26.01.2008

Bir Sinagog’un Düzeni-1

Pazar, Ekim 15, 2006

ESKi ANKARA'DA BiR SiNAGOG’UN

YAPISAL DÜZENi


Peygamber Süleyman dönemindeki Kudüs tapınağının yapısal düzeni ile Musa’nın ‘gezgin tapınağı’ olan ‘buluşma çadırı’ arasında karşılaştırmalar yaparken, Ankara’daki eski bir Sinagog’un mimari yapısı arasında da bağlantılar kurmamız yararlı olacak. Eski tapınakların mimari yapıları, onların fonksiyonel özelliklerine yanıt verecek tarzda hazırlanmış olmalıydı.

Tapınakların, tarihin şafağında, Mezopotamya’da, farklı toplum birimler arasında, erken dönemde, “yerli kadın” ile “yabancı erkek” arasındaki evlilik ilişki biçimlerini sağlama alanı olarak şekillendiğinden bahsetmiştik. Tapınaklar, yakın bir döneme kadar “erkek ve kadın kutsal fahişelik” alanı olarak da kullanılmıştır. Bu “fahişelik”, bugün anlaşılan anlamıyla değil, kutsal bir ödev olarak ele alınıyordu ve zamanla, tapınaklar kendilerini “kutsal fahişelik” uygulamalarından arındırmaya çalışmışlar ve onu bütünüyle sokağa atmışlardır. Fakat bu çok uzun bir süreç almış olmalı.

Örneğin Eski Ahit'in 'Yaratılış' anlatımında, Musevilerin atalarından Yehuda’nın, önce “büyük oğlu” ile onun ölümü üzerine ise, “ortanca oğlu” ile evlendirdiği, fakat yine “dul kalan gelin”i Tamar ile böyle bir tapınakta (“bilmeden”) yattığını yazmaktaydı:

[Tamar’a, “Kayınbaban sürüsünü kırkmak için Timna’ya gidiyor” diye haber verdiler.

Tamar üzerindeki dul giysilerini çıkardı.

Peçesini örttü, sarınıp Timna yolu üzerindeki Enayim Kapısı’nda oturdu.

Yahuda onu görünce fahişe sandı. Çünkü yüzü örtülüydü.

Yolun kenarına, ona doğru seğirterek, kendi gelini olduğunu bilmeden,

“Hadi gel, seninle yatmak istiyorum” dedi.

Tamar, “Seninle yatarsam, bana ne vereceksin?” diye sordu.

Yahuda, “Sürümden sana bir oğlak göndereyim” dedi. Tamar, “Oğlağı gönderinceye kadar rehin olarak bana bir şey verebilir misin?” dedi.

Yahuda, “Ne vereyim?” diye sordu. Tamar, “Mührünü, kaytanını ve elindeki değneği” diye yanıtladı.

Yahuda bunları verip onunla yattı. Tamar hamile kaldı.

Gidip peçesini çıkardı, yine dul giysilerini giydi.]

(http://www.kutsalkitap.com/kkitap/index.php?b=1&c=38)


Tamar’ın, “dul giysileri”ni çıkarıp, “peçe takarak” erkek beklediği "Enayim Kapısı" Kudüs tapınağına ait olmalıydı.

Eski toplumun tapınaksal yapısının ikici yönünü ise, hem Akado-sumer kayıtlarında, hem de Musa Eski Ahit'inde oldukça ayrıntılı olarak gördüğümüz gibi, sunu, yeme-içme ritüelleri oluşturmaktadır. Şimdiki halinde, ‘Tanrı ile buluşma’ alanı olma özelliğine gerilemiş ise de, eski tapınakların başlangıçtaki ikinci temel özelliğini, sunular, sunuların hazırlanması ve ortaklasa yenilmesi vb. oluşturuyordu. Akado-sumer tabletlerinde, tanrıların yan yana geldiği hiç bir toplantı sunu’suz, içkisiz olamazdı. Tanrıların dostluğu ve ittifakı, onların arasındaki “cinsel ilişki ve yeme – içme-sunu edimlerine bağlıydı. Erken yaratılış anlatımlarında, "Yer'in Gök’ten, Gök’ün de Yer'den ayrılması" işlemi, "fırınlarda ekmek pişirilmesi”nin, yani ortak “kutsal ayinsel ekmek yemenin” sonucu olarak ortaya çıkıyordu.

