21.02.2013

Sumer-Babil İlahi parçaları ('şiirler'..)-1


Sumer-Babil İlahi parçaları ('şiirler'..)-1

Aşağıda, bir çok halde, yanlış karşılıklar ve yorumlar kullanılarak yapılmış çeviri türlerine dayansalar da, yine de  okura, eski toplumun yapısı, oluşumu ve kullandığı kavramlara ait bilgiler veren eski  ilahilerin  bazı çeviri örnekleri, yer alıyor. 

Bu ilahilerde, özellikle de erken dönem ilahilerinde, 'Gök' ve 'Yer' kavramları, tam olarak  “Sümer ve Akkad” topluluklarını anlatır, bu iki temel topluluğu tanımlarlar. 

İlahilerde yer alan "Ateş ve Su", "Tatlı Su ve Tuzlu Su",  "Fırtına", "Rüzgâr", "Sel/Tufan" gibi  kavramlar ise, bu sözcüklerin şimdi tanınan hallerini değil, bu iki temel topluluğun ayin/kurban sunum biçimlerine ait dinsel nitelemeleri; coğrafi belirlemeleri vb. içeriyor olarak görünmektedirler. 

Kavramlar, giderek, yerli yerine konularak okunduğunda, eski gerçek iki toplumun aralarındaki ittifakı ve karşılıklı tapınaklar ('Dağ’lar)  etrafındaki örgütlenmelerin anlatımları da, giderek berraklaşacaktır.

Safa Kaçmaz

***
Talat Sait Halman
Eski Uygarlıklarda Şiir
Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık’tan ... 


YARATILIŞ DESTANI : Parçalar

TANRILARIN DOĞUŞU



Gökler yoktu bir zamanlar,
Yeryüzü yoktu, yükseklik ve derinlik
İsim yoktu.
Toprak altında Apzu vardı yalnız,
İlk yaratıcı olan tatlı su.
Bir de acı su Tiamat vardı.
Bir de döl yatağına dönen Mummu;
O zamanlar tanrılar yoktu daha.

Birbirine karışmıştı tatlıya acı,
Örgülü kamışlar belirmemişti henüz,
Suları bulandırmıyordu sazlar.
Tanrıların adı yoktu, işte o vakit
Sürüklenip gelmiş çamurlarla dolu suda,
Apsu'dan ve Tiamat'tan, ansızın,
Tanrılar yaratıldı:

Çamurdan doğan Lahmu ile Lahamu,
Daha genceciktiler, boyları uzamamıştı,
Göklerin ufku Anşar ile yeryüzü ufku Kişar
Onlara göğün ve yerin çizgileri
Ufuklarda bulutları çamurlardan ayırdı.

Günler günleri kovaladı, yıllar yılları,
Anşar'la Kişar'ın ilk çocuğu Anu, boş gök,
Ulu Tanrı Ea'yı doğurdu kendi başına.
Ea, göğün ufkundan daha geniş bir akıl,
Benzerlerinin hepsinden kat kat güçlü.
   
(Not:
“Yerin daha adı yokken, Gök’un daha adı yokken” biçiminde başlayan bu ilahinin yukarıdaki  tercümesi kuşkusuz bilimsel değil; şiirsel… Fakat eski toplumun “ad vererek var etme” kavramının zamanla, yeni nesiller bakımından ‘yoktan var etme’ biçiminde kavranılma sürecinin anlaşılmasını sağlıyor.

Bu ilahinin doğru tercümesini ve ‘ad vererek var etme’ kavramının anlamını incelemiştik. Bu tercüme yanlış kavramlara dayanılarak aktarılsa bile, zaten içinde yer alan ifade tarzları, ilahinin erken biçimlerinin ‘yoktan var etme’ biçiminde bir kavrayış taşıyamayacağını göstermektedir. “isim yoktu”, “tanrıların adı yoktu” derken, olmayanın ne olduğunu, genel bir ‘yok’luktan, "hiçbir şey yoktu" dan dan  bahsedilmediğini  ortaya koymaktadır. İlahilere göre “var olmayan”,onların “adları”, “isimleri” idi.

“Ad vererek var etme”,daha doğrusu var olan olguları adlandırma, tanımlayarak var kılma edimi bizzat “Yer” ve “Gök”  kavramlarıyla ifade edilen topluluklar için de geçerli idi.

“Yer”  kara renkle belirlenen “Sümer” adı verilen topluluğu  ifade etmek için kullanılıyordu. “Gök” ise, daha ilerde göreceğimiz gibi, önce ateş’i tanımlıyordu; kırmızı ve mavi  ile  beyaz renkleri, ilgili toplum birime göre, içerme aşamalarından geçmiş gibi görünüyor. Fakat başlangıçta ‘ateş’le  ve ‘kırmızı’ renkle ifade edilmiş  olarak görünmektedir. Gök’ün bu farklı değerlerini ilerde daha ayrıntılı göreceğiz.

