25.03.2008

Aydınlanma Konferansı'nda Erol Sever

Aydınlanma Konferansı’nda, Kuran ile İnciller ve Tevrat arasında kısmen derinleştirilmiş bağıntılara yer veren az sayıdaki konuşma-yazılardan birisi Erol Sever’e ait.

Fakat Erol Sever de, konuya tipik ve dar "Batı Aydınlanmacılığı" temelinde yaklaşarak, eski toplumda gerçek insanın gerçek yaşam kurallarının dile getirilişi olarak şekillenmiş eski dinlerin bozulmuş anlatımı olan “Semavi dinlerin” bir “kurgu” olduğundan yola çıkmaktadır.

“Kurgu” ve “tasarım” sözcükleri, dinlerin düşünsel alanda bir “yaratım” olduğuna ait sözcüklerdir ve bu tarz bir incelemede, eski toplumdaki örgütlenme ve ilişki kurallarını hiçbir şekilde incelemeye gerek kalmadan, bir “din tanımlaması” yapmak mümkündür! Zaten günümüze değin de “dinler” bu şekilde incelenmeye çalışılmış ; diyelim ki, “İsa’nın nehirde vaftizi” ile eski toplumun “nehire kurban sunumu” arasında bir bağlantı kurmaya gerek kalmadan, “ İsacı su vaftizi”nin temelleri “kurgu”da, “tasarım”da , “beyin”lerde aranmaya çalışılmıştır.

Erol Sever’in konuşmasında dikkate alınmasında fayda olan bir nokta, “Yüceler topluluğu” ile ilgili olan bölümdür.

Daha önceki çalışmalarımızda “Yüce” ve “aşağı” kavramlarının erken yazıtlarda “Gök” ve “Yer”in ; “Yukarı” ve “Aşağı”nın, “Kuzey” ve “Güney”in bir anlatım biçimi olarak “Akad” ve “Sammaru” topluluklarını ve tapınım araçlarını ifade etmek üzere kullanılmasını ele almıştık. Dinsel terminoloji, erken Mezopotamya topluluklarının gerçek tarihçesinin iskeleti üzerine oturtularak yorumlanmaya başlandığında, derhal anlam kazanmaya ve bize tarihi çözümlemede yardımcı olmaya başlarlar.

Bütün dinsel edebiyatın içinde “Yer” ve “Gök”e bu denli vurgu yapılmasının ; İncillerde “İlk insan ve İkinci insan”ın ya “Yer”den veya “Gök”ten yaratılmış olmasının söylenmesinin nedenleri bunlardı. Gelişme içinde “Gök” Cennetlerin, Yer ise Cehennem’in karşılığı olarak da kullanılmış görünüyor. Fakat bu “Gök” tanımı biraz deşelenince, bilinen Gökyüzünü değil, basbayağı Mezopotamya’daki bazı gerçek bölgelerin tanımı olduğu açığa çıkıyordu. Bu bölgeler, İslami yazında “Ateşe, Güneşe, Şeytana” tapan toplulukların bölgeleriydi.

Kuran’ın anlatımına göre, “Adem”, “Toprak”tan yani erken terminolojiye göre, Mezopotamya’nın Güneyindeki bölgelerdeki topluluklar arasından, sonraki Asur’u oluşturacak ön topluluklar arasından “yaratılınca”, ona itiat etmeyi reddeden ve asi olan Şeytan’ın bu diklenmesi karşısında, Tanrı onu “ Yücelerden mi oldun?!” diye azarlamıştı. Bu kavram, tam tamına, “Gökyüzündekilerden mi, Kuzey bölgelerinde olanlardan mı oldun?” sorusuyla eşdeğerdi.

Gündelik deyimlerimizin “Yüce insan” ile “Aşağılık insan” kalıbının da dayandığı bu aynı önsel gelenektir ve bu kalıp deyimlerin başka hiçbir temeli yoktur.

Eski dinlerin bir tek “Adem”i bulunduğu yanılgısı temelinde “din tasarımları”nı inceleyenlerin bu nedenle işin içinden çıkmaları da olanaksızdır.