“Yemek ve içmek” işlemi, giderek 'Tanrı sofraları’nın hazırlanması biçimine doğru gerilemiş; artık doğrudan katılımcı topluluklar değil; sunu yiyecek ve içecekleri onlar adına tanrılar, tanrılar adına ise rahip ve rahibeler tüketmeye başlamışlardı. Fakat bu yiyecek ve içecekler arasında da, ayrımlar vardı ve her rahip, her istediğini yiyemez; daha doğrusu bazı yiyecekleri sadece üst rahipler, örneğin Musa’nın kâhini Harun ve-ya oğulları yiyebilirdi. Bazı tanrılara, belirlenmiş hayvan (totemler) lar da sunulamazdı. Çünkü bu hayvan totemler, değişik toplum birimlerin yerine geçirilmişti ve önceki dönemde, hayvan/bitkiler değil, doğrudan doğruya, daha sonra hayvan/bitki totem ismiyle anılacak olan toplumbilimlere ait insanlar kurban ediliyordu."Kurban edilme" motifinin Hıristiyanlıktan Bektaşiliğe kadar, değişik dinlerde bu kadar öne çıkan bir motif olması, tarihsel bir derinlik taşır. Eski toplum, 'göğe uçan' ruh motifini, yakarak kurban ettiği hemcinslerin gerçek durumundan yola çıkarak oluşturmuş olmalıdır. Yukarıdaki Resim–27, tapınağın en kutsal bölgesi, insan kurban yakma işleminin tam olarak, burada yapıldığını gösteriyor. Altta meşale motifi, üstte hala yanan ateş simgesi olarak kandiller, ilk 'tanrı’ların ve kutsal şahısların, tüm toplum birim namına kurban edilmiş gerçek şahsiyetlerden oluştuğunu gösterir. Tanrı ve din fikrinin kaynaklarını, insanlığın ruh dünyasında arama çabalarının boş çıkmasının nedeni, onların bu olguları, insan toplumunun yaşam ilişkilerinin içinde değil, 'gökyüzünde', 'hayal âleminde' aramalarından kaynaklanmıştı ve bu bakımdan denilebilir ki, asıl hayal âleminde gezinenler, onlar olmuştur.

İsa’nın, tıpkı 'kitabın yazdığı gibi', yani eski gelenekler uyarınca, kendini 'insanlık uğruna feda etmesi' motifi, eski toplumun en gerçek yapısının, soyutlanmış anlatımı olarak, bulunmaktadır. “Tufan” yapan tanrı, Nuh (ve zaten bir avuç kalması gereken ailesi) ile yeniden 'anlaşma' yaparken, “insan eti yememe” ve “insan kanı içmeme” şartını ortaya sürmüş ise, burada, sadece, eski yarı-yamyam özelliğinden sıyrılıp uygarlaşma yolunda ilerleyen toplumun, o dönemde öne çıkan kuralının yüksek sesle ifade edilmiş, tanrıya söyletilmiş halini buluruz.

Tapınaklarda, şimdi giderek her bakımdan sembolik öğeler gibi görünse de; “kazan, sunak, mangal, ızgara, buhurdanlık, kandil” vb. türde yakma-pişirme araçları giderek kutsallaşan gerçek sunumların ortak tüketim araçlarıydı. Kudüs tapınağının önünde bulunan 'deniz'in (belki tuzlu su!), aslında son derece iri bir “ortak kazan” tanımı olduğunu görmüş bulunuyoruz.

Eski toplumun tapınakları, eski toplumun evlilik ve yiyecek-içecek paylaşımı üzerine kurulmuş ittifaklarının gerçekleştirildiği, sağlandığı alanlardı. Tanrının, daha sonra, daima elçileri aracılığıyla, kendi ve ilgili topluluk arasında 'ittifak' yapmak üzerine sözlerin kaynağı budur. Tanrının, kendi kullarıyla olan ilişki türü 'ittifak'a değil; tabi olmaya, emretmeye bağlı olmalıydı...