İlahide  “yükseklik ve derinlik” olarak çevrilen kelimeler  coğrafi olarak “yukarı” ve “aşağı”nın karşılığıdır ki, Sümer adı verilenler ile Sami topluluğun karşılıklı coğrafi  yerleşim düzenine göre, konuşulduğunda “yukarı” ifadesi “Sami” topluluğu ve dolayısıyla “Gök”ü ifade ediyor; buna  karşılık “aşağı” ifadesi “yer”i, “Sümer” adi verilen topluluğu tanımlıyor olmalıydı. Bu ifadenin “kuzey” ve “güney” olarak kullanım biçimlerine de sahibiz.

Bize bugün Eski Ahit üzerinden  aktarılan ‘yaratılış’ anlatımı, -4000, -3500 yılları ve öncesinin durumunu ifade eden ve o zamanki kavramlara dayanılarak ifade edilmiş bu ilahinin eski biçimlerinin son derece soyutlanmış haline dayanmaktadır.

Orada, “suları var kabul eden”, “yer ve gök”ün bir-leşik olduğu andan yola çıkan, “Gök’ü Yer’den”, “Yer’i Gök’ten ayırma” kavramına dayanan, Âdem’e şey’lere  ‘ad’ verdiren; şeytanı önce ‘ateşten’ yaratan vb. anlatımlarının tümü, eski toplumun yaşanmış tarihinin bozulmuş anlatımlarından başka bir şey değildi.

Burada bir noktanın çok daha önemle vurgulanması gereklidir. O da şudur: Eski ilahiler, hiçbir şekilde, tek bir toplumun tek bir kaleminden çıkmış anlatımlar olarak ele alınamaz. Bu nokta ne kadar vurgulansa, yeridir. Eski tarihin farklı dönemlerinin, farklı toplum birimler tarafından yaşanmış haliyle  aktarılan ilahilerinin  bu yapısı ciddi olarak  göz önünde tutulmadan  yapılan değerlendirmeler  fazla işe yaramazlar...

Sümer adı verilenler ile Sami topluluk arasındaki ilişkiler, o zamanki toplumun yapısına bağlı olarak, başlangıçta sadece savaş ve öldürme temelinde başlamış olabilirdi.

Sümer adı verilenlerin “uzaydan” gelme oldukları  üzerine oturtulan  şarlatanlıklar  şu anda bizim konumuz değil. Biz, son derece gerçek, kazıt bilim çabalarıyla kanıtlı, ilahilerde ifade edilen yapısı günümüzün Şii, Alevi, Sofi, Musevi geleneği içinde son derece canlı özellikler aracılığıyla yaşanmakta olan gerçek bir toplumdan yola çıkıyoruz. Aslında, tarihte, “Sümer” adı ile var olan bir topluluk, belki de hiç olmamıştı. Bu  kelime ile ifade edilmek istenen, Sami kökenli topluluktan ayrı olan, Gudea heykellerinde  görüldüğü gibi Tibet-Moğol etnik köken görüntüsü veren, dili  Türk dil ailesi ile yakınlık içinde olduğu düşünülen bir etnik topluluğun var olduğu ise, kesindi. Fakat tartışmaları , “Sümer” denilenlerin “Samara”lıları, “Şinnar” ülkesini,  günümüzün Şii topluluk alanlarını kastedip etmediği noktasına çekmek şimdilik gerekmiyor.

"Sam+maru"  kelime olarak "Ateşin, Güneşin oğlu" biçiminde bir anlama da sahipti ve ateş-güneş tapımcılığın bu topluluklar arasındaki önemini her değişik noktada yeniden saptıyoruz. Kuran’ın tanrısı bile, bu topluluğun temsilcisi  olarak gördüğü 'Şeytan’ın, Âdem’den daha önce, 'kavurucu ateşten' yaratılmış olduğunu kabul ettiğine göre, bu eski tarihte, Ateş kültü birincil önemde idi ve eski ilahiler bu durumu her anlatımlarında, 'Anu', 'Şamaş", "Enlil", "Uttu", "Addad" vb.  ilişkisi olarak yansıtırlar.

Gittikçe daha belirgin olarak görüyoruz ki, Ateş, Güneş, Gök kültüne bağlı topluluğun etnik değil ama, dini çizgi ve geleneklerini savunan  sonraki toplulukların önemli bölümü, günümüzün Şii, Asur, Musevi ve Hıristiyan kanadı içindedir ve uzmanlarımızın ‘serap’laştırdığı türden bir uygar  topluluk, birden ortaya çıkan ve birden kaybolan, buna karşılık en iler kültür birikimini miras bırakan bir topluluk, tarihte, gerçekte, olamazdı zaten. Özellikle Avrupalı bilim adamlarımızın Sümer denilenleri onun takipçilerinden koparma, belki de özel amaçlar da taşıyan, çabalarının doğal sonucu, onları ‘uzaylı’lara bağlayan şarlatanlığın zemin bulmasına da yol açmıştır.

Mezopotamya’nın “Kuzey” ve “Güney”indeki bu  iki temel topluluk, insan kurbanlarıyla tamamlanan ant törenleriyle kardeşleşmeye başlar ve aralarında kaçınılmaz bağlar kurulurken, kendi alt toplum birimleri de aralarında  ayrı, farklı  “birlik ittifakları” kuruyorlardı. Dolayısıyla  erken dönem  ittifaklarında, 'Sümer’lerin yanısıra, sadece sonraki Akad-Babil  Sami topluluğu değil, şimdiki İran’ın Elam topluluğu, Martu/Marduk, Assur, Hurri toplulukları da  yer almaya başlıyordu.

