22.02.2013

Nizamülmülk (Parçalar)

Nizamülmülk (Parçalar)

Safa Kaçmaz


Aşağıda  Siyasetname'den  bölümler aktarıyorum.
 
Bu büyük eser, Türklerin, bütün bir eski devlet gelenek ve kurumlarını devralarak örgütlenmesine de  bağlı olan  Osmanlı başarısını anlamak bakımından olduğu kadar, tam da bu noktada, eski toplum ile modern toplumun  kavram ve kurumları bakımından  sürekliliğinin izlenmesinde de önem taşımaktadır.
 
Örneğin,1000 yıl önceki bu kitap, daha önce bahsettiğimiz gibi, birkaç yıl öncesine kadar, TCK hükümlerinden biri olarak kalan, bir baba veya ana katili idam hükümlüsünün, idam mahaline başı açık, ayağı yalın ve kara giysilerle götürülerek idam edilmesi gibi bir uygulama biçiminin, nedenlerini Nizamulmülk'ün  de bilmediği, fakat onun zamanında uygulanan, bir eski geleneğe bağlı olduğunu göstermektedir.
 
Hiç kuşkusuz, bu yasayı yeni Türkiye Cumhuriyetinde devam ettiren kanun yazıcılara, ilgili hükümün nedenini sormuş olsaydık, onlar da, kendilerine göre bir gerekçe geliştirebilirlerdi.

Eski yasa veya dini kurallara karşı, bugün yapılmakta olan genel 'yorumlar'ın durumu aşağı yukarı hep böyledir. Mesela, 'türban’ın, ortaya çıkış gerekçeleri ile bugün  türban uygulamasına ilişkin öne sürülen  gerekçe veya açıklamalar arasında, gerçekte, çok az bağlantı vardır. Onun ortaya çıkış dönemini azçok incelemiştik. Bu bakımdan, eski kurumların  ortaya  çıktıkları dönemin koşullarını tanımadan, o uygulamaların veya deyimlerin, asıl anlamlara ulaşmak neredeyse olanaksızdır.


 
Vahdeti Vücutçu olduğu için derisi yüzülüp  vücuduna tuz basılan Hallacı Mansur'un hikâyesini okul yıllarımda öğrenmiştim. Fakat bu uygulamanın nedenini anlamak, zaman almıştır. Elbette kolayca, İslamın  hoş görüsüzlüğü, Ortadoğu toplumlarının barbarlığı gibi ilk akla gelen nedenleri sıralamak çok basitti ama, bütün bunların, konumuz bakımından açıklama değerleri bulunmaz.

 
İncelemelerimizde görmekte olduğumuz gibi, "Tuz", "Tuzlu su", eski Mezopotamya toplumlarının erken ilahilerinden itibaren ortaya çıkmakta; Eski Ahit'te Sodom şehrinin sakinlerini yok etmekte, Tanrı üzerlerine tuz yağdırıp, onları tuz-buz etmekteydi.

Musa, bütün tahıl sunularını 'tuzlayarak' takdis kuralını getirmişti. Tanrı başka türlüsünü kabul etmiyordu.

"Ekmeğin tuzu", "Tuza ihanet"  gibi yaşayan kavramlar, günümüzde, Hıristiyan kiliselerinde imanlının diline konulan bir madde, dinsel  edim, olarak hala devam etmektedir. -2 binli yıllarda, eski yasalarda, bir esire-cariye, hanım veya beyinin sözünü dinlemezse vb. "ağzına tuz doldurma" cezasına uğruyordu. Bu, son derece ciddi olarak yazılmış öteki hükümler kadar gerçek bir uygulamaydı...
 
Bütün bunlar bizim, eski toplumun "tuz"unu tam olarak tanımadan, "tatlı"/"şirin" suyu  ve "yeryüzünün tuzu"nu bulmadan, yeterli yanıtlar oluşturamayacağımızı gösteriyor.
 
