16.01.2008

Kutsal Kavramların Anlamları

Safa Kaçmaz
20.12.04

Kutsal evlilik anlatımında, toplum birim kadınlarının temsilcisi olarak öne çıkan İnanna’nın özelliği olan ‘kutsal fahişe’lik, karşılıklı evlilik akrabalığında, kız evladın baba toplum biriminin aidi haline getirilebilmesine yarıyor; bu yandaki kadının karşıdaki yabancı erkekle evlilik genel yükümlülüğünün yerine getirilebilmesini sağlıyor; yabancı bir erkekle evlilik genel yükümlüsü kadının ödevini üstlenerek onlara bireysel evlilik yolunu da açıyordu. Doğal olarak, kadın ve erkek kutsal fahişelik kurumu, toplumsal bir kurumdu ve eski toplumun yeni akrabalık düzeninin gereklerine yanıt olarak doğmuş ve gelişmişti.

“Erkek fahişelik kurumu”nun olduğu kadar, “kadın fahişelik kurumu”nun ortaya çıkmasını ve binlerce yıl boyunca, değişik görünüm altında, bütün eski dünyada yer almış olmasının anlamı budur. İnsan toplumu; kendisine gerek duymadığı hiç bir kurumu yaratmamıştır; ihtiyacı ortadan kalktığında ise, onu ya değiştirmiş, ya “kutsal” kılarak toplum yaşamı dışına itmiş veya bütünüyle, tarihe terk etmiştir.

Kutsal kadın fahişelik kurumunun var oluş nedenleri saptanamaz ise, ister istemez, eski toplumun, tamamen nedensiz değilse bile, toplumsal köklerinden koparılmış, fazla anlamı olmayan bir ‘İnanna hayranlığı’, temelsiz bir ’İnanna kültü’ arayışına yönelmek zorunda kalırız.(1)

Eski ilahilerde yer alan kavramların doğru içerik tanımına ulaşma çabamız, onlarda, kutsal fahişelik kurumunun nedenlerini izleyebilmek için de gereklidir. İnanna’nın “Göğün ve Yerin” kıraliçesi olmasının eski tabletlerde ne anlama geldiği, bu yüzden önem taşır.

Dumuzi, Enkidum, Gılgamış, Kişzidum, Etana, Enmeduranki... okunuşlu “sınıflayıcı tanımlar”da, başlangıçta kurban edilen, ‘kısır’ veya ‘ölüm’lü oluşlarına çare arayan ‘ilk oğul’un izlerini de bu nedenle arıyoruz. ‘Kutsal fahişe’nin, kocasına ‘erkek kardeşim’ demesinin anlamını bu nedenle irdeliyoruz. Bütün bunlara, eski toplumun “kutsal veya kutsal olmayan uydurmaları” olarak bakmak mümkün olmakla birlikte, bu şekilde davranarak var olan sorulara yanıt verilmiş olmaz.

İlahi’lerde yer alan kutsal kavramlarının anlam çözümlemesi, sadece kutsal evlilikle ilgili olanların değil, öteki Sümer metinlerinin de daha doğru olarak anlaşılmasına da yardım edecektir. İlk tabletlere yazılmadan önce, eski toplum tarafından sözlü ilahi olarak kullanıldığı dönem itibariyle, üzerinden,6 bin yıldan daha fazla bir zaman geçmiş olsa gereken yorumu sorunlu kavram veya sözcüklerin, eski toplumda, o sıradaki kullanım içeriğinin, günümüzde sahip oldukları içerikler ile aynı anlamda kullanılmış olduğundan emin değiliz. (2)

“Sümer”-Akkad toplumunda ‘kısır’ sözcüğü doğurganlık eksikliğini anlattığı kadar; doğurduğu çocuğu kocasının toplum birim aidiyetine “devretmeyen”, kendi ‘kandaş’ toplum birimi veya onun tapınağının aidiyetine veren kadın için de kullanılıyordu. Naditum’lar bu anlamdaki ‘kısır’ kutsal fahişe gibi görünmektedirler. Eski kanun metinlerinde ‘kocasına çocuk temin etmek’ zorunda bırakılan Naditum tanımlaması, bu durumu ortaya koymaktadır.