İran Safeviliginin İslam içinde, Ermeni kilisesinin Hıristiyanlık içinde daha sonra başlı başına birer kuvvet olarak dikilebilmesi, onların, gelişme sürecini anlamaya çalıştığımız bu eski tarihten gelen dini kaynaklara sahip olmalarıyla olanaklıdır sadece, gerçekte de öyledir zaten.

Bu toplulukların her birisi, kendilerini ilgilendiren ataları döneminde yapılmış ittifak edimlerini, birer 'Yaratılış' versiyonu haliyle, kendileri nasıl yaşamış iseler, yaşadıkları tarzda  ve  bir ötekinden farklı olarak aktarıyorlardı. Diyelim ki, iki topluluk aynı olayı anlattıklarında, bu yandaki toplum birimi dinlediğimizde güzeller güzeli  kadın timsali İnanna olarak göreceğimiz tanrıça, öte yandaki toplum birimi dinlediğimizde  güçlü kuvvetli bir erkek tanrı olarak  belirir. Bir toplum birimi için “Gök’ün İneği İnanna” ; öteki toplum birimin “Mavi sakallı Öküz’ü, Boğası” olarak yansıyabilirdi. Enkidu, bu tarafta  sürülerinin sayısı bilinmeyen, sütün, peynirin adamı olarak  anlatılırken; Çiftçi tarafı  onu anlattığında  dağın kıllı yabani çobanı halini alıyordu, vb. Cahil birini anlatmak için, şimdi bile kullanılan “kazma!” sözcüğü, eski  ilahilerimizde de, “Kazmanın adamı”, “dağın adamı”, “tarlanın adamı” haliyle karakterize edilen toplum birimlerin tanımlarıydı.

Şimdiki kutsal kitaplar dikkatlice incelenirse, İslam’ın ateşten yaratılmış Seytan’ın, aslında Hıristiyanlığın, eski Assur ve Babil dinlerindeki  ‘ilk insan’, ilk tanrı, ilk melek vb. olan  olduğu görülecektir. İslam’ın ‘ateşe, güneşe, şeytana’ tapanlar olarak tanımladıklarının kimler olduğuna bakıldığında da bu görülebilir.

Fakat dini çizgiler, tıpkı toplumlar gibi, durağan değildirler, ittifak halinde  büyük yeni topluluklar halinde yeniden şekillendikçe  ve  bir yandan da, sisler arasında kalmış eski gerçek tarihten uzaklaştıkça, tanrılar, tek tanrıya, şeytan ve meleklere falan dönüşerek durmadan yeniden  düzenlenir.

Öte yandan, her yeni ittifak, yeni ortaya çıkan nesillerin ana ve baba yanından gelen farklı dinlerin ve dini özelliklerin ten bir ‘iyi-kötü’, ‘şeytan-insan’, ‘haram-helal’  dizgesi içinde sıralanmasını pekiştirip ilerletir. “Tek tanrılı din”, sonuçta ortak hüviyetli bir toplumun yaratılması amacıyla sınırlı olduğu için, söyleminin içeriğinde farklı geleneklerden özellikler bulunması da pek önem taşımaz. Veya bu dini kabul edenler, öyle bir şekilde kabul ederler ki, eski inançlar çok güçlü bir şekilde yeni din halinde yaşanılır.

Türklerin İslam’ı kabul ediş tarzları yeterince doğru bir şekilde aktarılmış değildir.  Türklerin  İslam dinini  kabul edişlerinin 11. ve 12 yy.lardaki biçimi, aslında “Allah odur ki, biz ona Tengri deriz” temelinde gerçekleşmiştir ve bugünkü Türk İslam’ının  Suudi İslam’ına yaklaştırılması çabası, demek ki 8 yüzyıldır devam eden bir süreç olmasına  rağmen, Türk İslam’ı,yine de  İslam’ın Türk biçimi olarak kalmaya devam etmiştir.

Hem dinlerin temel özellikleri hakkında onu “ruh dünyasına” Muhammed yalanlarına bağlayan, hem de Türk tarihini Türk’e özgü yanların açığa çıkarılması bakımından, nihilist  ve kötü anlamlı yanıyla ‘batıcı’  oldukları için  yeterince doğru ele alamayan  aydınlarımızın da, bu süreçte, hiç azımsanmayacak ‘günahları’ vardır.

Eski dini çizgiler, onu savunan toplulukların yok edilmesi, tarihte güçten düşmeleri gibi bir dizi nedenle, erir, öteki dinler arasında dağılabilirler. Assur, Babil, Hitit dinleri bugün, İslam ve Hıristiyanlık içinde dağılmış durumdadırlar mesela. Böylece, onlara ait  farklı yaratılış anlatımları, bazı dinlerin genel çizgisi içerisinde eritilir. Eski Ahit’te Havva’nın ve Âdem’in “bir meyve” yediklerini  biliriz ama bu meyve Hurma, İncir, Elma, Zeytin veya hatta  Palmiye olarak, her farklı toplulukta farklı meyve türü olarak yaşatılır.

