17.01.2008

TÜRBAN VE ASUR YASALARI...


“Fahişe örtülü değil, başı açıktır”

(Eski Asur Yasaları)


“Mü'min kadınlara da söyle;

gözlerini sakınsınlar, ırzlarını korusunlar:

Görünmesi zaruri olanların dışında zinetlerini

açmasınlar ve baş örtülerini yakalarının üzerine vursunlar;

zinetlerini, kocalarından veya babalarından yahut

kayın babalarından yahut oğullarından yahut

üvey oğullarından yahut kardeşlerinden yahut

kardeş oğullarından yahut kız kardeş oğullarından yahut

kendi kadınlarından yahut sahibi bulundukları cariyelerden

veya uyuntu (şehvetten yoksun) erkek hizmetçilerden veya

henüz kadınların şehvet uyarıcı taraflarından

habersiz çocuklardan başkasına göstermesinler;

gizledikleri zinetleri bilinsin diye ayaklarını da vurmasınlar. ”
(Kuran-Nur Suresi)

Şimdi sadece “folklorik değer” kabul edilen eski toplum giyim-kuşam biçimleri, tarihte bireyin, konumuz bakımından kadının, “hangi toplum birim aidi ve sosyal konumunun ne olduğu” sorularına doğrudan yanıt sunan belirlenim araçları olarak kullanılmıştır. Saç, sakal, bıyık biçimleri; boyun, kol ve ayak takıları; giysi renkleri ve giyiniş tarzları vb. eski toplumda, bir bakıma günümüzün modern kimlik kartları anlamı taşımaktadır. Hızma, küpe, alındaki döğme, kolye, bilezik, alınlık, şapka, yaşmak, madeni takılar, el, tırnak, yanak, göz boya ve kınaları vb. sonraki bozulmuş halleriyle ‘süs ve ziynet’ araçları haline gelmeden önce, eski toplumun her bireyi bakımından, kullanımı zorunlu ve bu bakımdan kader ve belirleme sembolleriydi.

Geçen yüzyılın sosyoloji araştırmaları, henüz bir örtünme duygusu ve olanağı bulunmayan Amazon, Avusturalya ve Afrika yerli topluluklarının birbirlerini bu tür belirleme araçları üzerinden tanıdıklarını doğrulamıştır.

Bu belirleme sembolleri, hem bireyin hangi toplum birimine ait olduğunu ve hem de o toplum birim iç yapısı bakımından bireyin sosyal hak ve yükümlülüklerini anlatıyordu. Şimdiki (torun) bireyler, kuş tüyü, hayvan kemikleri veya ulusal özellik taşıyan renklerde manevi, metafizik anlamlar bulsalar da, bu araçların hepsi geçmişte, her bir (gerçek) topluluğu ve onun erkek ve kadınlarını belirleyen sembollerdi. Daha gelişmiş hallerde ise genç kız ve delikanlıyı, ‘yurttaş’ (o toplum birimin aidi) erkek ve kadından; dul ile kaynanayı öteki kadınlardan vb. ayıran, sınıflayan ayraçlardı.

Kimi Afrika kabilelerinde, bir kadının kaç kez dul kaldığını kesilmiş parmak sayısından anlamak mümkündür; çünkü her dul kalışı, bir parmağını adamasını gerektiriyordu. Sonradan birer ceza yaptırımı halini alacak olan el, parmak, burun ve kulak kesmek, göz oymak (bunlara erkek ve kadın sünneti ve bekaret zarının korunması da dahil olacaktır); toplum birime geçiş (iniciation*) törenlerinin başlangıçtaki kutsal adak eylemleri olarak, bireyin sosyal konumunun belirlenmesini sağlayan unsurlardı.

