24.01.2008
YER VE GÖK, KURAN’DA ÂDEM VE ŞEYTAN!
Kutsal kitapların ‘ tanrısal yaratılış’ anlatımının dayandığı eski ilahilerin başlangıcında,
“Gök’ün Yer’den,
Yer’in Gök’ten ayrılması”,
“Gök ve Yer’e ad verilmesi”
gibi kalıpsal ifadeler yer alıyordu.
Eski Ahit’in ve Kuran’ın “Yer ve Gök’ün Yaratılışı” aktarımlarında da bu iki temel kavramsal kalıp kullanılır. Orada Tanrı, “ilk gün”, anlatıma göre, henüz olmayan bir “Yeryüzü”nde ve henüz olmayan bir “Gökyüzü”nde, yaratma işine önce “Işık”ı var ederek başlar :
Tanrı, "Işık olsun" diye buyurdu ve ışık oldu. Tanrı ışığın iyi olduğunu gördü ve onu karanlıktan ayırdı. Işığa "Gündüz", karanlığa "Gece" adını verdi. Akşam oldu, sabah oldu ve ilk gün oluştu.
Tanrı, "Suların ortasında bir kubbe olsun, suları birbirinden ayırsın" diye buyurdu. Ve öyle oldu. Tanrı gökkubbeyi yarattı. Kubbenin altındaki suları üstündeki sulardan ayırdı. Tanrı kubbeye "Gök" adını verdi. Akşam oldu, sabah oldu ve ikinci gün oluştu. Tanrı, "Göğün altındaki sular bir yere toplansın ve kuru toprak görünsün" diye buyurdu ve öyle oldu. Kuru alana "Kara", toplanan sulara "Deniz" adını verdi. Tanrı bunun iyi olduğunu gördü.
('Yaratılış'ın Sümer Kaynakları...)
Eski Ahit’te aktarılan “Yaratılış” anlatımının en temel kalıpsal kavramları, Akado-sammaru uygarlığı erken döneminden kalmaydı. Fakat o tabletlerdeki erken “Gök” ve “Yer” tanımları, başlangıçta “Tatlı Su”, “Tuzlu Su” veya “ Aşağı-Kara”, “Yukarı-Gök” tarzında da, ritüel araçları veya coğrafi bakımdan ifade edilmiş olan, son derece gerçek iki topluluğun, “Sümer ve Akad”ların tanımlama biçimleriydi. Bu temel kavramlar, giderek şimdiki “Yeryüzü” ve şimdiki “Gökyüzü” olarak kavranmış ve dinsel anlatımlara da, giderek öyle yansımıştı.
Dolayısıyla, erken ilahi çözümlemelerinde yer alan ve “kutsal kitap”larda da yinelenen ‘Yer-dünya’ ve ‘Gök’ haliyle kullanılan bu kavramlar, şimdiki anlamlarıyla ‘Yer’ ve ‘Gök’ değildi.(1)
“Kırmızı” ve “Mavi” renkler ile sembolize edilen “ateş” ve “Gök” ve buna bağlı olarak gelişen ‘Kutsal Nefes’ (bunu Yel, Fırtına tanrısı olarak da tanıyacağız ) kültü, eski tabletlerde, Anu, Uttu, Enlil, Nemrut, Marduk çizgisi boyunca izlenebilmektedir. Bu çizgi bizi, “Işık”çı, “Nurcu”, “İsacı” inanç topluluklara kadar taşıyıp getirmektedir.
Şii’lik veya Hıristiyanlığın “Ateş” ve “Gök” motifli kavram ve göreneklerinden, Hitit “güneş tanrı”larına değin bu kültür hattı, üzerinde yürüyüp takip edilebilecek kadar da belirgindir üstelik. Kutsal nefes, Güçlü Yel, Ulu Üfürükçü Enlil ve Babil’in Marduk’u olarak okunan En-mar-utu yani Nemrut, Semitik Akad toplumundaki ateş kültünün taşıyıcıları gibidir.
Cenazeyi, toprağa gömmek veya dağ başlarına terk etmek yerine, yakarak defnetmenin ; suçluyu ateşe atarak öldürmenin, “yakmalık sunu” adeti kullanmanın, kandil ve mum yakmanın; “odun” hayranlığının, söndürülmesi yasak olan olimpiyat meşalesinin, ateş üzerinden zıplamanın, ateşle arınma ve arındırmanın... gerisinde kurbanını, “çiğ veya haşlanmış olarak değil”, Musa’nın tanrısının yeniden dikte ettirdiği şekilde, “bütün halde ve kızartarak” hazırlamakla yükümlü kılınmış toplulukların ateş kültü bulunuyordu.