*****


Yukarıdaki ilahi,  -2. binli yıllarda yazıya geçirilmiş olsa da, anlattığı gelişmeler,  -3500 yıllarında gerçekleşmiş olması gereken ve eski yazıt ve tarihleme tarzlarında milat olarak kullanılan ortak Tufan’dan daha önceki bir dönemi anlatmaktaydı. Bu anlatıma göre, daha doğrusu bu anlatımın sonraki yorumlarına göre, bu dönemde  “hiçbir şey yok”tu, ama kesin olarak “Su”lar vardı. “Gökyüzü”nün ve  “Yeryüzü”nün “bulunmadığı” bu dönemde “Su”ları var kabul eden yaratılış aktarımının, günümüzün üç dini tarafından da, özellikle de Musevilik ve İslam, anlatımlarına çıkış noktası kabul edildiğini görmüştük.

Başlangıçta var olduğundan yola çıkılan  “su”lar, “Tatlı su” ve “Tuzlu su” idi. Birinin Abzu, diğerinin Tiamat olarak  okunduğu kabul ediliyor. Tanıdığımız bütün eski ilahiler tarihe çıkış noktası olarak, bu noktayı, “hiçbir şey yoktu”nun ve fakat  “Tatlı su”ile  “Tuzlu su”yun (çevirmen ‘acı su’ demiş!) bulunduğu noktayı alırlar.

Din yazının incelenmesinde de bizim bu tür kavramları açıklığa kavuşturarak yola çıkmamız kadar doğal  ve zorunlu bir şey olamaz. Muhammed Kuran’ında “su”dan yaratma kavramlarının geçtiği bazı yerlerde “sperm” türü şeylerden de bahsedilerek konu ‘anlaşılır’ kılınmaya çalışılıyorsa da, yukarıdaki kavramların ‘sperm’le bir ilgisi bulunmadığı açıktı. Bununla birlikte, Muhammed Kuran’da, erken dönem ‘su’ kavramının ne anlama geldiğini bilemeyeceği için, “Tatlı”, “Tuzlu su”  türü gelenek ilahi kavramlarını ‘sperm’ biçiminde yorumlamış da olabilir. Anımsayacağımız gibi, ‘Yaratılış’ın ilk anına ilişkin ‘su’dan, ‘çamurdan’, ‘sözden’ (‘önce söz vardı’, ‘ol dedi’)  vb. yaratma  gibi, ilk ittifak edimlerinden biri olarak tarihe yansıyan “yaratılış”ın farklı yanlarına ilişkin vurgular yapılmaktadır.

Bunların hepsi de, bir ölçüye kadar, yaşanmış o tarihin kavram ve uygulamalarını yansıtırlar ve o ölçüde de doğrudurlar. Ne var ki, erken dönemin ‘su’ kavramı, ne şimdiki ‘su’yunun anlamına, ne de ‘çamur’, ‘balçık’, ‘toprak’ı, şimdiki anlamlarına sahiptir. Belki burada sadece ‘önce Söz vardı’ ifadesi gerçeğe en yakın durandır. Çünkü burada, “ad verme”,”isim verme” ile “şeyleri var etme” eski  kavrayışı, yaratılış’ın ‘ol’ sözüyle gerçekleştiği biçimde yorumlanmasına yol açmış olmaktadır. “Söz”, aynı zamanda, sadece kavram (parole)  değil, şimdi kullanılmaya devam edildiği haliyle, “anlaşma”, “amin”, “amentu”, “ittifak”, “sözleşme”nin parçası olan anlamıyla ele alınmış olabilirdi, ki Amin-Amen’in eskiliği ve dinlerdeki ortaklığı, buna işaret ediyor.

“Tatlı su”yun ise , ‘Nehir’ anlamıyla, coğrafi olarak Semit, Sami topluluk anlatımı olabileceğinden bahsetmiştik. Benzer biçimde “Tuzlu su=Deniz” anlamıyla Eridu yerleşim  merkezindeki Sümer adı verilen topluluğu anlatıyor olmalıydı, çünkü o  tarihlerde Eridu, kesin olarak Basra denizinin hemen kıyısında bulunuyordu. Bu coğrafi nitelemeler, aynı zamanda “Yukarı”, “Aşağı”, “Kuzey-Güney”  tanımlarıyla da uyum içinde idi.

Fakat burada  “Tatlı su” ile “Tuzlu su” kavramları, ilgili iki topluluğun salt coğrafi tanımları olarak da bulunmazlar. Gördüğümüz gibi, bütün ‘yaratılış’, bu iki kutsal, o sırada henüz kişileşmemiş, henüz cinsiyet ayrımına tam uğramamış bu tanımlar, aynı zamanda ilk kutsal özellikleri yansıtmaya başlamışlardır.

