21.02.2013

Bir Pazar Sabahı


Safa Kaçmaz
Mayıs 1992
Paris


“Gelin bakalım yanıma” diyor kızlarına bir pazar sabahı, sevecen. Yuvarlak bir masanın etrafına doluşuyor dördü birden, istekle. Heyecan içinde çocukların hepsi. Türkçe sözcük seslerini kulaklarına yerleştirmeye hazırlanıyorlar, parıldayan gözleri ise  yardımcı, babalarının dudak hareketlerini izleyecekler. Alfabeden Türkçe öğretmeye çalışıyor babaları onlara.  “Vak-vak kardeş” bölümündeki resmi gösteriyor . "Bakın çocuklar..." diyor deneyimli bir öğretmen edasıyla, Türkçe olarak; "Bunlar ördek; vak-vak, yani..."

Gönüllü-gönülsüz sürgün bir neslin ortak yazgısından paylarına düşeni kapmış olan ve artık eğitimleriyle de Fıransızlaşan çocuklar, bu sözleri işitince kahkahayla yerlere yatıyorlar ve bir gülme humması kesintisinde,"Hayır babacığım, hayır" diye bağrışıyorlar; bir çeşit sevgi, bir çeşit bilgisizliği düzeltme küçümsemesiyle, hep bir ağızdan Fıransızca olarak; "Onlar ku-an, ku-an diye öterler”..


***

Fıransız-Alman sınırında oturan Avrupa vatandaşları o pazar sabahının kuşluk vaktinde yataklarının içinde kıpırdanmaya başlıyorlar. Çiftlik kümesinde kanatlarını çırpıştıran alımlı bir horoz gırtlağını yırtan bağırtısıyla sisli Avrupa sabahının ilk ışıklarını müjdeliyor. Paris'in yıpratıcı gürültüsünden uzakta bir hafta sonu geçirmek için Alsace'daki köyüne giden bayan avukat M. Lairot, yatağında yana doğru şöyle bir dönüyor ve "Aman tanrım" diye sızlanıyor, "böyle günlerde çevrenin rahatsız edilmemesi gerektiğini şu horozlara niçin öğretmezler, bir türlü anlamıyorum doğrusu..." Polyester yorganı kulaklarına değin sinirlice çekiyor ve özgün bir hukukçu olarak söylenmeye devam ediyor: "Pazar sabahları bile ku-ku-ri-ku, ku-ku-ri-ku... Bu kadar da olmaz ki ama!"

***

Yasalara son derece saygılı bayan Lairot’nun evinin karşı tarafındaki çiftlikte oturan Alman yurttaşı bay H.Shaft geç vakitlere değin içtiği Alsace birasının etkisinden kurtulmaya çalışarak yatağında doğruluyor; alkolün çatlattığı kılcal damarların kızartmış olduğu yüzünü, göz çevrelerini ve burnunu oğuşturuyor. Bir yandan da uyumaya devam eden eşinin şişman gövdesine özenle dokunarak, "Haydi..." diyor usulca, "haydi, geç kalacağız; horoz ötüşleri bütün dünyayı ayağa kaldırdı, fakat sen hâlâ horultu içindesin. Kalk,yeter artık karıcığım!.."
Dagmar Shaft tombul gövdesini yatak içinde gönülsüzce öte yana doğru çevirirken, yarı-kapalı göz kapakları arasından eşine bakıyor ve adeta can çekişircesine: "Evet Hans, evet... horoz ki-ki-ri-ki'lerini işitiyorum, ama ne olursun, birkaç dakikacık daha uyuyayım.." diyor ve göz kapakları bu kez tümüyle kapanıyor.


***

Gözlerinde okyanus taşıyan Nesrin hanım, yokluğuna daha fazla dayanamayacağını anlıyor ve sevgilisini gormek  için Paris'e gelmeye karar veriyor; telefon hatları alo'yla başlayan sevgi dolu yükleri sırtlarına alıp koşturmaya başlıyorlar sonra.

Nesrin hanım o pazar sabahı yalısından ayrılıyor ve önceden hazırlanmış biletini THY Taksim bürosundan alıp, hep sol kolunda asılı duran Pierre Cardin çantasına atarak Yeşilköy havalimanı yolunu tutuyor. Dış Hat hol girişinde, öteki koluna yerleştirmiş olduğu sevimli kaniş sağa-sola kükremeye başlayınca Nesrin hanım ona doğru sertçe bakıyor ve "Sus bak'im, aptal şey sen de!" diye azarlıyor; alnındaki kırışıklıkların artmasına aldırmadan kaşlarını çatarak: "Ayol, her taraf insan; söylesene, hav'layacak ne var ortada?"

Nesrin hanım, Orly'de koca bir orkide buketiyle karşılanıyor: "Çılgınlık bu ama!" diye tiz bir mutluluk çığlığı atıyor bekleyenini görünce çekicilikle: "Evet, evet; tam bir Adana'lılık bu!" Nesrin hanım sevincini parlak dişlerine yerleştiriyor,kendi çılgınlığına gülümsüyor içtenlikle.

Bu sırada küçük bir Fıransız kız çocuğu yanlarına sokuluyor; Nesrin hanımın kolunda duran kanişi göstererek; "Ne kadar güzel bir şey bu anneciğim, lütfen bakar mısın.." diye sızlanmaya başlıyor. Çiftin rahatsız edilmesinden sıkılan anne, "Evet tatlım..." diye sessizce geçiştirmeye çalışıyor, "evet, gerçekten çok güzel bir kaniş..."

Bırakıp gideceğe pek benzemeyen sarışın kız çocuğu, o sırada Nesrin hanımın koluna iyice gömülmüş kanişe doğru yaklaşıyor, çocuk sesiyle onu taklit ederek "vaf-vaf" diye bağırmaya başlıyor. O ana değin, etrafa yönelttiği bakışlarıyla gurur ve gülücük halesi gibi parlayan Nesrin hanımın yüzü aniden, küçük Fıransızın 'vaf'lamasının anlamını çözmeye çalışan bir duygu portresi halini alıyor.


***

Gagasından çıkardığı sesiyle Türklerin 'vak-vak' diye betimlediği ördek, Fıransa sınırından itibaren 'ku-an-ku-an' diye işitilmeye başlanmaktadır. Fransızların 'vaf-vaf' diye sesini yansıttıkları kaniş ise Edirne'den itibaren artık "hav”lamaya başlar. Türkiye'de uzun ve güzel "Üü-üüü-rü-üüü"süyle ünlü ve şimdi artık korunmaya alınmış safkan Denizli horozu Alsace köylerinde ötseydi, Alman vatandaşı bu sesi "Ki-ki-ri-ki' diye; Fıransız ise 'ku-ku-ri-ku" olarak duyacaktı. Çünkü aynı gırtlaktan çıkan titreşimler ulusal dillerin kulağında farklı işitiliyor.


Edebiyattan müziğe, gülmece fıkralarından siyasal kavgalara uzanan zeminde insanların duygu dünyaları bu farklar zeminde şekilleniyor. Küçülen dünyanın büyüyen ortak değerlerine karşın farklı kültüre mensup insanlar; her anıştırma ve her sesten kendi öz dili ve uygarlıkları temelinde sonuçlar çıkarıyor; konuyu farklı ton, yönelim ve boyutlarıyla duyumsuyorlar.


Edebi eserlerin uluslararası hale gelebilmesinden, dünya mutluluğu oluşturmaya kadar, başarı hedefli her çaba ancak bu sentezin yakalanmasına bağlıdır.