24.03.2008

Aydınlanma Konferansı'nda Oral Çalışlar

Oral Çalışlar’ın, siyasal islam’ın tehlikesi ve kadının kapatılması üzerine Mart 1997 tarihinde söyledikleri ile, Mart 2008'de, şimdi “Türkiye'yi AB’ye taşıyacak AKP” söylemleri arasındaki uyum-suzluğa yanıtı, kendi sorumluluk alanında bırakalım.

Konferanstaki konuşmasında, Muhammed öncesi ve dönemi hakkında verdiği bazı somut bilgilerin dışında, onun eski topluma ve eski toplumda kadına ilişkin yorumları tam bir kafa karışıklığı ve cahillik örnekleriyle doludur.

Okuyucunun da derhal görebileceği gibi, o, bir yanda, son derece etkili olan ve çocuğunun babasının kim olduğuna bizzat karar verici bir kadın tanımlamasını daha henüz yaparken, aynı zamanda o kadının zayıflığını göstermiş olduğunu sanmaktadır.

Mezopotamya toplumlarını eski Yunan edebiyatı ve kanunları üzerinden “barbar toplumlar” olarak tanıyan Batı uygarlığı, maalesef, etkilerini günümüze kadar taşıdığımız, “Mezopotamya’da kadının konumu” noktasındaki yanılgıların da, kaynağı olmuştur.

Oral Çalışlar da, erkeğin yasal evliliği ile başka kadınlarla cinsel ilişkisini birbirine karıştırdığı konuşmasında, kadının miras hakkının erkeğe göre "yarım pay" olmasını da, görüşlerinin doğrulanmasının kanıtı diye sunuyor.

Eski toplumda, diyelim ki Abraham’ın “karısı”, “yasal eşi” Sarah, bizzat kendisinin parasıyla satın alınmış bir cariyeyi,Hacer'i, kocasına sunduğunda, erkek egemenliğine teslim olmuş olmaz. Eski Ahit’teki tanıdığımız evliliklerin çoğunda, kadın, gerektiğinde kocasına sunmak üzere kendi cariyeleriyle birlikte gelin giderdi. En azından İsak ve Yakup’un karılarının Sara örneğini takip ettiklerini, cariyelerini “çocukları olsun diye” kocalarına bizzat sunduklarını biliyoruz. Bu kadınların hepsi de, Eski Ahit’te “kısırlık” çeken kadınlar olarak yansıtılmıştır ama, biliyoruz ki, bu sonraki bir uydurmadır ve kadının neden cariyeleri kocalarına sunduklarını açıklayabilmek için geliştirilmiş olmalıydı. Bunları “Sara’nın kısırlığı” falan bağıntısında genişçe ele almıştık: Sara, gelini Rebekka, ve Rebekka'nın gelinleri doğurgan olmayan anlamında "kısır" falan değil ; eski kanun metinlerinin "kocalarına cocuk vermeyen kutsal fahişe kadın" anlamında "kısır"dılar!

Kadın’ın miras payının olmaması veya erkeğe göre, yarım pay olması, eğer, kadının eski toplumdaki zayıflığının göstergesi olarak kabul edilirse, MÖ. 2000 ile Musevilerin Musa dönemine kadar geçen süre içindeki Mezopotamya topluluklarında “erkeğin de çok zayıf olduğu” sonucunu ilan etmek gerekir. Çünkü bu dönemin yazılı kayıtlarında, erkek çocuklar arasında da, ilk, büyük erkek oğul’un babasının mirasının iki payını, buna karşılık öteki erkek kardeşlerin ise, bunun yarısını aldıkları yazılı olarak mevcuttu ve miras paylaşım tabletlerinde de, somut olarak erkek oğullar arasındaki bu eşitsiz miras dağılım kurallarının uygulanmış olduğunu görmüştük.

Bay Çalışların konuşmasını dayandırdığı bu tür örnekler bile, onun, eski toplum hakkında ne kadar temelsiz savlara dayandığını göstermeye yeter.

Haksızlık etmemek için, ekleyelim ki, eski topluma ilişkin bu zayıflık sadece ona özgü değildir ve bütün “Aydınlanma Konferansı”nın katılımcılarında, değişik düzeyde, bu bilgisizliğin yansımalarını görüyoruz. Tam da bu nedenle, bu Konferans başarılı olamazdı, olamamıştır da zaten.

