15.01.2008

Murat Belge,Hiristiyanlik ve Yuhanna-2

(Eski Toplumda Düalizmin Kaynakları)


İsa'nın “kutsal kitabı”nı okuduğumuzda, onun dilinde garip duran bir 'Dünya' kavramı olduğunu görürüz.

"Göklere çekileceği" gün ve saati çok önceden bilen ve buna göre de hazırlanan İsa, havarilerine şöyle der örneğin:

"Dünyadan olsaydınız, dünya kendisine ait olanı severdi.
Ne var ki, dünyanın değilsiniz; ben sizi dünya’dan seçtim.
Bunun için dünya sizden nefret ediyor."
(Yuhanna 15:18/19)

İlahiyatçılarımız, imanlılar, filozoflar, nasıl olur da bu sözleri didik didik edip büyük anlamlar çıkarmazlar!

Eskiden beri bilgeliğin ölçütü, herhangi bir olguda var olmayanı ortaya çıkarabilmek olarak ele alınmıştır zaten. Böylece, sonu gelmez anlamsız yorumları okumakla da baş edemeyiz...

Fakat eski toplumu tanıdıkça “Göklerden gelen tanrısal ses”in, 'Yer'dekiler aleyhine sızlanışının, o derin yorumları haklı çıkarmayan eski bir gerçekliğin dile getirilişi olarak doğallaşmaya başladığını görüyoruz. İsa burada, doğrudan doğruya 'Gökler' adına konuşurken, 'Dünya’yı da, tam olarak 'Gök’ün karşısında, “Gök”ün alternatifi, hatta “Gökün düşmanı” olarak yansıtırken, eski toplumun yapısı bakımından hiç de olağanüstü bir şey söylemiş olmuyordu aslında. Çünkü onun sözleri, dayandığı eski dini ön kaynaklar bakımından, bizim şimdi anladığımız anlamdaki bir 'Dünya’ya ve genel bir ‘Gökyüzü’ne ilişkin değildi. İsa’ya bu tür sözleri söyleten ve sonra da “Kitap”a geçiren dini kastların gerisinde, bu konuşma kültürüyle yetişmiş toplumlar vardı ve onlar, eski dönem atalarının 'Gök' ve 'Yer-Dünya' karşıt kavramlarının, iki ayrı topluluğu ve onların ayrıştırılmasını tanımlıyor; Akado-sammaru iki temel topluluğunun anlatım tarzı olarak kullanıldığını bilmiyorlardı. Çünkü erken dönemde, 'Yer' topluluğu 'Kara-başlılar' topluluğu ve 'Gök-ateş' topluluğu ise, muhtemelen “Kızıl- Başlılar” topluluğu olarak biçimlenmiş olmalıydı. Giderek de, ateş/güneş kültünün simgeleri olacak olan kırmızı, sarı, mor, mavi renklerin temsilcisi olarak, Nippur’un Ateş-Anu’su veya onun bir başka ifade edilişi olarak tanıdığımız Ahura Mazda’sı şekillenecek olmalıydı..

'Yer' kavramının 'Gök’ kavramıyla olan bu erken ilişkisinden ötürü, Sümer İsudrus’u, Babil Hasisutra'sı olan Avesta’nın Zarathuştra’sı, “kutsal varlığa” ne zaman hitap etse, onu:
“Ey Ahura Mazda, Maddi Dünyanın Yaratıcısı”
olarak tanımlanıyordu.

Enuma Eliş türü 'Yaratılış' ilahilerini inceledikçe, 'Yer' ve 'Gök’e “ad verilmesi”ni, başlangıçta birlikte yaşayan iki temel topluluğun birbirlerinden ayrıştırılmasını; yani 'Gök’ün 'Yer'den, Yer’in ise Gök’ten uzaklaştırılmasının anlamlarını daha farklı bir şekilde algılayacağız.

