Pazartesi, Ocak 21, 2008
Eski toplumun şimdiki toplumdan 'uzaklığı’nın, felsefeden dilbilimine kadar, ne şekilde algılanması gerektiği, yıllardır anlamaya çalıştığım bir konu.
Gerek eski toplumu, gerek şimdiki modern toplumu, onlara ilişkin kurum ve kavramları incelerken, bilim dünyamızda bazı temel önyargılardan yola çıkmak ve bu önyargıları gelecek nesillere olduğu gibi aktarmaya çabalamak gibi değiştirilmesi son derece güç alışkanlıklar bulunuyor.
Örneğin, Kutsal kitapların yazılı metinlerinde 'yoktan var ediş' üzerine açık bir ifade bulunmadığını ele almıştık. Bu yönde hiç bir açık ifade bulunmuyor. Böyle bir iddia, Harun Yahya siteleri türünden olanlarda yer alıyor daha çok, günümüzde*...
İster inançlı, ister inançsız herhangi bir bilim adamımız, kutsal kitapların "yoktan var ediş" sözcüklerini açıkça kullanan, dinsel metinlerin diğer içeriksel anlatımlarıyla "yoktan var etme" sözcüklerinin doğrulanabileceği bir metin gösterebilirler mi?
Mümkün olduğunca dikkatle okumaya çalıştığım Eski Ahit, İncil ve Kuran'da böyle bir açık ifadeyi bulamamış olmam, bu tezimizi hakli gösteriyor...
Buna karşın, hepimiz, kutsal kitapları, “onlarda böyle bir ifade varmış gibi” ele alıyoruz: dinsel yazındaki ifadeleri, ilgili dinlerin bugün geldiği noktadaki yorum düzeyini temel alarak okumak yani “kavramlarda bulunmayanı varsaymak” gibi bir davranış gösteriyoruz. Bu, kısmen bilim dünyasına ait bir sorumluluk içerdiği kadar, daha çok, kavramların içerik değiştirme surecine bağlı objektif bir durumdan kaynaklanmaktadır.
İnsanoğlu garip bir varlık. Atalarının oluşturduğu dine inanmaya inanırlar ama onu, onların söylediklerini değil, söylemediklerini temel alarak yaparlar...
'Tanrının ruhu sularda dalgalanıyordu' diye başlayan, 'suları' yaratmayı hiç düşünmeyen bir din anlatımı nasıl olur da, 'yokluktan' yaratma tezine oturabilir? Böyle bir şeyi ne miraslarına konduğumuz halde burun büyüklüğüyle onlara her türlü yaftayı asmakta beis görmediğimiz, Mezopotamya toplumları savunmuştu, ne de onların yazılarını, ilahilerini sürdüren şimdiki dinler.
'Yoktan var ediş',sadece sonraki nesillerin kurgusunda var olmuştu ve kurguya inanmanın gücünü insan toplumunda bir kez daha, bütün boyutlarıyla görürüz. Bu, açıklanması gereken ve fakat üstesinden gelinmesi hiç de kolay olmayan insan ve din psikolojisi ile ilgilidir ve ben çalışmalarımda şimdilik, mümkün olduğunca, bu alandan uzakta, yazınsal ilişkiler üzerinden yürümeye özen gösteriyorum. Bu noktada içi boş parlak sözler etmektense, son derece doğal yapısı içinde eski toplumu ve onun kavrayış düzeyini yansıtan yazılı belgeleri ele almak, çok daha yararlı bir tartışma zemini ortaya çıkarıyor.
Eski dini ilahiler, 6000 yıl kadar önceki toplumda, durmadan Tufan'lar olduğunu yazarlar. Bunlar, 'beyazın üstüne siyah' yazılar değildir ama, binlerce yıla dayanmış kil tabletler üzerine kazınmış çok açık ifadelerdir... Kış mevsimine ilişkin 'soğuk' Tufan’ı; bahar mevsimine ilişkin ise 'sel' Tufan’ı, bu toplulukların 6 aylık dönemsel yaşamlarının ayrılmaz parçasıdır.
Gelgelelim, bir kez, nasıl olmuşsa, Eski Ahit'te '40 gün suların yükseldiği, 40 gün alçaldığı', gerçekleştiği tarihi bile, yıl,ay ve gün oalarak belli olan bir insan kurban ritüeli, Nuh’a '3 katlı gemi' yaptırılarak aktarılmıştır ve o gün bugündür, tarihte tek bir 'Tufan' tanımı olarak beyinlere kazınmıştır.