Toplum birimlerin bu tür belirleme araçları, eski insanın karşılıklı ilişkisinde kullanılmaları zorunlu araçlardır da... Çünkü bu belirlenimlerden yoksun birey, hiçtir. Günümüzün bazı modern topluluklarında, sokağa çıkmadan önce kadının ‘süslenmesi’, takıp takıştırmadan evden çıkmama alışkanlığı, geçmişin, uygulaması zorunlu bu tür geleneklerinden güç alır.

Turuva’lı Paris’in kaçırdığı Hellen, evlendiği gün tanrıça Afrodit’in verdiği altın işlemeli yaşmağı başına geçirmişti; tarihte kadının evlenmesi ile ‘başının bağlanması’ arasında bir ilişki vardı. Bu tür araç-semboller, ya kadının aidi olduğu eski birimin belirlenme göstergelerini (örneğin saç biçimini) gizlemek için veya artık şimdi aidi olduğu yeni birimi vurgulamak için kullanılıyordu. Aynı zamanda da, o kadının, üzerinde diğer erkeklerin cinsel ilişki hakkı olan bir genç kız değil de, artık bir erkekle evli bir kadın olduğunu da anlatıyordu. Anglosakson cermenik boylarda da şapkanın ve değişik şapka biçimlerinin (veya üzerindeki farklı sembollerin) kadının aidi olduğu birimin ve toplumsal konumunun belirleyicilerinden biri olarak kullanıldığına pek şüphe yok. Törenlere neredeyse şapkasız çıkmayan şimdiki İngiliz kıraliyet kadınlarının ünlü şapka çeşitleri, eski cermenik toplum kadınlarının aidiyet belirleyicisi olarak kullanmış oldukları şapkaların devamı olmalıdır. Latin Amerika kimi yerlileri arasında da, şapkasız bir kadın, neredeyse çıplak bir kadınla eş tutulur.

Dinsel hüviyetin bir çok farklı toplum birimini toparlamaya başladığı noktada, eskiden açıkça gösterilmesi zorunlu olan geçmiş toplumun bu tür belirlenim araçları artık “gizlenilmesi” gereken bir “ağırlık” halini almaya başlar. Başlangıçta farklılıkları vurgulamayı gerektiren ve taşınması, takılması zorunlu semboller, şimdi artık birleştirici değil, ayrımcıdır ve dini semboller, eski toplum birim ifadelerini, ya takıp-takıştırmayarak ya da gizleyerek, ortadan kaldırmalıydı.

Yalnızca kadınlar bakımından değil, erkekler için de geçerli bu “kapanma süreci” (İslam’da takva giysisi), “tanrıların tekleşme süreci”ne koşut olarak gelişmiştir ve yazılı veya sözlü kurallarla da yönetim tarafından da toplum buna zorlanmıştır. Dolayısıyla, örtünme anlamıyla ‘kapanma’, bu tarihsel dönem bakımdan, özünde sadece, toplum birimin ve bireyin “farklılık sembolleri”nin gizlemesinden başka bir anlam taşımaz. Bu işlemin doğrudan “erkek şehvetini artırma” veya “cinsel iştiha” bağıntısı, (aydınlarımız , kadında ‘ziynet ve süs’ün gizlenmesinin ne anlama geldiğini de sorgulamamışlardır genellikle!) farklılık sembollerinin, kabileler arası eski ilişkilerden kaynaklanan, kadın ve erkek arası evlilik-cinsel ilişki hak ve yükümlülüklerini anımsatması bakımındandı ve Muhammed, kendi döneminde bu bağlantıyı son derece net ifade etmiştir:

“Ey peygamber, hanımlarına, kızlarına ve müminlerin kadınlarına söyle; dış elbiselerinden (cilbablarından) üzerlerini sıkıca örtsünler!

(Görünmesi zaruri olanların dışında zinetlerini açmasınlar...)