Bu yüzden, çöl yollarında Tanrı Yehova, Musa’nın karşısına “sönmeyen bir ateş” haliyle görünmeyi tercih etmişti.
Bu nedenle, Abraham, “ilk oğlu”nu kurban olarak tanrısına sunmak istediğinde, İshak’ın önce başını gövdesinden ayırıp kanını toprağa akıtmak ve hemen sonra da, özel olarak hazırladığı, eşeğine yüklediği odunlar ile de İshak’ın vücudunu ‘yakmalık sunu’ olarak tanrısına sunmak istiyordu...
Ateş kültü kurallarının giderek bozulmasından önceki dönemde, Milliyet muhabirlerinin sunduğu “atalarımızın Mangal keyfi…”, bu nedenle, bütün ‘atalarımız’ için değil, öncelikle ve hatta sadece, “ateş kültü” etki alanı içinde bulunan toplum birimdeki atalarımız için geçerli olabilirdi. Hiç ateş değirilmeden, kadınları mutfağa sokmadan, sadece erkeklerin elle yoğurarak hazırladığı “çiğ köfte” geleneğine bağlı topluluklar bakımından ise, “kurbanın haşlanması veya kebap edilmesi” olamazdı; çünkü bunlar, “kurbanın farklı hazırlık türleri” olarak topluluklar arasında, saptanmış kurallar olarak pay edilmişti. ( Ateş kült alanlarında bile, daha sonra, hiç olmazsa “kutsal tatil günlerinde etin ateşte kızartılması yasaklanmaya”; “ateşe bıçak uzatmak günah” sayılmaya başlanmış durumdaydı.)
‘Ateşe, güneşe, şeytana tapmakla’ suçlanacak olan bu tür toplulukların erken ataları, erken Akado-sammaru düzenlenişi sırasında, yani eski kavramlarla konuşursak, ‘Gök’ ile ‘Yer-Dünya’ (toplulukları) birbirlerinden ayrıştırılırken, ateş-güneş veya onların giderek sembolik anlatımları olarak kırmızı renk tarafını temsil ediyor olmalıydılar.
“Âdem” ise bu ayrışmada, “Toprak’tan, “çamurdan’ yaratılmış olma yorumuna, “Dumu”, “Oğul” olarak, iki kanaldan ulaşmış görünüyor. Birisi “Kara renk”le de eşitlenmiş olan “Yer küre”, “dünya”, “toprak”; öteki de, bilge tanrıların, kaderleri kil’e yazarak herhangi bir olguyu, canlıyı ‘var etme’ uygulamaları.
“Âdem”, bildiğimiz “toprak”tan değil, “Kara başlı” topluluk ; ‘Toprak topluluğu” anlamındaki bir ‘Yer’den “yaratılmış” olmalıydı.
Bundan sonraki aşamada, Kuran’a göre, Tanrı bütün meleklere, işte bu “Kara Başlılar” arasından var edilmiş Âdem’e secde etmelerini buyurduğunda, Melek’lerden birisi dışında hepsi bu emre uymuştu. Tanrının “Âdem’e secde edin!” emrine uymayan bu Melek, İblis, Şeytan, Cin idi:
“(Allah:) Meleklere: ‘Âdem'e secde edin!’ dedi.
İblis'in dışında hepsi secde ettiler.
Allah buyurdu:
-Ey İblis! Ben sana emretmişken seni secde etmekten alıkoyan nedir?
Secde edenlerle beraber olmayışının sebebi nedir? Böbürlendin mi, yoksa yücelerden misin?”
Muhammed’in Tanrısının hışımla sorduğu bu soruya İblis, Cin, Şeytan’ın verdiği yanıt oldukça serinkanlıydı:
“ İblis:
-‘Ben, çamurdan yarattığın bir kimseye secde mi ederim!’ dedi.
Ben kuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan yarattığın bir insana secde edecek değilim.
“Ben ondan (daha) hayırlıyım!
Ben ondan daha üstünüm.
Çünkü beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın!”
