22.11.2006

Sümerlerin öğrettiği...


Kayıtsız- Koşulsuz- Amasız- Fakatsız- İkirciksiz...
Bu savaşa ve her türlü savaşa karşı... Savaş karşıtı mücadele insanlık ödevidir!

26.02.2003

Köşe yazarı, diplomat ve politikacılarımız, sadece görünürde ve şimdilik Irak'a karşı yönlendirilmiş savaş konusunda temel ilkeler bakımından "savaşın kötü bir şey" olduğundan bahsetmeden yazıya, söyleve başlamıyorlar. Başlangıcın hemen devamında ise sonu gelmez "fakat"lar sıralanıyor; "reel politika, devlet çıkarları, bölgenin durumu" kuyumcu terazisinde denetlenerek tartılıyor.

Saddam Hüseyin'in demokrat ve iyi bir insan olmadığını ve rejiminin de kötü olduğu tekrarlamak, sanki bu gerekçe binlerce sivil insanın katledilmesini haklı kılarmış gibi yinelenip duruluyor. "Doğrudan ya da dolaylı Saddam'a destek olma" anlamı çıkabilecek söz ve davranışlardan kaçınma bu yazıların dikkat çekici paydalarından biridir.

Fakat bu durumda da ABD Beyaz Sarayı yanında saf tutulmuş olunmuyor mu?

Kimse için sır olmayan Saddam için sıralanan kötülükler daha fazlasıyla ABD Beyaz Sarayı için de sıralanamaz mı?

İki taraf arasında tercih zorunluluğu karşısında bırakılmış bir kişi, hangi tutum alırsa alsın, sonuçta bu, 'bir taraf' lehine yorumlanabilir.

Açıktır ki burada 'fakat'lı bütün sözler üçüncü koltukta oturarak yapılmaktadır.

Fakat unutulmaktadır ki savaş karşısında herkes "üçüncü" değil, insan olarak ilk taraftır!

Savaş insanın hemcinsini boğazlama işidir!

Barbarlığın öteki adıdır. Şu andaki durum bakımından ise uygarlığın barbarlığıdır!

İnsan katliamının sorumluları her vakit bir gerekçe bulabilmişlerdir. Şimdiki Irak topraklarında bulunan 5 bin yıl önceki Sümerler döneminde de Lagaş şehrinin Umma'yı, Uruk'un Girsu'yu yakıp yerle bir etmesi için de bir gerekçe vardı elbette.
Şu ya da bu "somut"luktan uzaklaşarak ele aldığımızda, insanın kendi hemcinsini boğazladığı bu saldırganlık eylemleri bize büsbütün başka bir şekilde görünecektir; ona, doğrudan doğruya insan olarak karşı durmak gerektiği sonucuna varılacaktır.

En kutsal varlık olan yaşam hakkına yönelen savaş gerekçelerinin, kuyumcu terazisinde tartılması, binlerce yıllık insan toplumu tarihi içinde ciddi bir değer taşımaz.

Savaşın günlere bağlandığı bir sırada 'Pasifist değilim' demeyi övünç aracı olarak kavramak 'Savaş yanlısıyım' demekle eşdeğerdir. Şimdilerde uzağında durulmaya özen gösterilen 'Pasifist' sözcüğüne hatalı anlamlar yüklenerek, savaş taraftarlığı güçlendirilmeye çalışılıyor. Savaş karşıtı mücadelenin genelini ifade eden küçümseyici bir 'pasifist olma' fotoğrafı çiziliyor.

Şiddetin örgütlü uç biçimi olarak savaşa karşı sayısız mücadele biçimlerini kullanan savaş karşıtlarının son derece aktif oluşu; savaşı önlemek için gerekirse canlı kalkan olarak kendi canlarını vermeyi göze almaları, pasifizm kelimesi üzerinden sürdürülen haksız kötülemenin yanlışlığını ve savaş yanlısı olma tutumunu gizleyen bir örtü olduğunu ortaya koymaya yeter.

İnsanlar eninde sonunda savaş karşıtı mücadeleyi yürüten aktif bir 'pasifizmi' benliklerine yerleştirecek; o mücadele biçimleriyle varlığındaki barbarlığı içinden söküp atacak ve böylece giderek daha çok insanlaşacaktır.

Tarihin nehri böyle akmış; öyle akmaya da devam ediyor.

