İsa onlara şöyle dedi:
“Size doğrusunu söyleyeyim,
İnsanoğlu’nun bedenini yiyip kanını içmedikçe,
sizde yaşam olmaz.
Bedenimi yiyenin, kanımı içenin
sonsuz yaşamı vardır
ve ben onu son günde dirilteceğim.
Çünkü bedenim gerçek yiyecek,
kanım gerçek içecektir.
Bedenimi yiyip kanımı içen bende yaşar,
ben de onda.”
(Yuhanna)
kanım gerçek içecektir.
Bedenimi yiyip kanımı içen bende yaşar,
ben de onda.”
(Yuhanna)
Murat Belge’nin,
“Ateist olmasam ve bir 'inanç' ihtiyacı duysam, Hıristiyan veya felsefi Uzakdoğu dinlerini kendime daha yakın bulduğumu söyledim”
biçimindeki değerlendirmeleri, hesapta olmayan bu konuya genel bir giriş yapmamıza yol açtı.
M.Belge, bu konuyu, Milliyet’te atılan başlıkla bağıntılı olarak bir kaç kezdir yazıyor; ‘cımbızlama’ yönteminden, hedef gösterildiğinden falan yakınıyor.
Dileğini tam anlatamamış olabileceğini varsayabiliriz. Fakat kendi sütununda yazdıklarını da yayınladık, daha önce. Okur bunlara dönüp bakabilir.
O öz olarak söyle diyordu:
“Buradaki 'bağlam', bir 'dinler karşılaştırması'. İsa'nın hayatını anlatan dört İncil'de, özellikle de, 'Yuhanna'da karşıma çıkan derin insan sevgisi, dini değil dünyevi nedenlerle beni etkilemiştir. Öte yandan, soyut mantık düzeyinde bakıldığında insanın aklını zorlayan Hıristiyan mitolojisi, 'Allah'ın oğlu' gibi bir kavramla iç içe geçen, 'oğlunu kaybeden annenin acısı' gibi son derece insani temalar, insanların psikolojik ihtiyaçlarına çok iyi cevap verebiliyor- bir kere iman ederse.”
Bay Belge’nin, ‘İman etme’yi vugulamasi, iyi. Konumuz da bu zaten. Benim yazılarımda da, eleştirilerimin asıl yönü , “iman etmeyenler”in özünde “iman eden”ler gibi düşünme sistemlerine yönelik. Ateizmin sağlam temellere kavuşturulabilmesi çok önemli bir konu çünkü.
Murat Belge, genel olarak, dinlerin kaynaklarını insan ruhunda arama tarzını sürdürüyor. Bu bakımdan da o,İncil’in içinde bir bölümü, özellikle Yuhanna'yı, referans gösteriyor. Çünkü bu yaklaşıma göre, zaten mitoloji olan dinleri oluşturanların, öyle ya da böyle yazmaları, konuyu iyi veya kötü, daha etkili veya daha az etkili yansıtmalarına yol açabilir. Yuhanna örneğini vermesi buna bağlı olmalı, eğer “tüm İncil”i ‘okumuş’ ise elbette.
Daha önceki bir dizi çalışmada, dini kitapları ‘okuma’ biçimlerimizin düzeltilmesi gerektiğini, bunları gerekçelendirerek anlattım.
İncelediğimiz üç din, özünde, bizim hemen komşumuz olan topraklar üzerindeki eski toplulukların yaşam kurallarının, örgütlenme tarzlarının soyutlanmış anlatımından başka bir şey değildir. Onlara birer “uydurmalar manzumesi” gibi yaklaşma alışkanlığından kurtularak, o anlatımları Akado-sammaru topluluklarının tarih iskeletine giydirerek ele almaya çalışmak gerekli. Bunu sağlayabilmek için de, yıllardır, Akado-sammaru kayıtları etrafında bir takım kavramları, tarihi bilgileri, dinlerin oluşum sürecini inceleyip duruyoruz.
