21.01.2008

Uruk 'Beyaz Saray'ı...

Pazartesi, Ocak 21, 2008

Perşembe, Mayıs 11, 2006

05.03.2003

Bugünkü Irak topraklarında bulunan, Erek-Arak veya Warka olarak da okunabilen “Sümer” yerleşim birimi Uruk, tanrıça İnanna-İştar’ın Ak Tapınağının bulunduğu şehirdir.


Tanrıça İştar=İnanna, sonraki kutsal kitapların Havva anasından başkası olmasa gerektir. Sümercede Ur kelimesi Şehir, bazen de 'ülke-toprak' anlamına gelmekteydi. Etimolojik yönden değilse bile, anlam bakımından Uruk, büyük olasılıkla, insan tarihinin tanıdığı en eski “Beyaz Saray”a sahip ilk yerleşimdir.


5000 yıl kadar önce, Erek=Uruk=Arak=Warka'daki Ak Tapınağın inşasında yapım malzemesi olarak, o zamana değin olduğu gibi, güneşte kurutulmuş çamur kerpiç değil, yakın çevrede doğal kaynağı bulunmayan beyaz sert kaya kullanılmıştı. Pencere ve kapı üstleri bir oymacılık örneği olan ve insanlığın o tarihe kadar yaptığı en üstün teknik ve mimariyi oluşturan Ak Tapınak, aynı zamanda her köşesi bir yöne gelmek üzere Doğu-Batı-Kuzey-Güney belirlenimini temsil ediyordu. Bu bakımdan çevredeki öteki toplum birimlerin toprak ve sınırlarını belirlemekte başlangıç noktası (kıble) olarak da kullanılmış olmalıdır ve eski dünya “Sümer toprakları”ndan ibaret sayıldığına göre “dünyanın merkezini” de ifade etmekteydi.

Günümüzün ABD Beyaz Sarayı, iimdi insanlığın bu eski mirası Beyaz Saray’ın bulunduğu topraklara göz dikmiştir.

***

5000 yıl önce, Dicle ve Fırat arasındaki toprakların Bağdat ile Basra körfezi arasındaki kısmında, farklı iki topluluk; kuzeyde Semitik «Akkadlar», güneyde ise «Sümerler» olarak adlandırılanlar bulunuyordu.


Tarihin bilinen en eski konfederasyonu olan bu yapılanma, güçlü bir manevi otoriteye sahipti. Bu nedenle sonraki Mezopotamya kıralları o topraklar üzerindeki hâkimiyetlerini ifade etmek için kendilerini “Sümer ve Akkad Kıralı” (Lugal - ki-en-gi ki-uri) olarak tanıtıyorlar; eski manevi mirası özel bir büyüklük olarak vurguyla sunmaya özen gösteriyorlardı.


Babil ve Kiş'den itibaren Dicle ve Fırat’ın Basra körfezine boşaldığı yaklaşık 20.000 kilometrekarelik alanda, Güney Mezopotamya'da günümüzden 6000 yıl kadar önce oluşmaya başlayan ve etkisini günümüze taşıyan “Sümer kültür temsilcileri” olan Kiş, İşin, Umma, Nippur=Niffer, Şuruppak=Uruffak=Fara, Uruk, Larsa, Ur, Eridu, Girsu gibi yerleşim alanları bugün kum yığınları altında kaybolmuş, oturanı kalmamış harabeler halindedir.

M.Ö. 3500 yıllarında, Fırat ve Dicle, herhalde, başka yataklarda akıyor ve daha fazla kola ayrılıyordu. Basra körfezi ise o sıralarda, bugün bulunduğu seviyeden 200 km. kadar daha içerlere uzanıyor, Lagaş yerleşimi denizin hemen kıyısında bulunuyordu. Denizin çekilmesi, Dicle ve Fırat’ın eski yataklarını değiştirerek Basra Körfezi'ne birleşmiş olarak dökülmeleri sonucuna yol açtı. Bu iki büyük nehrin geldikleri yerlerden taşıdıkları aluviyonla doldurduğu alan, bahar ve güz taşkınlarıyla her geçen gün büyüyor ve yaz sıcağı ile birleşerek son derece verimli bir tarımsal ortam doğuruyordu.

Eski Ahit, "insanın yaratılışı”nı aktarmadan önce, dünyayı Mezopotamya’dan ibaret sayan ilk Sümer destanlarının anlatımına dayanarak, bu gelişmeleri şöyle özetlemekteydi:

«Göğün altında sular aynı noktada birleşti ve topraklar göründü.