Tatlı su, Nehir’lerin, kutsal arınma aracı olarak, Adalet tanrısı olarak, içme, yıkanma, abdest, vaftiz, hamam vb. vb. olarak kutsal bir hüviyetle kullanıldığı üzerinde oldukça uzun durmuş bulunuyoruz.

Bu ‘tatlı su’, Nehir’lerin vaftiz özelliği, sembolik olarak, bir kişinin olumunu ifade edecek tarzda kullanılmaktaydı. Hıristiyanlıkta Nehir Vaftizi, hem şekilsel olarak İsa’nın, bütünüyle, çıplak olarak, suya batması olarak kullanılır. Hem de içerik olarak, bu edim, önceki İsa’nın olumu ve yeni İsa’nın doğumu olarak yorumlanır. Bu bakımdan, bütün eski toplum bireyleri gibi, Isa gerçekten ölmeden önce de, birçok sembolik olum-dirilim geçiş ritüeli yasamıştır. Onun Tanrı oğlu, hatta bakire maryamdan Tanrı olarak doğmuş olması, insanlara Müjde’yi verebilmesi için yeterli değildi. Bu görevini ancak, vaftizci Yahya peygamberin onu Urdun nehrinde vaftiz etmesinden sonra başlayabilmiş olması ‘nehir vaftizi’nin Hıristiyanlıkta ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Yeni Ahit’e göre, üstelik vaftizci Yahya, İsa’ya, onun artik insanları ateş’le arındıracağını söylemesine karsın, bu sadece yeni Hıristiyan akimi içine giren eski ateş tapımcısı toplulukların  Yahya peygamber aracılığıyla iletebildikleri bir dilek olma ötesine geçememiştir. Isa,’son gece’sinde, havarilerinin ayaklarını bizzat yıkayarak vaftiz etmiş, hatta  ayaklarını öperek de bizzat kutsamış görünüyor. Ondan iki bin yıl sonra etrafına kardinalleri dizip ayaklarını yıkadıktan sonra öpen merhum Papa J.Paul–2 herhalde İsa’nın geleneğini yaşatmaya çalışıyor olmalıydı.

Nehir suyundan içme ve içmeme üzerine Talut-Calut ordularına ilişkin Muhammed’in verdiği örneğin de boş yere söylenmiş bir söz olmadığını görüyoruz. Kutsal  nehirler, eski toplumun insan kurbanlarını ve ölülerini attıkları bir iletişim aracı olarak kullanılıyordu. Eski ilahilerde, ölülerin nehirlere/ırmaklara atıldığına ilişkin  ifadeler, Asur-Babil yasalarının ‘adalet nehri’, nehirin cezalandırma/öldürme biçim ve aracı olarak kullanılması, İlyada anlatımlarında Menderes nehrine canlı insan ve hayvan kurbanlar sunma motifleri, erken dönem Nippur, Uruk, Umma ve muhtemelen öteki şehirlerin hepsinde ‘kutsal kanal’lar bulunması eski toplumda nehirlerin insan kurban sunum ve dolayısıyla sonraki donemde önceki gerçek kurban etme edimlerinin sembolik hali olan vaftiz edimlerinin araçları olarak kullanılmış olduğunu gösteriyor.
Uruk’un yanından geçen Fırat’a attığı ölü ve canlı kurbanlar Eridu’lulara gönderilen bir sunu olabilir mi?
Öyle olmuşa benziyor…
Mezarlık kültü bulunmayan bazı  toplulukların, ölülerini bir akşam vakti, köy dışındaki bir  ormana, bazan “çuval içine” koyup hazırlayarak, bırakmasının anlamı ne ise, bu da odur ve yamyamlık ediminin bulunduğu bir dönemde bu, bir yanıyla  sunucu toplum birimin iç yamyamlığı yasaklamış olmasının göstergesi olarak uygarlık yolunda bir adımdı ve üstelik  öteki sınırdaş toplum birimi ile  sessiz-sedasız  bir ittifakın da yolunu açmış oluyordu. Ölüleri çuval içinde köy kıyısına akşam vakti bırakma motiflerine Moğol anlatımlarında rastlıyoruz. “Çula-Çuvala bürünme” motiflerine bir yas ve ölüm simgesi olarak, Akado-Sammaru ilahilerinden Eski-Yeni Ahit’e kadar, sıkça rastlıyoruz. Assur yasalarının “bağlanıp nehire atılacak” biçimli kurallarının “bağlama” aracının “çul-çuval” olup olmadığını daha yakından incelemek gerekli…

Kuran’da aktarılan Mesel’de, Talut, bu bakımdan adamlarına ‘nehirden su içmeyin’ dediğinde, tarihteki “nehire canlı-ölü kurban sunma” eski motiflerine atıfta bulunmuş olmalıydı... “Nehirden su içme yasağı”nın, yıkanma ve yıkanmama ayinsel edimlerinin, suyu gargara yapıp “tükürme”nin  ve bu tükürmemenin de  dinsel edimler olarak kavranmasının  gerisinde eski toplumun bu tür uygulamaları bulunduğu anlaşılıyor.

Muhammed’in abdest  ritüelinde “suyun ısıtılıp ısıtılmaması” çok tayin edici bir konu olarak  ele alınır. Abdest su’yunun güneşte bile olsa “ısıtılmamış” olması gerekliydi!

