17.09.2013

Muazzez İlmiye Çığ'ın Hataları...


Muazzez İlmiye Çığ'ın adı, ne yazık ki Mezopotamya tarihçiliğinden, basit bir Türkçülüğe dönüşen sıradan kısırlaşmanın adı olarak anılacak...


--------------

Muazzez İlmiye Çığ'ın Yargılanması

Ağustos 2006

Gazete haberlerinden öğrendiğime göre, Sayın Muazzez İlmiye Çığ ve kitabının yayıncısı hakkında bir dava açılmış. Bunun ilk duruşması 1 Kasım'da yapılacakmış.


Sayın Çığ, eski Mezopotamya toplumlarının, özel olarak “Sümer” adı verilen ve bütün insanlık tarihinde büyük yeri olan bir toplumun tanınması yolundaki çabalarıyla çok değerli bir bilim insanıdır. Çalışmalarını ve konuyla ilgili düşüncelerini yayınlamış olması, düşünce dünyamız için bir kayıp değil, kazançtır. Binlerce okur, onun çalışmalarından yararlanmış, bilgilerini geliştirmiştir.


Doğal olarak, Sayın Çığ’ın, yaptığı çalışmalarda varmış olduğu sonuçlara, yargılara, bütünüyle doğru imiş gibi yaklaşamayız. Eski toplumun değerlendirilmesine ilişkin konularda, eserlerinde ciddi yanılgılar, eksiklikler de bulunmaktadır. Buna karşılık o,bu alanda çalışan bir dizi uzmanın yapmadığı bir şeyi, geçmişle günümüz toplumları arasında var olan bağları kurmaya, bunları göstermeye çabalamıştır. Koca bir ömre sığdırmaya çalıştığı bu çabaları her zaman takdirle anılacaktır.


Ben, Sayın Çığ’ın, eski toplumda "baş örtmek" ve kutsal genel fahişelik ile günümüzdeki İslamın türbanı arasında kurmuş olduğu çıkarsamalar veya paralelliklerin bir bölümüne katılmıyorum.

Her şeyden önce, bu noktada, Sümer adı verilenler ile Asur'luların uygulaması arasında temel bir fark bulunmaktadır. Sümer adı verilenlerde ve onlara bağlanan dini eğilimlerde, kadın dini görevlilerin baş örtmesi ve özel giysi türleri bulunuyordu. Dinsel görevli kadınların baş örtme ve özel giysi gelenekleri, erken dönemin kutsal fahişelik dönemlerine değin uzanmaktadır. Bu durumda demek ki bu toplumlarda, aynı zamanda tapınak fahişeliği de yapan kadınlar dışındakiler için, özel bir baş örtme geleneği bulunmuyor olmalıydı ki, dinsel görevli olmayan Musevi veya Hıristiyan kadınların ve-ya evlenmemiş kızların başlarını örtmeyen bir geleneğe dayanmaları bu nokta ile ilişkili olmalıdır.


Buna karşılık, çeşitli yanlarını incelediğimiz Assur yasalarında, yukarıdakinin tam tersi olan bir kural bulunuyordu: Fahişe başını örtemezdi, kutsal fahişenin başı mutlaka açık olmalıydı. Assur yasaları, -2. binli yıllardan itibaren, kutsal fahişe olmayan kadınlarını ve genç kızlarını örtünmeye zorlamaktadır. Örtünme, bu toplumda fahişe olan kadınla fahişe olmayan kadının bir tanınma biçimi olarak daha kati kurallar temelinde kullanılmaya başlanmaktadır.


Kadınların örtünmesiyle ilgili olarak Muhammed'in devralıp sürdürdüğü gelenek işte bu Assur geleneğidir. Kuran’da, kadının "ayağını yere vurmaması" gibi kurallarla desteklenerek yaygınlaştırılan örtünme geleneği, demek ki Muhammed’den bin- bin beş yüz yıl daha eski bir geleneğin devamıydı.


