Sumer-Babil İlahi parçaları ('şiirler'..)-1
Aşağıda, bir çok halde,
yanlış karşılıklar ve yorumlar kullanılarak yapılmış çeviri türlerine
dayansalar da, yine de okura, eski toplumun yapısı, oluşumu ve kullandığı
kavramlara ait bilgiler veren eski
ilahilerin bazı çeviri örnekleri,
yer alıyor.
Bu ilahilerde, özellikle de
erken dönem ilahilerinde, 'Gök' ve 'Yer' kavramları, tam olarak “Sümer ve
Akkad” topluluklarını anlatır, bu iki temel topluluğu tanımlarlar.
İlahilerde yer alan "Ateş
ve Su", "Tatlı Su ve Tuzlu Su",
"Fırtına", "Rüzgâr", "Sel/Tufan"
gibi kavramlar ise, bu sözcüklerin şimdi tanınan hallerini değil, bu iki
temel topluluğun ayin/kurban sunum biçimlerine ait dinsel nitelemeleri; coğrafi
belirlemeleri vb. içeriyor olarak görünmektedirler.
Kavramlar, giderek, yerli
yerine konularak okunduğunda, eski gerçek iki toplumun aralarındaki ittifakı ve
karşılıklı tapınaklar ('Dağ’lar) etrafındaki örgütlenmelerin anlatımları
da, giderek berraklaşacaktır.
Safa Kaçmaz
***
Talat Sait Halman
Eski Uygarlıklarda Şiir
Yapı Kredi Kültür Sanat
Yayıncılık’tan ...
YARATILIŞ
DESTANI : Parçalar
TANRILARIN DOĞUŞU
Gökler yoktu bir zamanlar,
Yeryüzü yoktu, yükseklik ve derinlik
İsim yoktu.
TANRILARIN DOĞUŞU
Gökler yoktu bir zamanlar,
Yeryüzü yoktu, yükseklik ve derinlik
İsim yoktu.
Toprak altında Apzu vardı
yalnız,
İlk yaratıcı olan tatlı su.
Bir de acı su Tiamat vardı.
Bir de döl yatağına dönen Mummu;
O zamanlar tanrılar yoktu daha.
Birbirine karışmıştı tatlıya acı,
Örgülü kamışlar belirmemişti henüz,
Suları bulandırmıyordu sazlar.
Tanrıların adı yoktu, işte o vakit
Sürüklenip gelmiş çamurlarla dolu suda,
Apsu'dan ve Tiamat'tan, ansızın,
Tanrılar yaratıldı:
Çamurdan doğan Lahmu ile Lahamu,
Daha genceciktiler, boyları uzamamıştı,
Göklerin ufku Anşar ile yeryüzü ufku Kişar
Onlara göğün ve yerin çizgileri
Ufuklarda bulutları çamurlardan ayırdı.
Günler günleri kovaladı, yıllar yılları,
Anşar'la Kişar'ın ilk çocuğu Anu, boş gök,
Ulu Tanrı Ea'yı doğurdu kendi başına.
Ea, göğün ufkundan daha geniş bir akıl,
Benzerlerinin hepsinden kat kat güçlü.
İlk yaratıcı olan tatlı su.
Bir de acı su Tiamat vardı.
Bir de döl yatağına dönen Mummu;
O zamanlar tanrılar yoktu daha.
Birbirine karışmıştı tatlıya acı,
Örgülü kamışlar belirmemişti henüz,
Suları bulandırmıyordu sazlar.
Tanrıların adı yoktu, işte o vakit
Sürüklenip gelmiş çamurlarla dolu suda,
Apsu'dan ve Tiamat'tan, ansızın,
Tanrılar yaratıldı:
Çamurdan doğan Lahmu ile Lahamu,
Daha genceciktiler, boyları uzamamıştı,
Göklerin ufku Anşar ile yeryüzü ufku Kişar
Onlara göğün ve yerin çizgileri
Ufuklarda bulutları çamurlardan ayırdı.
Günler günleri kovaladı, yıllar yılları,
Anşar'la Kişar'ın ilk çocuğu Anu, boş gök,
Ulu Tanrı Ea'yı doğurdu kendi başına.
Ea, göğün ufkundan daha geniş bir akıl,
Benzerlerinin hepsinden kat kat güçlü.
(Not:
“Yerin daha adı yokken,
Gök’un daha adı yokken” biçiminde başlayan bu ilahinin yukarıdaki
tercümesi kuşkusuz bilimsel değil; şiirsel… Fakat eski toplumun “ad vererek var
etme” kavramının zamanla, yeni nesiller bakımından ‘yoktan var etme’ biçiminde
kavranılma sürecinin anlaşılmasını sağlıyor.
Bu ilahinin doğru
tercümesini ve ‘ad vererek var etme’ kavramının anlamını incelemiştik. Bu
tercüme yanlış kavramlara dayanılarak aktarılsa bile, zaten içinde yer alan
ifade tarzları, ilahinin erken biçimlerinin ‘yoktan var etme’ biçiminde bir
kavrayış taşıyamayacağını göstermektedir. “isim yoktu”, “tanrıların adı yoktu”
derken, olmayanın ne olduğunu, genel bir ‘yok’luktan, "hiçbir şey
yoktu" dan dan bahsedilmediğini ortaya koymaktadır. İlahilere
göre “var olmayan”,onların “adları”, “isimleri” idi.