Sümer atasözleri

* Seni suya koysalar suyu kirletirsin.
Bahçeye koysalar meyveler çürümeye başlar.

* İlk arpa mı iyi ürün verecek - nereden bilelim?
Son arpa mı iyi ürün verecek - nereden bilelim?

* Demircinin köpeği örsü deviremeyince su kabını devirir.
* Daha tilkiyi yakalamadan, boynuna takacağı laleyi hazırlıyor.

* Sen gider başkasının ülkesini ele geçirirsin; o da gelir senin ülkeni ele geçirir. / 26.02.2003
Uruk 'Beyaz Saray'ı...

05.03.2003

Bugünkü Irak topraklarında bulunan, Erek-Arak veya Warka olarak da okunabilen Sümer yerleşim birimi Uruk, tanrıça İnanna-İştar-EA'nın Ak Tapınağının bulunduğu şehirdir.

Tanrıça İştar=İnanna, sonraki kutsal kitapların Havva anasından başkası olmasa gerektir. Sümercede Ur kelimesi Şehir, bazen de 'ülke-toprak' anlamına gelmektedir. Etimolojik yönden değilse bile anlam bakımından, Sümer yerleşim birimi Uruk, büyük olasılıkla, insan tarihinin tanıdığı en eski Beyaz Saray'a sahip ilk yerleşimdir.

5000 yıl kadar önce, Erek=Uruk=Arak=Warka'daki Ak Tapınağın inşasında yapım malzemesi olarak, o zamana değin olduğu gibi güneşte kurutulmuş çamur kerpiç değil, yakın çevrede doğal kaynağı bulunmayan beyaz sert kaya kullanılmıştı. Pencere ve kapı üstleri bir oymacılık örneği olan ve insanlığın o tarihe kadar yaptığı en üstün teknik ve mimariyi oluşturan Ak Tapınak, aynı zamanda her köşesi bir yöne gelmek üzere doğu-batı-kuzey-güney belirlenimini temsil ediyordu. Bu bakımdan çevredeki öteki toplum birimlerin toprak ve sınırlarını belirlemekte başlangıç noktası olarak da kullanılmış olmalıdır ve eski dünya Sümer topraklarından ibaret sayıldığına göre "dünyanın merkezini" de ifade etmekteydi.

Günümüzün ABD Beyaz Sarayı, şimdi insanlığın bu eski mirası Beyaz Sarayın bulunduğu topraklara göz dikmiştir.

***
5000 yıl önce, Dicle ve Fırat arasındaki toprakların Bağdat ile Basra körfezi arasındaki kısmında, farklı iki topluluk; kuzeyde semitik «Akkadlar», güneyde ise «Sümerler» olarak adlandırılanlar bulunuyordu.

Tarihin bilinen en eski konfederasyonu olan bu yapılanma güçlü bir manevi otoriteye sahipti. Bu nedenle sonraki Mezopotamya kralları o topraklar üzerindeki hakimiyetlerini ifade etmek için kendilerini "Sümer ve Akkad Kıralı" (Lugal - ki-en-gi ki-uri) olarak tanıtıyorlar* ; eski manevi mirası özel bir büyüklük olarak vurguyla sunmaya özen gösteriyorlardı.

Babil ve Kiş'den itibaren Dicle ve Fırat'ın Basra körfezine boşaldığı yaklaşık 20.000 kilometrekarelik alanda, Güney Mezopotamya'da günümüzden 6000 yıl kadar önce oluşmaya başlayan ve etkisini günümüze taşıyan Sümer kültür temsilcileri olan Kiş, İşin, Umma, Nippur=Niffer, Şuruppak=Uruffak=Fara, Uruk, Larsa, Ur, Eridu, Girsu gibi yerleşim alanları bugün kum yığınları altında kaybolmuş, oturanı kalmamış harabeler halindedir.

M.Ö. 3500 yıllarında, Fırat ve Dicle, herhalde, başka yataklarda akıyor ve daha fazla kola ayrılıyordu. Basra körfezi ise o sıralarda, bugün bulunduğu seviyeden 200 km. kadar daha içerlere uzanıyor, Lagaş yerleşimi denizin hemen kıyısında bulunuyordu. Denizin çekilmesi, Dicle ve Fırat'ın eski yataklarını değiştirerek Basra Körfezi'ne birleşmiş olarak dökülmeleri sonucuna yol açtı. Bu iki büyük nehrin geldikleri yerlerden taşıdıkları alüvyonla doldurduğu alan, bahar ve güz taşkınlarıyla her geçen gün büyüyor ve yaz sıcağı ile birleşerek son derece verimli bir tarımsal ortam doğuruyordu.