Bu, onların tanınma(ma)larına, tanınıp da eziyet edilmemelerine en elverişli olandır. “ (Ahzab ve Nur Sureleri)

Kadının kapanması ile ‘erkek şehveti’ arasındaki ilişkinin yanlış gerekçelendirildiği, eski tapınak erkek giysisi kukuletalı pelerinlerin de “kutsal giysi” olarak kullanıldığı dikkate alınırsa, çok açıktır. “Kapalı” olan kutsal dini erkek giysileri, geçmişi “Sümer-Akkad” dönemine dayanan ve Hıristiyan kilise ve manastırlarında da kullanılan bir giyim tarzıydı ve erkeğin, eski toplum birim nişanelerini gizleme giysisi olarak öne çıkmış olmalıdır.

Hıristiyan Hacı’sı olmak, Fıransızca’da “pelerine bürünmek” anlamına gelen ‘pélérinage’dır; İslam’da da hacı olunduğu sırada bütün erkek ve kadınlar ortak ak kutsal giysilere (ihram) bürünerek farklılık belirleyen bütün araç-sembollerden arındırılmaya çalışılırlar.

Hacı olmak, eski dar toplum birim aidiyetinden kurtulmanın ve yeni bir “din aidiyet birliği” içinde (Müslüman, Hıristiyan, Budist olmak gibi) yer almanın sembolik ifadesidir. Mason localarının, şimdi bile kullandıkları, ‘ceketleri çıkaralım’ deyişi, “oturup anlaşalım, kardeşleşelim; aidi olduğumuz birimlerden, onun sembollerinden arınalım” çağrısının bulanık bir anlatımı olarak günümüze ulaşmıştır. Mason birliklerinin ‘dinsizlik’le itham kaynağı da budur.

Öte yandan, “Sümer tablet yazımları”ndan (onların doğru yorumu ile) öğreniyoruz ki, eski toplum birimler arası, tipik biçimi ile ‘kardeşleşme’ süreci, bir toplum birimin kendi kadınlarını kendi erkeklerine yasaklayarak, öteki toplum birimin erkeklerine ayırması (ve tersi) üzerinden tam barışçı zemine oturtulabilmişti. Hiç olmazsa, “kendi toplum biriminden kız alma yasağı” bulunan bazı “Sümer-Babil” toplumlarında bu böyle olmuş olmalıydı. Bunun izlerini, pirenseslerini ‘yabancı’dan seçerek onlarla ittifak kurup ‘dost’ olan yakınçağ kıral-pirens evliliklerinde bile izleriz. Fakat bu ilişkiler, eski toplumda sanıldığı kadar kolaylıkla ‘töre’ler haline getirilemez.

Uruk tanrıçası İnanna, geçmişte oluşturduğu çözümle, bütün “Sümer ve Babil toplulukları”nın gönlünü fethetmiş ve binlerce yıl boyunca değişik isimler altında tapılan tanrıça haline, süreç içinde gelmiştir. (Dini kitapların “Havva anası” da, bu Tanrıça İnanna’lardan birisiydi). İnanna, büyük olasılıkla, Eridu’nun (Ki-Enki, Dingir-ra, Tanrı Şehri) “Balık” totemli toplum birimi erkekleri için Uruk’ta bir “aşk evi” inşa ederek, onların ölüm korkusu duymadan, oraya gelişlerini (“yabancı toprağa ayak basma”) bir savaş nedenine çevirmeden, Uruk’a girebilmelerini sağlamıştı. Sümer İnanna’sı, Babil’in İştar’ı, Balık totemli erkeklerinin “gündüz geçip de gece gelince, ay ışığında” Uruk’lu kadınlarla buluşabilmeleri için, korkusuzca ve güven içinde bu “aşk evi”ne gelebilmelerine olanak yaratmıştı. Eski “Sümer” tabletleri bu nedenle, Uruk’tan sürekli olarak “gönül okşayan güzel kız ve fahişeler şehri” olarak bahseder.