Tıpkı, konuşmasını daha sonra ele alacağımız Erdoğan Aydın’da olduğu gibi, onlar, tamamen hatalı temellerde aradıkları Din’lerin kaynaklarını açıklayamadıkları için, çözümü “hurafe”, “cehalet” yargılarında bulacaklardır.

Hurafe ve Cehalet etiketleri, eski dinlerin toplumsal temellerini tanımayan, kavrayamayan aydınların kendilerini rahatlatma araçları ve imdat sübaplarıdır.

***
Aslan Başer KAFAOĞLU:
-Sayın Erol Sever tebliğini sunmaya başlayacak.
Buyurun efendim.

-Erol Sever

Musevilik ve Elen-Batı Hıristiyanlığının peygamberlik tasarımları aynıdır; bu tasarım İsa'ya, Yeremya, Hoşea, Yoel gibi büyüklü küçüklü yazar peygamberlere ve onların görüşlerine dayanır. Batı düşüncesi binlerce yıllık ortak bir peygamberlik anlayışının etkisi çaltında olduğu için yalnız Musevilik ve Elen Hıristiyanlığı çerçevesi içindeki bir peygamberlik anlayışının doğru ve gerçek olduğunu kabul eder.

Samaritler, ilk Hıristiyanlar ve islam

Ancak Batı'nın eleştirel bir süzgeçten geçirmeden benimsediği bu anlayış bazı gerçeklere ters düşüyor. Örnek verecek olursak, İsa'dan önce bin yıllarında FiIistin'de Samaristan dağlarında yaşayan ve Yahve kültürüne karşı çıkan Samaritler'de de peygamberlik geleneği vardı. Samaritler'in ünlü peygamberleri Eli, 9. ve 3. yüzyıllar arasında, yazar peygamberler üzerinde eski İsrail'in Yahve kültürünü etkilemiş ve gelişmesine katkısı olmuştu. İbrani din adamları bu yazar peygamberi Eski Ahit'e almadılar, hatta varlığını bile yadsıma yoluna gittiler.

Bu arada Galile'nin Nasıra köyünde doğan İsa'nın da Samaritler'in komşusu olduğu ve bu halka sempatiyle yaklaştığını anımsamak gerekiyor. Ayrıca Sama­ritler de ilk Hıristiyan cemaatların sempatizanlarıydı. Habercilerin işleri'nde Sa­maritler, Hıristiyanlığa geçen ilk Yahudi olmayan halk olarak tanıtılır. Samarit­ler'in İsa'nın yaşadığı tarihlerde onu tanıdıkları ve Yahudiler'in İsa'ya Samarit diyerek sövdükleri de biliniyor. İlk ve erken Hıristiyanlık Eski Ahit'e ve eski Ahit peygamberlerine karşıydı. Werken, Hıristiyanlığın günümüzdeki uzantısı olan Süryani Hıristiyanlığı da bu eğilimi sürdürüyor.

Yeniden konumuza gelirsek, pey­gamber EIi'nin yadsınması karşıtını doğurdu. Bir yandan Samaritler öte yandan erken Hıristiyan cemaatlar da eski Ahit peygamberlerini duymamazlıktan geldiler.

Bütün bunlar ise ve ilk cemaatının da eski Ahit peygamberlerini kabul etme­diklerini, onların peygamberliklerinin yadsındığını gösteriyor. Hatta Elen Hıristiyanlığı da bu peygamberlere sıcak bakmıyordu. Buna karşın ilk Hıristiyan cemaatın ileride ne yeni Ahit-henüz tamamlandığı için- ne de eski Ahit vardı; söz ye­rindeyse bu ilk cemaatlar kitapsız topluluklardı. Ama bu gerçeğin yanı sıra yeni Ahit tamamlandıktan sonra bazı Musevi peygamberlerin sözlerinin bu kitaba alındığı da görülür. Örneğin Hanok'un kehaneti gibi. Yeni Ahit yazarları, yazar peygamberlerin işlerine gelen sözlerini aldılar. İlk Hıristiyan cemaatleri kıyamete ve yargı gününde ortaya çıkacak Mesih'in yani İsa'nın kendilerini kurtaracağına inanıyorlardı. İsa öncesi Mesihçilik, ifadesini İsa'da bulmuştu, bu nedenle eski İbrani peygamberlerin kıyamete ilişkin kehanetleri anlatıyor ve dinleniliyordu. Bu kehanetlerin bir kısmının yeni Ahit'e alınmasına şaşmamak gerekiyor.