Bu aşamada, iki temel topluluk arasındaki düzenlenişte “Gök”lerin temsilcisi Alelium, Alilum, Ululu, Ellil, 'Karabaşlı' topluluğa “kıral olarak” atanacaktı. Doğal olarak, Alelium, Alilum, Ululu, Ellil ; İslam’da 'Ateşten yaratılmış Şeytan' tanımına denk geliyordu ve süreç içinde, Hitit tapınaklarından Göğ’e yükselen 'Aleluya' haykırışlarına, Hıristiyan kiliselerinde 'Oğul’a ve Alevi Bektaşilikte 'Ya Ali!'ye, Nur’a vb. dönüşecekti…

Eski ilahilerde, tarih anlatım biçimleri olarak tablet yazımlarında, eski toplumun başlangıçtaki bu çekirdek ayrışımından yola çıkıldığı için, işte sadece bu basit nedenle, 'Gök' ve 'Maddi dünya' ; “Gök ve Yer-Dünya” ; “Hava ve Toprak” gibi ayrımlar yapılır ; taraflar da kendi konuşma, tanıtım kavram ve üsluplarını bu temel ayrımlara göre düzenlerler. Bu nedenle de İsa, daima, “Göklerdeki baba”sı namına konuşur; “İnsanoğlu”nu ateşle vaftiz etmek üzere görevlendirilir; “Göklerdeki baba”sının Yeryüzü’nde egemenliğinin geleceği tarihi anımsatır ; işte bu nedenle, varlığını 'Yeryüzünde' bırakmak yerine, Göklere “yükselir” ve 'Göklerdeki baba’sının yanına taşınır…

Dini inançların gelişmesi ve toplulukların sentez yapılar ortaya çıkarması, anlatımlarda bozulmalara ve şekilsel düzenlenişte ise tek tanrıcılık yönünde ilerlenmesiyle sonuçlanacaktı. Dolayısıyla hem 'Gök’ topluluğunu ve hem de 'Yeryüzü' topluluğunu kapsayacak şekilde genişlemek zorunda kalışına bağlı olarak, kavramlarda da bir dönüşüm olsa da, erken dönemdeki bu temel ayrım, bütün Semavi dinlerin yapısında var olmaya devam eder. “Göksel varlıklar” ve “Yersel varlıklar” ; “Gökten yaratılmış İnsan” ve “Yerden yaratılmış İnsan”; “Cin, Şeytan, Melek topluluğu” ve “ Adem-İnsan topluluğu” gibi kavramlar, Eski-Yeni Ahit’in olduğu kadar Avesta ve Kuran’ın da temel ayrıştıcı kavramlarıdır.

Artık görmüş bulunuyoruz ki, bu ayrım, tam olarak, erken dönemlerde, 'karabaşlı toplum' olarak tanınan 'Sümer’liler ile 'Semavi' Sami (ve Farsi) toplulukların ayrımından başka bir şeyi ifade etmiyordu.

Bu ayrım, ittifak sürecine bağlı olarak kimi özelliklerini yitirse de, 'iki âlem' tanım biçimi ; 'insan topluluğu ve melek topluluğu' ; 'ins topluluğu ve cin topluluğu' ; “cennet ve cehennem”; 'Şeytan ve Adem' ikiliği halinde ve fakat sadece 'sözcük' düzeyinde değil, tapınma tarzları, kutsal gün farklılığı, kutsal ve kutsal olmayan davranışlar vb. olarak bütün yaşamın en küçük ayrıntısına değin, yön düzeyinde 'sağ' ve 'sol' olarak bile, sürüp gider.
Anlaşılacağı gibi, Cennet ve Cehennem de, bu ikiliğin bir başka yansımasıdır. Gökyüzü’nün 'Cennet'i de, tıpkı 'Yeraltı’nın 'Cehennemi' gibi, gerçek dünyamızın topraklarında, Mezopotamya alanı içinde olmalıydı. Bunların çok somut olarak hangi toprak ve kültürler arasında bulunduğunu, Kenan Topraklarının nerede olduğunu, Şinnar ile Sümer arasındaki kavramsal ve içeriksel ilişkileri; Cennet’in Cin’lerle, Cehennem’in “Cihan”ın Karabaşlılarıyla olan ilişkilerini vb. Avesta’yı, Eski Ahit’i, Enuma Eliş’i ve öteki eski dinsel yazıları inceleme içinde adım adım, coğrafi anlamıyla da, ortaya çıkarabileceğimizi umuyorum.