Hiçbir eski toplumsal kurum veya gelenek, sonraki dönemde, başlangıçtaki anlamları sürdürecek diye bir kural yok. Hatta tam tersine. Bütün eski kurumlar, bozularak, anlam kaybı ve kazanması süreci geçirerek günümüze ulaşırlar. Böyle bir durumda Sayın M. İlmiye Çığ'ın "camilerde kutsal kadınlık yapılması”na yönelik vargıları, çok aşırı zorlamalar içermektedir.

Türkiye’de laik kesimlerde, bunların aydın bölümünde, dine karşı mücadeleyi İslama karşı mücadele olarak; İslam’a karşı mücadeleyi ise gerekmeyen bir zeminde sürdürmek gibi bir gelenek bulunuyor. Sayın Çığ’ın sözlerinde de bu özelliği görüyoruz. Oysa dine karşı mücadele sadece 'İslamla cebelleşme' olmadığı gibi, “yaratıcı Tanrı” fikri yanlışına karşı, sansasyonel ve provokatif olmayan, eğitici; kısa süreli 'üstün gelme' hedefleriyle yaralanmamış, bilimsel zeminden ayrılmamaya özen gösteren sabırlı bir çalışma olarak ele alınmalıdır.

Konumuza bu bakımlardan yaklaştığımızda, Sayın Çığ'la aramda büyük yöntem ve içeriksel farklar bulunmaktadır. Bununla birlikte, düşünce açıklamaktan başka bir şey olmayan bir kitap nedeniyle onun yargılanmasına tam bir kesinlikle karşıyım. Bu Türkiye’deki adalet ayıplarından bir yenisi olacaktır.


Konuya, hiçbir şekilde onun "92 yaşında" olup olmaması bakımından yaklaşamayız. Radikal’de yazan T.Alkan, sayın M.İ Çığ'ın yargılanmasına karşı çıkmak gibi güzel bir tutum almakla birlikte, sorunu 'yaş’lılık, 'Sümerler üzerine söylenmiş sözler' gibi alanlara çekerek faydacı, geçiştirici bir tutum ortaya koyuyor. Bu doğru değildir.


Sayın Çığ'ın yargılanması, düşüncenin açıklanmasına yöneliktir. Onun açıklamalarının, şimdiki yasaların bazılarına göre belki 'suç' oluşturduğu varsayılıyor. Düşüncenin açıklanması, sadece 'doğru','yararlı' olduğu varsayılan türdeki düşüncelerle ilgili olamaz! Tam tersine. Düşünce hürriyeti, 'yanlış', 'hatalı' olduğu varsayılan düşüncelerin açıklanma hakkını güvence altına almak demektir.

Sayın Çığ’ın, düşüncesi nedeniyle yargılanması yeni bir adalet ayıbıdır.

Bu ayıplardan kurtulalım artık!


Safa Kaçmaz


                                    Muazzez İlmiye Çığ'ın Yargılanması

                                                                http://toplumvetarih.blogcu.com/.../569991



Hem de "Sümerliler, Türklerin Bir Kolu"!

SÜMERLİLER TÜRKLERİN BİR KOLUDUR

SÜMER-TÜRK BAĞLANTILARI...

Şu anda çok mutluyum, yukarıda adını yazdığım kitabın son noktasını koydum ve
böylece Sümer çalışmalarının sonunu getirerek bu konuyu kapatıyorum.
Yapılan bu çalışma ile ölümsüz Atatürk’ümüzün kanıtlanmasını istediği Sümerlilerin Türk olup olmadığı konusu bana göre bir sonuca bağlanarak  Orta Asya’dan Mezopotamya’ya geldikleri ve Türklerin bir kolu kanıtlandı.

1850 yıllarından sonra Sümer yazıları ve dilleri çözülmeye başlayınca,bu dilin 
Ural-Altay dil grubundan olduğu onların Orta Asya’dan göç etmiş olacakları söyleniyordu.

Daha sonraları Türklere benzediğini söyleyenler oldu.
Şu son zamanlarda ise gerek Avrupa, gerek Amerika’da bu dilin ölü veya diri hiçbir dile benzemediği savı ortaya atıldı.