Küresel sermayenin “ulus devletleri” ve sınırlarını yıkma sürecinin öteki yüzünü, dini toplumların kuvvetlenmesi, güçlenmesi oluşturuyor. Aydınlanma Konferansı’nın kötü kaderi şuradadır ki, her şeyden önce dünyada böyle bir dinsel gelişmenin ekonomik ve sosyal temelerininin analizinden yoksun olarak işe başlamıştı..

“İlk büyük monoteizm elbette Yahudiliktir” gibi son derece ve ilkesel hatalı dogmalar üzerine yerleştirilen dar pozitivizmin İlhan Arsel türü sığ İslam eleştirmenliği kılavuzluğunda da, güya toplum “Aydınlanma”lıydı!

Biz, işin ters yüz olduğu kanısındayız: Toplumdan önce, katılımcıların kendilerinin “Aydınlanması”nın ne denli gerekli olduğu, içinden Ali Nesin, Oral Çalışlar gibi şahıslar çıkararak göstermiştir.

**

Oral Çalışlar

Gazeteci- Yazar

Konferanstaki Konuşması:

Türkiye'nin ilginç ve hepimizi endişelere sevk eden bir dönemden geçtiği koşullardayız. Bu koşullar yarınımızın ne olacağını bilmediğimiz ölçüde olumsuz bir şekilde sürüp, gidiyor. Bugün gazete manşetlerine baktığımız zaman, generallerin Refah-Yol koalisyonuna verdikleri ültimatomlar, onlar gerçekleştirecekler mi gerçekleştiremeyecekler mi sekiz yıllık eğitim başarabilecek mi başarılamazsa ya da yapılmak istenmezse bu hükümet tarafın askerler buna karşılık ne yapacaklar, bütün bu soruların hepsinin üzerinde soru işareti olduğu ve askeri darbenin açıktan tartışıldığı yeni dönemde yaşıyo­ruz . Ben askeri darbelerin sizler gibi çok cefasını çekmiş insan olarak yeniden askerlere müracaat etmek zorunda kalan bir üIkenin düşüneni olmaktan utandığımı belirtmek istiyorum. Yani Türkiye, siyasi islam'ın yarattığı kargaşa içine siyasi islam nedeniyle değil, siyasi islam'ın dışındaki etkenler nedeniyle geldi. İki askeri darbenin ilan edildiği günleri bilirler. Sözde irticaya karşı oldu­ğunu söyleyen generaller sonunda şu anda irtica adını verdikleri ne kadar ge­lişme varsa hepsinin altyapısını hazırlamışlar ve Türkiye'de aydınlığı savuna­bilecek ne kadar güç varsa onları da ezmişlerdir. Bugün eğer Türkiye, ciddi bir muhalefet potansiyeli yaratamadıysa, ciddi bir siyasi islam'a karşı, şeriata kar­şı, tutuculuğa karşı mücadele yürütemiyorsa, burada zaaf içindeyse; bunun en büyük nedenlerinden biri Türkiyede demokrasinin ortadan kaldırılmış olmasıdır. Ona karşı direnebilecek aydınlık bir kafa bırakmadılar. Her kafasını kaldı­ranı ezdiler. Daha sonra zorunlu din dersleri vs. Bütün bu bildiğimiz tablo bu şe­kilde ortaya çıktı. Bu nedenle ben, bundan sonra da Türkiye demokratikleştire­bilecek yegane gücün aydınlık kafalı insanlar olduğunu düşünüyorum. Bunu bir kere havale ederek, vekalet vererek yapmaya kalkışmanın bedelini çok acı ödedik. O acı ödediğimiz bedelleri işte sonunda oyları yüzde 22'lere ulaşan bir siyasi islamcı partinin birinci parti olmasını da beraberinde getirdi. Bu sözleri­mi vurgulayarak tebliğime başlamak istiyorum.

Şimdi benim konumun, tebliğimin konusu İslam'da kadın. İslam'da kadın me­selesine bakarken biraz islamiyetin ilk ortaya çıktığı koşullar ve özellikle islam'ın kadına yönelik hükümlerini ortaya çıktığı koşullara bakmakta yarar var diye dü­şünüyorum. Yani Hazreti Muhammed'in Allahın emirlerini tebliğ etmek amacıyla islam'ın yayılmaya başladığı dönemde nasıl bir toplumsal statü içinde yaşıyor­du.

Araplar ve bu- toplumsal statü Kuran'a yansıyan yeni bir düzenin altyapısını nasıl hazırladı. Şimdi islam öncesiyle ilgili islamcı kesimlerde cahiliye dönemi adı verilen bir dönemden söz edilir. Cahiliye dönemi, işte insanların son derece kö­tü koşullarda yaşadığı, kadınların çocukların kesilip çukurlara doldurulduğu dönem diye kaba olarak bir propaganda amacıyla anlatılır.