Burada klasik peygamberlerin eski Doğu'nun emperyal köleci devletlerinin tektanrıcılığına karşı, kült merkezileşmesini savunduklarını ve de aşiret ve kalanların kan hukukuna dayalı Passah ritüellerine de karşı olduklarını belirlemek gerekiyor. Eski Ahit peygamberliği, Ortodoks yazar peygamberlik geleneğinin devamı olan Musevilik, Elen-Roma Hıristiyanlığı ile omuz omuza eski sematik halk dinlerine bağlı Samaritler'e, ilk Hıristiyanlara ve Süryani Hıristiyanlığına kar­şıydı.

Muhammed'in peygamberliği ve Muhammed sonrası İslam'ın içinde ki bilgile­ri çarpıtarak gerçekleri unutturduğu Kuran da eski Ahit'in temsil ettiği din ve teoloji geleneği içinde yer alıyor. Öyle ki Muhammed'in peygamberliğini açıkladığı ilk dönemde Museviler bu yeni peygamberi ve çevresindekileri Samaritler san­mışlardı. Kuşkusuz bu yargı bilinçli bir yanıltma çabası olmasa bile bilgisizlikten kaynaklanıyordu.

Öte yandan İslam, eski Ahit'in klasik peygamberlerini kabul etmediği için bazı Batılı ilahiyatçılar İslam'da Samaritçilik etkisinin olduğunu ileri sürdüler. Aslın­da Muhammed'in eski Ahi peygamberlerine karşı olması ve Kuran'da daha önce gördüğümüz gibi melek öğretisinin ve inancının yer alması gibi olgular, Muham­med'in Süryani Hıristiyanlığı ve İslam arasındaki ortak noktalardan biri eski Ahit peygamberlerini Elia dışında reddetmektir. İslam'ın bu ret cephesinde yer alma­sına rağmen, Kuran'daki peygamberlik düşüncesi, doğrudan ilk Hıristiyanlık ve Süryani Hıristiyanlığından alınmıştır. Samaritçilik ile ilişkisinin olmadığı açık se­çik görülmektedir. Şimdi bu paradoks gibi görünen gerçeği ele alacağız.

Peygamber Elia
Samaritler eski Ahit'in bütün peygamberlerine, ayrıca Natan, Elia ve Elisa gi­bi coşkulu denilen peygamberlere karşı düşmanca bir tutumla yaklaşıyorlardı. Buna karşın, Elia'nın Kuran'da olumlu ve saygın bir yeri olduğu gibi yeni Ahit'te ve İsa'nın çevresinde de olumlu bir yeri vardı. Bu genel görünüş Kuran ve İs­lam'daki peygamberlik öğretisinin ilk Hıristiyanlık anlayışı ile çok sıkı bağları ol­duğunu da gösteriyor.

İsa, teyzesinin oğlu vaftizci Yuhanna'yı "peygamberden de üstün bir peygam­ber" olarak nitelendiriyordu. Vaftizci Yuhanna İsa'ya Mesih'in kurtarıcının yolunu açan bir melekti. İsa bu melek ve peygamber vaftizci Yuhanna'yı, yargı gününü bekleyen dünyaya gelen Elia olarak görüyordu. İsa, kral Herodes tarafından sor­guya çekilirken, kendisinin kellesi kesilen vaftizci Yuhanna olduğunu veya pey­gamber Elia'nın yeniden bedenleşen ruhu olduğunu söylemişti.