Bu nedenlerle, eski toplumda bir tek kez Tufan olduğu iddiası, Akado-sumer tablet yazımlarıyla da yalanlanmaktadır. Eski toplum, son derece düzenli olarak, bir ayin olarak, kutsal kurallarından birisi olan, « Tufan »ı sürekli gerçekleştirmekte ve ona büyük bir bağlılık göstermekteydi. Fakat bize Tufan haliyle ulaşan, Museviliğin de devraldığı, eski anlatımlardan sadece birisidir ve o Tufan da, ‘seller’, ‘denizler’den ‘gemi’si sayesinde ‘kurtulan’ Nuh ile yakın çevresinin başlarına gelenlerin, değişmiş, bozulmuş anlatımına dayanmaktadır.

Bu ‘Tufan’lar, eski toplum birimlerin, kendilerinden sundukları insan kurbanlara ait ittifak yineleme ritüelleri idi. Bu nedenle de, bize ulaşan anlatımda, Tanrı, ‘insanoğullarına’ kızıp da ‘Tufan’ yapmak istediğinde, sadece ‘insanoğullarını’ değil, ‘topraktan yaratılmış hayvan ve sürüngenleri’ falan da cezalandırmak yoluna gitmişti. Buradaki ‘topraktan yaratılmış hayvan ve sürüngenler’ ifadesi , hiç kuşkusuz, giderek daha yakından tanımakta olduğumuz, çeşitli hayvan totemlerle temsil edilen toplum birimlerin anlatımı idi ve bunlar tıpkı ‘karabaşlı’ topluluk gibi ‘toprak’tan, yani ‘kara başlık’ taşıyan ve kara renkle ifade edilen topluluklar arasından ‘var’ edilenlerdi.

Süleyman dönemindeki Kudüs Tapınağının önündeki, “büyük kazan”a, İÖ. 900. yıllarda bile ‘deniz’ denmeye devam edildiği hesaba katıldığında, Muhammed’in, Tufan’ın başlama anına ilişkin, ‘kazan ısınması’ gibi deyimleri kullandığı anımsandığında; ‘suların ısınması’, ‘kazanın kaynaması’ gibi deyimlerin, eski toplumun insan kurban ritüelleriyle olan ilgisi daha da belirginleşir. Bu noktalarda, eski Tufan anlatımları üzerine birkaç yıl önce bir çalışma yapmış ve yayınlamıştım. Oralara bakılabilir.

Bu tapınaklar, şimdi eski Akado-sumer tabletlerini yayınladıkça daha iyi görüldüğü gibi, aynı zamanda «dağ evi » anlamında da kullanılıyordu. Dağ burada bir ‘yükselti’ anlamı üzerinden tapınakla eşitlenmiş olabilir. Öyle ya da böyle, eski Enlil tapınaklarına «E-Kur» denildiği ve bunun da «Ev+Dağ », olarak yorumlanmış olduğu açıktır. Kelime, “Dağ evi” veya “Ülke evi” yani tapınak anlamlarındaydı.

Dolayısıyla Nuh’un ‘gemisi’nin, adı her zaman değişen, bir ‘dağa’ oturduğu söylendiğinde, aslında eski ifadede, bunun bir Tapınağı söz konusu ediyor olduğu açığa çıkmaktadır.

Bizim ‘Nuh gemisi’ dediğimiz şeye gelince. Bu kavram, şimdi, bütün dinlerde ‘gemi’ olarak anlaşılmasına karşın, kelimenin kendisi, yabancı dillerde, hiç bir şekilde ‘gemi’ olarak bulunmaz. «Arca», «Arkhe», İslamda «sanduka », eski toplumun ‘kızak’, ‘tahteravan’ biçimiyle, kutsal emanetleri taşıma aracının, anlam kaymasıyla, günümüze ‘gemi’ içeriğiyle aktarılmasından kaynaklanmaktadır. Kelimenin eski yazım biçimi bir başka olguyu anlattığı halde, ondan ‘gemi’ anlaşılması, tamamen bir süreç içinde gerçekleşmiştir. Zaten, Eski Ahit’in Nuh’a yaptırdığı ‘gemisi’, öyle bir ‘gemi’dir ki, bunun “üç katı, çatısı ve çatısında da bacası” bulunmaktaydı. Bu tanımın, yaklaşık haliyle, 3 bölümlü Kudüs tapınağına çok uygun düştüğünü zaten daha önce açıklamıştım.