Bu basit “aşk evi”, giderek kutsal tapınakların içine girecek, hatta bizzat kutsal tapınakların bizzat kendisi olacaktır. İnanna ile Uruk tapınak modeli; aşk, evlilik, üreme tanrıçaları ve kutsal tapınaklar çoğalacak, önce “Sümer” sonra da Babil’de, kadın ve erkek arasındaki evlilik-cinsel ilişki, dokunulmazlığı olan bu kutsal tapınaklarda gerçekleştirilmeye başlanacaktır. Avrupalı uzmanlarımızın, MÖ. 2500-2000’li yıllarda “Sümer ve Babil” topraklarında keşfettikleri, sahipleri kadın olan ‘Taverna’lar ile eski yasaların özel bir kategori olarak bahsettiği ‘meyhaneci kadın’ kurumları, bu kez tapınakların, artık “aşk evleri” olma özelliğini kendisinden ayrıştırmaya başladığı süreci yansıtmaktadır.

Toplum birim yöneticilerinin, “kutsal fahişe” olmayacak olan kızlarını evlilik tercihlerinde özgür kılabilmek için, bir bölümünü “kutsal fahişe” olarak tanrı ve tanrıçalar adına tapınaklara adamaları; ‘yabancı’ erkeklerin, bütün kadınları üzerinde olan eski cinsel ilişki haklarını, sadece bu adanmış ‘kutsal fahişeler’ üzerinden kullanmaları sonucunu doğurmuş olmalıydı.

“Sümer ve Babil” döneminde topluma iyice yerleşen ve başlangıçta yalnızca, “yabancı erkek”lere sunulmuş bu ‘kutsal fahişeler’, kutsal fahişe olmayan öteki kadınları yeni tür evlilik ilişki biçiminde bir bakıma özgürleştiren güçlerinden ötürü, başlangıçta toplumdan büyük destek görmüşlerdi. Süreç içinde de, kendi arasında çeşitli kademelere sahip olan yasal hiyerarşilerini yaratmışlardı. Eski yasalarda ve özellikle Hammurabi yasalarında, farklı tapınaklara adanmış ve daha o zamandan farklı düzeylere çoktan ayrışmış bir dizi kutsal fahişelik kurumuna (‘tanımına’) rastlıyoruz.

Sümer’ce Nin. dingir. ra (baş rahibe)- Akkadca Entum; Ga. gi. a (Rahibe), Lu. kur, Nu.nig, Entum, Naditum, Sal.Zikrum, Kadiştum, Kulmaşitum gibi farklı sıfatlar altında, bir bölümünün evlenme hakkı da bulunan, fakat henüz yasal olarak evlenmemişlerse, bu bakımdan ‘kız’ sayılmaya devam edilen, farklı tapınaklara adanmış bu ‘kutsal fahişeler’ tapınaklara veya baba evine ait olan (evlenilen kocaya verilmeyen) (‘tanrısal’) çocuklar da doğurabiliyorlardı.

Günümüzde, henüz yasal olarak evlenmemiş oldukları için 70 yaşında bile olsalar, hukuken ‘kız’ (mademoiselle) sayılan Fıransız bayanların ‘bakire’ olmaları nasıl mutlaka gerekli değilse, eski Tapınak görevlisi kutsal fahişelerin çocuk sahibi olmaları da 'kız’ sayılmalarına engel çıkarmaz. “Akkad ve Sümer kıralı” Sargon, (Sar-u-kanu, Yasal Sar) kutsal Tapınak görevlisi bir anadan olduğunu, üstelik bir üstünlük belirtisi olarak açıklamıştı. Zeus da, babalarının kendisi olduğu, yani Zeus adına açılmış tapınaklardaki kutsal rahibe-fahişe’ler tarafından doğurulmuş ve sonra ünlü olmuş, ölümlü ve ölümsüz bir çok çocuğu olduğunu açıklamıştı. Örneğin, Tanrılara denk bilici-danışman Peirithos'un babası Zeus'tu ve anası daha sonra İksion'la evlenmişti; Danae isimli kadından da üstün yiğit Perseus doğmuştu; Semele , Dionysos'u; Thebai'de oturan Alkemene de üstün yürekli Herakles'i hep Zeus'tan doğurmuşlardı.