“Ad vererek var etme”,daha
doğrusu var olan olguları adlandırma, tanımlayarak var kılma edimi bizzat “Yer”
ve “Gök” kavramlarıyla ifade edilen
topluluklar için de geçerli idi.
“Yer” kara renkle
belirlenen “Sümer” adı verilen topluluğu ifade etmek için kullanılıyordu.
“Gök” ise, daha ilerde göreceğimiz gibi, önce ateş’i tanımlıyordu; kırmızı ve
mavi ile beyaz renkleri, ilgili toplum birime göre, içerme
aşamalarından geçmiş gibi görünüyor. Fakat başlangıçta ‘ateş’le ve ‘kırmızı’
renkle ifade edilmiş olarak görünmektedir. Gök’ün bu farklı değerlerini
ilerde daha ayrıntılı göreceğiz.
İlahide “yükseklik ve derinlik” olarak çevrilen kelimeler coğrafi olarak “yukarı” ve “aşağı”nın karşılığıdır ki, Sümer adı verilenler ile Sami topluluğun karşılıklı coğrafi yerleşim düzenine göre, konuşulduğunda “yukarı” ifadesi “Sami” topluluğu ve dolayısıyla “Gök”ü ifade ediyor; buna karşılık “aşağı” ifadesi “yer”i, “Sümer” adi verilen topluluğu tanımlıyor olmalıydı. Bu ifadenin “kuzey” ve “güney” olarak kullanım biçimlerine de sahibiz.
Bize bugün Eski Ahit
üzerinden aktarılan ‘yaratılış’ anlatımı, -4000, -3500 yılları ve
öncesinin durumunu ifade eden ve o zamanki kavramlara dayanılarak ifade edilmiş
bu ilahinin eski biçimlerinin son derece soyutlanmış haline dayanmaktadır.
Orada, “suları var kabul
eden”, “yer ve gök”ün bir-leşik olduğu andan yola çıkan, “Gök’ü Yer’den”,
“Yer’i Gök’ten ayırma” kavramına dayanan, Âdem’e şey’lere ‘ad’ verdiren;
şeytanı önce ‘ateşten’ yaratan vb. anlatımlarının tümü, eski toplumun yaşanmış
tarihinin bozulmuş anlatımlarından başka bir şey değildi.
Burada bir noktanın çok daha
önemle vurgulanması gereklidir. O da şudur: Eski ilahiler, hiçbir şekilde, tek
bir toplumun tek bir kaleminden çıkmış anlatımlar olarak ele alınamaz. Bu nokta
ne kadar vurgulansa, yeridir. Eski tarihin farklı dönemlerinin, farklı toplum
birimler tarafından yaşanmış haliyle aktarılan ilahilerinin bu
yapısı ciddi olarak göz önünde tutulmadan yapılan
değerlendirmeler fazla işe yaramazlar...
Sümer adı verilenler ile
Sami topluluk arasındaki ilişkiler, o zamanki toplumun yapısına bağlı olarak,
başlangıçta sadece savaş ve öldürme temelinde başlamış olabilirdi.
Sümer adı verilenlerin
“uzaydan” gelme oldukları üzerine oturtulan şarlatanlıklar şu
anda bizim konumuz değil. Biz, son derece gerçek, kazıt bilim çabalarıyla
kanıtlı, ilahilerde ifade edilen yapısı günümüzün Şii, Alevi, Sofi, Musevi
geleneği içinde son derece canlı özellikler aracılığıyla yaşanmakta olan gerçek
bir toplumdan yola çıkıyoruz. Aslında, tarihte, “Sümer” adı ile var olan bir
topluluk, belki de hiç olmamıştı. Bu kelime ile ifade edilmek istenen,
Sami kökenli topluluktan ayrı olan, Gudea heykellerinde görüldüğü gibi
Tibet-Moğol etnik köken görüntüsü veren, dili Türk dil ailesi ile
yakınlık içinde olduğu düşünülen bir etnik topluluğun var olduğu ise, kesindi.
Fakat tartışmaları , “Sümer” denilenlerin “Samara”lıları, “Şinnar” ülkesini, günümüzün Şii topluluk alanlarını kastedip
etmediği noktasına çekmek şimdilik gerekmiyor.
"Sam+maru"
kelime olarak "Ateşin, Güneşin oğlu" biçiminde bir anlama da sahipti
ve ateş-güneş tapımcılığın bu topluluklar arasındaki önemini her değişik
noktada yeniden saptıyoruz. Kuran’ın tanrısı bile, bu topluluğun
temsilcisi olarak gördüğü 'Şeytan’ın, Âdem’den daha önce, 'kavurucu
ateşten' yaratılmış olduğunu kabul ettiğine göre, bu eski tarihte, Ateş kültü
birincil önemde idi ve eski ilahiler bu durumu her anlatımlarında, 'Anu',
'Şamaş", "Enlil", "Uttu", "Addad" vb.
ilişkisi olarak yansıtırlar.