Eski Ahit düzenleyicileri, Abraham ve oğlu İshak’ın karıları Sara ve Rebekka’yı ‘kısır’ olarak nitelerken, bundan, onların “doğurganlık eksikli”ğini anlayabilir ve sonra onlar ‘çocuk sahibi’ olduklarına göre, bunu tanrısal bir mucizeye bağlayabilirlerdi. Fakat eski toplumu incelerken toplumbilimcilerin Kutsal Kitap yorumları dışına çıkmamak gibi bir zorunlukları bulunmuyor. Kısır’lık, eski toplumda, akrabalık ve miras ilişkilerine bağlı olarak ve çocuğunu kocasına “vermemek zorunda olan kadın”ın belli ölçüde hamilelikten korunma çabasının da bir ürünü olarak kullanılmış bir kavrama benzemektedir. Kutsal erkek ve kadın fahişelik kurumu, ‘kısır’lık kavramı ile içiçelik halindeydi.

‘Gök’ kavramının, başlangıçtaki “Sümer” ataları döneminden bu yana sadece ‘Gökyüzü’nü anlatmak için kullanılmış olduğuna ilişkin bir kanıtımız da bulunmuyor. Buna karşılık, ‘Gök’ kavramının “mavi renk” ve ‘Göğerme’ olarak; ‘Kara’ kavramının sadece “kara renk” değil, “Toprak’, “dünya’, ‘kara parcasi’ olarak; ‘kır’ olarak ; buna karşılık, ‘kırmızı’ kavramının “al”, “ateş”, “güneş” ve “kırmızı renk” olarak; ‘yeşil’ kavramının “bitki-ağaç” ve “yeşil renk” olarak geçişmeli ve soyut anlamlı biçimlerde de kullanılmış olabileceğini düşünmemizi sağlayan örneklere sahibiz. Henüz yazıyı keşfetmemiş, yarı-yerleşik, yarı-barbar haldeki erken “Sümer-Akkad” topluluklarının sözlü ilahi anlatımlarını formüle eden eski insanın, önce ‘Dünya’ ve ‘Atmosfer’e ilişkin bir görüş oluşturarak yola çıkmış olduklarını düşünmek ne kadar yanıltıcıdır!

Bu toplulukların, erken “Sümer” döneminde, can alıcı toplumsal sorunlarına çözüm bulmadan, bütün toplumsal düzenleniş gereksinimlerinden önce, atmosferin, dünyanın, ay ve güneşin, yıldız ve ağaçların nasıl ‘oluştuğuyla’ ilgilenmiş olmaları; önce bu filozofik sorulara yanıt geliştirerek, işe başladıklarını düşünmek, uzmanlarımızın, toplum bilim alanında durdukları basamağı gösteriyor.

Yerleşik bir düzene geçme çabasındaki Sümer-Akkad topluluklarının can alıcı sorunları, saban’ı keşfederek tarımsal ürün artışı sağlamak; hayvanları evcilleştirerek süt, yağ, yapağı elde edebilmek; iç evliliği yasaklama yoluyla yabancı toplum birimleriyle akrabasal ittifak ve buna bağlı olarak, tarımsal ürün ve hayvan sürülerinin bollaşmasının ön şartı olan, barışçıl bir düzen kurmak; toplum birimleri özellikle belli ürünlerde gelişmeye zorlayarak barışçıl mübadelenin karşılıklı gereksinimle ilişkisini düzenlemek… türünden sorunlar olmalıydı. Zaten, uzmanlarımızın ‘Gökyüzü’ ve ‘Yeryüzünü’ yaratmak olarak yorumladıkları tablet yazılarının hemen devamında, Sümer atalarının, o dönemin bu en temel sorunlarıyla uğraşmış olduklarına hiç bir kuşku bırakmıyor. O dönemde, varlığına büyük değer biçilen en büyük tanrılar, bu nedenle, saban’ı, keten veya ip örmeyi, yazı yazmayı, kader saptamayı keşfetmiş, düzenlemiş, öğretmiş olan tanrılardı.