İsa’nın kutsal sürahisinde, kupasında, onun muhtemel 'karısı'nın sembolik gösterimini bulan vb. uydurmalarla uğraşmak bizim işimiz değil. Ya da, tanıdığımız somut Nasıralı İsa’nın, gerçekte var olup olmadığı vb. de pek önem taşımaz çalışmalarımız açısından.
Karşımızda bulunan, İncil’de yer alan haliyle, bir dizi farklı toplum birimin, bunlar ateş-güneş-gök ortak tapınım kaynağına sahiptirler, önceki sayısız İsa, İsag, İşaggu’larının katlanarak gelmiş bir 'İsa' cisimleşmesidir. Burada üstesinden gelinmesi gereken görev, Yeni Ahit’te, aralarındaki farkları da yansıtan bu eski toplum birimlerin geçmişteki örgütlenme tarzlarını, kutsal varlıklarını, totemlerini, yasak/helal yiyeceklerini saptamak; bütün bunlardan da yola çıkarak eski toplumun, bu bölümünün, örgütlenme ve ilişki tarzlarını meydana çıkarabilmektir...
Bay Belge’yi ise, yazılanın arkasında olan bu noktalar hiç ilgilendiriyor gibi değildir. O,bir topluluğu, nasıl olmuş ise, onların kanlarına girmiş ‘iyi’lik ve ‘kötü’lük esasına göre değerlendirmeye devam eder. O, Yezidilerin “marul yeme yasağı”nda, büyük olasılıkla ‘aptallık’ keşfedecek olmalıdır; buna karşılık yeterince bilmediği belli olan Hıristiyanlığın alt kollarında, mesela Ermeni ve Rum Ortodoksluğunda, özel olarak belli yortu günlerinde, neden mutlaka ‘marul yemenin’ gerekli olduğunu düşünmez bile. Muhtemelen de bilmez.
Yezidi topluluğun “fasulye yeme yasağı”na karşı, Hıristiyanlıkta, Paskalya sırasında neden mutlaka “yeşil mercimek yenmesi gerektiği” üzerinde de O'nu pek düşünmüş sayamayız bu nedenle.
‘Aydınlanma’cılık üzerinden ‘aydınlandığı’nı düşünen bu tür ‘aydın’larımızın ‘aydınlatıcısı’ olan ‘ışık’ın, ‘ateş’ haliyle, sadece Hıristiyanlığın en temel kavramlarından biri olmakla kalmayıp, hem eski Yunan temel arkhe’lerinden birisi olmasının ve fakat hem de en eski ‘Yaratılış’ tabletlerinin de temel kavramı olabilmesinin nedenleri üzerinde de yeterince düşünülmüş olduğunu görmüyoruz, onun yazılarında. Bizim en büyük sorunlarımızdan birisi, devraldığımız mirası, tıpkı baba evine gösterilen bir itina ile korumak ve etrafına bir kaç oda, bir kaç kat daha çıkma hesabındaki açgözlü ‘dünya adamı’ gibi davranmaktır.
İsa’cılığın da devraldığı ‘dünya’ ve ‘gök’ kavramlarının, mutlaka bugünkü “dünya” ve “gök” kavrayışını temsil ettiği eski inancına karşı bu tutucu, sorgulamadan yoksun tutumu da bu kapsamda ele alabiliriz.
Yeni Ahit’çi Hıristiyanlığın içinde, onların ritüellerinin temelini oluşturan ‘içme’ ve ‘yeme’ araçlarında ‘tuz’, ‘su’, ‘şarap’ da bir 'ayrılık' oluşturmasına oluşturmuş olmalıdır ama, bundan daha önemlisi de vardı. Fakat Hıristiyan ayinle ilgili ‘yiyecek’inin, ‘hamurlu ekmek mi?’, ‘hamursuz ekmek mi?’ olduğu üzerine ders verip ‘aydınlatıcı açıklamalar' yapan akademik dünyamızın bu konuları ne kadar anlayabilmiş olduğu meydanda...