Gittikçe daha belirgin olarak görüyoruz ki, Ateş, Güneş, Gök kültüne bağlı topluluğun etnik değil ama, dini çizgi ve geleneklerini savunan sonraki toplulukların önemli bölümü, günümüzün Şii, Asur, Musevi ve Hıristiyan kanadı içindedir ve uzmanlarımızın ‘serap’laştırdığı türden bir uygar topluluk, birden ortaya çıkan ve birden kaybolan, buna karşılık en iler kültür birikimini miras bırakan bir topluluk, tarihte, gerçekte, olamazdı zaten. Özellikle Avrupalı bilim adamlarımızın Sümer denilenleri onun takipçilerinden koparma, belki de özel amaçlar da taşıyan, çabalarının doğal sonucu, onları ‘uzaylı’lara bağlayan şarlatanlığın zemin bulmasına da yol açmıştır.
Mezopotamya’nın “Kuzey” ve
“Güney”indeki bu iki temel topluluk,
insan kurbanlarıyla tamamlanan ant törenleriyle kardeşleşmeye başlar ve
aralarında kaçınılmaz bağlar kurulurken, kendi alt toplum birimleri de
aralarında ayrı, farklı “birlik
ittifakları” kuruyorlardı. Dolayısıyla erken dönem ittifaklarında,
'Sümer’lerin yanısıra, sadece sonraki Akad-Babil Sami topluluğu değil,
şimdiki İran’ın Elam topluluğu, Martu/Marduk, Assur, Hurri toplulukları
da yer almaya başlıyordu.
İran Safeviliginin İslam
içinde, Ermeni kilisesinin Hıristiyanlık içinde daha sonra başlı başına birer
kuvvet olarak dikilebilmesi, onların, gelişme sürecini anlamaya çalıştığımız bu
eski tarihten gelen dini kaynaklara sahip olmalarıyla olanaklıdır sadece,
gerçekte de öyledir zaten.
Bu toplulukların her birisi,
kendilerini ilgilendiren ataları döneminde yapılmış ittifak edimlerini, birer
'Yaratılış' versiyonu haliyle, kendileri nasıl yaşamış iseler, yaşadıkları
tarzda ve bir ötekinden farklı olarak aktarıyorlardı. Diyelim ki,
iki topluluk aynı olayı anlattıklarında, bu yandaki toplum birimi
dinlediğimizde güzeller güzeli kadın timsali İnanna olarak göreceğimiz
tanrıça, öte yandaki toplum birimi dinlediğimizde güçlü kuvvetli bir
erkek tanrı olarak belirir. Bir toplum birimi için “Gök’ün İneği İnanna”
; öteki toplum birimin “Mavi sakallı Öküz’ü, Boğası” olarak yansıyabilirdi.
Enkidu, bu tarafta sürülerinin sayısı bilinmeyen, sütün, peynirin adamı
olarak anlatılırken; Çiftçi tarafı onu anlattığında dağın
kıllı yabani çobanı halini alıyordu, vb. Cahil birini anlatmak için, şimdi
bile kullanılan “kazma!” sözcüğü, eski ilahilerimizde de, “Kazmanın adamı”, “dağın
adamı”, “tarlanın adamı” haliyle karakterize edilen toplum birimlerin
tanımlarıydı.
Şimdiki kutsal kitaplar
dikkatlice incelenirse, İslam’ın ateşten yaratılmış Seytan’ın, aslında
Hıristiyanlığın, eski Assur ve Babil dinlerindeki ‘ilk insan’, ilk tanrı,
ilk melek vb. olan olduğu görülecektir. İslam’ın ‘ateşe, güneşe, şeytana’
tapanlar olarak tanımladıklarının kimler olduğuna bakıldığında da bu
görülebilir.
Fakat dini çizgiler, tıpkı
toplumlar gibi, durağan değildirler, ittifak halinde büyük yeni
topluluklar halinde yeniden şekillendikçe ve bir yandan da, sisler
arasında kalmış eski gerçek tarihten uzaklaştıkça, tanrılar, tek tanrıya, şeytan
ve meleklere falan dönüşerek durmadan yeniden düzenlenir.
Öte yandan, her yeni
ittifak, yeni ortaya çıkan nesillerin ana ve baba yanından gelen farklı
dinlerin ve dini özelliklerin ten bir ‘iyi-kötü’, ‘şeytan-insan’,
‘haram-helal’ dizgesi içinde sıralanmasını pekiştirip ilerletir. “Tek
tanrılı din”, sonuçta ortak hüviyetli bir toplumun yaratılması amacıyla sınırlı
olduğu için, söyleminin içeriğinde farklı geleneklerden özellikler bulunması da
pek önem taşımaz. Veya bu dini kabul edenler, öyle bir şekilde kabul ederler
ki, eski inançlar çok güçlü bir şekilde yeni din halinde yaşanılır.
Türklerin İslam’ı kabul ediş
tarzları yeterince doğru bir şekilde aktarılmış değildir. Türklerin
İslam dinini kabul edişlerinin
11. ve 12 yy.lardaki biçimi, aslında “Allah odur ki, biz ona Tengri deriz”
temelinde gerçekleşmiştir ve bugünkü Türk İslam’ının Suudi İslam’ına
yaklaştırılması çabası, demek ki 8 yüzyıldır devam eden bir süreç
olmasına rağmen, Türk İslam’ı,yine de
İslam’ın Türk biçimi olarak kalmaya devam etmiştir.
Hem dinlerin temel
özellikleri hakkında onu “ruh dünyasına” Muhammed yalanlarına bağlayan, hem de
Türk tarihini Türk’e özgü yanların açığa çıkarılması bakımından, nihilist
ve kötü anlamlı yanıyla ‘batıcı’ oldukları için yeterince doğru ele
alamayan aydınlarımızın da, bu süreçte, hiç azımsanmayacak ‘günahları’
vardır.