Eski toplum, tarihini bize bir “tek” ağızdan anlatma olanağına hiç kavuşamamıştı. Bu nedenle de, orada sözü, hepsi birbirinden farklı olan bir Şeytan tarafı alarak anlatır, bir de, yine hepsi birbirinden farklı olan toplumların temsilcisi olarak Âdem, Kişi, İnsan tarafı…

Bu yansıtış biçimlerinde Âdem, Kişi, İnsan için, karşısındaki ne kadar Şeytan ise, Şeytan için de Âdem, Kişi, Lullu, Awelu da, o kadar Zebani , Şeytan ve Canavardı. İki tarafa ait toplum birimler arası ittifak geliştikçe, bu süreçte zorunlu olarak, Şeytan İnsanlaşır, Adem, Kişi, Lulu anlamlarındaki İnsan da şeytanlaşır… Ve bu, örneğin kavramlarda, hem olumlu anlamda
(Génie) ve hem de olumsuz anlamda [Gé(a)nant] kullanım değerleri kazanır.

Aynı ifade kökünün farklı içerik değerlerinin incelenmesinde, dillerin ve kavramların gelişiminde, bazen şu veya bu yanın, sentezleşmekte olan toplumda egemen olması ile bir anlam türü ağırlık kazanmış ve ötekine galebe çalmış olsa bile, bu nokta son derece önemli görünüyor. Bunu daha sonra, varlığını erken Sümer/Sami döneminden beri tanıdığımız 'Ekalliyet' (E-Gal-lu) gibi deyimleri özel olarak incelerken de göreceğiz.

Eski toplumun 'Yer ve Gök' ayrımı, eski Yunan anlatımında, ki bu anlatım ana çizgileri bakımından Sümer/Sami kaynaklara dayanır, 'İnsanlar' ve 'Tanrılar' ayrımı biçimini almıştı. Onlarda da bu “iki dünya”nın birbirine geçişmesi mümkün, hatta zorunlu idi. Tanrıların olmadığı bir insan toplumu olmayacağı gibi, insanların olmadığı bir tanrılar topluluğu da yoktu. En azından bu, Eski Ahit'in “Tanrısal varlıklar İnsanoğlu kızlarıyla evlendiler” diye anlatıldığı andan itibaren, böyledir.

Bu yüzden de Tanrıların, “İnsan”lardan oğul ve kızları olacak; Hititlerde insan kıral öldüğünde tanrılaşacaktı. Uruk kıralı Gılgamış da, soy kütük düzenine göre, bu nedenle, rahatlıkla,3/2'i tanrı olan insan olabilirdi. Baba tarafından Tanrısal olabileceği gibi, bir Tanrıça anaya sahip olması da mümkündü. Tapınak eğer bir “Baba tanrı”ya ait ise, o tapınağa bağlı olarak hamile kalan ve doğum yapan kadını, Baba tanrının hamile bırakması kadar doğal ne olabilir? İştar tapınağında kutsal fahişelik yapan ve bu nedenle adı İştartu olan bir kutsal fahişeden doğan İnsanoğlunun anasının tanrıça İştar olması kadar doğal ne olabilir?

Böylece, “Baba tanrı”, Kutsal Meryem'i de hamile bırakabilir ve onun doğurduğu oğul, kanlı canlı bir Nasıralı olduğu halde, Tanrılaşabilirdi. Eski toplumda, doğrudan doğruya tanrı ve tanrıçadan doğmuş olanlar olabileceği gibi, iç evliliğin yasaklanmasından sonra, Tanrıçalar 'insanoğlu' erkekleriyle, insanoğlu kızları tanrılarla koyun koyuna yatabilirdi. Bu evliliklerden de, son derece 'normal', 'insan' çocukları olabileceği gibi, biraz 'insan', biraz 'canavar' ve hatta doğrudan doğruya insanoğlu kızından doğmuş 'canavar' veya 'tanrı/sal' varlık da olabilirlerdi…

Bütün bun tanımlama tarzları, yaşanılan çağın kavrayış değerlerine ve anlatıcının hangi topluluk yanında durduğuna bağlıdır. İki toplum birim arasındaki ittifakın gelişmesi süreci içinde, engerek yılanı veya güvercin, birden güzeller güzeli bir dilbere; bir saat öncesine kadar bir canavar iken, birden bire 'bakmaya kıyılmaz yiğide' dönüştüren anlatımlar, böyle bir geçiş dönemine ait olarak bizlere ulaşır.