Oysa "ekmeğin ‘hamurlusu veya hamursuzu’ diye bir olgu bulunmaz. Tarihte de yoktu… Bu bir gerçek. Bu yüzden Hıristiyanların 'ayrılık' temeli de o olmamalıydı. Söz konusu olan, " hamursuz ekmek" değil ‘yiyecek’in “hamurlu mu”, yoksa “hamursuz mu” olduğu idi. Kavramlardaki bu fark, “kutsal yaşam yiyeceği”nin, bazı İsacı kollarda olduğu gibi, İnsan ve Hayvan kurban sunumu ile, Assur kaynaklı öteki bazı İsacı kiliselerde ise “tahıl-bitki sunumu”na tekabül ediyordu. Bunların ötesinde de, bu “Hamurlu ekmeğin” mayalı mı, yoksa mayasız mı olacağı ayrımı idi.Bu da, muhtemelen gezgin topluluk ile, yerleşik topluluk arasındaki yaşam tarzı farkına dayanan bir ritüel aracını tanımlıyordu.
Biz , "yaşam yiyeceği" ile "yaşam içeceği"ni ,"ölüm yiyeceği" ile "ölüm içeceği" gibi ayinlerle ilgili temel kavramları, en erken Akado-sammaru kayıtlarından beri biliyoruz. Dolayısıyla Hıristiyan dünya, onların ruhani kesimi, bütün bunların pek farkında olmasa da, bu noktadaki eski 'teorik-teolojik' ayrılığı, ayinle ilgili ‘yiyecek’in ‘et’ mi; İsanın “İnsanoğlu vücudu” mu, yoksa ‘ tahıl-bitki mi’ olacağı temelindeki bir ayrılığa dayanıyordu. Bunu, örneğin, kilise sembolleri hala 'buğday başağı' ve 'üzüm salkımı' nın birleşmesinden oluşan Ermeni kiliselerinde hala buluruz. Kendi ‘etinin’ yenmesini öneren, bunun da gerçekleştiği, bazı İsacı kiliselerin ön geleneklerinden kaynaklanarak, günümüze ulaşmış olan bu tür ayrılıkların erken kaynaklarını bugünkü Hıristiyan dünyası bilemez, bilmiyor da zaten. Ama dikkatli bir inceleme, Yeni Ahit’teki İsa tanımlarının, tek tek İncil kitaplarında değişik olarak yapıldığını bizim görebilmemizi sağlar ve Hıristiyan bölünmüşlüğünün tarihteki ön kaynak toplulukları hakkında fikir edinmemizi sağlar.
Örneğin “Kuzu İsa” bizi, erken Akado sammaru topluluklarının “Koyun ve Keçi’nin yaratıldığı” dönemlere götürürse; kendisini ‘asma-üzüm’ veya ‘buğday başağı’ haliyle tanımlayan bir İsa da, Assur toplumuna bağlar. Bunlar, erken dönemde “bitki ve hayvan totem”e geçiş döneminin ifadeleriydi. Bu nedenle de,'Tufan'dan sonra, Nuh, etrafın 'çamur' falan olmasına aldırmadan, “gemi”den çıkar çıkmaz 'üzüm' yetiştirmeye başlar! Dolayısıyla, Eski Ahit'teki “üzüm yetiştiricisi” ve iyi şarap içici Nuh, bize, bu Tufan’ın, bir insan kurban ritüeli olarak hangi coğrafi bölgede gerçekleştiğini; günümüzde bile 'üzüm' için özel ritüeller düzenleyen Süryani kiliselerinin dayandıkları ön kaynakları anlatmış olur.