Eski toplum ve "Sümerler üzerine" yarısı hayal olan hikâyeler oluşturmak çok mümkün... Fakat bunun, şimdiki toplumu tanımak bakımından ciddi  bir yararı var mı? Batılı uzmanlarımız bu alanda büyük işler yapmışlardır ama, örneğin,"diş kırma" ritüelinin   Kürtler,Araplar arasında başlangıçtaki nedenlerini anlamadan ; belki Ferhat ile Şirin destanında  "Fırat ile Dicle"  nehirleri çevresindeki iki topluluğun karşılıklı evlilik ilişkisinin anlatımını  bulabileceğimizi düşünmeden... yürütülen  çalışmaların , hiç olmazsa bir ayağı hep havada duracaktır. Bu o kadar öyledir ki, "Sümerler üzerine" yazan, çalışma yapanlar, kazıtlar yoluyla elimizle dokunduğumuz o uygarlığın 'adını' bile, aynı coğrafyada bulabilmiş değiller. O koca uygarlık ülkesi, ardında bir 'ad' bırakmadan çekip gidivermiştir! Fakat değişik bir metot kullandığımız bu incelemelerimiz içinde, belki de "Sümer" adının uzmansal  konvansiyonel bir 'isim'  olduğunu, "Sümer" adı verilenlere ilişkin  yaşayan gerçeği, Eski Ahit'in Kenan ülkesinde, İslamın Cennet ve Cehenneminde, Şinnar’da,Samara’da aramanın çok daha gerçekçi olacağını göreceğiz!
 
Bütün bunları hiç de özel zevkim için yazmıyorum...
 
Üstelik çok da zorlanıyorum.
 
Hiç olmazsa  6000 yıllık bir tarih yolunda, oradan  oraya  koşturmayı; bir cennete çıkıp, bir cehenneme inmeyi; bir Âdem’in yanına, bir Şeytanın göğüne gidip gelmeyi gerektiren, Muhammed miracından daha az zor olmayan yolculuklardan oluşan bir  çalışma bu…
 
Fakat bu zorluklara karşın, Muhammed’in  ' kutsal sinek'i,' iyi sağ', ' kötü sol' sözcükleri üzerine sayfalarca yazılmış  ve insanlarımızı eksik bilgiler temelinde , derinlikten yoksun bir şekilde eğiten yazıları gördükçe ve geçmişte benim de bir çok halde öyle düşündüğümü anımsadıkça, bütün bunları hem anlamaya ve hem de anlatmaya, kendimde güç buluyorum. Dilerim yararı da oluyordur.
 
Avesta'da gördüğümüz gibi, orada gerçek sokaklar, gerçek şehirlerden bahsedilir ama, orada  sokak aralarında veya şehirlerde dolaşanlar genel olarak,  'köpek', 'sinek' vb. türde 'hayvan'lardan oluşuyordu. Merih, Satrün, Zühre gezegenlerini pek görmeyiz ama köpekler, arılar, sinekler, kuşlar, öküzler, ölüler ve canlılar dünyası her yanı kaplamış gibidir o anlatımlarda.
 
 
O topluluklar bu ‘sinek’leri, Muhammed’den 3000 yıl kadar önce tanıyor ve bu 'insan'a ait olarak, insanın düzeni için, bir insan görevliyi, bir insan topluluğunu ifade etmek üzere bu tür kavramları kullanıyorlardı. Bu durumda, "sağ" ve "sol"u, "sinek ve arıyı", "köpek ve eşeği", hala en güzel küfrü  "eşekoğlu eşek" olan şimdiki gerçek toplumumuzun içinde, Nasıralı İsa’nın bindiği sıpanın sırtına serilmiş örtünün renklerinde aramak, çok daha doğru ve gerçekçi  bir tutum olmaz mı?
 
Ben öyle yapmaya çalışıyorum...