Bu örnekle göstermek istediğimiz, İsa'nın ruh göçüne inanması değil, ölü­münden sonra tanrı ve peygamber ilan edilen bir kişinin yaşamının son günlerin­de bile Elia'ya gösterdiği saygıdır. Öte yandan, peygamberliğin köklerinin Muse­vilik'te olduğu ve Hıristiyanlığı kuran isa'nın Musevi olması, ayrıca semitik is­lam'ı kuran Arap peygamberi Muhammed'in son peygamber olduğunu ilan ede­rek, bu eski sematik peygamberlik geleneğine son vermesi de bu geleneğin çok eskilere dayandığını gösteriyor. Sematik peygamberlik geleneği, yine sematik bir peygamber tarafından sona erdiriliyor.

Eski Musevi-Hıristiyan din ortaklığı ve ortak doğmalar kuşkusuz ortadan kalk­madı. Burada ilginç bir din olan Nusayriliğe kısaca değinmek istiyoruz. Nusayri­ler bu her iki dinin ortak yanlarını bir araya getirerek yeni bir din olan Nusayriliği kurdular. Nusayrilik sematik ilk Hıristiyanlık ilkelerinin Musevilik ile ortak yanlarını bir araya getirmiştir. İslam'ın geliştiği 8. 10. yıllarda ortaya çıkan Nusayrilik di­nin en önemli ilkelerinden biri tenasüh denilen ruh göçüne inanılmasıdır. Ancak bu ruh göçü yalnız peygamberler ve son imam sıfatıyla gelecek olan Mesih/ Meh­di içindir.

Peygamberlerin ruh göçü yalnız Şii imam öğretisinde değil, kapalı bir tarzda Sünni İslam'da da var. Ruh göçü inancı bir yandan insana duyulan saygıyı, öte yandan melek inancının sürmesini gösteriyor. İslam'da bütün peygamberlerin bi­rer melek olduğuna inanılması da aynı melek inancının bir sonucu olarak ortaya çıkıyor. İslam inancına göre 124.000 peygamber ve aynı sayıda melek var.

Kuran'da aktarılan Muhammed'in bir gece Küdüs'e gitmesi, peygamberlerin aynı zamanda birer melek olması anlamına geliyor. Ayrıca bütün peygamberle­rin, yani 124.000 peygamberin de birer melek olduğu vurgulanıyor.

Bazı Batılı ilahiyatçılar ancak Muhammed'in ölümünden sonra eski Hıristi­yanlığın İslam teolojisi içine alındığını iddia ediyorlar. Bu yanlış görüşün temsil­cileri arasında Ignaz Goldziher, Theodor Nöldeke gibi ilahiyatçllar da var. Bu ila­hiyatçılar esas olarak erken Hıristiyan melek ve peygamberlik tasarımlarının, Muhammed'in ölümünden sonra İslam'a geçtiğini söylüyorlar ve iddialarını, Mu­hammed'in zamanında yazılan Kuran'da, örneğin melek öğretisinin bulunmadı­ğına dayandırmak istiyorlar. Elimizdeki tahrifata uğramış Kuran'dan hareket et­sek bile Muhammed zamanında yazılan Kuran'da melek öğretisinin varlığı rahat­ça kanıtlanabilir.

Muhammed'in son sözleri
Şimdi Muhammed'in son sözleri üzerinde duracağız ve peygamberin ölüme yaklaştığı son anlarında bile erken Hıristiyan melek ve peygamberlik tasarımla­rına bağlı kaldığını göstereceğiz.

Muhammed'in yaşadığı zaman dilimi içindeki görüşleri, İsa'nın görüşleriyle koşutluk içindeydi. Kuşkusuz bu olgu Muham­med'in peygamberliğinden ve İslam'ı kurmasından önce Hıristiyan bir çevrede yaşamasından. Ancak insan İsa’nın ölümünden önce ve sonra melek olması da Muhammed'in savunduğu bir görüştür.