İlahiyatçılarımız kadar Tanrı tanımaz bilim adamlarımız da, bu kavramla neredeyse hemfikir olmuşlardır. Tek fark, bunu ilahiyatçı tanrıya yaptırırken, tanrıtanımaz olanların doğa’ya yaptırmasıdır.
Fakat Süleyman peygamberin Kudüs tapınağının önüne dökme tunçtan yaptırdığı on arşın çapında, beş arşın derinliğinde, çevresi otuz arşın olan yuvarlak 'havuz kazan’ın orada ne aradığı gibi bir soruyu kimse kendisine sormamıştır. Bu kazana neden 'deniz' denildiğini, 'tuz'un Hıristiyanlık için neden öylesine önemli bir vaftiz aracı olduğu gibi soruları da... Kuran'da Muhammed’in, Tufan’a ilişkin neden bir “geminin kazanının kaynaması”ndan bahsetmiş olabileceği de dikkat çekmemiştir.
Eğer bu yönde sorular başlasa idi, Eski Ahit'in üç katlı gemisini, özel olarak 'üç odalı-bölümlü' yaptırılan bu Kudüs tapınağında aramak; 'geminin yüzdüğü denizleri' Tapınağın önündeki 'deniz havuzunda' bulmak belki daha öncelerden mümkün olabilirdi...
Bütün bunlar, eski toplumda son derece yaygın olan insan kurban ritüellerinin ve artık kutsallaşmış yamyamlığın araçları; ortak ittifak toplantılarının kaçınılmaz tamamlayıcıları idi.
Bugün yuzmilyonlarca insanin inanç temeli olan 'kutsal topraklar'ın neden kutsal olduğu sorusunu da sorulmamıştır. Bunca insanın 'kutsal toprak' inancının merkezinde bulunan Kudüs’ün isim kaynakları üzerinde bile bir açıklık bulunmuyor olması, garip değil mi? Bu şehrin adının neden 'Ruhul Kudüs' veya neden 'Sion', neden Jarusalem, neden Beytu'l-Mukaddes, El-Kudüs olduğunu kendine sormadan, onun kutsallığına inancı sürdürmeye devam etmek, inanç’ın insan toplumundaki özelliklerini görmek bakımından çok çarpıcıdır.
Bilim dünyamızdaki durum keşke biraz daha değişik olsaydı. Ne var ki, gözümüzü açtığımızda var olduğu saptadığımız bazı olguların kaynakları hakkında sorma gücünü kendimizde pek bulamayız. Örneğin, bir dizi “dil ailesi” olduğunu bilir; bu dillerin var olan hallerini incelemeye çalışırız ama Hind-Ari-Avrupa dil topluluğunda, dilsel yapının neden 'erkek', 'dişi' ve 'cinsiyetsiz' kelimelere dayanıyor olduğu sorusunu sormayız.
Diller var olan halleriyle kabul edilir ama, dilin bu yapılanma tarzının eski toplumun yapılanma tarzı ile bir ilgisi olup olmadığı gibi bir soru şimdilik gündeme alınmamıştır. Oysa bu nokta da önemlidir. Hitit dili üzerine yaptığı çalışmalarıyla tanınan Bay Hrozny, çalışmaları içerisinde Hitit dili ile Slav diller arasındaki bağlantılara doğru da ilerlemişti ve yaşadığı donemde dil üzerine de çalışan Mareşal Stalin bu noktayla oldukça ilgilenmişti. B.Hrozny'nin bu konulardaki araştırmasını derinleştirmesi dileğini aktardığı özel mektubu Archive Orieantalni'de** yayınlanmıştır.
