Safa Kaçmaz
Mayıs 1992
Paris
“Gelin bakalım yanıma” diyor
kızlarına bir pazar sabahı, sevecen. Yuvarlak bir masanın etrafına doluşuyor
dördü birden, istekle. Heyecan içinde çocukların hepsi. Türkçe sözcük seslerini
kulaklarına yerleştirmeye hazırlanıyorlar, parıldayan gözleri ise
yardımcı, babalarının dudak hareketlerini izleyecekler. Alfabeden Türkçe
öğretmeye çalışıyor babaları onlara. “Vak-vak kardeş” bölümündeki resmi
gösteriyor . "Bakın çocuklar..." diyor deneyimli bir öğretmen
edasıyla, Türkçe olarak; "Bunlar ördek; vak-vak, yani..."
Gönüllü-gönülsüz sürgün bir neslin ortak yazgısından paylarına düşeni kapmış olan ve artık eğitimleriyle de Fıransızlaşan çocuklar, bu sözleri işitince kahkahayla yerlere yatıyorlar ve bir gülme humması kesintisinde,"Hayır babacığım, hayır" diye bağrışıyorlar; bir çeşit sevgi, bir çeşit bilgisizliği düzeltme küçümsemesiyle, hep bir ağızdan Fıransızca olarak; "Onlar ku-an, ku-an diye öterler”..
Gönüllü-gönülsüz sürgün bir neslin ortak yazgısından paylarına düşeni kapmış olan ve artık eğitimleriyle de Fıransızlaşan çocuklar, bu sözleri işitince kahkahayla yerlere yatıyorlar ve bir gülme humması kesintisinde,"Hayır babacığım, hayır" diye bağrışıyorlar; bir çeşit sevgi, bir çeşit bilgisizliği düzeltme küçümsemesiyle, hep bir ağızdan Fıransızca olarak; "Onlar ku-an, ku-an diye öterler”..
***
Fıransız-Alman sınırında oturan Avrupa vatandaşları o pazar sabahının kuşluk vaktinde yataklarının içinde kıpırdanmaya başlıyorlar. Çiftlik kümesinde kanatlarını çırpıştıran alımlı bir horoz gırtlağını yırtan bağırtısıyla sisli Avrupa sabahının ilk ışıklarını müjdeliyor. Paris'in yıpratıcı gürültüsünden uzakta bir hafta sonu geçirmek için Alsace'daki köyüne giden bayan avukat M. Lairot, yatağında yana doğru şöyle bir dönüyor ve "Aman tanrım" diye sızlanıyor, "böyle günlerde çevrenin rahatsız edilmemesi gerektiğini şu horozlara niçin öğretmezler, bir türlü anlamıyorum doğrusu..." Polyester yorganı kulaklarına değin sinirlice çekiyor ve özgün bir hukukçu olarak söylenmeye devam ediyor: "Pazar sabahları bile ku-ku-ri-ku, ku-ku-ri-ku... Bu kadar da olmaz ki ama!"
***
Yasalara son derece saygılı
bayan Lairot’nun evinin karşı tarafındaki çiftlikte oturan Alman yurttaşı bay H.Shaft
geç vakitlere değin içtiği Alsace birasının etkisinden kurtulmaya çalışarak
yatağında doğruluyor; alkolün çatlattığı kılcal damarların kızartmış olduğu
yüzünü, göz çevrelerini ve burnunu oğuşturuyor. Bir yandan da uyumaya devam
eden eşinin şişman gövdesine özenle dokunarak, "Haydi..." diyor
usulca, "haydi, geç kalacağız; horoz ötüşleri bütün dünyayı ayağa
kaldırdı, fakat sen hâlâ horultu içindesin. Kalk,yeter artık karıcığım!.."
Dagmar Shaft tombul
gövdesini yatak içinde gönülsüzce öte yana doğru çevirirken, yarı-kapalı göz
kapakları arasından eşine bakıyor ve adeta can çekişircesine: "Evet Hans,
evet... horoz ki-ki-ri-ki'lerini işitiyorum, ama ne olursun, birkaç dakikacık
daha uyuyayım.." diyor ve göz kapakları bu kez tümüyle kapanıyor.