Muhammed'in son sözlerini eşi Ayşe'nin aktarımlarından öğreniyoruz. Ayşe; ateşler içinde yatan, ölümcül hasta Muhammed'e böylesi durumlarda olduğu gi­bi bu hastalık da geçer, sen de kurtulursun gibilerden temennilerde bulunuyor­du. Buna karşın Muhammed "hayır, daha ziyade yüce topluluk" diyordu. İslam geleneğinde Muhammed'in bu son sözlerinin çeşitli yorumları yapıldı.

Muham­med “yüce topluluk veya cemaat” diyerek, hiç kuşkusuz kendi İslam cemaatini kastediyordu, denildi. Ama burada Muhammed'in “yüce topluluk” sözüyle melek­leri, onların topluluğunu işaret ettiği anlaşılıyor. Ayrıca bazı İslam ilahiyatçıları da bunu savunuyorlar.

Muhammed'in son sözlerinin Arapça özgün versiyonuna ba­kalım: "Bal ar-rafik al-a’la". İlahiyatçı Hans Wehr bir Kuran kavramı olan al-ma- la’ al-a’la kavramının anlamının yüce melekler topluluğu olduğuna işaret ediyor ve Kuran'daki yeri gösteriyor. Daha sonra yüce melekler topluluğu ile yüce top­luluğun birbirlerinin sinonimi olduğunu belirtiyor. Böylece Muhammed'in ölümü­nün yaklaştığını anladığını ve son istediğinin yüce meleklerin arasına katılmak olduğu belli oluyor.

Burada yeniden erken Hıristiyan geleneğine ve Kuran'daki melek inancına değineceğiz. İsa'da erken Hıristiyanlık ve Kuran öğretisine göre rabbaniyum/ egemen melekler ve mukarrabun/ tanrıya yakın melekler'in arasındaydı. Muhammed'in erken Hıristiyanlık öğretisi kaynaklı son isteği, yüce melekler ve peygamberler arasına katılmak ve melek İsa'nın topluluğunun bir üyesi olmak­tan başka bir şey değildi.

Muhammed, melekler ve peygamberler
Öte yandan Muhammed'in son sözleriyle belirttiği, yüce melekler topluluğuna katılmaktan başka bir şey istememesi, aynı zamanda Muhammed'in kendisini yüce melekler topluluğunun bir üyesi ve 124. 000 peygamberden biri olarak gör­mesi gerçeğini de yansıtıyor. Öte yandan, sure 3,80'de "ve size: Melekleri ve peygamberler ilahlar edinin, diyemez" deniliyordu. Burada da Muhammed'in tanrı kavramını, melek ve peygamberlerden ayırdığını melek ve peygamber öğ­retisine inandığını görüyoruz.

Sure 17'nin birinci ayetinde, bilindiği gibi Muhammed'in gece gezisi yoluyla, daha önceden de var olduğunu göstermesi bakımından önemli. Çünkü peygam­ber ve meleklerin ruhlarının göçü inancı hüküm sürüyordu. Yine sure 17'nin 93. ayetinde, kimilerinin Muhammed'in "göğe çıktığına asla inanmayız" dedikleri ile­tiliyor ve Muhammed de "Rabbimi tenzih ederim. Ben sadece beşeri bir elçiyim" diyor. Daha sonraki ayetler önemli olduğu için şimdi bu üç ayeti aşağıya alıyo­ruz.

Sure 17, 94. “Zaten kendilerine hidayet rehberi geldiğinde, insanların (buna) inanmalarını sırf, Allah, peygamber olarak bir beşeri mi gönderdi demeleri en­gellenmiştir.”

Sure 17, 96: “De ki: Benimle sizin aranızda gerçek şahit olarak Allah kafidir. Zira o, kullarını hakikaten bilip görmektedir.”