6 veya 7 bin yıl öncesinin toplumları, yönetimsel bakımdan, cinsel ve yiyecek düzeninin barışçıl bir ortamda kurallara bağlı olarak düzenlenmesine ilişkin konuların bir adım ötesine bile geçemezler. Sanıldığın tersine, erken “Sümer” ataları, “Gök Yer’den ayrıldıktan sonra; Yer, Gök’ten ayrıldıktan sonra” biçimli ilahi satırlarında, ‘kozmik dünya’ ve ‘kozmik atmosfer’i anlatamazlardı. O dönemde, çok daha somut ve gerekli olan, “Karabaşlı”, “ak Tapınaklı”, “kırmızı-al başlı”, “Mavi Tapınaklı” toplulukların birbirlerinden ayrıştırılmasıyla ortaya çıkabilecek olan ittifak ortamlarını yaratmaya çalışıyorlar ve kurdukları bu gerçek düzeni anlatıyorlardı.

“Yerin ve Göğün” sahibi, kıraliçesi olan İnanna,şimdiki anlamlarıyla Dünya ve Gökyüzü’nün kıraliçesi olmaktan çok, “Kara ve Mavi tapınağın kutsal kadını” olmayı daha çok önemsemiş olmalıdır. “Mavi sakallı altın dana” motifinde, “Lapis lazuli-mavi taş” döşeli Kutsal çiftleşme odalarında, “Gök tapınağı’nın renklerini buluyoruz. Çiftleşme odalarının kırmızı, beyaz, mavi renklerle boyanması da, İnanna’lı eski toplumun, Gökyüzü ve Yeryüzü’nden çok, renklerle daha çok ilgili olduklarını gösteriyor. Gudea silindir tabletinde anlatılan kutsal evlilik töreninde ise, ‘parlak otlar’a ilişkin yorumumuz eğer doğru ise, sonradan İslam’ın kutsal rengi olacak olan ‘yeşil’ kullanılmıştı.



“Sümer” ilahilerinde kullanılan ‘Dağ’ kavramı da, “kozmik bir dağ”ı anlatmıyordu. İlahilerin “dağ” kavramı şimdiki anlamıyla dağ’ı anlattığı kadar, o dönemin Tapınak ve kutsal mekânlarını anlatmak için de kullanılmaktaydı:

"Nippur babanın, ‘koca dağ’ın oturduğu kutsal alan
Bolluk kürsüsü,.. yükselen Ekur’u;
"Yüksek dağ, arı yer.
Kıralı, ‘koca dağ’, Enlil baba’yı…

"Enlil’in evi bolluk dağıdır...
Ekur, lacivert taşından ev, huşu veren yüce oturma yeri"
"Sümer, büyük dağ, evrenin merkezi…"

İlahilerin bu tanımlarından, tanrıların bulunduğu "kozmik dağ" yorumu çıkarmak; taş, kereste ve çamurdan yapılı ilk tapınak örneklerini bulmaktan çok daha zordur. Fakat ‘bilinmeyeni’ keşfetme aşkı, daha cazip görünüyor olmalı ki, uzmanlarımız, ‘dağ’ kavramından, elle dokunulabilen, varlıklarını kazıtlar aracılığıyla tanıdığımız tapınakları anlamak yerine; ‘derin’, ‘kurgusal’ ve o ölçüde de ‘karmaşık’ fikirleri başlangıçtaki Sümer atalarına meletmekten kendilerini alamazlar. Fakat işin kötülüğü ve acı yanı şu ki, sonuçta onlara mal ettikleri ‘kozmik fikirler’in içinden çıkamayarak boğulan da yine kendileri olmaktadır. (3)