Şairin, ölü bedeninin  “soğuk su ile yuğulması’nı  isteyen vasiyeti; Anadolu’nun ‘kaynar suda haşlansın’ ilenci, cennet’in  şırıl şırıl akan  “serin ırmakları” ve cehennemin  altı sönmeyen  “kaynar kazan”ları, bütünüyle, eski toplumun değişik yamyamlık edimlerinde ve ilgili toplumun bu sunu ile  kendi ilişki biçimlerini belirleme tutumlarında anlam bulur.

Su’yun, tatlı su nehrin özelliklerine değinmiştik ama Hıristiyanlığın kutsal tuz’u üzerine pek fazla durmamıştık.

Bu noktada bazı açıklamalarda bulunarak, bu ‘çorba’da,  benim de ‘ bir cimcik tuz’um bulunsun istedim..

****


Sumer-Babil ilahi parçaları ('şiirler'..)-2


Kutsal kitaplarda, ayinlerde, kutsal deyişlerde, tanrının  “tuz, su, ekmek” ile “ateş, su”, “zeytinyağı ve günnük” ile “kan ve et” ile  aşırı bir şekilde ilgili olduğunu görüyoruz.

“Tuza karşı günah işleme” , “Tuza ihanet etme”  biçimindeki sözler;  insana yönelik söylenen “Tuzlayalım da kokma!” sözleriyle de tamamlanır. Eski Ahit’de  “tanrısal  tuz ahdi”, tanrının Sodom ve Gomorra’yi “tuz ve kükürtle” cezalandırması anlatımları, Nasıralı İsa’nın, havarilerine “Yeryüzünün tuzu sizsiniz” sözü ile devam eder. Hitit yerleşimlerinin ana giriş kapılarında da, “tuz ve ekmek” üzerine kutsama yapılıyor; karşılıklı ahd’ler, akitler “tuz ve ekmek” araçlarıyla yerine getiriliyordu.

“Gök”, “nefes”, “ateş” kültünün İslam içindeki kesimi olarak yeniden şekillenen Bektaşi “nefesinde” de  “tuz, ekmek, su” vurguları yinelenir. “Tuz”, duaların, göz değmelerinin konusu olur. Hıristiyan kiliseleri  hala “tuz” ile takdise devam ediyor.

“Tuz”a ilişkin bu kutsal kavrayış, şükür ki, Ortodoks İslam’da yer almamıştır!  Eğer öyle olsa, herhalde bu konuda da ‘cehalet’ üzerine bir  dizi ‘aydınlanmacı’ yazıya rastlardık. Musevilik ve Hıristiyanlığın kutsal tuz'una ilişkin fazla yorum tanımıyoruz. Bu nedenle, başımıza Tanrı belasını sardıkları için  Aristolara, Eflatunlara serzenişle ‘materyalizm’ yaptığını sanan  yabancı-yerli aydınlarımızın, Musevi ve Yahudi toplumunun ‘tuz’unda hangi bilimsel değerleri keşfettiklerini bir turlu öğrenebilmiş değiliz.

Fakat biliyoruz ki, temel öteki bir dizi kutsal kavram gibi,'kutsal tuz’un kaynağı da Sümer adı verilen topluma kadar dayanmaktaydı ve bizzat Sümer adı verilen toplum da, tıpkı İsa’nın havarilerine söylediği gibi, kendilerini “Yeryüzünün tuzu” olarak, aynı ortak kelimelerle, niteliyorlardı. "Tatlı su-nehir", "tuzlu su=deniz" ayrımı da, 'yaratılış' anını tanımlayan erken ilahilerden itibaren yer alıyordu.
 
Bu durumda, 6 bin yıl kadar önceki toplumun ‘tuz’a verdiği bu kutsallığın hangi nedenlere dayandığını; o toplumda nasıl bir rol oynadığını  ortaya çıkarmaya çalışmamız gereklidir.

Sümer-Akkad döneminde, insan, hayvan sunu-kurbanlar, bunların organlarının paylaşımı; farklı tanrılara farklı hayvan sunuları hakkında epeyce durmuş bulunuyoruz. Hayvan ve bitki sunular, insan kurbanı yerine geçtiği için, eğer bir Tanrıça’ya inek kurban edilmesi yasak ve ona bir başka hayvan kurban sunulmalı idi ise, orada  iç yamyamlığı yasaklamış ve özel  totemi ‘inek-boğa’ olan bir toplum birimin davranış türünü saptamamız gerekecektir. Onların bu  inanç-davranışı, bir nedenle öteki topluluklara dağılmış olabilir ve bu nedenle, bu kutsal tutumu saptadığımız her bölge, bize doğrudan etnik köken hakkında bir bilgi vermeyebilir. Ama bu dini inancın kökeninde, kendilerine kendi insanlarının et ve kanını; daha sonra ise, kendi insanları yerine geçmek üzere yüceltilen, kurtacı totem hayvanın et ve kanını yasaklayanların, 'iç yamyamlığı yasaklama' izi bulunuyor  olduğunu saptayabiliriz.