Eski Ahit, "insanın yaratılışı"nı aktarmadan önce, dünyayı Mezopotamya'dan ibaret sayan ilk Sümer destanlarının anlatımına dayanarak, bu gelişmeleri şöyle özetlemektedir:

«Göğün altında sular aynı noktada birleşti ve topraklar göründü.
Bu gerçekleşmişti. Ve sonra, toprak, bitkilere hayat verdi:
Tohum türlerine göre tahıllar; meyvesinde tohumunu barındıran ağaçlar gelişti.

Ve tanrı değerlendirdi ki, bunlar iyidir. »*

İşte "toprakların görünmeye başladığı"; tahıl ve meyve ağaçlarının boy verdiği bu alandaki topluluk gelişme içinde dünyayı etkileyen bir kültürü adım adım oluşturacaktır.

Eski kil tabletlerin «ki-En-ki ki-Uri, Enki ve Ur toprağı» dedikleri bu alana «Sümer» ve orada yaşayan topluluğa da «Sümerler» denilmesini gerektiğini, 1869 yılında Jules Oppert önermişti.

Kazıtçı ve Asya bilimci Fransız J. Oppert ve arkadaşları ilk Sümer kil tabletlerini gördüklerinde bunların Semitik bir halka değil, "yabancı"lara ait olduğunu fark etmişler ve Akkad'lıların eskiden Güney Mezopotamya'yı adlandırma sıfatı olan "Sümerler" sözünü bu topluluk için kullanmak gerektiğini önermişlerdi. O zamanlar bu öneri büyük tartışmalara yol açmış; böyle bir topluluğun hiç bir zaman var olmamış olduğu üzerine umutsuz iddiaları ispatlamaya çalışan bilim adamları bile ortaya çıkmıştı.
Oysa J.Oppert'in gerekçeleri, bu konuda kısmi bilgilere sahip olunan dönem bakımından bile yabana atılır türden değildir. Çünkü bulunan kil tabletlerde hiçbir Semitik dil köküne bağlanamayan çok sayıda kelime bulunuyordu. Babil yazısında kullanılan şekil - yazı ile bunların yansıttığı hece sesleri, Babil dilindeki kelimelerden gelmiyordu. Bunlar, Babil yazı sisteminin, farklı dil konuşan bir başka topluluktan devralındığını göstermekteydi. Gerçekten de yazı sistemini; kendi kelimelerini ve farklı hece sesi veren yazı-şekillerini, yalnızca Babillilere değil, bütün çevre topluluklara aktaran Sümerlerden başkası değildir.*

Babillilerin «Sumeru» diye okudukları ve eski kil tabletlere «Ülke.Yönetici.Kamış» «Pays.Maitre.Roseau» şeklinde çizilen ideogram=fikir yazıyı, daha başka uzmanlar gibi Bay J. Louis Huot da «Ki.En.Gi» diye okumayı önermekte ve «Kengir» ses değeriyle de okumaktadır.*

Gılgamış=Gal-Kamış'ın en eski Sümer isimlerinden birisi olduğunu ve Gal'ın "ulu, büyük" anlamı taşıdığını biliyoruz. Böylece, fikir yazının, Ulu Yazıcı, Gal-Kamış'ın Toprağı diye yorumlanması mümkün görünmektedir. Üstelik bizzat Bay Huot, kitabının başka bölümlerinde Gılgamış'ı, En-mer-kar olarak da okumaktadır. Şunu da belirtmek gerekir ki, uzmanların bir bölümü, Sümer ve Hititlerdeki Tanrı sözünün karşılığını, Türk ve Moğolların Tengri'sini "Dingir" olarak okurlar. Sümer toprağının ifadesi olarak "Ki En-ki" okunuşu, burasının Sümerler döneminde "Tanrı toprağı" olarak düşünüldüğünü de ortaya koymaktadır. Sümer toprağının kutsal kitaplarda "yeryüzü cenneti - tanrılar bahçesi" anlamında yorumlanması bu kanıyı güçlendirmektedir.