Bu gerçekleşmişti.

Ve sonra, toprak, bitkilere hayat verdi:
Tohum türlerine göre tahıllar;

meyvesinde tohumunu barındıran ağaçlar gelişti.
Ve tanrı değerlendirdi ki, bunlar iyidir. »

İşte, farklı değerleri kasteden motif anlatımıyla, “toprakların görünmeye başladığı”; “tahıl ve meyve ağaçlarının geliştiği” bu alandaki topluluklar zamanla dünyamızı etkileyen bir kültürü adım adım oluşturacaktı.


Eski kil tabletlerin «ki-En-ki ki-Uri» yani, «Enki ve Ur toprağı» dedikleri bu alana «Sümer ve Akkad» ve orada yaşayan topluluklara da «Sümerler ve Akadlar» denilmesini gerektiğini, 1869 yılında Jules Oppert önermişti.

Kazıtçı ve Asya bilimci Fıransız yurttaşı bay J. Oppert ve arkadaşları ilk “Sümer kil tabletleri”ni gördüklerinde bunların Semitik bir halka değil, "yabanci"lara ait olduğunu fark etmişler ve Akkad'lıların eskiden Güney Mezopotomya'yı adlandırma sıfatı olan "Sümerler" sözcüğünü bu topluluk için kullanmak gerektiğini önermişlerdi. O zamanlar bu öneri büyük tartışmalara yol açmış; böyle bir topluluğun hiç bir zaman varolmamış olduğu üzerine umutsuz iddiaları ispatlamaya çalışan bilim adamları bile ortaya çıkmıştı.

Oysa J.Oppert'in gerekçeleri, bu konuda kısmi bilgilere sahip olunan dönem bakımından bile, yabana atılır türden değildi. Çünkü bulunan kil tabletlerde hiçbir Semitik dil köküne bağlanamayan çok sayıda kelime bulunuyordu. Babil yazısında kullanılan şekil - yazı ile bunların yansıttığı hece sesleri, Babil dilindeki kelimelerden gelmiyordu. Bu belirtiler, Babil yazı sisteminin, farklı dil konuşan bir başka topluluktan devralındığını göstermekteydi.

Gerçekten de, yazı sistemini; kendi kelimelerini ve farklı hece sesi veren yazı-şekillerini, yalnızca Babillilere değil, bütün çevre topluluklara aktaran “Sümerler”den başkası değildi.

Babillilerin «Sumeru», «Şumeru» diye okudukları ve eski kil tabletlere «Ülke. Yönetici. Kamış» «Pays+Maitre+Roseau» seklinde çizilen ideogram=fikir yazıyı, daha başka uzmanlar gibi bay J. Louis Huot da «Ki. En. Gi» diye okumayı önermekte ve bu yazımı, «Kengir» ses değeriyle de okumaktadır.

Gılgamış’ın en eski “Sümer isimlerinden birisi” olduğunu ve Gal'ın "ulu, büyük" anlamı taşıdığını biliyoruz. Böylece, fikir yazının, belki, Ulu Yazıcı, Gal-Kamış’ın Toprağı diye yorumlanması da mümkün görünmektedir. Esli tablet yazımlarında “Sümer”in “Kalam” sesiyle de yazılmış olması, yazı-kalem, Kader Tabletlerinin yazımı ile ilgili saptanmış olabileceğine de işaret ediyor. Gılgameş’in başka yazımlarında Giş-bilga-meş ifadesi geçiyordi ki, bunlar, bizi, Eski Ahit’in Adem ve Havva’sının, “ürününden” yemek istedikleri “Bilgelik Ağacı” gibi kavramlara da taşımaktaydı.

Üstelik, bizzat bay Huot, kitabının başka bölümlerinde Gılgamış’ı, “En-mer-kar” olarak da okumaktadır. Şunu da belirtmek gerekir ki, uzmanların bir bölümü, Sümer ve Hititlerdeki Tanrı sözünün karşılığını, Türk ve Moğolların Tengri'sini "Dingir" olarak okurlar. “Sümer toprağı”nın ifadesi olarak “Ki En-ki” okunuşu, burasının Sümerler döneminde "Tanrı toprağı" olarak düşünüldüğünü de ortaya koymaktadır. “Sümer toprağı”nın kutsal kitaplarda “yeryüzü cenneti - tanrılar bahçesi" anlamında yorumlanması da, bu kanıyı güçlendirmektedir.

