz Sarayı, şimdi insanlığın bu eski mirası Beyaz Sarayın bulunduğu
topraklara göz dikmiştir.
***
5000 yıl
önce, Dicle ve Fırat arasındaki toprakların Bağdat ile Basra körfezi arasındaki
kısmında, farklı iki topluluk; kuzeyde semitik «Akkadlar», güneyde
ise «Sümerler» olarak adlandırılanlar bulunuyordu.
Tarihin bilinen en eski konfederasyonu olan bu yapılanma güçlü bir manevi otoriteye sahipti. Bu nedenle sonraki Mezopotamya kralları o topraklar üzerindeki hakimiyetlerini ifade etmek için kendilerini "Sümer ve Akkad Kıralı" (Lugal - ki-en-gi ki-uri) olarak tanıtıyorlar* ; eski manevi mirası özel bir büyüklük olarak vurguyla sunmaya özen gösteriyorlardı.
Babil ve Kiş'den itibaren Dicle ve Fırat'ın Basra körfezine boşaldığı yaklaşık 20.000 kilometrekarelik alanda, Güney Mezopotamya'da günümüzden 6000 yıl kadar önce oluşmaya başlayan ve etkisini günümüze taşıyan Sümer kültür temsilcileri olan Kiş, İşin, Umma, Nippur=Niffer, Şuruppak=Uruffak=Fara, Uruk, Larsa, Ur, Eridu, Girsu gibi yerleşim alanları bugün kum yığınları altında kaybolmuş, oturanı kalmamış harabeler halindedir.
M.Ö. 3500
yıllarında, Fırat ve Dicle, herhalde, başka yataklarda akıyor ve daha fazla
kola ayrılıyordu. Basra körfezi ise o sıralarda, bugün bulunduğu seviyeden 200 km . kadar daha içerlere
uzanıyor, Lagaş yerleşimi denizin hemen kıyısında bulunuyordu. Denizin
çekilmesi, Dicle ve Fırat'ın eski yataklarını değiştirerek Basra Körfezi'ne
birleşmiş olarak dökülmeleri sonucuna yol açtı. Bu iki büyük nehrin geldikleri
yerlerden taşıdıkları alüvyonla doldurduğu alan, bahar ve güz taşkınlarıyla her
geçen gün büyüyor ve yaz sıcağı ile birleşerek son derece verimli bir tarımsal
ortam doğuruyordu.
Eski
Ahit, "insanın yaratılışı"nı aktarmadan önce, dünyayı Mezopotamya'dan
ibaret sayan ilk Sümer destanlarının anlatımına dayanarak, bu gelişmeleri şöyle
özetlemektedir:
«Göğün
altında sular aynı noktada birleşti ve topraklar göründü.
Bu gerçekleşmişti. Ve sonra, toprak, bitkilere hayat verdi:
Tohum türlerine göre tahıllar; meyvesinde tohumunu barındıran ağaçlar gelişti.
Bu gerçekleşmişti. Ve sonra, toprak, bitkilere hayat verdi:
Tohum türlerine göre tahıllar; meyvesinde tohumunu barındıran ağaçlar gelişti.
Ve tanrı değerlendirdi ki, bunlar iyidir. »*
İşte "toprakların
görünmeye başladığı"; tahıl ve meyve ağaçlarının boy verdiği bu alandaki
topluluk gelişme içinde dünyayı etkileyen bir kültürü adım adım oluşturacaktır.
Eski kil tabletlerin «ki-En-ki ki-Uri, Enki ve Ur toprağı» dedikleri bu alana «Sümer» ve orada yaşayan topluluğa da «Sümerler» denilmesini gerektiğini, 1869 yılında Jules Oppert önermişti.
Kazıtçı ve
Asya bilimci Fransız J. Oppert ve arkadaşları ilk Sümer kil
tabletlerini gördüklerinde bunların Semitik bir halka
değil, "yabancı"lara ait olduğunu fark etmişler ve Akkad'lıların
eskiden Güney Mezopotamya'yı adlandırma sıfatı
olan "Sümerler" sözünü bu topluluk için kullanmak
gerektiğini önermişlerdi. O zamanlar bu öneri büyük tartışmalara yol açmış;
böyle bir topluluğun hiç bir zaman var olmamış olduğu üzerine umutsuz iddiaları
ispatlamaya çalışan bilim adamları bile ortaya çıkmıştı.