Eski toplumda Kutsal fahişelik kurumu, doğal olarak kutsal fahişeliğin gerçeklestirilebildiği alanlara gereksinim duyacaktı. Tapınaklar, başlangıçta, bu gereksinimin karşılığı olarak kutsal fahişeliğin gerçekleştiği alanlar olarak yücelir. Bütün kadınların kutsal fahişelik ödevinden adım arınmasına ve yabancı erkekle evlenme genel ödevinin, tanrı tapınaklarına adanmış kutsal fahişe kız evlada devredilmesine bağlı olarak Manastırlar gelişmiş olmalıydı. Her topluluğun, kendi koşulları içinde, kendi kadın veya kutsal fahişesinin, yabancı bir erkekle sevişebilmesini sağlayacak araç ve yollar yaratmış olduğunu, göçebe toplulukların ‘kızlar çadırı’nın bulunmasından vb. anlıyoruz. Eski Ahit’in peygamberleri, zaman zaman, bu çadırları yıkarak, kutsal fahişeliğe son vermeye çalışmışlardı. Babil kadınları ise kutsal fahişelik ödevlerini, tapınak önünde, belki kapalı kağnılar içinde yerine getiriyorlardı.

Kutsal fahişelik, kutsal alanların dinsel bir edimi olmaktan çıkmaya başlar ve “kutsal rahibelik” ile “sokak kadınlığı” biçiminde ayrışmaya doğru yol alırken, bu aşamada, Avrupalı uzmanlarımızın ‘Han’, ‘Kabare’, ‘Müzikli Gazino’ (Sayın M.I. Çığ’ın tercümesi ile Kramer. TSB. s.112) gibi terimlerle ifade ettikleri mekanlar oluşmuş olmalıdır. Bu kavramlarla tanımlanan mekânların, “Sümer” toplumunda önem taşımış olduğunu, “Sümer Kıraliyet Listesi”nde yer alan şu ifadeden de anlıyoruz:
"Kiş’te, Kiş’in temellerini sağlamlaştıran, hancı kadın Ku-Bau, ‘kıral’ olarak 100 yıl hüküm sürdü. Kiş’te Ku-Bau’nun oğlu Puzur Sin 25 yıl hüküm sürdü"

Burada, önem taşıyan konu, İsa öncesi 2000’li yıllarda, “Sümer” ve Babillilerin, şimdiki anlamlarıyla ‘kabare’ ve-ya ‘müzikli gazino’ yaratmış olduklarını düşünebilmek ve tablet çözümlerinde bu kavramları kullanabilme cesaretidir! ‘Müzikli gazino’ olarak verilen bir kavramla, “Sümer-Babil” toplumunda, kadının kutsal fahişelik ödevinin yerine getirildiği mekânın anlatılabilir olup olmadığına, okurumuz karar versin...

Bir Sümer ilahisinde kullanılan ‘fırtına’ ile ilgili durum da, benzerdir:

"Ana nedir bilmeyen Fırtına,
Baba nedir bilmeyen Fırtına
Karı nedir bilmeyen Fırtına,
Çocuk nedir bilmeyen Fırtına,
Kız kardeş nedir bilmeyen Fırtına,
Erkek kardeş nedir bilmeyen Fırtına
Erkek arkadaş nedir bilmeyen Fırtına,
Kadın arkadaş nedir bilmeyen Fırtına"

Buradaki “Fırtına” kelimesini, bir doğa olgusu, “kuvvetli rüzgâr” olarak anlamak; eski insanın "doğa’yı kişiselleştiren" garipliği ile bir kez daha karşı karşıya bulunduğumuzu düşünmek de, elbette mümkündür. Sümer tarih anlatım tabletleri, zaten genellikle böyle yorumlanmaktaydı. Bu tutum, tablet kayıtlarına, genellikle, “hayali aktarım” anlamında kullanılan ‘söylence’, ‘mitoloji’ olarak yaklaşmanın da doğal bir sonucuydu. Oysa tablet kayıt incelemelerimiz ilerledikçe, bize değişik bir içerikle ulaşmış olan bu tür kavramların anlatım derinliğini, soyutlanmış özelliğini, bunların eski toplumun tarihsel yanına bağlı olduğunu; bu ilahilerin, eski toplumun farklı dönemlerinin bir tarih aktarım biçimi olduğunu hissetmeye başlarız.