Musa ve İsa’nın annelerinin de kutsal Tapınak görevlileri olduğu anlaşılmaktadır. Meryem’in bakireliği, kutsal fahişelerin evlenmedikleri sürece ‘kız’ olarak değerlendirilmesine bağlı bir ‘bakire’lik; ’kız’ olmak ile, ‘bakire’ kavramının süreç içinde eşitlenmesinden kaynaklanmış olmalıdır.

“Sümer-Babil toplumları”nda ödevi ‘yabancı’ erkekle yatmak olan Tapınak görevlisi fahişe kadınlar, başlangıçta, kendi toplum birimlerinde aşağılanmak şöyle dursun, kutsaldırlar ve örneğin miras hakkından yoksun ‘tapınak fahişesi olmayan’ kız kardeşlerinin tersine, evlenmedikleri sürece (veya doğurduğu erkek çocukları üzerinden) erkek kardeşiyle birlikte baba mirasından pay alabilme hak üstünlüğü taşımaktadırlar. Tapınak fahişeleri, evlenmedikleri sürece, kendilerini o tapınağa adayan toplum birimin parçası olarak kabul ediliyordu.

Bu süreçte ‘kutsal fahişe’lerin bir bölümü, tapınaklar içinde kutsallaşıp, giderek “tanrı(sı)yla evli”lik yolunda fahişe olmaktan çıkarken, ötekiler, sahipleri o dönemde ancak kadın olabilen, Avrupalı uzmanlarımızın ‘kabare’, ’taverna’ dedikleri buluşma ve aşk yuvalarının ‘sokak kadını’ haline dönüşmeye ve aşağılanmaya başlarlar.

İşte “Assur yasaları” devreye, tarihsel sürecin tam bu noktasında girmiştir. Ve Türban’a veya daha anlamlı haliyle, kadınların İslami giyiniş tarzlarının temellerine ilişkin tarihteki ilk yazılı kaynakları bu Asur toplumunda buluyoruz.

Orada çok net bir şekilde,

Fahişe örtülü değildir, başı açık (olmalıdır)

diye yazan Assur yasalarının 40 ve 41. maddelerinde, ‘(tanrılara adanmış) fahişe’ olmayan kadınların kapanması kuralı yasal zorunluluk noktasına çıkarılır.

Demek ki, fahişelerin örtünmemesi ve fahişe olmayanların kapanması kuralı böyle bir tarihsel sürecin ifadesiydi ve Sümer-Babil topluluklarında, kadının, ‘kutsal fahişe’ ve ‘kutsal fahişe olmayan’ biçimindeki ayrışma sürecine bağlı olarak şekillenmiş bir konuydu. O toplumlarda bir kadının ‘kutsal fahişe’ olup olmadığının, ‘açık’ veya ‘örtülü’ olmasıyla anlaşılması için Assur yasaları bu belirtiyi zorlamakta; eski dönemin kutsal varlığı tapınak fahişelerinin, öteki kadınlardan belirgin kılınması için çaba harcamaktadır. Anadolu’da başörtüsüz, başı açık kadının, kötü kadın’ olarak damgalanması eğilimi, anlaşılıyor ki, temelleri günümüzden hiç olmazsa 32-35 asır öncesine uzanan, bu tür eski toplum değerlerine dayanmaktadır.

Assur yasalarının ilgili maddeleri şöyleydi:

“§ 40) - İster evli kadınlar, ister dul kadınlar, veya Assur'lu kadınlar olsun sokağa çıkarlarken başlarını açmayacaklardır. Adamın kızları… ya bir şal, ya bir ... veya bir Gulinu ile örtüneceklerdir.

Sahibi ile sokağa giden esirtu 'lar (cariye, esire) örtülüdürler.
Kocaya varan Kadiştu'lar, (bir ‘kutsal fahişe’ kategorisi) sokakta örtünmelidirler.