İblis’in, Cin’in, Şeytan’ın bu sert yanıtı karşısında Muhammedin Tanrısı, adeta bir özür arayışı içinde şöyle bir açıklamada bulunmuştu:
“Cini, İblis’i daha önce kavurucu ateşten yaratmıştık.”
Bu açıklamayı yapan Tanrı, toplulukların sentezleşme, tek’leşme sürecine bağlı olarak, Cin’i, Şeytan’ı Âdem’den daha önce ve Ateş’ten yaratmış olma sorumluluğunu, bütün öteki öncek tanrılar namına, ister istemez üstenmek zorunda kalmış görünüyor.
Burada “Topraktan yaratılmış Adem” ve “Ateşten yaratılmış Şeytan” ayrımı, İncil’de,
“Gökten yaratılmış İlk insan” ve,
“Yer’den yaratılmış ikinci İnsan”
kalıbıyla tam olarak uyuşmaktaydı.
Aslında sözkonusu olan “Tek bir adem” değil “iki Adem” ; tek bir Şeytan değil, “İki Şeytan”dı. Bu yandaki topluluğun Adem’i, karşıdaki topluluğun Şeytan’ı olarak değerlendiriliyordu.
Her ne kadar İslami jargonda “Kör Şeytan” deyimi yaygınsa da, buradaki “İblis, Melek, Şeytan”ımız tam anlamıyla “Cin gibi”ydi ve tanrıya diklenmenin ötesinde, onunla tartışmasında Tanrıyı hizaya getiriyor ve Tanrı da onun açıklamalarını doğrulamaktan ; söylediklerini kabul edip uygulamaktan öte bir şey yapamıyordu.
İsacı metinlerde “Gökten yaratılan”, erken tabletlerde ise “Ateşten var edilen”; Işık’la, Nur’la, Bilgelikle, (Vatikandaki yeni Papa tarafından “Akıl”la…Logo ile) eşitlenen bu “ilk insan” olan oğul, İslamın tanrısı için Şeytan’ının ta kendisiydi ve Hammurabi kanun metni giriş bölümüne göre, Gök’ün, Ateş’in “büyük oğlu” olarak, Enlil kılınarak Anu Tanrı tarafından, ‘ateşten yaratılmış’ olan Marduk okunuşlu Tanrıyla, Nemrut’la eş değer, eş anlamlıydı. (2)
Böylece “ kırmızı ateş”ten “cin topluluğu” ve “kara toprak”tan “insan topluluğu”muz yaratılmış durumdaydı!
Eski Ahit, Enoş’un Kitabı ve Kuran, başlangıçtaki Akado-sammaru ittifakına ve onun “oğul”larına yansıyan bu temel ikilemi oldukça belirgin olarak resmederler. Kutsal kitapların tümünde, eski toplum, tam olarak ikiye ayrılmış bir şekilde sınıflanır:
“İlahi varlıklar” (‘Tanrı oğulları’), ile ,
“İnsan evlatları”(‘les enfants des hommes”)!
Bir yanda “Melekler” (‘les anges’) , öte yanda ise “İnsan soyu”!
Bu belirgin ikili temel ayrımın Kuran’da kazandığı biçim ise , “İnsan topluluğu” ve “Cin topluluğu”ydu.
Muhammed’in Tanrısı, ne zaman ‘topluluklara’ seslenmek istese, karşısında sadece “ins ve cin toplulukları” bulunduğunu varsayıyor; sadece bu iki topluluğa sesleniyordu:
“Ey cin ve insan topluluğu!
İçinizden size ayetlerimi anlatan ve bu günle karşılaşacağınıza dair sizi uyaran peygamberler gelmedi mi!
(Enam Suresi.130. Ayet)
Kutsal kitapların, din felsefesinin bu ‘ikili’ yapısı, “cin ile insan”, “haram ile helal”, “iyi ve kötü’ kavramları, sosyolojik temelini incelemekte olduğumuz eski toplumun zıt’larla varılabilen örgütlenme ve işleyiş tarzını da açıklamaktadır.
Başlangıç döneminde, genel bir kural olarak, bir toplum birimin ‘helal’ öğesi, karşı toplum birimde bir ‘ haram’ öğesi olarak tamamlanıyor olmalıydı. Karşıda ‘kötü’ olanın, bu yandaki toplum biriminde ‘iyi’ görünmesi veya komşu toplulukların aşırı çelişmeli zıt bir yapı arz etmeleri, genellikle bu yüzdendir.