Eski Ahit, eski Sümer tabletlerine de dayanarak "cennet"e ilişkin bir coğrafik tanım aktarıyordu:
"Kuru düzlüğün ortasında bir vaha vardı.
Bir nehir geliyor ve dört koldan bu vahaya hayat veriyordu.
Kolun birinin adı Pişon, öteki Gihon idi.
Üçüncünün adı Dicle, Asur'un doğusundan akardı.
Dördüncüsü de Fırat 'tır. (Yaratılış.2.8)*"
Bu kutsal metinleri, dini eğitimi boyunca birçok kez okuyan ve belki de ezberinde tutan Monseigneur Huet, Eveque d`Avranches, Fransa'nın Avranş Piskoposu daha 1698 yılında, Samara ile Basra arasında bulunan Dünya Cenneti'ni eliyle koymuş gibi bulmuş ve burasını "Eden: Paradisus terrestris" diye tüm dünyaya ilan etmişti.

Eski Ahit'in 'yeryüzü cenneti', tanrılar bahçesi, kazıt uzmanlarının yıllarca uğraş verdiği Uruk=Erek, Larsa, Niffer=Nippur,Ur,Girsu ve Eridu'nun, yani ilk Sümer topluluklarının yerleşim alanından başka bir yerde değildir.

J.Oppert'in Sümerlerle ilgili önerisinden bir kaç yıl sonra Ernest De Sarzec, şimdiki Tello'da bulunan, Girsu'ya kazıtçı kazmasını vurdu ve sadece Babil kayıtları ve Kutsal Kitapların onlar hakkında yazdıklarından kısmen tanıdığımız bir topluluğun tarihi, binlerce yıldır kaldığı toprak altından gün yüzüne doğru çıkmaya başladı. Yazılı ve bulgusal tanıklık üzerinden, 5000 yıl öncesinin Sümer kapıları aralanmaya başlamıştı artık.

"Amacım savaş değil, barış..."

Sokağa çıktığımız ilk anda karşılaştığımız tanıdığa "selam" veririz. Selam sözü semitik dillerde "barış" anlamına gelmektedir. Jarusalem, Kudüs, eski tarihlerden bu yana kutsal barış şehri diye tanınırdı. Kişinin şimdi gündelik yaşamında, kapı komşusu ve dostuna, binlerce yıl öncesi insanının yaşamında büyük öneme sahip olan "amacım savaş değil, barış" beyanını ifade etmek için kullandığı sözleri tekrarlıyor olması nedensiz değildir. 

İnsan, tarihin en eski dönemlerinden beri, bir öteki insan ile barışçıl ortamın şartlarını yaratmak için çabalamıştır.

Varlığını, tarihsel gelişme sürecinde, içinden geldiği hayvan dünyasının tüm özellikleriyle birlikte bu yana çeken insanın, gündelik konuşma, deyim, geleneksel davranış ve kutsal edimlerinde izleri hala belirgin olarak bulunan hemcinsini öldürme güdüsü, yine insanın kendisi tarafından sembolik hale sokulan davranış ve kurumlar aracılığıyla gerçek toplumsal yaşamın dışına itilmeye çalışılmıştır.

 İki ordunun savaşması yerine geçmek üzere oluşturulmuş iki temsilcinin savaşı-düello örneğini, Truva surlarının yakınındaki Skamandros nehrinin düz çayırlığında karşı karşıya gelen Akha ve Truva savaşçıları arasındaki ilişkilerde de görürüz*.

ABD'li Bayan E.Reed, büyük bir cesaret örneği göstererek, şimdiki insanın içki sofrasında kadehlerini birbirlerinin sağlık ve şereflerine tokuşturması ile geçmişteki insanın kan içiciliği arasındaki tarihsel- sosyolojik bağlantıya yıllar önce dikkat çekmişti. Türklerde, söz vermek, antlaşmak, "ant içmek" olarak tanımlanmaya devam etmektedir. Kan içicilik geleneğini yansıtan içki sunum ve içme kültürü geleneklerinin farklı toplumlardaki zenginliği dikkat çekici ölçüde geniştir.
 Avrupa ve başka bölgelerdeki mezar kazıtlarında bulunan isteyerek kırılmış eski kupa ve çanak-çömlekler, yeme ve içme araçlarını kırma geleneği; günümüzde Atina ve İstanbul tavernalarının görgüsüz gösterilerine dönüşmeden önce, M.Ö 4000-2000'li yılların mezar törenlerinin yaygın geleneksel uygulamasıydı ve kuşkusuz çok önceki ölü yamyamlığına ilişkin bir süreçten kalan halkalardır. Daha sonraki dönemin Yeni Ahit'i İncil, kendini bütün insanlık namına kurban eden İsa'nın, göğe çekilmeden önceki son ziyafetinde, kendi eti yerine geçmek üzere ekmeği, kendi kanı yerine geçmek üzere de şarabı 12 havarisine elleriyle sunmuş olduğunu açıklar.