“Fırtına” kavramının eski ilahilerde, Nuh Tufanı’nda, ‘Güney rüzgârı’, ‘Kuzey rüzgârı’, ‘Yerin soluğu’, ‘Göğün soluğu’, ‘kanadı kırılan kuzey rüzgârı’ gibi görünümler altında “Sümer-Akkad” toplumunda çok uzun bir süre ‘etkili’ olması, o dönemde “Sümer-Babil” topraklarında Rüzgâr’ların kuvvetli esiyor olmasından, hatta Rüzgâr’ın bulunuyor olmasından ötürü değildi. Bu topluluklarda, Enlil’in veEnlilliğin bulunmasından ötürüydü. Başlangıçta değilse de, giderek, en büyük, en azından en büyüklerden biri sayılan bu tanrının adı, doğrudan doğruya ‘büyük yel’, ‘ulu yel’, kutlu Rüzgâr anlamını taşıyordu. Bizim ‘Nefesi güçlü bir hoca’ tanımımızın gerisinde, “Sümer-Babil” toplumunun Enlilci, yani Ulu Kutsal Nefes’i vardır. ‘Hu çekme’ geleneğinde eğer bir Enlil kalıntısı saptanırsa, bu şaşırtıcı olmaz. Ateş kültüyle çok bağlantılı ‘üfürükçülük’, ‘güçlü nefes’, ‘fırtına’, ‘yel’in sonradan kötülenmeye başlanması, onun artık tek tanrılı dinlere ulaşan toplumların dinsel düzenindeki yerinin bozulmasıyla bağıntılıydı. Bu, elbette, özünde, toplumdaki ilişkilerin artık ‘üfürükçülüğe’ olan başlangıçtaki ihtiyacının kalmamasından ve üfürükcülüğün uygarlaşmaya iyice karşıt bir özellik kazanmış olmasındandı.

Anlaşılıyor ki, bu Sümer ilahisinde tanımlanan “Fırtına”, bir insan, kutsal bir görevli tanımıydı. Bu “Ulu Nefes”, tapınakta bulunan, büyük olasılıkla tapınağa devredilmiş bir evlat olduğu için ana, baba bilmeyen, cinsel ilişki yasağına tabi bir dinsel görevli olmalıydı.


safakacmaz@yahoo.com


(1) Sayın M.İ. Çığ, İnanna kültüne ilişkin şu tür değerlendirmeler yapıyor:
"İnanna’yı Sümerliler yarattı. Kadınlarda izledikleri, görmek istedikleri bütün nitelikleri, onun sahsında toplamışlar, onu yüceltmiş, ona tapmış ve hakkında yığınlarla şiir, hikâye yazarak ölümsüzlestirmişlerdir.

O,güzelligin, şuhluğun, cekiciligin, şefkatin, hırsın, kavganın, önderliğin, kurnazlığın ve en önemlisi bereketin ve çoğalmanın sembolü olmuştur."(İnanna’nın aşkı. s.13)

Bu aktarım veya tanımlama tarzında, İnanna’yı İnanna kılan toplumsal nedenlerin bir tekine bile rastlayamıyoruz.

İnanna’nın Aşkı’nda, anlamının ‘iri erkek cinsel organı’ olabileceğinden bahsettiğim, ‘Sinek’ de yerini almıştı. Sayın Çığ, kitabında “Sinek ile İnanna’nın diyalogu”nu da aktarır.