Erken Mezopotamya döneminden bu yana ateş-güneş kültünün taşıyıcıları Anu, Şamaş, Utu, Enlil, Cin-géant, İblis, Nusku, Nemrut, Marduk... aynı temel hatta birbirleriyle değişik akrabalık ilişkileri temelinde uzanıp günümüze gelirler. Karşı toplum birim, bize, kendisini ‘insanoğlu’ ve onları ise, ‘Melek’,’Tanrı evlatları’, ‘Cin’ ve hatta “Tanrı” olarak aktarır. Anlatıcımız değişince, az önce bize kendisini ‘İnsanoğlu’ olarak tanıtan topluluk, bu kez karşı taraftaki yeni anlatıcımız bakımından ‘çiğ et yiyen”, “kıllı”, “yabani hayvan”, “ejderha” vb. topluluğu halini alır. ( 3)
Eski toplum ‘aile’ kurumuna geçmeye başladığı dönemde, önceki zıtlık, bu kez , ‘aile’nin içine, Adem ile Havva’nın “iki kardeş”, “iki oğul”u arasında, ‘büyük oğul ve küçük ogul” zıtlığı haline gerilemiş olarak, varlığını sürdürecektir.
Önceki zıt karşılıklı iki toplum birimin çelişmesi, yeni ‘aile’nin minyatür yapısı içine taşınmıştır ve ateş’in temsilcisi Gibil-Habil’e (ki bu Kuran’ın İblisi, Cin’i olmalıdır) karşılık, ‘Yer’, ‘Toprak’, “kara renk, karabaşlı” soyun temsilcisi Kabil biçiminde şekillenir. Rebekka’nın oğulları Yakup ve Esat da, birbirinin zıttı, düşmanı “ikiz”ler olarak doğarlar ve “düşmak kardeşler” olarak da kalırlar…
Bu döneme ilişkin eski ilahilerde, her durumda, kendisini ‘insan’ gören bir topluluğun karşısında “Göksel yaratıklar”, “melekler”, “cinler’, “ejderha’lar dünyası bulunuyordu. Her iki durumda da, sadece kendini “insan” kabul eden topluluk, karşıtı olan ‘melek’, ‘cin’, ‘ejderha’, ‘géant’ topluluğuyla “berdel” türü bir evlilik ilişkisi kurmaya başlamışlardı..
Eski Ahit’e göre, daha az düzeltilmiş gibi görünen, Enoş’un Kitabı’nda bu olgu şöyle aktarılıyordu:
“İnsanoğlunun çoğaldığı sıralarda, onların güzel ve alımlı kızları ortaya çıktılar.
Melekler, göklerin oğulları, onları görüp aşık oldular.
Melekler kendi aralarında dediler ki, “kendimize insanoğlu kadınlardan seçelim ve bu kadınlardan çocuk sahibi olalım.”
Meleklerin her biri bir kadın seçti ve kadınlarla birlikte yaşamaya başladılar.
Melekler kadınlara, büyücülüğü, ilahi okuyuculuğunu, ağaç ve köklerin kaynaklarını öğrettiler.
Bu kadınlar hamile kalıp melekler (cinler) doğurdular.”
(Enoş’un Kitabı)
Eski Ahit’te ise, aynı konu şöyle yer almaktaydı:
“İnsanlar yeryüzünde çoğalmaya başladı ve onların kızları doğdu.
İlahi varlıklar, (‘Tanrı oğulları’ , İbn’ullah), insan kızlarının güzelliğini görünce beğendikleriyle evlendiler ("İlahi varlıklar’ veya İbranice "Tanrı oğulları", melek veya da Şit soyundan gelen insanlar olarak yorumlanır.)
İlahi varlıkların (géant, cin, melek) insan kızlarıyla evlenip çocuk sahibi oldukları günlerde ve daha sonra yeryüzünde Nefiller
("Nefiller": İbranice" olarak “Düşmüş kişiler" anlamında kullanılsa da, Septuaginta bunu "Devler" diye çevirir. Ejderha’lar, İnsansı hayvanlar diye anlamak daha yerinde olur) vardı.
Bunlar eski çağ kahramanları, ünlü kişilerdi.”