Halbuki gerek Türkiye’de, gerek Türkmenistan, Azerbaycan, Özbekistan, İran’da yapılan Sümer dili ile Türk dili karşılaştırmalarında aynı kökten pek çok kelimeler bulundu.

Bunlara bir de topladığım kültür bağları olan Arkeolojik buluntular, yer adları, Sümerlilerin kendilerine verdikleri adlar, destanlar, efsaneler, geleneklerdeki bağlantıları kapsayan bu son kitapla Sümerlilerin vaktiyle Türklerin bir kolu olduğunu
bilimsel bir güvenle söyleyebileceğiz.

Muazzez İlmiye ÇIĞ
19 Şubat 2013

                        



 Sayın Muazzez İlmiye Çığ'ın, "Sakal-ı Şerif" üzerine yazısı ve onun eleştirisi...

         MEMLEKETİ AYAĞA KALDIRAN SAKAL-I ŞERİF HAKKINDA

Gazetelerde, TV’lerde bir SAKAL davası sürüp gidiyor. 21. yüzyılda halâ Devletimizin Başbakanından Kültür Bakanına kadar ilk çağın insanları gibi totem peşinde koşuyoruz.

Bunu önlemek için Hz. Muhammet “Ya Rab, benim eşyalarımı tapınak vasıtası yapma” demiş. Bu hadis, Peygamberin ağzından çıktığını bütün hadisçilerin kabul ettikleri 17 hadisten biridir. Bu sözü söyleyen Hz.Muhammet traş olurken kıllarını toplattırır mıydı? Dünyada yüzlerce “Sakal-ı Şerif” diye tanımlanan kıl var. Hepsi uydurma.

Topkapı Sarayı Müzesi’ndeki "Kutsal Emanetler" diye saklanan bir çok eşya onun bunun saraya bahşiş almak için getirdikleri nesneler.

“Fatima Anamızın Seccadesi” denen seccade 17. asır halısı.

“Peygamberin Teyemmüm Taşı” olarak saklanan bir Asur tableti.

Buna benzer daha bir çokları. Bunları bir kitap halinde toplayan ilk Müze Müdürü Tahsin Öz’ün 1953 yılında basılan kitabı, ne yazık ki, zamanın devleti tarafından hemen toplattırıldı.O günden bugüne ülkeyi aynı kafada olanlar idare etti. Uydurulmuş şeylere inanmak, doğruları araştırmaktan daha kolay geliyor insanımıza.

Bu sakal olayı bana başka bir olayı hatırlattı.

1970-78 yılları arasında eşim Kemal Çığ, Topkapı Sarayı Müzesi müdürü idi. Daha önce de müdür yardımcısı, kitaplık şefi olarak 1944 yılından beri çalışıyordu müzede.

Müdürlüğü esnasında o zamanın Diyanet İşleri Başkanı Lütfü Doğan Kutsal Emanetleri ziyaret etmek için randevu istiyor. Kemal Çığ gazetecileri getirmemek koşulu ile halka kapalı olan bir günde randevuyu veriyor. Kararlaştırılan günde büyük bir cemaat akın ediyor Kutsal Emanetler salonuna. Peygamberin hırkası olarak tanımlanan hırka çıkarılıyor. Gelenler büyük bir huşu içinde dualara, kuran okumalara başlıyorlar ve sonunda her ay bu ziyareti yapmaya karar veriyorlar.

Salonda iş bitince eşim baştakileri odasına kahve içmek için davet ediyor. Tam kahveler bitmek üzere iken Kemal Çığ “…Hazır bütün din büyüklerimiz burada iken kafamı kurcalayan bir soruyu sormak istiyorum..” diyor ve sorusunu soruyor:

Benim bildiğime göre, Hz. Muhammet’in ağzından çıktığından bütün muhaddislerin hemfikir olduğu 17 hadisten birisi “..Ya Rab, benim eşyalarımı tapınak vasıtası yapma..” dır. Şimdi sizin hırkaya ve diğer eşyalara dualar yapmanız bu hadise karşı değil midir?.