Oysa J.Oppert'in
gerekçeleri, bu konuda kısmi bilgilere sahip olunan dönem bakımından bile
yabana atılır türden değildir. Çünkü bulunan kil tabletlerde hiçbir Semitik dil
köküne bağlanamayan çok sayıda kelime bulunuyordu. Babil yazısında kullanılan
şekil - yazı ile bunların yansıttığı hece sesleri, Babil dilindeki kelimelerden
gelmiyordu. Bunlar, Babil yazı sisteminin, farklı dil konuşan bir başka
topluluktan devralındığını göstermekteydi. Gerçekten de yazı sistemini; kendi
kelimelerini ve farklı hece sesi veren yazı-şekillerini, yalnızca Babillilere
değil, bütün çevre topluluklara aktaran Sümerlerden başkası değildir.*
Babillilerin «Sumeru» diye
okudukları ve eski kil tabletlere «Ülke.Yönetici.Kamış» «Pays.Maitre.Roseau»
şeklinde çizilen ideogram=fikir yazıyı, daha başka uzmanlar gibi Bay J. Louis
Huot da «Ki.En.Gi» diye okumayı önermekte ve «Kengir» ses değeriyle de okumaktadır.*
Gılgamış=Gal-Kamış'ın
en eski Sümer isimlerinden birisi olduğunu ve Gal'ın "ulu, büyük"
anlamı taşıdığını biliyoruz. Böylece, fikir yazının, Ulu Yazıcı, Gal-Kamış'ın
Toprağı diye yorumlanması mümkün görünmektedir. Üstelik bizzat Bay Huot, kitabının
başka bölümlerinde Gılgamış'ı, En-mer-kar olarak da okumaktadır. Şunu da
belirtmek gerekir ki, uzmanların bir bölümü, Sümer ve Hititlerdeki Tanrı
sözünün karşılığını, Türk ve Moğolların Tengri'sini "Dingir" olarak
okurlar. Sümer toprağının ifadesi olarak "Ki En-ki" okunuşu,
burasının Sümerler döneminde "Tanrı toprağı" olarak düşünüldüğünü de
ortaya koymaktadır. Sümer toprağının kutsal kitaplarda "yeryüzü
cenneti - tanrılar bahçesi" anlamında yorumlanması bu kanıyı
güçlendirmektedir.
Eski Ahit,
eski Sümer tabletlerine de dayanarak "cennet"e ilişkin bir coğrafik
tanım aktarıyordu:
"Kuru düzlüğün ortasında bir vaha vardı.
Bir nehir geliyor ve dört koldan bu vahaya hayat veriyordu.
Kolun birinin adı Pişon, öteki Gihon idi.
Üçüncünün adı Dicle, Asur'un doğusundan akardı.
Dördüncüsü de Fırat 'tır. (Yaratılış.2.8)*"
"Kuru düzlüğün ortasında bir vaha vardı.
Bir nehir geliyor ve dört koldan bu vahaya hayat veriyordu.
Kolun birinin adı Pişon, öteki Gihon idi.
Üçüncünün adı Dicle, Asur'un doğusundan akardı.
Dördüncüsü de Fırat 'tır. (Yaratılış.2.8)*"
Bu kutsal
metinleri, dini eğitimi boyunca birçok kez okuyan ve belki de ezberinde tutan
Monseigneur Huet, Eveque d`Avranches, Fransa'nın Avranş Piskoposu daha 1698
yılında, Samara ile Basra arasında bulunan Dünya Cenneti'ni eliyle koymuş gibi
bulmuş ve burasını "Eden: Paradisus terrestris" diye tüm dünyaya ilan
etmişti.
Eski
Ahit'in 'yeryüzü cenneti', tanrılar bahçesi, kazıt uzmanlarının yıllarca
uğraş verdiği Uruk=Erek, Larsa, Niffer=Nippur,Ur,Girsu ve Eridu'nun, yani ilk
Sümer topluluklarının yerleşim alanından başka bir yerde değildir.