Eski dini çizgiler, onu
savunan toplulukların yok edilmesi, tarihte güçten düşmeleri gibi bir dizi
nedenle, erir, öteki dinler arasında dağılabilirler. Assur, Babil, Hitit dinleri
bugün, İslam ve Hıristiyanlık içinde dağılmış durumdadırlar mesela. Böylece,
onlara ait farklı yaratılış anlatımları, bazı dinlerin genel çizgisi
içerisinde eritilir. Eski Ahit’te Havva’nın ve Âdem’in “bir meyve” yediklerini
biliriz ama bu meyve Hurma, İncir, Elma, Zeytin veya hatta Palmiye
olarak, her farklı toplulukta farklı meyve türü olarak yaşatılır.
*****
Yukarıdaki ilahi, -2. binli yıllarda yazıya geçirilmiş olsa da,
anlattığı gelişmeler, -3500 yıllarında
gerçekleşmiş olması gereken ve eski yazıt ve tarihleme tarzlarında milat olarak
kullanılan ortak Tufan’dan daha önceki bir dönemi anlatmaktaydı. Bu anlatıma
göre, daha doğrusu bu anlatımın sonraki yorumlarına göre, bu dönemde
“hiçbir şey yok”tu, ama kesin olarak “Su”lar vardı. “Gökyüzü”nün ve “Yeryüzü”nün “bulunmadığı” bu dönemde
“Su”ları var kabul eden yaratılış aktarımının, günümüzün üç dini tarafından da,
özellikle de Musevilik ve İslam, anlatımlarına çıkış noktası kabul edildiğini
görmüştük.
Başlangıçta var olduğundan
yola çıkılan “su”lar, “Tatlı su” ve
“Tuzlu su” idi. Birinin Abzu, diğerinin Tiamat olarak okunduğu kabul
ediliyor. Tanıdığımız bütün eski ilahiler tarihe çıkış noktası olarak, bu
noktayı, “hiçbir şey yoktu”nun ve fakat “Tatlı su”ile “Tuzlu su”yun (çevirmen ‘acı su’ demiş!)
bulunduğu noktayı alırlar.
Din yazının incelenmesinde
de bizim bu tür kavramları açıklığa kavuşturarak yola çıkmamız kadar
doğal ve zorunlu bir şey olamaz. Muhammed Kuran’ında “su”dan yaratma
kavramlarının geçtiği bazı yerlerde “sperm” türü şeylerden de bahsedilerek konu
‘anlaşılır’ kılınmaya çalışılıyorsa da, yukarıdaki kavramların ‘sperm’le bir
ilgisi bulunmadığı açıktı. Bununla birlikte, Muhammed Kuran’da, erken dönem
‘su’ kavramının ne anlama geldiğini bilemeyeceği için, “Tatlı”, “Tuzlu
su” türü gelenek ilahi kavramlarını ‘sperm’ biçiminde yorumlamış da
olabilir. Anımsayacağımız gibi, ‘Yaratılış’ın ilk anına ilişkin ‘su’dan,
‘çamurdan’, ‘sözden’ (‘önce söz vardı’, ‘ol dedi’) vb. yaratma
gibi, ilk ittifak edimlerinden biri olarak tarihe yansıyan “yaratılış”ın farklı
yanlarına ilişkin vurgular yapılmaktadır.
Bunların hepsi de, bir
ölçüye kadar, yaşanmış o tarihin kavram ve uygulamalarını yansıtırlar ve o
ölçüde de doğrudurlar. Ne var ki, erken dönemin ‘su’ kavramı, ne şimdiki ‘su’yunun
anlamına, ne de ‘çamur’, ‘balçık’, ‘toprak’ı, şimdiki anlamlarına sahiptir.
Belki burada sadece ‘önce Söz vardı’ ifadesi gerçeğe en yakın durandır. Çünkü
burada, “ad verme”,”isim verme” ile “şeyleri var etme” eski kavrayışı,
yaratılış’ın ‘ol’ sözüyle gerçekleştiği biçimde yorumlanmasına yol açmış
olmaktadır. “Söz”, aynı zamanda, sadece kavram (parole) değil, şimdi kullanılmaya devam edildiği
haliyle, “anlaşma”, “amin”, “amentu”, “ittifak”, “sözleşme”nin parçası olan
anlamıyla ele alınmış olabilirdi, ki Amin-Amen’in eskiliği ve dinlerdeki
ortaklığı, buna işaret ediyor.
“Tatlı su”yun ise , ‘Nehir’
anlamıyla, coğrafi olarak Semit, Sami topluluk anlatımı olabileceğinden
bahsetmiştik. Benzer biçimde “Tuzlu su=Deniz” anlamıyla Eridu yerleşim
merkezindeki Sümer adı verilen topluluğu anlatıyor olmalıydı, çünkü o
tarihlerde Eridu, kesin olarak Basra denizinin hemen kıyısında bulunuyordu. Bu
coğrafi nitelemeler, aynı zamanda “Yukarı”, “Aşağı”, “Kuzey-Güney”
tanımlarıyla da uyum içinde idi.