 Bu bakımdan insan toplumu tarihi, bir yönüyle kendi barbarlığını engellemeye çalışma tarihidir aynı zamanda ve onu insanlaştıran da zaten bu bilinçli sürecin kendisidir.

Doğum, vaftiz, sünnet, düğün ve ölüm törenlerinin hepsinde izlerini bulduğumuz hemcinsini kurban etme eyleminden ve yamyamlıktan uzaklaşabilmek için insan kuşkusuz çok acılar çekmiştir ve yamyamlığın toplumun gerçek yaşamının dışına atılabilmesi uğruna oluşturulmuş ve Avrupalı bilginlerimizin "imaginations inimaginables" dedikleri hayal edilemeyecek hayaller ürünü kurumların, sembolik davranışların hepsi, bu yönüyle, aslında elle tutulacak kadar gerçek ve insan toplumunun doğal mantığı üzerine yerleşmiş biçimde, özünde barbarlığı yasaklama, en aza indirgeme, sembolik kılarak gerçek yaşamın dışına atma kurumları olarak dururlar*.

Bu bakımdan Güz ve Bahar Karnavallarında hayvan maskeleriyle Paris, Londra, Berlin sokaklarında şarkılar söyleyen İngiliz, Fransız ve Alman bilim adamlarının bir Afrika kabilesinde, hayvan postu ve boynuzlarına bürünmüş, kendi yarı-çıplak halkının korku dolu çığırışları arasında atalarına seslenen büyücünün "hayalleri" karşısında tebessüm ifadeleri pek soyluca bir davranış olmasa gerektir.

Aynı Avrupa dünyasının parçası olan Salman Rüşdi, Muhammed peygambere ait olduğuna inandıkları bir sakal kılını kutsal kabul eden, onu koruyan ve onunla korunan Müslümanları anlama güçlüğü çekmekte yerden göğe kadar hak sahibi olabilir. Ama S.Rüşdi'nin, İran ulemasının hakkındaki ölüm fetvasına karşı polisiye önlem kararı çıkaran İngiliz mahkeme heyetine bakmamış olmasını biz anlayamayız. "Bilim" adına konuşan Salman Rüşdi, İngiliz mahkeme heyetinin kafalarına geçirdikleri, "bir kıl" değil, sayısız kıldan oluşan peruklarını da anlayamadığını açıklasaydı, işte o zaman dediği bilimsel bir değer taşıyabilirdi.
***
Bütün toplulukların yaşamında derin etkilere sahip olan Kurban sözü, eski Hint'çe de kurban edileni olduğu kadar kurban edeni de içeren bir anlatım özelliği taşır. Birini öteki yerine geçiren substitution, bütün toplumların başlangıçtaki kurtarıcısı olmuştur. En 'ilkelinden' en gelişmişine değin, bugünkü bütün toplumların yaratılış öykülerinde, bayraklarında, yöresel sembollerinde, hayvan veya bitki motifi bulunuyor olmasının altında bu derin kurtarıcı etki yatar. Kutsal Kitap, Cebrail aracılığıyla insan yerine kurban olarak koyunun gönderilmiş olduğunu bildirmişti. Bununla birlikte insanın, hayvan ve bitki ile yer değiştirmesi süreci bir anda gerçekleşmemiştir.