Eski Ahit, işte bu eski Sümer tabletlerine de dayanarak "cennet"e ilişkin bir coğrafik tanım aktarıyordu:


"Kuru düzlüğün ortasında bir vaha vardı.
Bir nehir geliyor ve dört koldan bu vahaya hayat veriyordu.
Kolun birinin adı Pişon, öteki Gihon idi.
Üçüncünün adı Dicle, Asur'un doğusundan akardı.
Dördüncüsü de Fırat 'dır.”

(Eski Ahit- Yaratılış.2,8)

Bu “kutsal metinleri”, dini eğitimi boyunca birçok kez okuyan ve belki de ezberinde tutan Monseigneur Huet, Eveque d`Avranches, Fıransa’nın Avranş Piskoposu daha 1698 yılında, Samara ile Basra arasında bulunan, Eski Ahit’in tanımladığı bu “Dünya Cenneti”ni eliyle koymuş gibi bulmuş ve burasını "Eden: Paradisus terrestris" diye tüm ilan etmişti.

Eski Ahit'in 'yeryüzü cenneti', tanrılar bahçesi, kazıt uzmanlarının yıllarca uğraş verdiği Uruk=Erek, Larsa, Niffer=Nippur, Ur, Girsu ve Eridu'nun, yani ilk “Sümer toplulukları”nın yerleşim alanından başka bir yerde değildi.

J.Oppert'in Sümerlerle ilgili önerisinden bir kaç yıl sonra Ernest De Sarzec, şimdiki Tello'da bulunan, Girsu'ya kazıtçı kazmasını vurdu ve sadece Babil kayıtları ve Kutsal Kitap’ların onlar hakkında yazdıklarından kısmen tanıdığımız bir topluluğun tarihi, binlerce yıldır kaldığı toprak altından gün yüzüne doğru çıkmaya başladı. Yazılı ve bulgusal tanıklık üzerinden, 5000 yıl öncesinin Sümer kapıları aralanmaya başlamıştı artık.

"Amacım savaş değil, barış..."

Sokağa çıktığımız ilk anda karşılaştığımız tanıdığa "selam" veririz. Selam sözü semitik dillerde "barış" anlamına gelmektedir. Jarusalem, Kudüs, eski tarihlerden bu yana “kutsal barış şehri” diye tanınırdı. Kişinin şimdi gündelik yaşamında, kapı komşusu ve dostuna, binlerce yıl öncesi insanının yaşamında büyük öneme sahip olan “amacım savaş değil, barış” beyanını ifade etmek için kullandığı sözleri tekrarlıyor olması nedensiz değildir. İnsan, tarihin en eski dönemlerinden beri, bir öteki insan ile barışçıl ortamın şartlarını yaratmak için çabalamıştır.

Varlığını, tarihsel gelişme sürecinde, içinden geldiği hayvan dünyasının tüm özellikleriyle birlikte bu yana çeken insanın, gündelik konuşma, deyim,geleneksel davranış ve kutsal edimlerinde izleri hala belirgin olarak bulunan hemcinsini öldürme güdüsü, yine insanın kendisi tarafından sembolik hale sokulan davranış ve kurumlar aracılığıyla gerçek toplumsal yaşamın dışına itilmeye çalışılmıştır. İki ordunun savaşması yerine geçmek üzere oluşturulmuş “iki temsilci”nin savaşı-düello örneğini, Turuva surlarının yakınındaki Skamandros nehrinin düz çayırlığında karşı karşıya gelen Akha ve Turuva savaşçıları arasındaki ilişkilerde de görürüz.

ABD'li Bayan E.Reed, büyük bir cesaret örneği göstererek, şimdiki insanın içki sofrasında kadehlerini birbirlerinin “sağlık ve şereflerine” tokuşturması ile geçmişteki insanın “kan içiciliği” arasındaki tarihsel- sosyolojik bağlantıya yıllar önce dikkat çekmişti. Türklerde, söz vermek, antlaşmak, "ant içmek" olarak tanımlanmaya devam etmektedir.

Kan içicilik geleneğini yansıtan içki sunum ve içme kültürü geleneklerinin farklı toplumlardaki zenginliği dikkat çekici ölçüde geniştir. Avrupa ve başka bölgelerdeki mezar kazıtlarında bulunan isteyerek kırılmış eski kupa ve çanak-çömlekler, yeme ve içme araçlarını törensel olarak kırma geleneği; günümüzde Atina ve İstanbul tavernalarının görgüsüz gösterilerine dönüşmeden önce, M.Ö. 4000-2000'li yılların mezar törenlerinin yaygın geleneksel uygulamasıydı ve kuşkusuz çok önceki ölü yamyamlığına ilişkin bir süreçten kalan halkalardı.