Hepsi birden yerlerinden fırlar bir şey söyleyemeden oradan ayrılırlar. Fakat her ay gelmeyi istedikleri halde bir daha uğramamaları sorusunun yanıtı olmuştur.

Şimdi ben de bugünkü hocalarımıza soruyorum: Böyle bir hadisi biliyor musunuz? Biliyorsanız neden bir sakal kılı, bir hırka peşine düşenleri, onlara dua edip onlardan medet umanları uyarmıyorsunuz?

Dr. Muazzez İlmiye Çığ

12 Ekim 2005
                                                   ***

M. İlmiye Çığ'ın Hatalı "Kıl Kültü" Yaklaşımı Üzerine...

Sayın Muazzez İlmiye Çığ'ın "Sakal-ı Şerif" üzerine yazısının eleştirisi...

"Sakal-ı Şerif" denen ve Muhammmed'in sakal kılı olduğu iddia edilen kıllara düşük düzeyde tapınma ritüeli, eski toplumun "kıl kültü" kapsamında ele alınarak açıklanabilir.

"Kıl kültü" sadece İslamcılar ile sınırlı değildir.

Üç dinin tümünde, "kıl kültü"nün farklı biçimlerini biliyoruz. Toplum Ve Tarih, "Kıl kültü"nün temelleri hakkında bilimsel açıklamalar yapmaya çalışmakta; "Kıl Kültü" ile "Takke"-"kippa" ilişkisini; Kafa saçlarının kazınması ile kafaya köle veya aidiyet damgası vurulması ilişkisini; Franco-Anglo-sakson kültlerinde "peruk" taşıma asalet göstergesi ilişkisini işlemiştir. Kişiyi cezalandırma ile "baş tıraşı-kazıma" arasında da, saç örgüsü-şeklinin bir aidiyet türü olmasından ötürü bir bağlantı vardır.

"Gelin başı", "güvey tıraşı" gibi bireyin "toplumsal aidiyet değiştirmesi anına ilişkin olarak" şimdiki uygulama kalıntılarının altında da, eski toplumun tıraş ve saç örgü biçiminin aidiyet göstergesi olması olgusu bulunmaktadır.

Muhammed öncesi ve sonrası dönemde, bir kadının saç örgü ve örtü biçimi, o kadının hangi topluluğa, kabileye ait olduğunun belgisini vermekteydi.

Eski toplumda kabileler arası evlilik-cinsel ilişki kuralı varken, kadın ve erkek, giyim-kuşam ve saç biçimleriyle, birbirleri üzerinde cinsel ilişki hakları olup olmadığını, sadece görüntü üzerinden bile saptayabiliyor olmalıydılar.

İslami hicap, hristiyan pelerinleri, kukuletaları, eski farklı toplum birimlerin totem, damga ve giyim türlerini gizleyerek, gerçekte, "dinsel temelde kardeşleşme" ortamı yaratma araçlarıydı.

Hiristiyanlık için "hac tavafı" aslında günümüzde bile, "pelerine girme, pelerin giyinmek" anlamına gelir ki Müslümanlar da zaten hac tavafı sırasında "baştan kıl kestirir" ve "ortak bir ihram" giyinerek, aslında "kardeş"leşirler; eski farklı kabile-topluluk ayrımına son verdikleri inancına ulaşırlar.

Kıl kültü böylesine toplumsal kaynakları derin olan ve İslam ile sınırlı olmayan bir uygulama iken, İlhan Arsel, Turan Dursun ve sayın Muazzez İlmiye Çığ, ne yazık ki, çok geri düzeydeki argümanlarla ve "İslam'ın çelişkisini dışa vurmak" türü amaçlarla sınırlı bir "eleştiri" çizgisinin dışına çıkamamışlardır.