Bay Hrozny'nin Girit-Rodos eski yazıt çözümlemelerinde*, M.Ö 1500-1000 yılları arasında, tapınaklara sunulan kurban listelerinde keçi ve koyunların yanında; kadın, erkek ve çocuk sayı dökümlerine de rastlanması geçiş döneminin uzun sürdüğünü göstermektedir. Aşil, Hektor tarafından öldürülen kardeşliği Patraklos'un M.Ö. 1250 yıllarındaki cenaze töreninde, at, inek ve 4 köpeğin yanında Truva'lı on iki çocuğu baltayla öldürdükten sonra yakarak kurban etmektedir. Hektor kargısını ortasından tutup Turuva önündeki meydana doluşmuş savaşçıların arasına çıkarak, iki ordu adına Paris ile Menelaos'un teke tek savaşmalarını, ardından da Akhalarla Truvalıların barış antlaşması yapmasını önerdiğinde, Agamemnun, "Truvalılar getirin koyunları, erkeği ak olsun, dişisi kara; toprak tanrıya biri, güneş tanrıya öteki, getirelim Zeus için biz de bir tane" diye yanıtlamıştı. Kutsal Kitaplarda, kurbanın "1 yaşında" olması özellikle belirtilmişse, cinsiyeti saptanmışsa, renginin "kara" veya "ak" olması istenmişse, "lekesiz"liği yani damgalanmamış, henüz aidiyeti saptanmamış olması gerektiği özelikle vurgulanmışsa, bütün bunların yalnızca kutsal uydurmalar olduğunu düşünmek insan toplumunun eski yamyamlık ilişkilerini çözümlemekte bizi ileriye taşımış olmaz.

Böylece, başlangıçta, yamyamlığının giderilmesi doğrultusunda bir çözüm getirmişse, hayvan dünyasının bunun karşılığında taltif edilmiş ve kutsanmış olmasında şaşırılacak yan yoktur. İnsanın, yaşamını borçlu olduğu kurtarıcı hayvana verdiği kutsallık, borcunun küçük bir bölümünü ödemedir üstelik. İnsan kurbanı yerine geçen kurtarıcı hayvan her türlü kutsallığa ve tapınmaya hak kazanarak, insan dünyasındaki yerine oturmuştur. 

Eski toplumun bitki ve hayvanlar dünyası ile o denli iç içe geçmiş olması, bütün öteki nedenlerden önce, insanın onlarda kendi kurtuluşunu bulmasından ötürüdür. Böyle büyük bir sonuç uğruna, hayvanlar ve bitkiler yalnızca yaratıcı ata ve tanrı olarak taltif edilmişse, bugünkü torunları, eski insanda cehalet yerine deha keşfetmeliydiler.

Alman ve Fransız yurttaşı uzmanlarımız, eğer hayvan tapınmasının kaynaklarını araştırmaya Asya, Afrika, Amazon ve Avustralya'daki 'ilkeller'den çok, Berlin'deki çift başlı kartal bayrağından ve Paris kiliselerinin paratoner çubuklarının tepesinde hala sallanan kutsal horoz ambleminden başlasaydılar, herhalde insan toplumunun ilişkileri hakkında doğru sonuçlara ulaşmada şimdi bulundukları noktadan daha ileride olacaklardı.

***
İnsan yamyamlığının öteki adı olan savaşın, toplum yaşamından bütünüyle dışlanması kaçınılmaz olarak gerçekleşecektir. Tarihsel eğilimin asıl yönü bu doğrultudadır.

İnsan katliamını öngören ve içeren hiçbir savaş haklı değildir.

Sovyetler Birliği işgali olunca "haklı", ABD işgali olunca "haksız" biçimindeki ayırımlar artık savunulamayacak dogmalar olarak geride kalmış olmalıdır.

Savaşın haklı veya haksız, kirli veya temiz,onurlu veya onursuz ayırımları yoktur.

Şiddetin örgütlü uç biçimi olarak savaşa karşı sayısız mücadele
biçimleri vardır ve insan toplumu o mücadele biçimleriyle içindeki barbarlığı söküp atacaktır.

***
(İnsan bilim, Eski Toplum Ve Sümerler isimli çalışmanın bir parçasıdır.)

05.03.2003

Safa Kaçmaz - Moskova
--------------------------------
Başvurular
La Sainte Bible-Les editions du cerf.1956-Paris
Paul DHORME .Choix de textes religieux Assyro-Babyloniens.1906-Paris
G.CONTENAU.L'épopé de Gilgamesh. Poéme Babylonien.1939-Paris
Bedrich HROZNY.Les incriptions Crétoises.Archive Orientalni.Vol.XV.1946-Praha
Jean-Louis HUOT.Les Sumériens.Paris
A.R.Radcliffe-Brown.Structure et fonction dans la société primitive.1968-Paris
S.N.KRAMER.Tarih Sümer'de Başlar.İstanbul-1999
HOMEROS.İlyada.İstanbul-1997