Eski toplumda, bir ürünün, kadın veya erkek cinsel organı ile veya genel olarak erkek ve kadın cinsi ile anlamdaş kullanılmasına ilişkin örneklerin gerisinde evlilik ilişkisi ile ürün mübadelesi arası bağ bulunur.

Sümer ilahilerinde sıkça yer alan ‘kayık’, ‘tekne’ ile kadın ve cinsel organı arasında da bir geçişme mümkün gibi görünüyor. İlerde, bu noktaya ilişkin ikna edici bulgulara ulaşabilirsek, Nuh’un ‘kayığı’, ‘tekne’sinin, kutsal bir tapınağın yapımına ilişkin olduğu yorumu, umuyorum ki daha güçlenecektir. Sümer Babil Tufan metinlerinde, Tufan sırasında ‘tanrıların köpekler gibi çiftleşmesi’ motifi zaten bu konuda yeterince fikir vermekteydi.

(2)Bir kavram, ancak, eğer o dönemdeki toplumsal ilişkiler yaklaşık olarak bilinebilirse, söylemdeki yeriyle anlam kazanmaya başlar. Yorumu sorunlu olan bir veya birkaç kavramın farklı anlamı, tablet yazısının yorumunu baştan aşağı değiştirebileceği gibi, kavramın içeriğinin yanlış kullanımı durumunda da, tabletlerden ‘garip’ duygu ve düşüncelerin fışkırması da kaçınılmaz olur.

Kavramları bizim yanlış bir içerikle ele almış olma olasılığını hiç hesaba katmadan, tabletlerin ‘garip’liğine, onları yaratan ve en az modern toplum kadar gerçekçi ve sorumlu olan eski toplumun ‘cehaleti’ne gönderme yapmayı alışkanlık edinmiş Avrupalı uzmanlarımızın, tarihteki eski toplumu küçümseme güdülerinde, eski toplumla eşitleyerek, köle edindikleri Afrika ve Asyalı ‘ilkel’ toplumları aşağılama kaygılarının rol oynayıp oynamadığını yargılamak da yine öncelikle onlara düşüyor.

(3) Okura, burada, ‘başlangıçtaki Sümer ataları’ vurgusunu özel olarak yapmış olduğumuzu anımsatalım. Çünkü aslında, modern uzmanlarımızın yargılarının temeli, günümüze, “Sümer atalarının torunları” tarafından adım adım taşınmıştır. Fakat bu durumda bile, “Sümer torunları”nı anlamak mümkündür. Çünkü “Sümer torunları”, var olan yarı-barbar, artık gelişmeye ayak bağı olan çeşitli kurum ve ilişkileri toplum dışına atabilmek için, başlangıçtaki kavramların anlamının bozulmasına, soyutlanmasına, “gökyüzü ve yeraltına” taşınmasına ihtiyaç duyuyorlardı. Başlangıçtaki asıl metne sadakati, Sümer torunlarından değil de, bilim adamlarımızdan beklemek, bu bakımdan, bir haksızlık sayılmamalıdır.
Eski toplumda, ilahiler, toplumsal ilişkilerin devam edebilmesini sağlayan kural ve törelerin, modern anlamıyla ‘hukuk’un, o anki topluma olduğu kadar gelecekteki nesillere aktarılmasını sağlayan; bu toplumsal gereksinim yazının keşfedilmediği dönemlerde de bulunduğuna göre, başlangıçta sözlü olan, ezbere dayanan, aktarım biçimleriydi. Eski topluma doğru gidildikçe şarkılı-türkülü toplantı ve yoğunluğun artması, âşıkların ve âşık atışmalarının önemi, türkülerin-ilahilerin, ayinlerin-törenlerin önemli bir parçası olması bundandır. İslam’ın, şarkı-türkü yasağının nedeni de, eski görenek aktarımının bu yolla devam ederek Kuran’da bulunan kurallarla rekabetinin devam etme olasılığını ortadan kaldırmaktan başka bir şey olmasa gerektir. Arap toplumlarının, derinlere sinmiş şarkı geleneğinin, İslam sonrasında, günümüzde de çok etkin ve zengin oluşu, bu yasağın dayandığı korkuyu anlamamızı sağlıyor.