S.Kaçmaz
 
****
 
Nizamülmülk
SiYASETNAME
Dergah yay. :81
Üçüncü baskı  Ekim 1995
 
 
MÜTERCIMIN ÖNSÖZÜ
Nizamü'l -mülk, Hasan b. Ali b. İshak Tusi (1018 ­
—1092), Tuş’ta doğdu (10 Nisan 1018), iyi bir tahsilden sonra Gazne Devleti'ne bağlı Horasan umumi valisi Ebu'l Fazl Suri’nin mahiyetinde idarecilik hayatına başladı, 1040, senesinde Dandanakan savaşını müteakip Gazne'ye gitmişse de, tekrar Horasan'a dönerek SelçukluIarın hizmetine girdi ve Alparslan’ın Belh valisi Ebu I-Ali Sadan tarafından vilayet islerini tedvire me­mur  edildi. Alparslan’ın Selçuklu Sultani olmasıyla 1064 yılında vezirliğe getirildi. Kendisine Halife Kaim  bi-Emrillah tarafından Nizamü'l mülk ve Kivamu'd­ devlet lakapları verildi. Alparslan   ve Celaleddin Melikşah'ın  vezirliğini yapmış ( 1064- 10692), kurduğu idari teşkilat ile devle­tin sağlam temeller üzerine oturmasını sağlamıştır. Savaş alanlarında da Malazgirt hariç, Sultanların yanında yer alarak Selçukluların bütün fütuhatında payı olmuştur.
 
İslam’da birliği sağlamak için eğitime önem veren Nizamü'l-mülk Bağdat'da  adıyla anılan Nizamiye medreselerini kurarak EhI-i sünnet akidesinin tedrisini sağlamış ve devrin ileri gelenlerini İslamın birliğini sağlamak için bu medreseye memur etmiştir.
Sonradan İslam aleminde çeşitli yerlerde vezirliklere yükselecek oğulları ve torunları ve serveti ile Sel­çuklu Devleti'ni elinde bulunduran Nizamü'l-mülk, son senelerde oğul ve torunlarının serkeşIiği yüzünden Sultan Melikşah'la arası açılınca, Melik sah kendisine gönderdiği mektupta: «Sen benim devletimi ve mem­leketimi istila eyliyerek evlatlarına ve damatlarına verdin. Bunlar benim adamlarıma saygı göstermiyor  halka zulmediyorlar, sen de bunları cezalandırmıyorsun. İster misin vezirlik divitini elinden ve sarigini başından alayım ve halkı tahakkümünüzden kurtarayım», diye ağır bir hitap ta bulunur. Nizamü'l-mülk cevabında Sultan’ı övücü sözler ve duadan sonra su tehdit cümlesini de kullanıyor: «Devlete ortak olduğumuzu henüz bilmiyor musun? Bu vezirlik diviti ve sarık, tacınla o derece bağlıdır ki diviti aldıktan son­ra taç da kalmaz gider», diyebiliyordu.
 
Melikşah 1092 Ekiminde Bağdat’a hareket etti. Nizamü'l-mülk te arkasından yola çıktı. Yolda dilek­çe vermek bahanesiyle huzuruna çıkan bir Batıni fe­daisi tarafından öldürüldü. Öldürülmesinde, düşman olduğu sapık mezhep mensupları kadar Melikşah'ın diğer veziri Tacu'l-mülk'ün de rolünün olduğu söyle­nir.
 
Siyasetname veya Siyerü'l-mühik olarak bilinen bu kitap, meliklerin, emirlerin, vezirlerin, kadıların, hatip ve benzeri idarecilerin siyaset, ahlak ve davranışlarını tanzim etmek için Sultan Melikşah'ın tavsi­yesi ile kaleme  âlinmiş bir eserdir. Sade, sağlam ve güzel bir Farsça ile yazılan bu eser ayni zamanda Sin­bad, Mazdek, Batıniler ve Hurremiler gibi batıl mezhebiler için de tarihi yönden önemlidir.
(…)
 
İstanbul, 1 Mart 1981
Nurettin BAYBURTLUGIL
 
Nizamülmülk
s.64
Nusirevan'ın verdiği izin ile diğer ileri gelenler huzura gelerek selam verdiler. Onlara dönerek,«Size bir soru sorayım, gereği gibi cevap veriniz», dedi. Emredersiniz, dediler.
— Azerbaycan emirliğini verdiğim filan kimsenin emrinde, kaç para var?
—Bildiğimiz kadarıyla fazlasına ihtiyacı olmadığına göre 2. 000.000 dinarı olabilir. 500.000 dinarı mec­lisinin. Altın ve gümüş eşyaları, halıları ve mobilyaları 300.000 dinar tutar. Irak'da, Fars'da ve Azerbaycan 'da mülkü olmayan hiç bir nahiye yoktur. Emirler­den hiç biri ondan daha ihtişamlı değildir, dediler.
Emir sordu: - Ne kadar hayvani var?
— Aşağı yukarı 300.000 hayvani var, dediler.
— Ne kadar kölesi var?
— 1.7oo köle, 400 cariyesini biliyoruz, sizin ikbali­nizden olan diğerlerini Allah bilir.    ­
Niserivan dedi: - Allah’ın' kendisine bu kadar mal verdiği zengin bir kimsenin, zavallı zayıf ve fakir bir ihtiyar kadının sabah aksam yediği iki tane ekmeğini zulüm ile alması hakkında ne dersiniz? Söyleyiniz ona ne yapmamız gerekir?
Bütün büyükler başlarını öne eğerek, imkân' dahi­linde onun hakkında en kötü ne yapılabilirse yapmak, gerekir, dediler.
 