J.Oppert'in
Sümerlerle ilgili önerisinden bir kaç yıl sonra Ernest De Sarzec, şimdiki
Tello'da bulunan, Girsu'ya kazıtçı kazmasını vurdu ve sadece Babil kayıtları ve
Kutsal Kitapların onlar hakkında yazdıklarından kısmen tanıdığımız bir topluluğun
tarihi, binlerce yıldır kaldığı toprak altından gün yüzüne doğru çıkmaya
başladı. Yazılı ve bulgusal tanıklık üzerinden, 5000 yıl öncesinin Sümer
kapıları aralanmaya başlamıştı artık.
"Amacım savaş değil,
barış..."
Sokağa
çıktığımız ilk anda karşılaştığımız
tanıdığa "selam" veririz. Selam sözü semitik
dillerde "barış" anlamına gelmektedir. Jarusalem, Kudüs,
eski tarihlerden bu yana kutsal barış şehri diye tanınırdı. Kişinin şimdi
gündelik yaşamında, kapı komşusu ve dostuna, binlerce yıl öncesi insanının
yaşamında büyük öneme sahip olan "amacım savaş değil,
barış" beyanını ifade etmek için kullandığı sözleri tekrarlıyor
olması nedensiz değildir.
İnsan,
tarihin en eski dönemlerinden beri, bir öteki insan ile barışçıl ortamın
şartlarını yaratmak için çabalamıştır.
Varlığını,
tarihsel gelişme sürecinde, içinden geldiği hayvan dünyasının tüm
özellikleriyle birlikte bu yana çeken insanın, gündelik konuşma, deyim,
geleneksel davranış ve kutsal edimlerinde izleri hala belirgin olarak bulunan
hemcinsini öldürme güdüsü, yine insanın kendisi tarafından sembolik hale
sokulan davranış ve kurumlar aracılığıyla gerçek toplumsal yaşamın dışına
itilmeye çalışılmıştır.
İki ordunun savaşması yerine geçmek üzere
oluşturulmuş iki temsilcinin savaşı-düello örneğini, Truva surlarının
yakınındaki Skamandros nehrinin düz çayırlığında karşı karşıya gelen Akha ve
Truva savaşçıları arasındaki ilişkilerde de görürüz*.
ABD'li
Bayan E.Reed, büyük bir cesaret örneği göstererek, şimdiki insanın içki
sofrasında kadehlerini birbirlerinin sağlık ve şereflerine tokuşturması ile
geçmişteki insanın kan içiciliği arasındaki tarihsel- sosyolojik bağlantıya
yıllar önce dikkat çekmişti. Türklerde, söz vermek, antlaşmak, "ant
içmek" olarak tanımlanmaya devam etmektedir. Kan içicilik geleneğini
yansıtan içki sunum ve içme kültürü geleneklerinin farklı toplumlardaki
zenginliği dikkat çekici ölçüde geniştir.
Avrupa ve başka bölgelerdeki mezar
kazıtlarında bulunan isteyerek kırılmış eski kupa ve çanak-çömlekler, yeme ve
içme araçlarını kırma geleneği; günümüzde Atina ve İstanbul tavernalarının
görgüsüz gösterilerine dönüşmeden önce, M.Ö 4000-2000'li yılların mezar
törenlerinin yaygın geleneksel uygulamasıydı ve kuşkusuz çok önceki ölü
yamyamlığına ilişkin bir süreçten kalan halkalardır. Daha sonraki dönemin Yeni
Ahit'i İncil, kendini bütün insanlık namına kurban eden İsa'nın, göğe
çekilmeden önceki son ziyafetinde, kendi eti yerine geçmek üzere ekmeği, kendi
kanı yerine geçmek üzere de şarabı 12 havarisine elleriyle sunmuş olduğunu
açıklar.
Bu bakımdan insan toplumu tarihi, bir
yönüyle kendi barbarlığını engellemeye çalışma tarihidir aynı zamanda ve onu
insanlaştıran da zaten bu bilinçli sürecin kendisidir.