Kocaya varmamış Kadiştu'ların sokakta başları açıktır, örtünmemelidir.

Fahişe örtülü değildir, başı açıktır. Örtülü bir fahişeyi gören olursa, onu tutuklayacak, şahitler bulacak; onu saray mahkemesine götürecek, ziynetlerini almayacaklar, onu yakalayan (sadece) elbisesini alacaktır. (Örtülü fahişeye) elli sopa vuracaklar, başına zift dökecekler.

Eğer bir adam örtülü bir fahişeyi görür, onu serbest bırakır (yakalamaz) ve saray mahkemesine götürmezse o adama elli sopa atılacaktır. (Adamı) ihbar eden elbisesini alacak, (Adamın) kulaklarını delecekler, iplik geçirecekler, arkasına bağlıyacaklar. Bir ay süreyle kıralın hizmetini yapacaktır.

Esire’ler örtünmeyecekler, örtülü esire’yi gören yakalayacak ve onu saray mahkemesine götürecektir. Kulaklarını kesecekler. Onu yakalayan elbisesini alacaktır.

Eğer bir adam, örtülü bir esire görür ve onu serbest bırakır (da) o, yakalanmaz ve saray mahkemesine götürülmezse, onu (adamı) suçlayıp, ispat ettikten sonra, ona(adama) elli sopa atacaklar. Kulaklarını kesecekler, iplik geçirecekler, ensesine bağlayacaklar. Onu ihbar eden elbisesini alacak, o adam bir ay süreyle kıralın hizmetini yapacaktır.

§ 41)- Eğer bir adam esire'sini(esirtu) örtmek isterse, beş veya altı arkadaşını oturtup, onların önünde onu örtecek ''O benim karımdır'' diyecek, O, onun karısı olacaktır. (Başka) adamların önünde örtülmeyen ve kocası ''bu karımdır'' denmiyen esire, eş değildir. esirtu'dur.

Eğer adam ölürse, örtülü karısının evlatları yoksa, esire'lerin evlatları, (öz) evlattırlar ve (mirastan) hisselerini alacaklardır.” (Kadriye YALVAÇ-Mebrure TOSUN. Sümer, Babil, Assur Kanunları. TDK. Ankara)

Burada, eski toplumun işleyiş ve yapılanmasına ilişkin bir dizi önemli nokta bulunuyor.

Fakat Assur yasalarında dikkat çeken en önemli yan, bütün kadınların örtünmesi doğrultusunda değil, bir bölüm kadının örtünmesi ve fakat bir bölüm kadının da (fahişe ve esire’lerin) özellikle “açık” olması için çabalamasıdır; “örtünen” fahişeler yasalarda şiddetle cezalandırmaktadır. Demek ki, örtünme fahişelerin (ve esire’lerin) tanınmasını önleyen, gizleyici bir unsur olmuş ve tam da bu nokta, eski toplumun fahişe olmayan kadınlarının örtünmesini istemesinin temel gerekçesini oluşturmuştur.

Assur yasaları, kesin bir şekilde, eski kutsallıklarını artık giderek tartışmalı hale getirdiği ‘fahişe’leri, öteki kadınlardan giyim-kuşam tarzıyla tam olarak ayırmaya, onları belirgin kılmaya çalışmaktadır.

Fahişe’lerin veya esire’lerin evlenmesi, onların şahitler huzurunda örtünmesiyle eşitlenmekte; örtülü kadın, kocası dışındaki erkeklerden korunmaya çalışılmaktadır.