Fakat burada “Tatlı
su” ile “Tuzlu su” kavramları, ilgili iki topluluğun salt coğrafi tanımları
olarak da bulunmazlar. Gördüğümüz gibi, bütün ‘yaratılış’, bu iki kutsal, o
sırada henüz kişileşmemiş, henüz cinsiyet ayrımına tam uğramamış bu tanımlar,
aynı zamanda ilk kutsal özellikleri yansıtmaya başlamışlardır.
Tatlı su, Nehir’lerin,
kutsal arınma aracı olarak, Adalet tanrısı olarak, içme, yıkanma, abdest,
vaftiz, hamam vb. vb. olarak kutsal bir hüviyetle kullanıldığı üzerinde oldukça
uzun durmuş bulunuyoruz.
Bu ‘tatlı su’, Nehir’lerin
vaftiz özelliği, sembolik olarak, bir kişinin olumunu ifade edecek tarzda
kullanılmaktaydı. Hıristiyanlıkta Nehir Vaftizi, hem şekilsel olarak İsa’nın,
bütünüyle, çıplak olarak, suya batması olarak kullanılır. Hem de içerik olarak,
bu edim, önceki İsa’nın olumu ve yeni İsa’nın doğumu olarak yorumlanır. Bu
bakımdan, bütün eski toplum bireyleri gibi, Isa gerçekten ölmeden önce de,
birçok sembolik olum-dirilim geçiş ritüeli yasamıştır. Onun Tanrı oğlu, hatta
bakire maryamdan Tanrı olarak doğmuş olması, insanlara Müjde’yi verebilmesi
için yeterli değildi. Bu görevini ancak, vaftizci Yahya peygamberin onu Urdun
nehrinde vaftiz etmesinden sonra başlayabilmiş olması ‘nehir vaftizi’nin
Hıristiyanlıkta ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Yeni Ahit’e göre, üstelik
vaftizci Yahya, İsa’ya, onun artik insanları ateş’le arındıracağını söylemesine
karsın, bu sadece yeni Hıristiyan akimi içine giren eski ateş tapımcısı
toplulukların Yahya peygamber aracılığıyla iletebildikleri bir dilek olma
ötesine geçememiştir. Isa,’son gece’sinde, havarilerinin ayaklarını bizzat
yıkayarak vaftiz etmiş, hatta ayaklarını öperek de bizzat kutsamış
görünüyor. Ondan iki bin yıl sonra etrafına kardinalleri dizip ayaklarını
yıkadıktan sonra öpen merhum Papa J.Paul–2 herhalde İsa’nın geleneğini
yaşatmaya çalışıyor olmalıydı.
Nehir suyundan içme ve
içmeme üzerine Talut-Calut ordularına ilişkin Muhammed’in verdiği örneğin de
boş yere söylenmiş bir söz olmadığını görüyoruz. Kutsal nehirler, eski
toplumun insan kurbanlarını ve ölülerini attıkları bir iletişim aracı olarak
kullanılıyordu. Eski ilahilerde, ölülerin nehirlere/ırmaklara atıldığına
ilişkin ifadeler, Asur-Babil yasalarının ‘adalet nehri’, nehirin
cezalandırma/öldürme biçim ve aracı olarak kullanılması, İlyada anlatımlarında
Menderes nehrine canlı insan ve hayvan kurbanlar sunma motifleri, erken dönem
Nippur, Uruk, Umma ve muhtemelen öteki şehirlerin hepsinde ‘kutsal kanal’lar
bulunması eski toplumda nehirlerin insan kurban sunum ve dolayısıyla sonraki
donemde önceki gerçek kurban etme edimlerinin sembolik hali olan vaftiz
edimlerinin araçları olarak kullanılmış olduğunu gösteriyor.
Uruk’un yanından geçen
Fırat’a attığı ölü ve canlı kurbanlar Eridu’lulara gönderilen bir sunu olabilir
mi?
Öyle olmuşa benziyor…
Mezarlık kültü bulunmayan
bazı toplulukların, ölülerini bir akşam vakti, köy dışındaki bir
ormana, bazan “çuval içine” koyup hazırlayarak, bırakmasının anlamı ne ise, bu
da odur ve yamyamlık ediminin bulunduğu bir dönemde bu, bir yanıyla
sunucu toplum birimin iç yamyamlığı yasaklamış olmasının göstergesi olarak
uygarlık yolunda bir adımdı ve üstelik öteki sınırdaş toplum birimi
ile sessiz-sedasız bir ittifakın
da yolunu açmış oluyordu. Ölüleri çuval içinde köy kıyısına akşam vakti bırakma
motiflerine Moğol anlatımlarında rastlıyoruz. “Çula-Çuvala bürünme” motiflerine
bir yas ve ölüm simgesi olarak, Akado-Sammaru ilahilerinden Eski-Yeni Ahit’e
kadar, sıkça rastlıyoruz. Assur yasalarının “bağlanıp nehire atılacak” biçimli
kurallarının “bağlama” aracının “çul-çuval” olup olmadığını daha yakından
incelemek gerekli…
Kuran’da aktarılan Mesel’de,
Talut, bu bakımdan adamlarına ‘nehirden su içmeyin’ dediğinde, tarihteki
“nehire canlı-ölü kurban sunma” eski motiflerine atıfta bulunmuş olmalıydı...
“Nehirden su içme yasağı”nın, yıkanma ve yıkanmama ayinsel edimlerinin, suyu
gargara yapıp “tükürme”nin ve bu
tükürmemenin de dinsel edimler olarak
kavranmasının gerisinde eski toplumun bu tür uygulamaları bulunduğu
anlaşılıyor.