İsa, 'Dünya’dan, kendisine uzak bir yapı olarak bahsederken, varoluş konumunu, “Gök’lerin 'Yeryüzü'ndeki temsilcisi” olmasına dayandırmasındandı. Bu bakımdan, anlatımlarda, “Gök’ün Yer’de” veya Yer’in Gök’lerde temsil edilmesi, karşılıklı temsilci bulundurması; birbirleri üzerinde hakimiyet dönemleri yaşanması son derece doğaldı. Yani Sümer adı verilen topluluk içinde Sami topluluk temsilcilerinin ve Sami topluluk tapınaklarında ise Sümer adı verilenlerin temsilcilerinin bulunması biçimindeki, aslında son derece basit örgütlenme tarzı, eski dini yapının temel özelliğini ve şimdiki kutsal dinlerin de ikili, düalist yapısının örgütsel mekanizmasının başlangıçtaki temalarını açıklar.

Eski toplum, “öteki”nden ayrı olarak ve ayrı kalmaya devam ederek birlik oluşturabilme kuralını uygularken, zorunlu olarak bu ayrılıkların muhafazası için elinden geleni de yapmaya çalışmıştı. Çünkü eski atalarımız, bu birliğin sonraki nesiller bakımından devam edebilmesini, ayrılık-aykırılık çizgisinin devam edebilmesi kuralına oturtmuşlardı.

Yayınladığımız Eski Ahit ve Avesta bölümleri dikkatle okunduğunda, oralarda zıtlıkların ne kadar önemsendiği görülecektir.

Örneğin Musa toplumu için, tanrıya sunakta yağ yakmak kadar; İsacı öncellerin ölülerini ateşte yakması kadar kutsal bir uygulama olamazdı ama, bunların hemen karşısında duran topluluğa yönelen Avesta'da, 'Yağ yakmak' veya 'Ölüyü yakmak' kadar büyük bir günah olamazdı.

Birinde “ölüye dokunmak” çok büyük bir günah ise ve çok özel ayinlerle arındırılabilir bir “kirliliğe” sebep oluyorsa (Eski Ahit) ; ötekinde tam tersi olmalı, ölü beden kucaklanmalı, el göğsüne bastırılmalı, başı sıkıca kavranmalıydı (Hattuşili Vasiyeti).

Bir topluluk tanrısına “yüksek sesle” seslenecekse, göz yaşı dökecekse, öteki bir topluluk tanrısına kesinlikle “mırıldanarak” seslenmeli, gözyaşını içine gömmeliydi!

Bunlar gerçekten böyledir. Kurbanın gece veya gündüz sunumu da böyle bir ayrıma dayanır. Hattuşili vasiyetinde, halefinin kendi ölüsünü tutmasını, elini göğsüne bastırmasını ve toprağa öylece gömmesini talep ediyordu. Fakat Avesta'da ve Eski Ahit’te ölüye dokunmak, Avesta’da “ölüyü toprağa gömmek” veya “yakmak” kadar büyük günah olamayacağı vazedilir.

Özellikle coğrafi yakınlık içinde bulunan toplulukların, A’dan Z'ye kadar birbirine tabanda zıt olan kurallara bağlı bulunuyor olmaları olgusunu, birbirinden 'Toprak kazanma' derdine bağlayan toplum bilimcilerin, siyasal bilimcilerin ne ölçüde derin bilgilere sahip olduğu görülüyor...
Eski toplumun bu zıtlaştırma eylemi ve kuralları o kadar öyledir ki, bir topluluk için “sesli sesli ağlamak” kuralı getirilirken, ötekine sessizce mırıldanma yükümü getirilmişti. Bunlar bize simdi çok garip gelebilir. Musevilikte “mırmır duası” vardır, yerlerinde salınırlar.