Bu anlatımlara göre İnsanoğlu’nun kızları ‘cin doğuruyor’ ise, bundan anlaşılması gereken, bu evlatların, anlatıcı toplum birimimizin aidiyetine değil, kızlarının kocası olan ‘cin’,’şeytan’, ‘géant’, ‘hayvan’ toplum birimine ait kabul ediliyor olmalarıydı. Demek ki, artık bu aşamada, doğan çocuklar, kadınların kocalarının aidiyetine geçmeye başlamış durumdaydı.
Enoş’un Kitabı’na göre, İnsanoğlu’nun kızlarının doğurduğu bu ‘cin’, ‘şeytan’ evlatları doyurmak da mümkün değildi. Öyle ki, bu ‘cin, şeytan evlatlar’ bir süre sonra, bizzat “İnsanoğlunu, kuşları, hayvanları, sürüngenleri ve balıkları” da yemeye yönelmişlerdi..
Bu anlatım biçiminde, “kutsal tanrısal evlatlar”ın, çeşitli hayvan totemleriyle (“kuş”lar”, “balık”lar, “sürüngenler” ..) ifade edilen toplulukların insanlarını kurban olarak alıp yedikleri biçiminde anlaşılmalıdır. Tam burada, Musevi atalarına “Gökten indirilen yiyecek” motifleri ; İsa’nın Yahudi din adamlarına “Ben göklerden sizin yemeniz için göderilmiş gerçek ekmeğim” anlamındaki sözleri devreye girmekte; “ilk cocuk kurbanı” ve genel olarak insan kurbanı ve yamyamlığı kutsal bir edim olarak, şekillenmektedir.
Eski toplumun hayvan kurban ve bitki sunum kültü, işte bu insan kurban ve yamyamlığını aşabilmek için, örgütlenecekti ve bu yüzden, biz, yaptığı “Aşure”yi, kendisi yemeyen ; sunduğu kurbana el uzatmayan toplulukların gerisinde, kendi “insan kurbanı”na karşı “yememe” davranışını buluruz.
Burada “kurban”, “can” kavramlarını söyleminde çok vurgulayan din veya mezheplerin ; en temel argümanı “İsa’nın kurban edilmesi” olan Hiristiyanlığın, insan kurbanı ve onun yamyamlığı ile olan ilişkisi, bize, eski toplumun bir kesitinin tarihini verir.
safakacmaz@yahoo.com
(1) Bay Kramer , ‘Yer’ ve ‘Gök’ olarak okuduğu kelimeleri, kitaplarında, güvenle ortaya koymuş görünmez:
“-Yıldız resmi. Sümerce an- ‘Gök’. Dingir- ‘Tanrı’ anlamına gelir.
Ki (resmi) ‘Yer’- Bunun yer resmi olması lazım ama yorumlama olmuyor.”
(S.N.Kramer. TSB. s.309)
Gök’ü temsil ettiği düşünülen deseni, bir ‘yıldız’ resmi olarak değerlendirmek oldukça zorlamadır. Hac işareti bir toplam, yani ittifak işareti olarak, İsa’dan binlerce yıl önceden beri vardı.
Sümerlerde ‘yıldız’ olarak sanılan çizgiler, ittifak kurmuş toplum birimlerin sayısı kadar ustuste yığılmış artı; hac işaretine benzemektedir. Yıldız olarak değerlendirilen sembolün, ittifak şayisi ile bağlantısını, tipik yıldıza benzemeyen İsrael bayrağının yıldız çiziminde de bulmak mümkün.
Yer, dünya, toprak kavramına ilişkin ise, bay Kramer, tam olarak boşlukta durduğunu acık yüreklilikle belirtmektedir. Yer kavramına karşılık olan sekil, Sümerlerin kendilerine ‘kara baslar’ demelerine yol açan kara renkli bir bas giysisi sekline benzemektedir.
(2) :
“Ne zaman ki, ulu Anum( AN),
Anunnaki'lerin efendisi(Lugal)
Göğün ve yerin efendisi
Enlil,
Memleketin kaderini tayin eden,
Ea'nın büyük oğlu olan Marduk (AMAR. UTU) için
Bütün insanlık üzerine Enlil'liği (hükümdarlığı) onun için tayin etti (ve)
İgigi'ler içinden (arasından) onu yüceltti.
Babil (ka.Dingir.ra) şehrini üstün adıyla andı;
Onu cihanda üstün yaptı.
(orada) temelleri gök ve yer gibi sağlam olan ebedi bir krallık sağladı.”