Nusirevan'da – Simdi filancanın derisini yüzmenizi, kafa ve bedenini derisine saman doldurmanızı, saray kapısının üzerine asmanızı, yedi gün münadile­rin, yaradılmışlardan birine zulüm ve adaletsizlik ya­pan bir, kimsenin akıbetinin bu zalim gibi olacağını ilan etmesini, istiyorum"
Emredildiği üzere o eminin derisini yüzüp içine Saman doldurarak, sarayın kapısına, astılar ve yedi gün tüm münadiler bu olayı ülkede ilan ettiler. Söylediklerini aynen yerine getirdiler.
O zaman ferrasına, «Sana emanetettigim o ihti­yar kadını getir, dedi. Ferras kadını getirince Azer­baycan'a gönderdiği köleyi de getirdiler. Köleye, «Se­ni niçin Azerbaycan'a gönderdim?» dedi, Köle, bu ih­tiyar kadının durumunu öğrenmem için, öğrenince döndüm ve Melik'e anlattım. Büyüklere, -Ben sizin önünüzde bununla yalan konuşmakla hata etmedim, Bundan sonra' Allah’ın emrinin aksine kim adaletsiz­lik ve zulüm yaparsa, müfsitleri yeryüzünden kaldırmak, zalimlerin ellerini zulümden çektirmek istediğimden, bu gibiler ayni cezayı görecektir. Dünyayı adaletle süsleyeceğim. Allah beni bunun için yarattı, zalimlerin  zulümlerini  ortadan kaldırmak için kullarının üzerine bana padişahlık verdi.
 
s.69
Hikâye: Acem meliklerinin adetlerini şöyle hikâye ederler: Mihr günü ve nevruz günü hiç kimseyi ayırd etmeden kendilerini ziyaret izni verirler. Bundan evvel birkaç gün, herkes su güne kadar islerini bitirsin şikâyetleri ve ihtiyaçları varsa yazıp padişaha ulaştırsınlar, diye münadiler çıkarıp bağırtırlardı. O gün ge­lince padişah şehrin meydanına çıkarak münadiye, ha­ceti olup da saklayanın vücudundan padişah bizardır,diyerek bağırtır, sonra melik, halkın dilekçesini. Alır önüne kor teker teker bakardı.
 
Baş rahip (en büyük kadı)  padişahîn sağında otururdu. Sonra melik kalkıp tahtından iner, baş rahibin önünde diz çöker Ve hepsinden önce benden şikayetiçi olanın davasına bak, fakat korkup hislerini katma derdi. Sonra münadi, me­like düşmanlıkları olanlar su tarafa otursun, evvela onların  isine bakacağız diye bağırırdı. .
 
Sonra melik baş rahibe « Hiç bir günah padişahların  günahından daha büyük değildir. Çünkü Alhah'ın padişaha verdiği kendi kula rina hükm ve emretme  gibi yüce bir yetkiyi hiç kimseye vermemiştir, O halde padişahîn adaletli olması ve zalimlerin ellerini mazlumların üzerinden çekmesi gerekir, .Eğer melik adaletsiz olursa, bütün askerleri sahip oldukları nimetleri hiçe sayar, AlIah’ı unutarak zalim olurlar. Şüphesiz Allah’ın gazap ve öfkesi her tarafta kendilerini bulacağı  gibi; çok az bir zamanda ülke harabeye döner. Adaletsiz padişahlar günahlarının sebebiyle  kısa ömürlü olurlar: ya öldürülürler veya padişahlıkları el değiştirir" derdi.
 