Kadınların hiçbir hak­kı yoktu. Ve islamiyet'in ilan edilmesiyle birlikte, islam hükümlerinin açıklanma­sıyla kadınların kazanması da beraberinde geldi derler. İşte biraz sonra sözünü edeceğimiz, miraslardan kadınların da pay alması, şahitliklerinin erkeklerin yarı­sı olarak kabul edilmesi, bir erkeğin dört kadınla evlenmesi gibi kadına yönelik hükümlerin hangi koşullarda ortaya çıktığı, bence islamcı kesimler tarafından yanlış şekilde aktarılmaktadır. Çünkü o dönemi gözden geçirdiğimiz ve tarihsel gerçekleri incelediğimiz zaman şununla karşılaşıyoruz. Birinci olarak Mekke çevresinde ticaretin geliştiği bir Arabistan var. 6. yüzyılda, özellikle Sasani-Bizans çekişmesinin çok yoğun olduğu Arabistan'ın kuzeyinde savaş ve çekişme var. ikisi birlikte zayıflıyor ve Arabistan'da yeni bir güç doğuyor bu koşullarda. Arabis­tan'da yeni doğan gücün esas altyapısını da işte bu Hindistan'dan gelen ticaret yolları, Baharat yolları ipek yolları dediğimiz yolları, Arapların yavaş yavaş inisi­yatif elde etmeleriyle şekilleniyor. Ve bu inisiyatifi ele geçiren güçlerin en önem­lileri Mekke tüccarları. Mekke tüccarları, Hindistan'dan malları alıyorlar ve daha kuzeye doğru ulaştırıyorlar. Bu durum, Arabistan'ın toplumsal altyapısında hızla değiştirici bir etki yapıyor. Nasıl yapıyor; ticaret şehirleşmeyi beraberinde mey­dana getiriyor.

Yani artık Mekke, Medine ve yerleşen, o civardaki su etrafında daha önce göçebe halinde yaşayan Araplar yavaş yavaş toprağa yerleşmeye, toprağa yerleşenler ise biraz daha şehir hayatına yönelik bir düzen içine girme­ye başlamışlardı. Yani Hz. Muhammed'in doğduğu koşullarda Arabistan'da ya­vaş yavaş toprağa yerleşen ticarete ilgi duyan, ticari bakımdan gelişen yeni bir sınıf ortaya çıkıyor. Bu süreç islamın kurallarını da gündeme getiriyor. Çünkü bundan önceki dönem ve hatta Hz. Muhammet döneminde de büyük ölçüde de­vam ediyor.

Yaşam daha çok kabile yaşamı ve kabile yaşamından da askeri güce daya­lı, cemaat toplumları var. Göçebeler halinde vahalarda yaşıyorlar ve bunlar bir­birlerine baskınlar düzenleyerek ve birbirini talan ederek yaşayan bir sistem içindeler, ticaretin gelişmesiyle birlikte bu bir değişme aşamasına geliyor ve ça­pulculuğa dayanan, yağmaya dayanan göçebe Arap kabileleri kendilerini de­ğiştirmeye başlıyorlar. Tabii bu inançlarda da değişikliklere neden oluyor, dü­şünce sisteminde de değişikliğe neden oluyor, gündelik hayatta da değişikliğe neden oluyor. Gündelik hayattaki yansıması, toprağa yerleşen ve şekillenen Araplar ev hayatına başlıyorlar. Ondan öncesi daha farklıydı. Kadınlar açısın­dan baktığımız zaman; kadınlar bu göçebe demokrasi dediğimiz, askeri dedi­ğimiz sistem içinde kabileler halinde yaşarlarken daha inisiyatifliydiler. Daha dı­şarıdalar ve daha hareketliler. Kadınların haklarına o dönem açısından bakar­sak daha özgür olduklarını söyleyebiliriz. Zaten bunu ahlaksızlık falan filan adı altında islamcılar da dile getiriyorlar. Mesela diyorlar ki: islam öncesi kadınla­rın çadırları oluyordu, istedikleri erkeği istedikleri gibi alıyorlardı, içeride bir er­kek varsa kapıya bayrak asıyorlardı. Oraya başka bir erkek gelmesin diye.

Be­nim kitaplarımda da alıntılarını yaptığım kaynaklar da şunu söylüyorlar, diyorlar ki : Çocuğun kimden olduğunun belirlenmesi için kadının sözü esas alınıyordu. Bu çocuğa şu erkekten sahip oldum diyor ve erkek çocuğu kabul etmek durumunda kalıyordu.