Bu tahteravan, kızak, kayık, başlangıçtaki içeriği hesaba katılmadan ele alındığı için, gelişme içinde ticaret kervanlarının başında giden bu ‘kayık’, basbayağı deniz taşıma aracı olarak gemi haliyle ele alınmıştır. Bay Kramer’i okuyanlar, eski Akadosumer yerleşimlerinin, şimdiki İstanbul deniz trafiğinden daha yoğun bir deniz ticaret yaptığı vehmine bile kapılabilirler. En fazla Fırat veya Dicle’ye komşu olan, bazıları hiç olmayan, bütün bu yerleşimlere durmadan ‘kayık-gemiler’ yanaşıp durmaktaydı ama, bunlar çiviyazi uzmanlarımızın önemli bir bölümünün sandığının tersine, bildiğimiz gemiler değil, her topluluğun temsilcisi kutsal sembollerin taşındığı tahteravanlar türü bir araç olmalıydı ve gelişmeye başlayan ticaret elçileri veya sunu getiriciler, tıpkı şimdi bayrak sembolünün taşımakta olması gibi, bu kutsal tahterevanlarının ardına düzülüp gidiyor olmalıydılar.

Henüz yerleşik bir tapınak yaptıramamış olan gezgin Musa toplumunun hem tapınağı ve hem de kutsal ‘anlaşma sandığı’ tam olarak, sırıklarla taşınan bir tahteravan tanımına uymaktadır. Zaten, bu özelliği, henüz taşıma aracı kullanılmayan dönemde veya kullanılamayan yerlerde, eski toplumun bütün önceki geleneklerini taşımaya çalışan dini ve idari yetkililer, birkaç yüzyıl öncesine kadar, iste bu tür ‘gemi’lerle yolculuk ediyorlardı.

Aşağıda, eski Ankara’da kurulmuş bir Sinagog’un yapısal düzeni hakkında bir inceleme bulunuyor. Ele aldığımız eski toplumun tapınaklarının, yazı ve düşüncelerimizde daha canlı hale getirilebilmesi için oldukça yararlı bir inceleme olarak yayınlıyorum…

**************

Resim 27- Okuma Kürsüsü

BELLETEN

TTK Basimevi-Ankara

Aralik 1996

Cilt.LX sayi :229

Sayfa :719/732

ANKARA'NIN ESKi KENT DOKUSUNDA

YAHUDi MAHALLESi VE SiNAGOG(1)

(özet)

FÜGEN ILTER


(..)

Ankar’da Yahudiler

Ankara'da daha Augustus zamaninda (i.Ö. 63 - i.S. 14) bir Yahudi toplu­lugunun
oldugunu duyuran Galanti, ortaçagda da kentte Yahudi cemaatinin var oldugunu
belirtir (2). Yine, Sultan Murat Ankara'yi aldiginda (1361), kentte « eski ve küçük bir Musevi cemaatinin bulundugu »da söz konusudur (3).


(Devam-2)



Resim 18 -Avluda çesme



****

Tapınağın Tarihçesi

Eski Toplumda Tapınak Adları

Tapınaklardan Modern Dinlere

Eski Toplumda Tapınakların Rolü.1

Eski Toplumda Tapınakların Rolü.2

Bir Sinagog’un Düzeni–1

Bir Sinagog’un Düzeni–2

Bir Sinagog’un Düzeni–3

'İlk Alevi cenaze binası' - 'Alevi cenaze ritüelleri'

Akkad Ayinlerinde 'ağaç','sopa','degnek','asa'...

'Tahtacılar'...