Muhammed’in abdest
ritüelinde “suyun ısıtılıp ısıtılmaması” çok tayin edici bir konu olarak ele alınır. Abdest su’yunun güneşte bile olsa
“ısıtılmamış” olması gerekliydi!
Şairin, ölü bedeninin “soğuk su ile yuğulması’nı isteyen vasiyeti; Anadolu’nun ‘kaynar suda
haşlansın’ ilenci, cennet’in şırıl şırıl
akan “serin ırmakları” ve
cehennemin altı sönmeyen “kaynar kazan”ları, bütünüyle, eski toplumun
değişik yamyamlık edimlerinde ve ilgili toplumun bu sunu ile kendi ilişki biçimlerini belirleme
tutumlarında anlam bulur.
Su’yun, tatlı su nehrin
özelliklerine değinmiştik ama Hıristiyanlığın kutsal tuz’u üzerine pek fazla
durmamıştık.
Bu noktada bazı
açıklamalarda bulunarak, bu ‘çorba’da,
benim de ‘ bir cimcik tuz’um bulunsun istedim..
****
Sumer-Babil
ilahi parçaları ('şiirler'..)-2
Kutsal kitaplarda,
ayinlerde, kutsal deyişlerde, tanrının “tuz, su, ekmek” ile “ateş, su”, “zeytinyağı
ve günnük” ile “kan ve et” ile aşırı bir şekilde ilgili olduğunu
görüyoruz.
“Tuza karşı günah işleme” ,
“Tuza ihanet etme” biçimindeki sözler; insana yönelik söylenen
“Tuzlayalım da kokma!” sözleriyle de tamamlanır. Eski Ahit’de
“tanrısal tuz ahdi”, tanrının Sodom ve Gomorra’yi “tuz ve kükürtle”
cezalandırması anlatımları, Nasıralı İsa’nın, havarilerine “Yeryüzünün tuzu
sizsiniz” sözü ile devam eder. Hitit yerleşimlerinin ana giriş kapılarında da,
“tuz ve ekmek” üzerine kutsama yapılıyor; karşılıklı ahd’ler, akitler “tuz ve
ekmek” araçlarıyla yerine getiriliyordu.
“Gök”, “nefes”, “ateş”
kültünün İslam içindeki kesimi olarak yeniden şekillenen Bektaşi “nefesinde”
de “tuz, ekmek, su” vurguları yinelenir. “Tuz”, duaların, göz
değmelerinin konusu olur. Hıristiyan kiliseleri hala “tuz” ile takdise
devam ediyor.
“Tuz”a ilişkin bu kutsal
kavrayış, şükür ki, Ortodoks İslam’da yer almamıştır! Eğer öyle olsa, herhalde bu konuda da
‘cehalet’ üzerine bir dizi ‘aydınlanmacı’ yazıya rastlardık. Musevilik ve
Hıristiyanlığın kutsal tuz'una ilişkin fazla yorum tanımıyoruz. Bu nedenle,
başımıza Tanrı belasını sardıkları için Aristolara, Eflatunlara
serzenişle ‘materyalizm’ yaptığını sanan yabancı-yerli aydınlarımızın,
Musevi ve Yahudi toplumunun ‘tuz’unda hangi bilimsel değerleri keşfettiklerini
bir turlu öğrenebilmiş değiliz.
Fakat biliyoruz ki,
temel öteki bir dizi kutsal kavram gibi,'kutsal tuz’un kaynağı da Sümer adı
verilen topluma kadar dayanmaktaydı ve bizzat Sümer adı verilen toplum da,
tıpkı İsa’nın havarilerine söylediği gibi, kendilerini “Yeryüzünün tuzu”
olarak, aynı ortak kelimelerle, niteliyorlardı. "Tatlı su-nehir",
"tuzlu su=deniz" ayrımı da, 'yaratılış' anını tanımlayan erken
ilahilerden itibaren yer alıyordu.
Bu durumda, 6 bin yıl kadar
önceki toplumun ‘tuz’a verdiği bu kutsallığın hangi nedenlere dayandığını; o
toplumda nasıl bir rol oynadığını ortaya çıkarmaya çalışmamız gereklidir.
Sümer-Akkad döneminde,
insan, hayvan sunu-kurbanlar, bunların organlarının paylaşımı; farklı tanrılara
farklı hayvan sunuları hakkında epeyce durmuş bulunuyoruz. Hayvan ve bitki
sunular, insan kurbanı yerine geçtiği için, eğer bir Tanrıça’ya inek kurban
edilmesi yasak ve ona bir başka hayvan kurban sunulmalı idi ise, orada iç
yamyamlığı yasaklamış ve özel totemi ‘inek-boğa’ olan bir toplum birimin
davranış türünü saptamamız gerekecektir. Onların bu inanç-davranışı, bir
nedenle öteki topluluklara dağılmış olabilir ve bu nedenle, bu kutsal tutumu
saptadığımız her bölge, bize doğrudan etnik köken hakkında bir bilgi vermeyebilir.
Ama bu dini inancın kökeninde, kendilerine kendi insanlarının et ve kanını;
daha sonra ise, kendi insanları yerine geçmek üzere yüceltilen, kurtacı totem
hayvanın et ve kanını yasaklayanların, 'iç yamyamlığı yasaklama' izi
bulunuyor olduğunu saptayabiliriz.