İsa’nın kendisini ,‘başlangıçtan beri var olan’ ve ışık-ateş haliyle tanımlaması da, bizleri, erken Akado sammaru topluluklarının Nippur’una, onlardan etkilenmiş Anadolu Hititlerine kadar götürebilir.
Temsilcileri, günümüzde bile Vatikan’da evlenme yasağına tabi olanların önderi İsa’nın ‘kutsal damatlığından’ bahsedildiğinde ise, İnanna-Dumuzi arasındaki kutsal evlilik törenlerinin, oradaki “kutsal damat”, “kutsal gelin” söylemlerinin sonraki Hıristiyanlıktaki etkilerini saptarız.
“Ölüm günü”ne doğru,'düşmanları' tarafından İsa’nın ‘aranıp bulunmaya’ çalışılması, İsa’nın ise kaçması, gizlenmesi, pataklanması vb… neredeyse sözcüğü sözcüğüne, tarihteki bir Dummuzi’nin başına gelenlerin aktarılmasıydı.
Bütün bunları tek tek şu anda inceleme ve gösterme olanağım yok. Ama uygun bir zamanda yapmak gerekecek.
“İslam karşısında olsun da, ne olursa olsun, kabulümüzdür..” türü bir yaklaşım, Türkiye’de nihilizmin temel düsturu olagelmiştir. Bay Belge de, bu akımın dışında değil, hatta tam göbeğinde... Dintanımazların yapacağı iş, dinlerarası bir karşılaştırmayı, şartlı da olsa, bir tercihle sonuçlandırmak olamaz, olmamalı.
Bu dinleri, o halleriyle şekillendiren erken toplulukların bu davranışlarında fazla özgür olmadıklarını biliyoruz. ‘Marul’u yeme/yememede; fasulye veya mercimek yemede/yememede onlar için özgür bir seçim söz konusu değildi. Tıpkı “balık yeme” veya “yememede”, tavşan, domuz, deve, midye vb. yeme veya yememede olduğu gibi... Bütün bu bitki/hayvan totemler, derin etkileri, izleri kısmen silinmiş, kaybolmuş olsa bile, eski toplumda, farklı toplulukların sembolleri idi ve onlara, kendi aitleri olan bir insanın kurban edilmesi yerine, “inek, koyun, kuzu, keçi, balık, buğday, üzüm, mercimek, marul, tavuk, horoz, ceylan, eşek, fıstık” vb. sunma olanağı sağlıyordu. Şimdi bir insana 'odun', 'öküz', 'eşek' denildiğinde; bir kadına 'piliç', 'güvercin', 'fıstık' denildiğinde, sadece, bu eski totem araçlarla tanımlanmış insan toplulukların kalıntılarını işitmiş oluruz ve bu nedenle, bazı Hiristiyan dini günlerde balık kesinlikle yenilmez ve fakat bazılarında mutlaka balık yenilmesi gereklidir. Bu 'balık'da, eski toplumda denizdeki, nehirdeki doğal balık değil; doğrudan doğruya bir insan toplumunun adıydı… Örneğin Yunus balığı, Enki’nin, Ermenilerin Ohannes'inin ve bizim Belge’mizin dayandığı Yuhanna'nın da etimolojik, dini kaynağıdır. İsa, 5000 kişiye balık ziyafeti çektiğinde, bu ziyafet, tarihteki biçimiyle 'balık' topluluğunun insanlarından oluşuyordu da, bu nedenle şimdiki Hıristiyan yortularında, haftanın belli günlerinde balık ya yasak, ya mutlaka yenilmesi gereken 'hayvan' olarak yer alır. Bu özellikleriyle de, domuz yemeyen İslam ve Musevilik; tavşan yemeyen Alevilik; marul, fasulye ve köpekten iğrenen Yezidilik, Hıristiyanlıktan en küçük bir mantık ayrılığına sahip değildir.