Burada Muhammed'in ve onu eleştirenlerin, Musevilik ve erken Hıristiyanlık melek öğretisi çerçevesi içinde düşündüklerini görüyoruz ve Muhammed de bu çerçeve içinde düşündüklerini görüyoruz ve Muhammed de bu çerçeve içinde kendini koruyor. insan olmasına rağmen özel, yüce bir varlığın-tanrının-elçisi ol­duğunu melekler gibi (Sure 17-1) gökyüzünde dolaştığını savunuyor, ama bunu kanıtlayamayacağını; çünkü meleklerin her gün yeryüzünde gezip dolaşan me­lekler olmadığını (17,95) gerekçe gösteriyor. Sure 17, 100-1 05'te de Musa'nın gösterdiği mucizelere rağmen, kendisine inanmayanlarla karşılaştığı örnek veri­liyor.

Muhammed, Sure 6'da peygamberliğini savunmaktadır. Bu surede, İsa'nın peygamberliği örnek gösterilerek, aslında eski Ahit'in Musevi peygamberlerinin ve İsa'nın peygamberliğinin savunulduğu ve bu yolla Muhammed'in kendi pey­gamberliğini savunduğu görülüyor.Muhammed bu surede eski Ahit'in peygam­berlik öğretisini ve kendi peygamberliğini uyguluyor.

Sure 6 ve sure 17 arasında bu soruna ilişkin koşulluk var. Bu surelerde "Yü­ce varlığın (tanrının, ES) meleklerinin aynı zamanda egemen melekler/ rabbaniyum ve tanrıya yakın melekleri mukarrabun olmalarına vurgu yapılıyor. Muham­med sure 17-1 'deki duygusal sözler, tanrının rahmet hazinesine sahip olduğunu ve bu hazineden harcadığını açıklıyor.

Arkasından sure 6-50'de kurnazlığa baş­vurarak, diplomatik savunmaya geçiyor ve tanrının hazinelerinin kendi yanında olmadığını söylüyor ve saklı bir hazine varsa da yerini bilmediğini ekliyor. Ayrıca "ben melek olmadığımı söylüyorum"dur, ama Muhammed ilkini yeğlemiş, bu ilk yanıtta kendisinin melek olduğunu söylemesi, ifadenin veya tümcenin içinde saklı duruyor.

Muhammed, tanrının elçisinin melek nitelikli olduğunu kabul etmektedir ve bu melek niteliği saklıdır, ancak bazı ayetlerde, yine saklı olarak dışa vurulur. Mu­hammed bu tutumuyla Hıristiyan karşıtlarına yargı gününe kadar kapıları açık tutmak, Hıristiyanları İslam'a döndürmek istemiştir. Ancak yargı gününde bu sır ortaya çıkacak ve Muhammed'in aynı zamanda melek olduğu anlaşılacaktır.

Muhammed'in melek peygamber inancı, Muhammed sonrası bir geleneğin ürünü değildir. Muhammed kendini İsa ile aynı kefeye koymaktaydı. İkisi de pey­gamberdi; İsa'nın melek niteliği olduğuna göre Peygamber Muhammed'in de ay­nı niteliğe sahip olması doğaldı. Hem İsa hem Muhammed, Musevilik geleneğin­den geldikleri ve ayrıca Muhammed tanrının elçisi olduğunu ilan etmeden önce Hıristiyanlık üzerine geniş bilgisi olduğu için bu inancın kökeni daha açıklık ka­zanıyor. Böylece bir paradoks gibi görünen gerçek de ortaya çıkmış oluyor. Bu gerçek Muhammed’in, İsa'nın düşüncesini ve peygamberliğini çok iyi bilmesinde yatmaktadır.

Nuru Muhammed
Muhammed'in peygamberlik ve meleklik tasarımı ile Musevilik ve erken Hıris­tiyanlığın melek ve peygamberlik öğretisi arasındaki sıkı bağları incelediğimiz bu bölüme, Hıristiyanlık ve İslam tasarımlarını birbirine bağlayan önemli bir özelliğe değinerek son vermek istiyoruz. Bu özellik Nuru Muhammed denilen Muham­med veya peygamber ışığıdır. Ayrıca peygamber ışığı bağlamında Musa, Elia ve İsa'nın açıklamalarına da göz atacağız. İslam'ın peygamberlik inancında, Mu­hammed'in selefIerini ve haleflerini aydınlatan peygamber ışığı öğretisinin önem­li bir yer tutmasına rağmen, bu inanç yeterli bir biçimde incelenmemiştir. Bu ışı­ğın aydınlattığı Muhammed'in selefleri ilk insan olan Adem'e kadar, halefleri ise son insana kadar uzanır.