Bütün ‘yasak’, ’günah’, ’
mekruh’ hayvan-bitki inancının gerisinde, eski toplumun bu noktada
kesin bir ayrım yaptığı "iç-diş yamyamlık" ilişki türünün
sonuçları bulunur. Eğer bir dini inançta ‘tavşan’ veya ‘köpek’, ‘domuz’,
‘balık’, ‘medüz’,’inek’,’dişi deve’ vb. ya tamamen, ya da belli dönemlerde
yenilmesi-tüketilmesi ,‘yasak’, ‘mekruh’ vb. ise, bu hayvan veya bitkilerin,
ilgili topluluğun geçmişinde atalarının totem hayvanları olduğu
çıkarmasında bulunabiliriz.
"Tükürme”nin, istiğfar’ın
kutsal anlamlarının gerisinde, iç yamyamlık döneminin
yasaklanma geçiş döneminin sembolik görüntüsünü buluruz. Burada
kişi kurbanını önce yer ve sonra bu yaptığının pişmanlığını dile getirir
bir şekilde.
Eski toplum sadece
hayvan-bitki türlerinde değil, bunların sunum, dolayısıyla tüketim biçimlerinde
de ayrımlar yapmıştı. Eski toplumda, sunuyu ateşte yakmak, suda haşlamak,
çiğ tüketmek, nehire atmak vb. hiçbir şekilde gelişigüzel tercihler
olarak bulunmazlar. Tersine, Tanrı nezdinde bir sununun kabul edilebilmesi
için, belli kurallara uymak, farklı pişirme pişimlerine bağlı kalmak
gerekli ise, bunun nedeni eski toplumun kendi özel kült geleneğine bağlı kalma
zorunluluğu yatar.
Daha ilerde, Musa
toplumunun yeniden şekillendirilmesi sırasındaki inanç düzlemi ve
yapısını ele alınca, belki dönebileceğimiz Eski Ahit’in bu noktadaki
kurallarına, şimdilik şöyle bir göz atalım.
Orada, tapınak, gezgin bir
toplum yapısına uygun olarak ‘gezgin çadırı’ olarak düzenlenmişti. Girişinde
kazanlar, sunaklar bulunuyordu. Harun soyu Kâhinler, tanrıya adanmış ilk erkek
çocuklardan oluşan Levililer Musa’nın yâri-Tanrı peygamberliği önderliğinde
dini edimleri yerine getiriyorlardı. Farklı sunun biçimleri, kutsal giysilerle
ilişki halinde yerine getiriliyordu.
Musa, Tanrı’nın direktifine
uyarak, bunları topluluğuna aşağıdaki gibi yansıtmaktadır:
"'Biri RAB'be tahıl
sunusu* getirdiği zaman, sunusu ince undan olmalı. Üzerine zeytinyağı dökerek
ve günnük koyarak sunuyu Harun soyundan gelen kâhinlere götürmeli. Kâhin avuç
dolusu ince un, zeytinyağı ve bütün günnüğü alıp sunağın üzerinde anma payı
olarak yakacak. Bu yakılan sunu ve RAB'bi hoşnut eden kokudur.
Tahıl sunusundan artakalan
Harun'la oğullarına bırakılmalı. RAB için yakılan bir sunu olduğundan çok
kutsaldır.
"'Eğer fırında
pişirilmiş tahıl sunusu sunuyorsan, zeytinyağıyla yoğrulmuş ince undan yapılmış
mayasız pideler ya da üzerine yağ sürülmüş mayasız yufkalar olmalı.
Eğer sunu sacda pişirilmiş
tahıl sunusu ise, zeytinyağıyla yoğrulmuş mayasız ince undan yapılmalı.
Onu sunarken parçalara
ayırıp üzerine zeytinyağı dökeceksin. Bu tahıl sunusudur.
Eğer sunu tavada pişirilmiş
tahıl sunusu ise, ince un ve zeytinyağıyla yoğrulmuş olmalı.
Böyle yapılmış tahıl
sunusunu RAB'be sunmak için getirip kâhine vereceksin. Kâhin de onu sunağa
götürecek.
Anma payı olarak tahıl
sunusundan bir parça alıp yakılan sunu ve RAB'bi hoşnut eden koku olarak sunak
üzerinde yakacak.
Tahıl sunusundan artakalan
Harun'la oğullarına bırakılmalı. RAB için yakılan bir sunu olduğundan çok
kutsaldır.
"RAB'be sunacağınız tahıl
sunularının hiçbirine maya katılmamalı. Çünkü RAB için yakılan sunu içinde
hiçbir zaman maya ya da bal yakılmamalı.
Bunları ilk ürünlerinizin
sunusu olarak RAB'be sunabilirsiniz. Ancak RAB'bi hoşnut eden koku olarak sunak
üzerinde sunulmamaları gerekir.
Bütün tahıl sunularını tuzlayacaksınız.
Tanrı'nın sizinle yaptığı antlaşmayı simgeleyen tuzu tahıl sunularından hiç eksik
etmeyeceksiniz. Bütün sunulara tuz katacaksınız.
"Eğer RAB'be ilk
ürünlerin tahıl sunusunu getiriyorsan, kavrulup dövülmüş, taze devşirilmiş
buğday başakları sunacaksın.