Fakat Turuva önlerinde Asil'in kardeşliği öldürülünce, ölü yakını olan bütün erkekler, bütün bir gün boyunca, “sesli sesli ağlamış”lar, kara toprağa tuzlu göz yaşlarını dökmüşlerdi, dökmeliydiler. İlyada, Odisseia gibi eserler bu ağıtlar sırasında, adım adım, mısra mısra ozanlarca oluşturuluyordu. Bu nedenle de ağıtçılık geleneği, feryada-figan geleneği ve buna bağlı olan örneğin 'yanık' sesli uzun hava ve ağıtçılık, Musevilik içinde değil, ancak,'sesli sesli ağlamak' kuralına bağlı olarak yetişmiş bir toplum(lar) içinde yeşerebilirdi.

Avesta'da bir adam için verilecek bir 'ceza' şöyle tanımlanmıştı:
"O, yolunun üstünde bir adama rastlayıncaya kadar koşacak, ona rastlayınca da yüksek sesle ağlayacaktır."
"Yüksek sesle ağlamak cezası !"
Böyle bir ceza şimdiki topluma son derece garip gelecektir... Ama bunları tanımadan, bir cenaze töreninde metanetli duran şahsın davranışı ile kendini yerlere atan, paralayan şahsın davranışını karsılaştırma ve değerlendirme olanağı bulamayız. Daha doğrusu bu farklı davranış türlerini gerektiği doğrulukta açıklayamayız. Ağlama kültü olmayan toplulukların davranışını 'modern'lik olarak tanımlayan bilgelerimiz, olaya tarihsel değil, günümüzün şu anki değerleriyle yaklaşmış olurlar. Bu tür 'derin' olmayan yaklaşımlara sahip uzmanlarımız, öte yandan, Risalei Nur cemiyetinin “gözyaşı dökme terbiyesi”nin 'derin' açıklamasını da yapamazlar. Şimdilik ABD'de mukim hoca efendinin, iki sözcük söyler söylemez gözlerinden yaşlar akıtması, hiç de onun bireysel yapısının 'zayıflık' göstergesi değildir. Bu bakımdan, eğer şimdi kimi yetkililerimiz, hoca efendinin 'sulu göz' olmasını, onun zayıf kişiliğine bağlıyorlar ve öyle değerlendiriyorlarsa, ki bu yönde açıklamalar gazetelerde yayınlanmıştır, bu sadece eski kültürlerin yeterince bilinmemesinden ve Ateş tapınmasının bir türü olarak Nur’culuğun 5 bin yıllık kült kaynaklarının tanınmıyor olmasındandır.

Risalei Nurcu gelenek, ortaya çıktığı yöre bakımından da, kaynaklarını Avesta'da gördüğümüz 'gözyaşı dökücü' geleneğe dayandığı için, Hoca efendide “göz yaşı”, “ağlama özelliği” tükenmemektedir. Bu eski topluma ait bir kültürdü. Tıpkı, Avesta karşıtı topluluklarda, “erkek adam ağlamaz” biçiminde var olan bir kültür gibi. Ölüm tören kültünü anlatırken bu noktalar üzerinde epeyce durmuştum.

Aralarında böylesine derin ayrılık çizgileri bulunan topluluklar arasındaki ittifak kaçınılmaz olarak sorunlu olacaktı ve bunu, Eski Ahit'te bile,'İlk insan’ın İlk Oğullarının birbirini öldürmesi olarak izleriz. Karşı toplumun kadının doğurduğu evladın bu yandaki erkeğin oğlu haline gelişi süreci içinde, Büyük Oğul ve Küçük Oğul ayrımını, “ikiz kardeş”lik aşamasını,'çark-ı felek' düzenli rotasyonel yönetimini uzun uzadıya incelemiştik. Bu dönemin anlatımlarında, karşımıza durmadan 'ikiz doğan’lar çıkıyor ise nedeni buydu.