Hammurabi döneminde, 4000 yıl kadar önce, ‘göğün ve yerin efendisi’ olan ‘tek Tanrı’ fikrinin gelişmesine bağlı olarak En-Mar-utu, Marduk’un yaratılışının hem gök’le, hem yer ile bağlı olarak aktarılması anlaşılabilir.
Bununla birlikte, Dumuzi, Kara’ların (yerin, toprağın, çamurun, kilin) büyük ogulu ve büyük olasılıkla Marduk’a karşılık düşen Gılgamış ise ‘ateşin’, ‘gök’ün, ‘güneşin’ büyük oğlu idi. Bay Hrozny’nin, Gılgamış kavramında ‘ateşin oğlu’ anlamı bulmuş olması da, bu yorumu güçlendiriyor.
Bu iki ‘büyük ogul’ ,eski Yunan din tarihi anlatımına göre üçüncü kuşak tanrıları oluşturuyor olmalıdır. Dumuzi ve Gılgamış’ın, tabletlerde yazılı olan özellikleri onların Tanrı veya tanrısal sayılmış olduklarını gösteriyor.
Meleklerden Âdem’e secde etmelerinin istenmesi, bir yönüyle, Gılgamış toplum biriminin Dummuzi’nin büyük oğulluğunu kabul etmeleri isteğini anlatıyor olabilir. Fakat öteki yönüyle Dumuzi olan Âdem, Kuran’ın dayandığı kaynaklar tarafından da Tanrı veya tanrısal sayılmış gibi görünmektedir.
( 3) : Ateş kültünün temsilcisi Enlil, Tufan yapmayı aklına koyduğunda, cezalandırmak istediği topluluk Enki’nin topluluğu idi. (Nuh’un ‘gemisini’ sürdüğü ‘okyanus’ Enki’nin Apsu mabedidir) Uruk’lular bakımından Enkidum’un hayvani, yabani topluluğu ifade ediyordu.
Bu bakımdan, Enlil’in Tufan’ının, “hayvanları, sürüngenleri, kuşları” da, hedef almış olması anlaşılır.
Nuh’un, gemisine bütün bu “hayvan”lardan birer veya bir kaç çift toplamış olması da bu yüzden olmalıdır.
Tufan anlatımı, bize, Tufan yapımcısı Enlil toplum birimleri tarafından değil, genel olarak, Tufan’ın hedefi olan, kurban edilen, kurban veren Enki’nin toplum birimleri tarafından aktarıldığından ve bu aktarıcılar kendilerini ‘insan’ olarak değerlendirdiklerinden, bu Tufan anlatımları, ‘İnsanların ve hayvanların cezalandırılması’na dönüşmüşe benziyor.
Eski Ahit, Enlil önderliğindeki tanrılar meclisinin Tufan kararını, daha sonra şöyle aktarmıştı:
“RAB baktı, yeryüzünde insanın yaptığı kötülük çok, aklı fikri hep kötülükte.
İnsanı yarattığına pişman oldu. Yüreği sızladı. "Yarattığım insanları, hayvanları, sürüngenleri, kuşları yeryüzünden silip atacağım" dedi, "Çünkü onları yarattığıma pişman oldum."
(Eski Ahit. Yaratılış)
Burada, Tanrı’nın İnsan’ı cezalandırmak isterken, “hayvanları, sürüngenleri, kuşları” da , bu arada neden cezalandırmak istediğini anlamaya çalışırsak, görürüz ki, söz konusu olanlar, ‘yılan’, öküz, inek, kuş veya balık’la sembolize edilen; totemleri yengeç, akrep, balık, inek, keçi, koyun vb. olan toplum birimlerin bizzat kendileriydi.
Günümüzün fal sembollerinin tümü, eski toplumun ittifak halindeki hayvan sembollü insan toplum birimlerinden mirastır.
‘Cin Topluluğu’ ve ‘İnsanoğlu Topluluğu’
Kutsal Somun Ve Tabletlerde 'Yer/dünya' çizim ilişkisi
“Tanrı kâinatı 6 günde yarattı”
Veya
“Tanrı kâinatı Neden 6 günde yarattı”
Tanrı Yedinci Günü Neden Kutsadı?
Her Toplumda Farklı 'Kutsal Gün'ün temelleri
“7. Gün Tatili” ,Oruç’un, Bayram’ın Kökenleri
“7. Gün Tatili” ,Oruç, Bayram...