İnsanbilim alanında çalışma sürdüren bilim adamlarımız, eski toplumun yiyecek/içeceklerinde de bir 'cinsiyet' ayrımı var olduğunu epeydir saptamışlardı. Cinsiyet ayrımı, eski toplumda her alanda saptanabilir. Genel olarak, o topluluğa ait ‘yaratılış’da da, o topluluk ya bir dişi-erkek hayvandan veya dişi-erkek özelliğe bürünen bir bitkiden doğmuş oluyordu. Bir kadını, aynı zamanda 'güvercin', 'piliç', 'fıstık' gibi tanımlarla ifade edebilmek, sadece bugünkü insanın muazzam yaratıcılığından değil elbette. Eski Babil ve öncesi dönem tabletleri incelediğimizde de, bu hayvan ve bitki ataları tek tek saptamak olanaklı. Zaten hemen her hayvan veya bitki, bir Tanrı olarak şekilleniyordu. Havva anamızın, daha yaratılır yaratılmaz, bir şey hariç herşeyin yenilip içilmesi serbest olan cennette, üstelik 'gözleri daha kapalı' iken nasıl olup da 'elma’yı bulduğunu düşünürsek, bitki-meyvelerin önemini anlarız. Hitit tanrısı, 'ben tohumu kendisinde olan meyveyim' dediğinde, bu kavramlarla, 5500 yıl kadar öncesine ait toplum birimler arasında karşılıklı evlilik ve ürün mübadelesi üzerine oturan bir ittifaka ait sözcüklerle konuşmuş oluyordu.
Eski Yunan doğa felsefesi, sonraki materyalizmin ilk çekirdekleri olarak, bütün varlıkların onlardan türediği 'su', 'deniz', 'ateş/hava', 'toprak' gibi 'arkheleri ileri sürdüğünde, gerçekten de, materyalizme temel mi atmış oluyor? İlginç bir varsayımdır bu... Çünkü şimdi artık, genel boyutlarıyla gördüğümüz gibi, eski Yunan 'maddeci'liginin bu çıkış kavramları, bütün din felsefesinin de çıkış kavramlarıdır. Daha doğrusu, eski Yunan doğa felsefeciliğinin kavramları, ne bir eksik, ne bir fazla, olduğu gibi, en eski Yaratılış anlatımlarının kavramlarına dayanır. Erken dönem yaratılış anlatımlarında, tanrıların yaratılmasından önce, sadece, 'tatlı su', 'tuzlu su', 'ateş/güneş/hava', 'toprak' bulunduğunu görmüştük. Şimdi artık biliyoruz ki, eski dinlerin başlangıçtaki çıkış kavramları, materyalizmin de çıkış kavramlarıdır. Lenin’in 'materyalizm'le ödüllendirdiği eski Yunan bilgelerinin 'sönmeyen ateş' kavramı, Ahura Mazdacılığın da, Eski Ahit'in de, en temel kavramlarından birisidir. Yeni Papa’mız, Eski Ahit'e dayanarak, 'Tanrının yanan çalıdan açık edilen gizemli adı'ndan bahsettiği zaman, işte bu 'ateş' olarak, “sönmeyen ateş” haliyle bir tanrıdan bahsetmekteydi.
'Ateş’in, hem idealizmin ve hem de materyalizmin ortak bir kavramı olarak ele alınabilmesi sürecini incelemenin ne denli heyecanlı bir yolculuk gerektirdiği ortada. Ve bu noktalar bilinmeden "Papa'ya cevap”ların, 'eski Yunan doğa felsefeciliği’nin yerli yerine oturtulamayacağı da...
Sorunun bu yanını da ele almak, umalım ki, faydalı olacaktır.
*****
(*) Bazı çevirilerde bu bölüm şöyle yer almaktadır:
"O gökleri ve yeri yoktan var edendir..."
(En'am Suresi,101)
Buna karşılık, bu ifade, Diyanet ve Elmalılı H. Yazır tercümelerinde:
"O, gökleri ve yeri örnekleri yokken yaratandır." (Diyanet )
"Göklerin ve yerin örneksiz yaratıcısı O'dur" (Elmalılı Hamdi Yazir)
biçimlerindedir. Bu iki farklı ifade, kutsal kitapların "suları var etmeyen" öteki anlatım kavramlarıyla birlikte ele alındığında, aynı anlamı vermez. Tanrının önünde herhangi bir önceki örnek yok iken "yaratması" ile "yoktan var etmesi" bir ve aynı anlama gelmez.
(**):
DİLBİLİMİN VE DİNBİLİMİN BAZI TEMEL SORUNLARI
Kutsal rakamlar ve ölüm olgusunun gizlenmesi...
ESKİ KAYITLARI ‘OKUMA’ YÖNTEMİ
Gündelik veya Dini Kavramların Kökenleri..
“Yaratılış Bilmecesi”ni Çözmek !
****************************************