s.78 
Ondan önce kimsenin ismi Sultan değildi. İslam’da ilk  Sultan olarak adlandırılan Gazneli Mahmud'dur.
Ondan sonra bu ismin verilmesi adet oldu. Allah’tan korkan, adil, cömert, uyanık, bilgili, ileri görüşlü, mücahit ve gazi olan padişahîn saltanat devri hayırlı olur. Adil padişahların bulunduğu zamanlarda adalet olduğu için cömertlik de olur.
s.80
Ondan sonra sofra ve yemekler gelince emir ona ik­ramda bulunarak, kendi tasından yemesi için tasını onun önüne sürdü. Ekmek yedikten sonra emir o ada­ma dönerek, sana niçin zahmet verdiğimi biliyormuşsun? dedi. Adam, hayır, dedi. Bu şehirde pek çok zen­gin dostlarım olduğunu bilmelisin dedi. Onlara bir işaret yapsam benim alış verişimi bildiklerinden hiç du­raksamadan istediğim parayı hemen verirler. Fakat şu an senin değerin nazarımda öyle arttı ki seninle be­nim aramda dostluk olması ve samimiyetin artması için senden 1.000 dinar borç vermeni bekliyorum. 4 – 5 ay içinde, hasat mevsiminde iade edeceğim. Elimi başıma koyayım bakliyeyim. Sen bu kadarla yetinecek misin, yoksa onda bir arttırma yapacak mısın? Herhal­de benden bu kadarını esirgemezsin? Adam,hayâ ve utancından ferman amirindir deyip, ilave etti…
 
 
S .88
Hilafet sarayı kapısına gelince saray hatibi durumu bir hizmetkâra anlattı. Hadım saraya girdi ve Mu'tasım'a durumu, anlattı. Mu'tasım  beni içeri almalarını emretti. Sonra Mu'tasım, niçin vakitsiz ezan okuduğumu sordu. Başımdan geçenlerle niyetimi arz ettim. Çok öfkelendi, ayni hizmetkâra saray hacibi­nin kendi  adamlarıyla hemen filanca saraya giderek amiri tutuklamalarını ve yolu kesilen kadını bu gece iki mutemede adamla kocasına göndermelerini  kocasına, Mu'tasım sana karinin hiç günahı olmadığını, ona eskisinden daha iyi bakmanı emrediyor, demelerini, amiri de acele huzuruna getirmelerini emretti. Hacip hemen gitti, ayni saatte emiri huzura getirdi. 
Halife onu görünce, «Ey himmetsiz, benden ne himmetsizlik veya bir müslüman hakkında ne zulüm yaptığımı, devrimde hangi müslümana eziyet ulaştığını gördün?  Nasıl helal olmayan bir ise cesaret ede­bilirsin? Müslümanlar için Rum Kayseri ile 6 sene savaşıp bütün Rum illerini harap eden ben değil miyim?
 
İstanbul’un 12  kapısını sökmedim mi? Yakmadım mı? Orada Müslümanlar' için mescid yapmadım mı? O esir Müslüman onların elinden kurtarıp geri dönmedim mi? Bu gün elhamdülillah benim adaletimle kurtla ku­zu aynı dereden Su içmiyorlar mı? Bu gün senin Bağ­dat'da  benim bas ucumda fukaraların ve Müslümanların kadınları ile zina ederek onları fahişe yapmanın yeri  var midir ? » dedim.
Onu bir çuvala koyarak, gizini bağlamalarını ve sağlam bir değnek getirmelerini, sonra da iki kuvvetli adamın biri bir tarafta, diğeri öbür tarafta yerlerini alıp  bütün kemikleri kırılıncaya kadar amiri dövmelerini emretti. Sonra Emirülmüminin emri gereğince  çuvalı olduğu gibi götürüp Dicle nehrine attılar.
 
s.89
... 
Bunu, kimsenin Sultanin fermanına karşı gelmeye cesaret etmemesi için yaptılar. Herkes padişaha, ait, padişahla ilgisi olan veya padişahîn emrettiği şeyi yapmak zorundadır. Yoksa boyun vurmak, el ayak kesmek, hadim etmek gibi cezaları padişahîn tedip için vermesi gerekir. Eğer bir kimse zimmetine bir dirhem  geçirse öyle yapması lazımdır. Diğerlerine örnek olması için onu cezalandırmalıdır. .
 
 s.117
Bunları söylemekten maksadım, sarayda çoluk çocuğum var. Uçan kuşlara benzeyen ogullarımın isleri daha kolay. Bir ülkeden diğer bir ülkeye gidebilirler. Zayıf ve güçsüz olan mesturelerin işi çok zor. Bu gün onların isini düşünebiliyorum. Fakat yârin ölüm gelip yetisince veya  ikbalin seyri  değişince, onlara bir iyi­lik yapmak istiyorum.
 