Daha sonraki dönemin Yeni Ahit'i İncil, kendini bütün “insan”lık namına kurban eden İsa’nın, göğe çekilmeden önceki son ziyafetinde, kendi eti yerine geçmek üzere ekmeği, kendi kanı yerine geçmek üzere de şarabı 12 havarisine elleriyle sunmuş olduğunu açıklar. Bu bakımdan insan toplumu tarihi, bir yönüyle kendi barbarlığını engellemeye çalışma tarihidir aynı zamanda ve onu insanlaştıran da zaten bu bilinçli sürecin kendisidir.


Doğum, vaftiz, sünnet, düğün ve ölüm törenlerinin hepsinde izlerini bulduğumuz, hemcinsini kurban etme eyleminden ve yamyamlıktan uzaklaşabilmek için insan kuskusuz çok acılar çekmiştir ve yamyamlığın toplumun gerçek yaşamının dışına atılabilmesi uğruna oluşturulmuş ve Avrupalı bilginlerimizin "imaginations inimaginables" dedikleri “hayal edilemeyecek hayaller” ürünü bu kurum ve sembolik davranışların hepsi, bu yönüyle, aslında elle tutulacak kadar gerçek ve insan toplumunun doğal mantığı üzerine yerleşmiş biçimde, özünde barbarlığı yasaklama, en aza indirgeme, sembolik kılarak gerçek toplumsal yaşamın dışına atma kurumları olarak dururlar.


Bu bakımdan Güz ve Bahar Karnavallarında hayvan maskeleriyle Paris, Londra, Berlin sokaklarında şarkılar söyleyen İngiliz, Fıransız ve Alman bilim adamlarının, bir Afrika kabilesinde, hayvan postu ve boynuzlarına bürünmüş, kendi yarı-çıplak halkının korku dolu çığırışları arasında, atalarına seslenen büyücünün "hayalleri" karşısında tebessüm ifadeleri pek soyluca bir davranış olmasa gerektir. Aynı Avrupa dünyasının parçası olan Salman Rüşdü, Muhammed’e ait olduğuna inandıkları bir sakal kılını kutsal kabul eden, onu koruyan ve onunla korunduğuna inanan Müslümanları anlama güçlüğü çekmekte yerden göğe kadar hak sahibi olabilir. Ama S.Rüşdü'nün, İran ulemasının hakkındaki ölüm fetvasına karşı, polisiye önlem kararı çıkaran İngiliz mahkeme heyetine dönüp bakmamış olmasını biz anlayamayız. "Bilim" adına konuşan Salman Rüşdü, İngiliz mahkeme heyetinin kafalarına geçirdikleri, "bir kıl" değil, sayısız kıldan oluşan “peruk”larını da anlayamadığını açıklasaydı, işte o zaman söyledikleri, belki “tarafsız” bilimsel bir değer taşıyabilirdi.

***

Bütün toplulukların yaşamında derin etkilere sahip olan Kurban sözü, eski Hint'çede, “kurban edilen”i olduğu kadar, “kurban edeni” de içeren bir anlatım özelliği taşır. Birini öteki yerine geçiren substitution, bütün toplumların başlangıçtaki kurtarıcısı olmuştur.

En 'ilkelinden' en gelişmişine değin, bugünkü bütün toplumların yaratılış öykülerinde, bayraklarında, yöresel sembollerinde, hayvan ve-ya bitki motifi bulunuyor olmasının altında bu derin kurtarıcı etki yatar. Kutsal Kitap, Cebrail aracılığıyla insan yerine kurban olarak koyunun gönderilmiş olduğunu bildirmişti. Bununla birlikte insanın, hayvan ve bitki ile yer değiştirmesi süreci bir anda gerçekleşmemiştir.

Bay Hrozny'nin Girit-Rodos eski yazıt çözümlemelerinde, M.Ö. 1500–1000 yılları arasında, tapınaklara sunulan kurban listelerinde keçi ve koyunların yanında; kadın, erkek ve çocuk sayı dökümlerine de rastlanması geçiş döneminin uzun sürdüğünü göstermektedir.