Doğum, vaftiz, sünnet, düğün ve ölüm törenlerinin hepsinde izlerini bulduğumuz hemcinsini kurban etme eyleminden ve yamyamlıktan uzaklaşabilmek için insan kuşkusuz çok acılar çekmiştir ve yamyamlığın toplumun gerçek yaşamının dışına atılabilmesi uğruna oluşturulmuş ve Avrupalı bilginlerimizin "imaginations inimaginables" dedikleri hayal edilemeyecek hayaller ürünü kurumların, sembolik davranışların hepsi, bu yönüyle, aslında elle tutulacak kadar gerçek ve insan toplumunun doğal mantığı üzerine yerleşmiş biçimde, özünde barbarlığı yasaklama, en aza indirgeme, sembolik kılarak gerçek yaşamın dışına atma kurumları olarak dururlar*.
Bu bakımdan Güz ve Bahar Karnavallarında hayvan maskeleriyle Paris, Londra, Berlin sokaklarında şarkılar söyleyen İngiliz, Fransız ve Alman bilim adamlarının bir Afrika kabilesinde, hayvan postu ve boynuzlarına bürünmüş, kendi yarı-çıplak halkının korku dolu çığırışları arasında atalarına seslenen büyücünün "hayalleri" karşısında tebessüm ifadeleri pek soyluca bir davranış olmasa gerektir.
Aynı Avrupa
dünyasının parçası olan Salman Rüşdi, Muhammed peygambere ait olduğuna
inandıkları bir sakal kılını kutsal kabul eden, onu koruyan ve onunla korunan
Müslümanları anlama güçlüğü çekmekte yerden göğe kadar hak sahibi olabilir.
Ama S.Rüşdi'nin, İran ulemasının hakkındaki ölüm fetvasına karşı polisiye
önlem kararı çıkaran İngiliz mahkeme heyetine bakmamış olmasını biz
anlayamayız. "Bilim" adına konuşan Salman Rüşdi,
İngiliz mahkeme heyetinin kafalarına geçirdikleri, "bir
kıl" değil, sayısız kıldan oluşan peruklarını da anlayamadığını
açıklasaydı, işte o zaman dediği bilimsel bir değer taşıyabilirdi.
***
Bütün
toplulukların yaşamında derin etkilere sahip olan Kurban sözü, eski Hint'çe de
kurban edileni olduğu kadar kurban edeni de içeren bir anlatım özelliği taşır.
Birini öteki yerine geçiren substitution, bütün toplumların başlangıçtaki
kurtarıcısı olmuştur. En 'ilkelinden' en gelişmişine değin, bugünkü bütün
toplumların yaratılış öykülerinde, bayraklarında, yöresel sembollerinde, hayvan
veya bitki motifi bulunuyor olmasının altında bu derin kurtarıcı etki yatar.
Kutsal Kitap, Cebrail aracılığıyla insan yerine kurban olarak koyunun
gönderilmiş olduğunu bildirmişti. Bununla birlikte insanın, hayvan ve bitki ile
yer değiştirmesi süreci bir anda gerçekleşmemiştir.
Bay Hrozny'nin
Girit-Rodos eski yazıt çözümlemelerinde*, M.Ö 1500-1000 yılları arasında,
tapınaklara sunulan kurban listelerinde keçi ve koyunların yanında; kadın,
erkek ve çocuk sayı dökümlerine de rastlanması geçiş döneminin uzun sürdüğünü
göstermektedir. Aşil, Hektor tarafından öldürülen kardeşliği Patraklos'un M.Ö.
1250 yıllarındaki cenaze töreninde, at, inek ve 4 köpeğin yanında Truva'lı on
iki çocuğu baltayla öldürdükten sonra yakarak kurban etmektedir. Hektor
kargısını ortasından tutup Turuva önündeki meydana doluşmuş savaşçıların
arasına çıkarak, iki ordu adına Paris ile Menelaos'un teke tek savaşmalarını,
ardından da Akhalarla Truvalıların barış antlaşması yapmasını önerdiğinde,
Agamemnun, "Truvalılar getirin koyunları, erkeği ak olsun, dişisi
kara; toprak tanrıya biri, güneş tanrıya öteki, getirelim Zeus için biz de bir
tane" diye yanıtlamıştı. Kutsal Kitaplarda, kurbanın "1
yaşında" olması özellikle belirtilmişse, cinsiyeti saptanmışsa, renginin
"kara" veya "ak" olması istenmişse, "lekesiz"liği
yani damgalanmamış, henüz aidiyeti saptanmamış olması gerektiği özelikle
vurgulanmışsa, bütün bunların yalnızca kutsal uydurmalar olduğunu düşünmek
insan toplumunun eski yamyamlık ilişkilerini çözümlemekte bizi ileriye taşımış
olmaz.