Eski toplumun bu tür özellikleri bilinmeden yapılacak yöresel incelemeler elbette genel bilgilere bağlanamadığı ölçüde 'garip' olarak kalırlar. Ege yöresinde yapılan bir incelemede eski Yunan dünyasında, bu motifin son derece yaygın kullanılmış olduğu saptanabilir. Araştırmacımız da derhal, 'İkizlik' motifini Yunanlılara bağlayabilir… Ama bu uygulama geneldi. Tapınak kapılarının 'Sağ' ve 'Sol'unda bulunan totem hayvan/bitki figürleri, burçların 'ikiz’leri, savaşçı desenleri, İsa’nın çarmıhındaki artı(+) işareti, Ali'nin “çift başlı tek kılıcı”, Alman topraklarına değin ulaşmış “çift başlı tek kartal” motifi, tarihte, merkezi iktidarın,'ikiz kardeşlik' rotasyonel yönetim döneminden "ikiz kardeşlik" yetkesinin "tek ele" doğru geçiş sürecine ait farklı aşama görüntüleriydi. Eski Sparta 'nin “çift Kırallık” düzene ait topluluk kalıntılarının “erkek erkeğe” veya başka toplumlarda ise, “kadın kadına” el ele tutuşma uygulamasının da gerisinde, tarihsel yüklükte sıralı geçmiş toplumsal örgütlenme tarzları ve ona ait kurallar bulunur. Tarih perdesini araladıkça, belki, S.Demirel’in, ziyaretçi başbakan veya Cumhurbaşkanlarıyla “el ele tutuşma” veya “el dili”nin kaynakları da, daha iyi anlaşılabilecektir.
Yakın tarihimize hem Atena ve hem de Dioniyos olarak geçen, doğum şehrim güzel ve sıcak Adana’nın da isim babası olmuş görünen Tammuz'un öncülleri, Dummuzi’ler veya Enkidum'lara ilişkin (Etana olarak) olarak anlatılan , “suya bakıp suretini görme” motifleri de, daha sonra yerini “ayna” motifine bırakacaktı. Ayna, “çift kardeş”liğin, “ikizliğin” tek ele geçirilmesinin, kendinde eşdeğerini görebilmenin, olağanüstü teknik harikası olmuştu. Eski toplumda ayna’nın bu denli yaygın kullanımının en önemli bir sebebi bu idi.

Bu, Ayna ve Tarak haliyle de, 'evlenme talebi' anlamı kazanarak sürüp gitmiştir. Gelin güvey tıraşının, saç/baş değiştirme biçimine ilişkin olduğunu saptadığımızda, ayna ve tarak’ın da anlamı belirginleşir.

Fakat, eserine bakarken, aynı dini yazıları okuyup okumadığımızdan hep şüpheye düşeceğimiz “Le dernier métaphysicien” , monsieur F.Nietzsche, Zerdüşt’te parlak ve fakat içi genellikle boş sözcüklerden bir adım öteye gidebilmiş; gerçek toplumların gerçek yapılarına ilişkin diş kovukları doldurabilmiş midir?
***
Murat Belge,Hıristiyanlık ve Yuhanna
Murat Belge, Hıristiyanlık ve Yuhanna–2
Murat Belge, Hıristiyanlık ve Yuhanna–3
Murat Belge, Hıristiyanlık ve Yuhanna–4
Murat Belge, Hıristiyanlık ve Yuhanna–5
Murat Belge, Hıristiyanlık ve Yuhanna–6

Murat Belge Nasıl Bir Ateist ?!
Belge'ler, Eski Toplum ve Dinler
Belge'nin Hıristiyanlık Kavrayışı...

Belge'ler...ve Eski Toplumu Tanımanın Önemi
“Kötü Toplum”-“ İyi Toplum”

"Dinsizim Elhamdüllah" Çizgisinin Tartışılması..
“Dinsizim Elhamdüllah!”-2
Murat Belgelerin Hiristiyanist ‘Ateizm’i ..