Biz burada nuru Muhammed denilen bu peygamber ışığı inancının ilk İnciI­ler'de de yer alan Musevilik ve erken Hıristiyanlık geleneklerindeki melek Mesih inançlarıyla bağlarını ortaya çıkarmak istiyoruz.

İsa'nın ilk Musevi-Hıristiyan cemaatının İsa Mesih kavramı, İsa Mesih eşittir yeni Musa biçiminde formüle edilebilir. Bu formülasyon yeni Ahit’te, özellikle Mat­ta incili'nde Musevi-Hıristiyan kimliği söz konusu olunca Mesih eşittir Musa biçi­minde ifade ediliyor. Dört İncil arasında Markos İncili'nin yanı sıra, özellikle Mat­ta incili, Hıristiyanlık üzerine en eski tarihi bilgileri içeriyor; öte yandan Kuran te­olojisi bilindiği gibi açıkça Musevilik'ten gelen ilk Musevi-Hıristiyan cemaatının geliştirdiği erken Hıristiyan teolojisinden ve özellikle ilk İncil olan Matta inci­Ii'nden etkilenmiştir. İslam uzmanları da bu gerçeğin altını sık sık çizerler. Yalnız bu gerçeğin karşısında bir olumsuzluk örneği diyebileceğimiz bir olgu var. Ele­nist sır kültürünün etkisi altında yazılmış olan Yuhanna İncili'ni savunanlar, Mesih eşittir Musa formülasyonu ile sık sık polemiğe girmiştir.

Genel çizgilerini çizdiğimiz bu geleneksel fonun önündeki üç İncil'de yer alan vahiy sahnelerine bakalım. İsa, Musa ve Elia ile buluşmak için yüksek bir dağa çıkar; yanında Petros, Yakup ve Yuhanna vardır. Sonra "onların gözü önünde görünüşü değişti, yüzü güneş gibi parladı. Giysileri de ışık gibi akpak oldu."

Ortalığın ışıklamasıyla birlikte, ansızın diğer iki peygamber, Musa ve Elia da görünürler. Onlar öte yandan, ışıklı dünyadan gelmektedirler ve bu nedenle İncil tarihinde bu iki peygamber ışığın görünüşüyle karakterize edilir.

En eski Matta ve Markos İncilleri'nde Musa, Elia ve İsa arasında ayrıntılı bir ilişki kurularak, bir de Elia eşittir Yuhanna formülasyonu kurulmuştur. Bu ilişki üzerine yeni Ahit'te yapılan açıklama, ancak Musevi ve erken Hıristiyan melek peygamber ve melek Mesih inancı ile birlikte ele alınırsa anlaşılabilir. Bu pey­gamberler gittikleri yere ışık taşıyorlardı; çünkü Semavi meleklerdi. Ayrıca var oluşlarından önceki ve sonraki kimlikleri birleşmişti; aynıydı, Kuran'daki melek öğretisi sistematiğinin önemini belirtmek gerekirse, İsa'nın, yani meleğin yalnız görüntüsünün çarmıha çakıldığı veya görünüşünün acı çekerek, çarmıhta canı­nı verdiği ve sonra mucizevi bir tarzda göğe uçtuğu inancı, Kuran'daki melek inancının kökeninin İncil'de aramak gerektiğini gösteriyor ve aralarında bir bağ­lantı da var.

İsa'ya görünen bu ışık, aynı zamanda Mesih sırrının da bir parçasıdır ve in­san İsa'nın melek niteliğini değil, var oluşundan sonraki melek niteliğini gösterir. Bu inanca göre İsa dünyevi ölümünden sonra tanrının melekleri arasına karışa­caktı. İsa var oluşundan önce melek niteliği taşıdığı inancına karşıydı.