Böylece, başlangıçta, yamyamlığının giderilmesi doğrultusunda bir çözüm getirmişse, hayvan dünyasının bunun karşılığında taltif edilmiş ve kutsanmış olmasında şaşırılacak yan yoktur. İnsanın, yaşamını borçlu olduğu kurtarıcı hayvana verdiği kutsallık, borcunun küçük bir bölümünü ödemedir üstelik. İnsan kurbanı yerine geçen kurtarıcı hayvan her türlü kutsallığa ve tapınmaya hak kazanarak, insan dünyasındaki yerine oturmuştur.
Böylece, başlangıçta, yamyamlığının giderilmesi doğrultusunda bir çözüm getirmişse, hayvan dünyasının bunun karşılığında taltif edilmiş ve kutsanmış olmasında şaşırılacak yan yoktur. İnsanın, yaşamını borçlu olduğu kurtarıcı hayvana verdiği kutsallık, borcunun küçük bir bölümünü ödemedir üstelik. İnsan kurbanı yerine geçen kurtarıcı hayvan her türlü kutsallığa ve tapınmaya hak kazanarak, insan dünyasındaki yerine oturmuştur.
Eski
toplumun bitki ve hayvanlar dünyası ile o denli iç içe geçmiş olması, bütün
öteki nedenlerden önce, insanın onlarda kendi kurtuluşunu bulmasından ötürüdür.
Böyle büyük bir sonuç uğruna, hayvanlar ve bitkiler yalnızca yaratıcı ata ve
tanrı olarak taltif edilmişse, bugünkü torunları, eski insanda cehalet yerine
deha keşfetmeliydiler.
Alman ve
Fransız yurttaşı uzmanlarımız, eğer hayvan tapınmasının kaynaklarını araştırmaya
Asya, Afrika, Amazon ve Avustralya'daki 'ilkeller'den çok, Berlin'deki çift
başlı kartal bayrağından ve Paris kiliselerinin paratoner çubuklarının
tepesinde hala sallanan kutsal horoz ambleminden başlasaydılar, herhalde insan
toplumunun ilişkileri hakkında doğru sonuçlara ulaşmada şimdi bulundukları
noktadan daha ileride olacaklardı.
***
İnsan
yamyamlığının öteki adı olan savaşın, toplum yaşamından bütünüyle dışlanması
kaçınılmaz olarak gerçekleşecektir. Tarihsel eğilimin asıl yönü bu
doğrultudadır.
İnsan
katliamını öngören ve içeren hiçbir savaş haklı değildir.
Sovyetler Birliği işgali olunca "haklı", ABD işgali olunca "haksız" biçimindeki ayırımlar artık savunulamayacak dogmalar olarak geride kalmış olmalıdır.
Savaşın
haklı veya haksız, kirli veya temiz,onurlu veya onursuz ayırımları yoktur.
Şiddetin
örgütlü uç biçimi olarak savaşa karşı sayısız mücadele
biçimleri vardır ve insan toplumu o mücadele biçimleriyle içindeki barbarlığı söküp atacaktır.
biçimleri vardır ve insan toplumu o mücadele biçimleriyle içindeki barbarlığı söküp atacaktır.
***
(İnsan bilim,
Eski Toplum Ve Sümerler isimli çalışmanın bir parçasıdır.)
05.03.2003
Safa Kaçmaz - Moskova
--------------------------------
Başvurular
Paul DHORME
.Choix de textes religieux Assyro-Babyloniens.1906-Paris
G.CONTENAU.L'épopé
de Gilgamesh. Poéme Babylonien.1939-Paris
Bedrich
HROZNY.Les incriptions Crétoises.Archive Orientalni.Vol.XV.1946-Praha
Jean-Louis
HUOT.Les Sumériens.Paris
A.R.Radcliffe-Brown.Structure
et fonction dans la société primitive.1968-Paris
S.N.KRAMER.Tarih
Sümer'de Başlar.İstanbul-1999
HOMEROS.İlyada.İstanbul-1997