Şimdi düşünüyorum ki ülkede senden daha abid, daha dindar, daha tok gözlü, daha dinine düşkün ve daha emniyetli bir adam yok. İki yük ağırlığındaki  binlerce altın, gümüş ve cevheri emanet olarak sa­na bırakayım. Sen, ben ve Allah (c.c,) tan  başka kimse bilmesin. Yârin benim başıma bir, is gelir, onlar da ekmeğe muhtaç  olurlarsa onları huzuruna çağır, hiç kimseye duyurmadan bu mali onlara taksim et, yüz ve gözleri açılmadan, halkın ekmeğine muhtaç olmadan her birini bir kocaya ver. ……
Sonra büyük hacibe emretti: «Git kadıyı başı  açık ayağı çıplak olarak, sarığını boynuna bağla, çekerek önüme getir »...           .
 
s.140
Bendeniz evimde yakınlarımla oturmuş, satrancın bir bölümünün bittiği esnada, ondan emaneten aldığım yüzüğü sol elimin parmağına bol geldiği için sağ elime takmıştım. Se­merkant Hani'nin elçisinin kapıda olduğunu söyledi­ler. Satrancı kaldırıp onu getirmelerini söyledim. Elçi içeri girdi ve oturdu, bendenize gerekeni söylüyordu. Ben, de o. yüzüğü parmağımda durmadan döndürüyordum. Bir ara elçinin gözleri ile yüzüğü ta­kip ettiğini fark ettim. Sözlerini tamamlayınca da kalkıp gitti. Sultan, hanin elçisinin geri gönderilmesini, başka bir elçinin de cevapları ulaştırmak için gönderilmesini emredince, bendeniz de zeki bir insan olan Danismend Ester'i Sultan’ın elçisi ile yolladım. Elçi­ler Semerkand'a ulaşıp, Semsulmulk'ün karşısına çıkınca, Semulmülk kendi elçisinden, Sultan Alpas­lan 'i nasıl bulduğunu, yüzünü ve isini  nasıl gördüğünü, askerinin ne kadar olduğunu, silah ve ziynetleri­nin ne durumda bulunduğunu, sarayının, kabul sa­lonunun ve divaninin tertibinin nasıl olduğunu, mem­leketteki kanunlarının ne derece mües'sir olduğunu, sordu.
 
Elçi: Ey efendim görünüşü, güzelliği, erkekliği, siyaset, heybet, ferman ve padişahlığında hiç eksik­lik yok. Askerinin sayısını Allah bilir. Onların silah, ziynet ve giyim kuşamları hiç bir askerle kabili kıyas değildir. Onların sarayları, kabul salonları ve divan­ları çok iyidir. Memleketlerinde utanılacak bir taraf yok. Ancak vezirinin bir kusuru var, dedi. .
Semsulmülk, onun ne kusuru var? diye sordu.
 
Elçi: Bir gün ikindi namazını kıldıktan sonra görüşmek üzere çadırına gittim. Onun sağ elinin parmağında bir yüzük, benimle konuşurken de hiç durmadan yüzüğü çevirirken gördüm. Danismend Ester  burada, Semsulmülk'ün huzurunda benim hakkımda böyle bir, konuşma olduğunu bilmem gerektiğini; bu­nun için Sultan’ın korkusundan, çok üzüldüğünü yazdı. Onun Şafii mezhebinden utandığını ve her zaman bana dert yandığını bildiğimden, Maveraünnehirlile­rin Semerkant Sultaninin huzurunda vezirine Rafızî dedikleri kulağına  ulaşırsa  benim canıma hemen kıyar diye düşündüm. Hiç suçum olmadığı halde, isteksizce bu sözün Sultan’ın kulağına gitmemesi için  30.000 dinar harcadım.

***
(Devam edecek)