İsa'nın bu konudaki çekingen tavrının aynısını, Muhammed'in var oluş öncesinde ve sonrasındaki melek peygamberliği ve Muhammed'in açıkladığı ışık görüntüsü tartışılıyordu; bazıları inanıyor, bazıları inanmıyordu. Yalnız Muham­med'in yaşadığı geleneklerine göre mucizevi bir tarzda göğe çıkmaları önemli. Çünkü bu üçünün bir arada olması, her üçünün de melek olduğunu gösteriyor. Dünyaya indikleri zaman ışık samaları bir ışık huzmesi içinde yeryüzüne inme­leri bu melek inancını güçlendiriyor.

Yeni Ahit'teki görünme sahnesi ile İslam'daki Nuru Muhammed inancı arasın­daki açık bağlantı, İsa'nın kendi Mesih niteliğini gizlemeye çabalaması ve Mu­hammed'in melek peygamberliğini açık bir biçimde açıklamaması, tersine bu inancı denek tahtası olarak değerlendirmesi arasındaki koşutlukta kendini gösteriyor. Hiç kuşkusuz Matta ve Markos İncilleri'ndeki İsa'nın Musa ve Elia ile bir arada görünmesi, İsa'nın ışık ve peygamberler kaybolduktan sonra müridlerine bu olayı başkalarına anlatmalarını yasaklaması da bunu gösteriyor. İsa bu yasaklamayı “insanoğlu ölüler arasından dirilinceye dek bu görmeyi, hiç kimseye anlatmayın” diyerek sınırlamıştır yani İsa sonunda, gerçekten semavi melek, tanrının yüce katındaki melek isa oluncaya kadar ki dönemde yandaşları ve ba­zı müminler onun çevresine bir ışığın sardığını görmüşlerdi. Daha sonraları, özellikle Şii peygamberlik inancında, bu peygamber ışığı teolojik bir tasarım oluşturmuştur. Şii peygamberlik ve inanç öğretisi, ilk ve erken Hıristiyanlığın me­lek peygamberlik ve melek Mesih öğretisini üstlenmiş, geliştirmiş ve sürdürmüş­tür.

Sure 3,79 ve 4,71 'de erken Hıristiyan melek peygamber ve melek Mesih öğ­retisi ile Muhammed'in melek peygamber ve kurtarıcı melek arasındaki sıkı bağ­lantı görülebilir. Muhammed'in ölümünden sonra anlaşılır pratik nedenlerle, er­ken İslam döneminin en önemli evresinde Muhammed'in Kuran'ı teoloji bilgileri yetersiz ve halifelerin buyruklarına itaat eden ilahiyatçılar tarafından tahrif edildi; tanınmaz bir duruma sokuldu. Hiç kuşkusuz özellikle Muhammed'in erken Hıris­tiyan teolojik düşüncesi ve tasarımının anlaşılmaz bir duruma gelmesi için gere­ken her şey yapıldı. Kuran'daki bu tahrifat, ancak kitabın içindeki metinleri yeni­den kurgusuyla ve erken Hıristiyanlık ve İsa üzerine yeterli bilgilerin yardımıyla incelenebiliyor ve yeni yorumlar yapılıyor.

Özetle İslam'ı kuran Muhammed'in İsa ve erken Hıristiyanlık, Hıristiyan teo­lojisinin kurumlaşması ve gelişmesi üzerine yeterli bilgiye ve birikime sahip oldu­ğu kesinlikle anlaşılıyor. Muhammed aslında Elen-Satı Hıristiyanlığının küresel çıkarları uğruna bir kenara itilen erken Hıristiyanlığın İsa ve peygamberlik tasa­rımının en bilgili temsilcisiydi. Satı Hıristiyanlığının bilinçli olarak üstünü kapattı­ğı, çağdaş Doğu ilahiyatçılarının da yeterli önemi vermeyerek, yan çizdikleri ger­çek de budur.
Teşekkür ederim.