Bütün ‘yasak’, ’günah’, ’ mekruh’ hayvan-bitki inancının gerisinde, eski toplumun  bu  noktada kesin bir ayrım yaptığı "iç-diş yamyamlık"  ilişki türünün sonuçları  bulunur. Eğer bir dini inançta ‘tavşan’ veya ‘köpek’, ‘domuz’, ‘balık’, ‘medüz’,’inek’,’dişi deve’ vb. ya tamamen, ya da belli dönemlerde yenilmesi-tüketilmesi ,‘yasak’, ‘mekruh’ vb. ise, bu hayvan veya bitkilerin, ilgili topluluğun geçmişinde  atalarının totem hayvanları olduğu çıkarmasında bulunabiliriz.

"Tükürme”nin, istiğfar’ın  kutsal anlamlarının  gerisinde, iç yamyamlık döneminin  yasaklanma  geçiş döneminin sembolik görüntüsünü  buluruz. Burada kişi kurbanını  önce yer ve sonra bu yaptığının pişmanlığını dile getirir bir şekilde.

Eski toplum sadece hayvan-bitki türlerinde değil, bunların sunum, dolayısıyla tüketim biçimlerinde de ayrımlar yapmıştı. Eski toplumda, sunuyu ateşte yakmak, suda haşlamak, çiğ  tüketmek, nehire atmak vb. hiçbir şekilde gelişigüzel  tercihler olarak bulunmazlar. Tersine, Tanrı nezdinde bir sununun kabul edilebilmesi için, belli kurallara uymak, farklı  pişirme pişimlerine bağlı kalmak gerekli ise, bunun nedeni eski toplumun kendi özel kült geleneğine bağlı kalma zorunluluğu yatar.

Daha ilerde, Musa toplumunun   yeniden şekillendirilmesi sırasındaki inanç düzlemi ve yapısını ele alınca, belki dönebileceğimiz Eski Ahit’in bu noktadaki kurallarına, şimdilik şöyle bir göz atalım.

Orada, tapınak, gezgin bir toplum yapısına uygun olarak ‘gezgin çadırı’ olarak düzenlenmişti. Girişinde kazanlar, sunaklar bulunuyordu. Harun soyu Kâhinler, tanrıya adanmış ilk erkek çocuklardan oluşan Levililer Musa’nın yâri-Tanrı peygamberliği önderliğinde dini edimleri yerine getiriyorlardı. Farklı sunun biçimleri, kutsal giysilerle ilişki halinde yerine getiriliyordu.

Musa, Tanrı’nın direktifine uyarak, bunları topluluğuna aşağıdaki  gibi yansıtmaktadır:

"'Biri RAB'be tahıl sunusu* getirdiği zaman, sunusu ince undan olmalı. Üzerine zeytinyağı dökerek ve günnük koyarak sunuyu Harun soyundan gelen kâhinlere götürmeli. Kâhin avuç dolusu ince un, zeytinyağı ve bütün günnüğü alıp sunağın üzerinde anma payı olarak yakacak. Bu yakılan sunu ve RAB'bi hoşnut eden kokudur.

Tahıl sunusundan artakalan Harun'la oğullarına bırakılmalı. RAB için yakılan bir sunu olduğundan çok kutsaldır.

"'Eğer fırında pişirilmiş tahıl sunusu sunuyorsan, zeytinyağıyla yoğrulmuş ince undan yapılmış mayasız pideler ya da üzerine yağ sürülmüş mayasız yufkalar olmalı.

Eğer sunu sacda pişirilmiş tahıl sunusu ise, zeytinyağıyla yoğrulmuş mayasız ince undan yapılmalı.

Onu sunarken parçalara ayırıp üzerine zeytinyağı dökeceksin. Bu tahıl sunusudur.

Eğer sunu tavada pişirilmiş tahıl sunusu ise, ince un ve zeytinyağıyla yoğrulmuş olmalı.
Böyle yapılmış tahıl sunusunu RAB'be sunmak için getirip kâhine vereceksin. Kâhin de onu sunağa götürecek.
Anma payı olarak tahıl sunusundan bir parça alıp yakılan sunu ve RAB'bi hoşnut eden koku olarak sunak üzerinde yakacak.
Tahıl sunusundan artakalan Harun'la oğullarına bırakılmalı. RAB için yakılan bir sunu olduğundan çok kutsaldır.

"RAB'be sunacağınız tahıl sunularının hiçbirine maya katılmamalı. Çünkü RAB için yakılan sunu içinde hiçbir zaman maya ya da bal yakılmamalı.

Bunları ilk ürünlerinizin sunusu olarak RAB'be sunabilirsiniz. Ancak RAB'bi hoşnut eden koku olarak sunak üzerinde sunulmamaları gerekir.
Bütün tahıl sunularını tuzlayacaksınız. Tanrı'nın sizinle yaptığı antlaşmayı simgeleyen tuzu tahıl sunularından hiç eksik etmeyeceksiniz. Bütün sunulara tuz katacaksınız.

"Eğer RAB'be ilk ürünlerin tahıl sunusunu getiriyorsan, kavrulup dövülmüş, taze devşirilmiş buğday başakları sunacaksın.