Din üzerine gayet bilgiç laflar eden bay Belge, İsa’nın “tanrı oğlu” olarak değerlendirilmesine de 3. sınıf bir kesiş kafasıyla yaklaşır: tek farkla, keşişimiz 'olur' der; bay Belge ise, 'mantığı zorlar' diyor… Oysa bu tanımlar eski toplumda, bir topluluğun tamamının sıfatı idi. Dini kitaplarda 'dünya' ve 'gök' ayrımı bulunuyor; “Gök topluluğu”nun tamamı “Tanrısal topluluk”, “Tanrı oğulları” olarak (İslam’da bu, 'Cin,melek-şeytan topluluğu'dur ); 'Yerdekiler' ise 'Adem topluluğu’ halinde tanımlanıyordu.
Eski-Yeni Ahit'te,'Gök topluluğu', çok açık biçimde 'tanrısal varlıklar' olarak ve 'dünya-toprak-yer' topluluğu da 'insanoğlu varlıkları' diye ikiye ayrılır. İşte bu 'tanrısal varlıklar', 'Yer'deki 'İnsanoğlu kızları’yla evlenirler. Bu, elbette, Mezopotamya toplulukları arasında gerçeklesen, gerçek bir evlilik yoluyla sağlanan ittifak ediminin dinselleşmiş ifadesinden başka bir şey değildi. Bu nedenlerle ,bu toplulukları, Asur, Akad, Samiriler, Sammaralılar arasında aramalıyız; şimdiki anlamıyla 'gök’lerde değil!
Akado sammaru topluluklarından beri de bu ayrım vardı. Bay Belge, çok etkilendiğini söylediği Yuhanna'yı anlama amacıyla, doğru düzgün okusa,orada da, o 'etkileyici' Yuhanna’nın, kendi topluluğunun bütününü 'tanrı oğulları' olarak, üstelik defalarca ve gerekçelendirerek, değerlendirmekte olduğunu görebilirdi. Bu bölümleri de ekte yayınlıyorum zaten.
Bütün bu noktaları bilince çıkardıkça, dinlerin, genellikle değer değiştirmiş kavramları eski toplumda farklı bir anlam bulmaya başlayacak, dinlerin, eski gerçek toplumun yapı ve ilişkilerinin yansıtıcıları olduğunu daha berrak görebileceğiz.
Fakat, M. Belge’nin hatırını kırmayalım da, ille , dinler arası bir “karşılaştırma” yapalım diye düşünürsek, söylemeliyiz ki, ‘insan sevgisi’ konusunda Hıristiyan söylemin arka yüzü, gerçek bir yamyamlık edimidir ve tipik Hıristiyan ailenin toplu yemek yeme alışkanlığının ‘giriş’ ve ‘bitiriş’ dualarının kaynağını bu içyamyamlığın ifadeleri olan ‘pardon’ ve ‘şükür’ duaları oluşturur.
Çünkü Papa hazretlerinin, ötekiler 'şahit-tanık' olsun diye kaldırıp gösterdiği kadehin içinde bütün o kurban edilmiş İsa’ların kanı; eline alıp dişlediği ‘ekmek’ veya ‘yiyecek’te de İsa’ların eti bulunur!
***
Murat Belge, Hıristiyanlık ve Yuhanna–2
Murat Belge, Hıristiyanlık ve Yuhanna–3
Murat Belge, Hıristiyanlık ve Yuhanna–4
Murat Belge, Hıristiyanlık ve Yuhanna–5
Murat Belge, Hıristiyanlık ve Yuhanna–6
Murat Belge Nasıl Bir Ateist ?!
Belge'ler, Eski Toplum ve Dinler
Belge'nin Hıristiyanlık Kavrayışı...
Belge'ler...ve Eski Toplumu Tanımanın Önemi
“Kötü Toplum”-“ İyi Toplum”
"Dinsizim Elhamdüllah" Çizgisinin Tartışılması..
“Dinsizim Elhamdüllah!”-2
Murat Belgelerin Hiristiyanist ‘Ateizm’i ..