Aşil, Hektor tarafından öldürülen kardeşliği Patraklos'un M.Ö. 1250 yıllarındaki cenaze töreninde, at, inek ve 4 köpeğin yanında Turuva'lı “on iki çocuğu” baltayla öldürdükten sonra yakarak kurban etmekteydi. Hektor kargısını ortasından tutup Turuva önündeki meydana doluşmuş savaşçıların arasına çıkarak, iki ordu adına Paris ile Menelaos'un teke tek savaşmalarını, ardından da Akhalarla Turuvalıların barış antlaşması yapmasını önerdiğinde, Agamemnun bu teklifi,

"Turuvalılar getirin koyunları,

erkeği ak olsun, dişisi kara;

toprak tanrıya biri, güneş tanrıya öteki,

getirelim Zeus için biz de bir tane"

diyerek onaylamıştı. Kutsal Kitaplarda, kurban’ın "1 yaşında" olması özellikle belirtilmişse, cinsiyeti saptanmışsa, renginin "kara" veya "ak" olması istenmişse, "lekesiz"liği yani damgalanmamış, henüz aidiyeti saptanmamış olması gerektiği özelikle vurgulanmışsa, bütün bunların yalnızca “kutsal uydurma”lar olduğunu düşünmek insan toplumunun eski yamyamlık ilişkilerini çözümlemekte bizi ileriye taşımış olmaz.

Böylece, başlangıçta, yamyamlığının giderilmesi doğrultusunda bir çözüm getirmişse, hayvan ve bitki dünyasının bunun karşılığında taltif edilmiş ve kutsanmış olmasında şaşırılacak yan yoktur. İnsanın, yaşamını borçlu olduğu kurtarıcı hayvana ve bitkiye verdiği kutsallık, borcunun küçük bir bölümünü ödemedir üstelik.

İnsan kurbanı yerine geçen kurtarıcı hayvan (ve bitki) her türlü kutsallığa ve tapınmaya hak kazanarak, insan dünyasındaki yerine oturmuştur. Eski toplumun bitki ve hayvanlar dünyası ile o denli içice geçmiş olması, bütün öteki nedenlerden önce, insanın onlarda kendi kurtuluşunu bulmasından ötürüydü. Böyle büyük bir sonuç uğruna, hayvanlar ve bitkiler yalnızca yaratıcı ata ve Tanrı olarak taltif edilmişse, bugünkü torunları, eski insanda cehalet yerine deha keşfetmeliydiler.

Alman ve Fıransız yurttaşı uzmanlarımız, eğer, hayvan ve bitki tapınmasının kaynaklarını araştırmaya Asya, Afrika, Amazon ve Avustralya'daki 'ilkellerden çok, Berlin'deki çift başlı kartal bayrağından ve Paris kiliselerinin paratoner çubuklarının tepesinde hala sallanan kutsal horoz ambleminden başlasaydılar, herhalde insan toplumunun ilişkileri hakkında doğru sonuçlara ulaşmada şimdi bulundukları noktadan daha ileride olacaklardı.

***

İnsan yamyamlığının öteki adı olan savaşın, toplum yaşamından bütünüyle dışlanması kaçınılmaz olarak gerçekleşecektir. Tarihsel eğilimin asıl yönü bu doğrultudadır.

İnsan katliamını öngören ve içeren hiçbir savaş haklı değildir.


Bir ülkede Sovyetler Birliği işgali olunca "haklı", ABD işgali olunca "haksız" biçimindeki eski ayırımlar artık savunulamayacak dogmalar olarak geride kalmış olmalıdır.

Savaşın haklı veya haksız, kirli veya temiz, onurlu veya onursuz ayırımları yoktur.

Şiddetin örgütlü uç biçimi olarak savaşa karşı sayısız mücadele biçimleri vardır ve insan toplumu o mücadele biçimleriyle içindeki barbarlığı söküp atacaktır.

05.03.2003
Moskova

safakacmaz@yahoo.com

Barış hareketi ve savaş!

Barışın Olsun Yeni Yıl!

Sümerlerin öğrettiği...

'Savaşa hayır!'

Eski Sümer savaşları ve Hakem kurumu...
Sümerlerin öğrettiği...

Atinalı Timon ve barışın değeri

İslam ve şiddet

Şiddet Üç Dinin Özünde Var!

EY İsrail,Sus ve Beni Dinle!

Tarih, Turuva ve mitoloji...
Altı gün sürmüştü Tufan..!
Gıravat ve uygar barbarlık!
Sümer dil ve kültürü
Sümer kültürünün değeri...
Yağmalanan emanet!