Üzerine zeytinyağı ve günnük
koyacaksın. Tahıl sunusudur bu.
Kâhin biraz dövülmüş buğday
ve zeytinyağı alıp günnüğün tümüyle birlikte anma payı olarak yakacak. RAB için
yakılan sunudur bu." (Lev.2: 16)
Kâhinlerin Sunu Sunma
Kuralları
a) Yakmalık Sunu
a) Yakmalık Sunu
Tanrı Musa'ya şöyle
dedi:
"Harun'la oğullarına
buyruk ver:
'Yakmalık Sunu yasası şudur:
Yakmalık sunu bütün gece, sabaha kadar sunaktaki ateşin üzerinde kalacak. Sunağın
üzerindeki ateş sönmeyecek.
Kâhin keten giysisini,
donunu giyecek. Sunağın üzerindeki yakmalık sunudan kalan külü toplayıp sunağın
yanına koyacak.
Giysilerini değiştirdikten
sonra külü ordugahın dışında temiz bir yere götürecek.
Sunağın üzerindeki ateş
sürekli yanacak, hiç sönmeyecek. Kâhin her sabah ateşe odun atacak, yakmalık
sununun parçalarını odunların üzerine dizecek, onun üzerinde de esenlik
sunularının* yağını yakacak.
Sunağın üzerindeki ateş
sürekli yanacak, hiç sönmeyecek."
( Lev.6: 8)( http://www.incil.info/incil-eskiceviri/Lev.htm
)
(devam edecek)
SÜMERLERİN
YER ALTI DÜNYASI
YER ALTI DÜNYASI
Yer dağının dibinde
Bir ev durur...
Eve giden yolu dağ örter;
Kimse bilemez, bulamaz yolu.
Kötülerin elini kolunu bağlar,
Hepsini cendereye sokar bu ev,
İyileri kötülerden ayırır.
Kaçış yoktur bu evden, ama
iyilerle adillerin
Yargıç karşısına çıkmaktan
Hiç korkusu olmasın,
Çünkü bu yitik canlar ırmağında
Kötüler yok olur ama
İyiler ölümsüz kalır.
Bu ev, benim evimdir,
Temelleri üstünde
Doğan güneşin dağları durur,
Ama mezar çukurunun
Derinliklerini kim görebilir?
Bu ev, içine girenleri
Balçığa sokup boğar.
Batan güneşin evidir bu,
Mor görkemler içindeki
Soluk yüzlü Tanrı...
Eşikte bir canavar bekler,
Ağzını açmış;
Kapıların pervazları
Kötüleri kesip biçen birer bıçak.
Cehennem ırmağının iki ucu,
Kınından çekilmiş bir dehşet kılıcı.
Evi koruyan azgın aslanın gazabına
Kim karşı çıkabilir?
Burda soylu Hanımın
Gök kavşağı bahçeleri de yatıyor.
YERYÜZÜ
TANRISI ENKİ'NİN ÖLÜLER
ÜLKESİNDEKİ SULARLA CENGİ
ÜLKESİNDEKİ SULARLA CENGİ
Yeryüzü, kargaşalık sularıyla dolmuştu,
Gök kubbesi dünyadan kopmuştu sanki
Yeryüzü dünyadan kopmuştu gibiydi,
İnsanlık işte o zaman başladı,
Anu gökleri aldı kendine, Enlil yeri.
Ereşkigal yeraltı dünyasını aldı,
Enki de yelken açtı yeraltı dünyasına,
Ufaklar çıktı karşısına, büyükler çıktı
Yüce hükümdar Enki'nin karşısına,
Küçükler büyükler atıldı, taş gibi, kaya gibi,
Kudurmuş bir fırtına saldırdı
Enki'nin teknesinin omurgasına,
Suyu yutan bir çakal gibi vurdu geminin başına,
Enki'ye saldırdı, geminin kıçını çökertti
Aslan gibi saldırarak...
***
“Geçmiş günlerde,
Geçmiş uzak günlerde,
Geçmiş gecelerde,
Geçmiş uzak gecelerde,
Geçmiş günlerde,
Geçmiş uzak günlerde,
Geçmiş günlerde,
Gerekli her şey var
edildikten sonra,
Gerekli her şey
emredildikten sonra
Tapınaklarda ekmek yendikten
sonra
Fırınlarda ekmek piştikten
sonra,
Gök Yer’den
uzaklaştıktan sonra,
Yer Gök’ten uzaklaştıktan
sonra,
İnsan’a ad verildikten
sonra,
An Gök’ü aldıktan
sonra,
Enlil Yer’i aldıktan sonra
Ereşkigal’e ölüler diyarı
(yeraltı) verildikten sonra,
Yelken açtıktan sonra,
Yelken açtıktan sonra,
Enki Baba, Kur’a (Ölüler
Diyarı-Yer Altı’na) yelken açtıktan sonra,
Kırala (Enki Baba’ya)
karşı küçükler atıldı
Enki'ye karşı
büyükler fırlatıldı.
Küçükler, elin taşları,
Büyükler, kamışların „dans
eden" taşları,
Enki'nin gemisinin omurgası,
Savaşta hücum eden
fırtına gibi gömüldü;
Kırala karşı sular geminin
tepesinde
Kurt gibi yuttu,
Enki'ye karşı sular geminin
arkasına
Aslan gibi çarptı.”