Böylesine bir sistem içinde yaşadığını iddia eden çok veriler var. Mesela Hamidullah'ın kitabında var. Aysbendi'nin birkaç tanesinde ör­nek belirtmek istiyorum, o dönemde İslamcı erkeklerin istediği kadınla evlen­mesi çok normaldi. Çünkü dört kadınla evlenmek ilk Arap sisteminde yalnızca köle olmayan kadınla evlenmek demekti. Fakat dört kadın yetmez ise o zaman köle cariyeler de alınabiliyordu. Bu ölçüde erkek egemen bir sistem içerisinde yaşanıyordu.

Yine iki kadının şahitliği, bir erkeğin şahitliğine eşittir. Mirastan erkek iki, ka­dın bir almalıdır gibi çok sistematik bir şekilde erkek egemendi. Açın bugün islamcıların kitaplarını -şimdi tabii milletin önüne çıktıkları zaman bunları inkar ediyorlar- Bekir Topaloğlu diye bir adam, profesör, "İslamda Kadın" kitabı, yük­sek islam enstitüsünde yirmi baskı yapmıştır. Kadınlara boşanma hakkının ve­rilmemesi üzerine psikoloji, sosyoloji bilimi üzerine yüz sayfalık gerekçe yaz­mıştır.

Abdullah Hükmil, yani tanınmış bir profesör ki EI Ezherin en önemli pro­fesörlerinden biridir. Neden çok kadınla evlenmenin yararlı olduğuna dair ciltler dolusu kitaplar yazmıştır. Ve bu kitaplarını Türkçe yazmışlar. Bunlar bir gün Ku­ranı Kerim üzerine yazılmış, orada kalmış değildir. Onları bugün almışlar ve ki­taplarında yayımlamışlardır. Abdurrahman Dilipak'ın kitabı kadın üzerine yazıl­mış. Dayak dahil hepsini savunmaktadır. Şimdi milletin önüne çıkıp hoşgörü üzerine söz ediyorlar. Benim kitabımda Dilipak'ın kitabından alıntılar var. Kadı­nı neden dövmek gerekli diye yazılmış, en az Türkiye'de yüz tane kitap vardır. Kadının kapatılması, kadının ikinci sınıf vatandaş haline döndürülmesi geri bir sistemin devamı için temel bir güvencedir. Özgür bir kadın; çalışma alanına çıkmış, siyaset alanına çıkmış, gündelik yaşama çıkmış kadındır. Bu bir toplu­mun özgürleşmesi demektir. Bunlar birbiriyle bire bir bağlantılıdır. Bunları söy­lememin nedeni, çevremde bunun birçok örneğini görüyor olmam ve tecrübe­lerimdir.

İsveç'te parlamentonun yüzde 41.8'i ve hükümetin yarısı kadındır. Dünya­nın gelişmiş ülkelerinden biridir İsveç. Dünyanın en gelişmiş ülkelerinde kadın­lar siyasi hayatta ve gündelik alanda çok etkindirler yani kadın ne kadar özgür­lük alanına çıkmışsa, toplum o kadar demokrasi ve özgürlüğe doğru ilerlemiş demektir. Şimdi bunlar da toplumu ne kadar geri tutabilirlerse o kadar iktidarda kalacaklarını biliyorlar ve bunu sağlamak için de en kolay yolu, yani kadını ez­mek ve özgürlük haklarını elinden almaktır. Önce kadını kapatmaktır. Taliban iktidara geldiği gün, niye kadının kapatıyor, çünkü onu yaptığı zaman, iktidarı­nı sürdürebilmesi zordur, özgür kadının olduğu yerde Taliban olmaz. Kadınla­rın özgür olduğu yerde, parlamentosunda yüzde 2.5 kadın olursa Türkiye siya­si islamı yaşar. Bunun tek çaresi ve ölçüsü vardır. Kadın siyasi hayatta ne kadar etkili olursa, gündelik hayatta ne kadar etkili olursa, bizim kurtuluşumuz da o kadar kolay olacaktır. Ama yalnızca siyasi İslamcıların değil, siyasi İslamcıların dışında erkeklerin de genel egemenlik felsefesidir. İşte bu genel egemenlik felsefesi, siyasi İslamın da alt yapısını hazırlamıştır. Bugünkü koşullarda bundan kurtularak mesele çözülecektir diyorum.

Teşekkür ederim.