Eski toplumda sözlü ilahilerin anımsanan biçimleriyle yazıya geçirilmesi, yazıya geçirilen ilk biçimlerin daha sonra yazının gelişmesi ve toplumsal değişime bağlı olarak, kavram anlamlarının her yeni yazılımda artarak bozulmuş olma olasılığı kuvvetli olmakla beraber, günümüzün kutsal kitaplarının satır sayıları bile değiştirilmeden devam ettirildiğine göre, kutsallaşmış ilahilerin, ‘olabildiğince’ korunmaya çalışılmış olduğu da bir başka olgudur. Bütün koruma güdülerine karşın, eğer sözcük veya kavramlar, anlam değişikliği ve kaymalarına uğramış ise, bu, büyük ölçüde doğal gelişmeye bağlıydı ve ‘kötü niyet’ tartışmasına burada pek yer bulamayız. Bağımsız anlatımların birleştirilerek yeniden kurgulandığı şartlarda bile, (bunu, örneğin Gılgamış veya Odisseia aktarımlarında belli ölçülerde görebiliriz) ilahi kavram ve sözcükler değiştirilmiş olmaktan çok, birçok durumda, kavramlar yeni içerikleri temelinde yorumlanarak bize yansıtılırlar.

Abraham karısı Sara’ya ‘kızkardeşim’ demiş ise, Eski Ahit düzenleyicileri, bunu, Mısır erkekleri tarafından karısının güzelliğinden ötürü Abraham’ın öldürülmekten korkmasına bağlamayı daha uygun bulmuş olmalıydılar. Kaldı ki, burada kullanılan bu gerekçe bile, eski toplum ilişkilerinde, kadın tarafından evliliğin, ancak kocanın ölümü ile ortadan kalkabildiği bir dönemin varlığına tanıklık etmekteydi ve bu bir olguydu. Kocasından boşanarak veya boşanmadan aşığı ile gitme seçeneği dururken, aşığı ile bir olup kocasını öldüren, öldürülmesine yardımcı olan modern toplumun cinayet örnekleri, bizi eski topluma bağlar.

Eski yazılı yasalarda kocasının ölümünü sağlayan kadından bahsedilmesinin nedeni, koca ölmeden kadının boşanamıyor olması olmalıydı ve yasanın bu kadın için öngördüğü ceza, kazığa geçirilerek öldürülmesidir.


“İlk insan Yer'den,İkinci insan gök'ten..”..

Felsefenin Serüveni


Din Kuralları ile Toplumsal Yapılanma Arasındaki İlişkiler

Din'ler Nasıl Eleştirilebilir?


Belge'ler, Eski Toplum ve Dinler
Belge'nin Hıristiyanlık Kavrayışı...
Belge’ler... ve Eski Toplumu Tanımanın Önemi
“Kötü Toplum”-“ İyi Toplum”

'İyi -Kötü Toplum'dan 'İyi -Kötü Din' Ayrımına...


Murat Belge Nasıl Bir Ateist ?!

Murat Belgelerin Hiristiyanist ‘Ateizm’i ..

Murat Belge, Hıristiyanlık ve Yuhanna
Murat Belge, Hıristiyanlık ve Yuhanna–2
Murat Belge, Hıristiyanlık ve Yuhanna–3
Murat Belge, Hıristiyanlık ve Yuhanna–4
Murat Belge, Hıristiyanlık ve Yuhanna–5
Murat Belge, Hıristiyanlık ve Yuhanna–6
Hıristiyanlığa Ait Bazı Veriler

"Dinsizim Elhamdüllah" Çizgisinin Tartışılması..
“Dinsizim Elhamdüllah!”-2