Alındaki dövme, burundaki hızma, koldaki künye, boyundaki kolye, o kadının hangi kabile ve boya ait olduğunu gösteren bir belirlenim aracıydı. Çarşaf burada gizleyici ve dolayısıyla koruyucu olarak ortaya çıkar; herhangi bir erkeğin, yalnızca kadının ait olduğu toplum birimini öğrenmesiyle, o kadınla cinsel ilişki hak talebinde bulunabilmesini önler. ‘Ziynet ve süs’ler, bir kabile mensubu erkeğe, o kadın (veya erkek) üzerinde cinsel ilişki hakkı olup olmadığının habercileriydi. Bu tür toplum birim göstergelerinden yola çıkan bir erkek, eski cinsel ilişki haklarını kullanmak isteyebilirdi ve bu bakımdan, ‘ziynet ve süs’ler bu noktada kadınların erkekler tarafından “tanınıp da eziyet edilmelerine” yol açabilirdi. Hızma kullanan ve döğme yaptıran Arap topluluklarında tüm yüzü örten bir peçe ile tam “kapanma” zorunluluğu da buradan kaynaklanır.

İslam, ortaya çıkış döneminde, kadınları genel olarak kapanmaya zorlayarak (‘ziynet ve süslerini’ de kapsayacak şekilde) eski toplumda, örneğimizde Asur toplumunda, binlerce yıl önce başlayan bir süreci devam ettirmektedir ve erkek ve kadınlar arasında eski geleneksel “evlilik” haklarının (cinsel ilişkinin) kullanılmasına set çekmeye çalışmaktadır.

Muhammed’in “kutsal uydurma”ları olmayan bu gerçek toplumsal olgu, bize aynı zamanda, toplumsal değer ve uygulama dönüşümlerinin, nasıl derinden ve zamana yaygın olarak ilerlediğini de, gösteriyor.

18.12.2003

safakacmaz@yahoo. com


(*Iniciation; Bireyin bir sosyal durumdan ötekine geçiş hali... Eski toplumda, doğum öncesinden ölüme değin birey, içinde yer aldığı toplum birim ile ilişkişinde farklı nitelikte bağlantılar kurma dönemlerinden geçer. Bu bakımdan Iniciation, tek bir geçiş hali değil, genel olarak farklı geçiş hallerinin ortak paydası anlamında kullanılmaktadır.)

'Saç-sakal' Ve Erkek-Kadın Türbanı

TÜRBAN VE ASUR YASALARI...

Kuran'da 'Süs' Kavramının Yorumu..

Erkek Başörtüsü 'Keyfiye'


Eski Toplumda 'Saç Kesme'..


"Ey anamın oğlu, saçımdan sakalımdan tutma!”
İncil'de Kutsal Baş Tıraşı Ritüeli

Kuran’da Saç Tıraşı

İslamda Kurban'da Baş Tıraşı Yasağı ve Nedenleri...


Saç Kesim Biçimleri Ve ‘Alın-kader yazısı’...

Eski Toplumda Alın Saçı Kesim Biçimi
“elinizde bir belirti ve alnınızda bir anma işareti”
: «Kel Oğlan» Motifleri Üzerine



saç-şapka-takı
Eski toplumda saç-şapka biçimleri
Hitit şapka biçimleri...
Saç Biçiminde Totem Etkileri...
Eski Toplumda Boynuzlu-Kulaklı Tanrılar..


Kıl Kültünün Kökenleri
Kıl Kültünün Kökenleri-2
Kıl Kültünün Kökenleri -3

Kıl Kültü ve Peygamber'in Sakal-ı Şerifleri..

'Saç-sakal' Ve Erkek-Kadın Türbanı
Bir Yas İşareti Olarak Saç-Sakal Kesme
Bir Yas İşareti Olarak Saç-Sakal Kesme-(Yorumlar)
Saç Tıraşı Ve Kâhin Giysisi Olarak ‘Başlık’-Takke..

Kızılbaş kavramı ve Erkek Başörtüsü 'Keyfiye'

'Saç-sakal' Ve Erkek-Kadın Türbanı

Muazzez İlmiye Çığ'ın Yargılanması

Muazzez İlmiye Çığ Yargılanmasın

“Başörtüsü İslam’dan önce de vardı”

ESKİ YAZILI YASALAR

"Kuran'da Başörtüsü Farz Değil"