Üzerine zeytinyağı ve günnük koyacaksın. Tahıl sunusudur bu.
Kâhin biraz dövülmüş buğday ve zeytinyağı alıp günnüğün tümüyle birlikte anma payı olarak yakacak. RAB için yakılan sunudur bu." (Lev.2: 16)
Kâhinlerin Sunu Sunma Kuralları
a) Yakmalık Sunu
Tanrı  Musa'ya şöyle dedi:
"Harun'la oğullarına buyruk ver:
'Yakmalık Sunu yasası şudur: Yakmalık sunu bütün gece, sabaha kadar sunaktaki ateşin üzerinde kalacak. Sunağın üzerindeki ateş sönmeyecek.
Kâhin keten giysisini, donunu giyecek. Sunağın üzerindeki yakmalık sunudan kalan külü toplayıp sunağın yanına koyacak.
Giysilerini değiştirdikten sonra külü ordugahın dışında temiz bir yere götürecek.
Sunağın üzerindeki ateş sürekli yanacak, hiç sönmeyecek. Kâhin her sabah ateşe odun atacak, yakmalık sununun parçalarını odunların üzerine dizecek, onun üzerinde de esenlik sunularının* yağını yakacak.
Sunağın üzerindeki ateş sürekli yanacak, hiç sönmeyecek."

(devam edecek)

 
SÜMERLERİN
YER ALTI DÜNYASI


Yer dağının dibinde
Bir ev durur...
Eve giden yolu dağ örter;
Kimse bilemez, bulamaz yolu.
Kötülerin elini kolunu bağlar,
Hepsini cendereye sokar bu ev,
İyileri kötülerden ayırır.
Kaçış yoktur bu evden, ama
iyilerle adillerin
Yargıç karşısına çıkmaktan
Hiç korkusu olmasın,
Çünkü bu yitik canlar ırmağında
Kötüler yok olur ama
İyiler ölümsüz kalır.

Bu ev, benim evimdir,
Temelleri üstünde
Doğan güneşin dağları durur,
Ama mezar çukurunun
Derinliklerini kim görebilir?
Bu ev, içine girenleri
Balçığa sokup boğar.

Batan güneşin evidir bu,
Mor görkemler içindeki
Soluk yüzlü Tanrı...
Eşikte bir canavar bekler,
Ağzını açmış;
Kapıların pervazları
Kötüleri kesip biçen birer bıçak.

Cehennem ırmağının iki ucu,
Kınından çekilmiş bir dehşet kılıcı.
Evi koruyan azgın aslanın gazabına
Kim karşı çıkabilir?
Burda soylu Hanımın
Gök kavşağı bahçeleri de yatıyor.


YERYÜZÜ TANRISI ENKİ'NİN ÖLÜLER
ÜLKESİNDEKİ SULARLA CENGİ


Yeryüzü, kargaşalık sularıyla dolmuştu,
Gök kubbesi dünyadan kopmuştu sanki
Yeryüzü dünyadan kopmuştu gibiydi,
İnsanlık işte o zaman başladı,
Anu gökleri aldı kendine, Enlil yeri.
Ereşkigal yeraltı dünyasını aldı,
Enki de yelken açtı yeraltı dünyasına,
Ufaklar çıktı karşısına, büyükler çıktı
Yüce hükümdar Enki'nin karşısına,
Küçükler büyükler atıldı, taş gibi, kaya gibi,
Kudurmuş bir fırtına saldırdı
Enki'nin teknesinin omurgasına,
Suyu yutan bir çakal gibi vurdu geminin başına,
Enki'ye saldırdı, geminin kıçını çökertti
Aslan gibi saldırarak...

***
“Geçmiş günlerde,
Geçmiş uzak günlerde,
Geçmiş gecelerde,
Geçmiş uzak gecelerde,
Geçmiş günlerde,
Geçmiş  uzak günlerde,
Geçmiş günlerde,
Gerekli her şey var edildikten sonra,
Gerekli her şey   emredildikten sonra
Tapınaklarda ekmek yendikten sonra
Fırınlarda ekmek piştikten sonra,
Gök  Yer’den  uzaklaştıktan sonra,
Yer Gök’ten uzaklaştıktan sonra,
İnsan’a ad verildikten sonra,
An Gök’ü  aldıktan sonra,
Enlil Yer’i aldıktan sonra
Ereşkigal’e ölüler diyarı (yeraltı) verildikten sonra,
Yelken  açtıktan sonra,
Yelken  açtıktan sonra,
Enki Baba, Kur’a (Ölüler Diyarı-Yer Altı’na) yelken açtıktan sonra,
Kırala (Enki Baba’ya)  karşı  küçükler atıldı
Enki'ye karşı büyükler  fırlatıldı.
Küçükler, elin taşları,
Büyükler, kamışların „dans eden"  taşları,
Enki'nin gemisinin omurgası,
Savaşta hücum eden fırtına  gibi gömüldü;
Kırala karşı sular geminin tepesinde
Kurt gibi yuttu,
Enki'ye karşı sular geminin arkasına
Aslan gibi çarptı.”