***
Gözlerinde okyanus taşıyan
Nesrin hanım, yokluğuna daha fazla dayanamayacağını anlıyor ve sevgilisini
gormek için Paris'e gelmeye karar veriyor; telefon hatları alo'yla
başlayan sevgi dolu yükleri sırtlarına alıp koşturmaya başlıyorlar sonra.
Nesrin hanım o pazar sabahı
yalısından ayrılıyor ve önceden hazırlanmış biletini THY Taksim bürosundan
alıp, hep sol kolunda asılı duran Pierre Cardin çantasına atarak Yeşilköy
havalimanı yolunu tutuyor. Dış Hat hol girişinde, öteki koluna yerleştirmiş
olduğu sevimli kaniş sağa-sola kükremeye başlayınca Nesrin hanım ona doğru
sertçe bakıyor ve "Sus bak'im, aptal şey sen de!" diye azarlıyor;
alnındaki kırışıklıkların artmasına aldırmadan kaşlarını çatarak: "Ayol,
her taraf insan; söylesene, hav'layacak ne var ortada?"
Nesrin hanım, Orly'de koca
bir orkide buketiyle karşılanıyor: "Çılgınlık bu ama!" diye tiz bir
mutluluk çığlığı atıyor bekleyenini görünce çekicilikle: "Evet, evet; tam
bir Adana'lılık bu!" Nesrin hanım sevincini parlak dişlerine
yerleştiriyor,kendi çılgınlığına gülümsüyor içtenlikle.
Bu sırada küçük bir Fıransız
kız çocuğu yanlarına sokuluyor; Nesrin hanımın kolunda duran kanişi göstererek;
"Ne kadar güzel bir şey bu anneciğim, lütfen bakar mısın.." diye
sızlanmaya başlıyor. Çiftin rahatsız edilmesinden sıkılan anne, "Evet
tatlım..." diye sessizce geçiştirmeye çalışıyor, "evet, gerçekten çok
güzel bir kaniş..."
Bırakıp gideceğe pek benzemeyen sarışın kız çocuğu, o sırada Nesrin hanımın koluna iyice gömülmüş kanişe doğru yaklaşıyor, çocuk sesiyle onu taklit ederek "vaf-vaf" diye bağırmaya başlıyor. O ana değin, etrafa yönelttiği bakışlarıyla gurur ve gülücük halesi gibi parlayan Nesrin hanımın yüzü aniden, küçük Fıransızın 'vaf'lamasının anlamını çözmeye çalışan bir duygu portresi halini alıyor.
***
Gagasından çıkardığı sesiyle
Türklerin 'vak-vak' diye betimlediği ördek, Fıransa sınırından itibaren 'ku-an-ku-an'
diye işitilmeye başlanmaktadır. Fransızların 'vaf-vaf' diye sesini
yansıttıkları kaniş ise Edirne'den itibaren artık "hav”lamaya başlar.
Türkiye'de uzun ve güzel "Üü-üüü-rü-üüü"süyle ünlü ve şimdi artık
korunmaya alınmış safkan Denizli horozu Alsace köylerinde ötseydi, Alman
vatandaşı bu sesi "Ki-ki-ri-ki' diye; Fıransız ise 'ku-ku-ri-ku"
olarak duyacaktı. Çünkü aynı gırtlaktan çıkan titreşimler ulusal dillerin kulağında
farklı işitiliyor.
Edebiyattan müziğe, gülmece
fıkralarından siyasal kavgalara uzanan zeminde insanların duygu dünyaları bu
farklar zeminde şekilleniyor. Küçülen dünyanın büyüyen ortak değerlerine karşın
farklı kültüre mensup insanlar; her anıştırma ve her sesten kendi öz dili ve
uygarlıkları temelinde sonuçlar çıkarıyor; konuyu farklı ton, yönelim ve
boyutlarıyla duyumsuyorlar.
Edebi eserlerin uluslararası
hale gelebilmesinden, dünya mutluluğu oluşturmaya kadar, başarı hedefli her
çaba ancak bu sentezin yakalanmasına bağlıdır.