"İslamiyet Ve Bilim"i yazan Erdoğan Aydın da, onlara tek bir fazla kelime eklemiş değildir. Bayat "hurafe", "eski inanç" vb. laflarının ötesine geçerek, Kıl Kültünün yasal zemininin Hammurabi, Anna İttuşi yazılı yasalarından bu yana var olduğundan bile haberdar olduğunu ortaya koyan bir cümlesini bilmiyoruz.

Bu bakımlardan Sayın Muazzez İlmiye Çığ'ın, "kıl kültü" bağıntısında, İslamcılara sorulması gereken en temel soru, sanki "sahih bir hadis" bulunup bulunmaması imiş noktasına çekmesi, bilimsel ateizm bakımından çok değersiz ve hatta hatalı bir tutumdur.

İslam'ı eleştirirken, sahih hadis olup olmaması, çok detay bir konudur. Turan Dursun metodu olan "sahih hadis var-yok" tartışması ile "İslam'ı eleştirme" bilimsel ateizmin tutumu olmamalıdır.

Tüm dinler gibi, İslam da insanları gerek "barışçıl" yolla, gerekse "kılıç zoruyla" ümmetleştirirken, bir dizi farklı din mensubunu içinde toparlıyordu. Şii İslam'ın, Hanefi veya Şafi İslam'ın, Bedevi kökenli İslam'ın, Budist kökenli İslam'ın, Hristiyan kökenli İslam'ın, genel çerçevesi Muhammed döneminde ve sonrasında çizilen İslam'a göre, bir dizi farklı yaklaşım ve uygulama taşıyor olması gayet doğaldır.

Bu nedenle de, bir Şafi için "sahih" olan "hadis"in, bir Vahabi için "zinhar yalan" olması da çok doğaldır.

İslam'ın eleştirisi sırasında, yukarıdaki yazı, bilimsel ateizm için dayanılacak bir kaynak değil, olsa olsa, detay bir bilgilenim konusu olabilir
                                       Muazzez İlmiye Çığ'ın Hatalı Tufan'ı

Sayın M. İ. Çığ, "Tufan" ile ilgili bölümleri de kapsayan S. N. Kramer kitabını bizzat kendisi çevirmiş ve fakat, kendi çevirdiği kitaplarda anlatılan haliyle "Tufan" denilen rituellerin tanımlanışı üzerinde durma gereğini pek hissetmemiştir.

Kramer’in, maalesef, çok satan kitap yaratma motifleriyle süslü, genellikle uydurma, abartma, insan bilimden uzak yorumlarını fazlasıyla kabul etmiştir.

« Tufan » ile ilgili olarak bizzat sayın M. İ. Çığ tarafından yapılan çeviri aşağıdadır :

Tufan………Sonra Nintu…gibi ağladı,Saf inanna , halkı için ağıt yaptı,Enki kendi kendine danıştı,An, Enlil, Enki ve Ninhursag… Göğün ve Yer'in tanrıları An ve Enlil'in adını soylediler Sonra Ziusudra, kral....nin paşişu....dı,Bir koca......yaptı.Alçak gönüllü, itaatli, saygılı o...Hergün dikkat ederek, devamlı o...Her türlü rüyayı ortaya koyarak o...Göğ'ü ve Yer'i anarak o........ tanrılar bir duvar..
Ziusudra, onun yanında durarak dinledi.« Sol tarafımdaki duvarda durarak,Duvardan sana bir söz söyleyeceğim, sözümü tut .Kulak ver benim söylediklerimeBizden….. bir tufan kült merkezlerini kaplayacak,İnsanlığın tohumunu yok ederekTanrılar Meclisinin sözü, kararıdırAn ve Enlil'in emreden sözüyle Krallığı, hükümdarlığı son bulacaktır.. » (Tarih Sumer’de Baslar,s.131S.N.Kramer, çeviren M.İ.ÇığTTK Basımevi,Ankara- 1990) 

Biraz daha farklı vurgularla çevrilmesi mümkün olan bu anlatımda, sayın M. İ. Çığ’ın, şimdi "Karadeniz Tsunamileri"nde, uzak Asya çöllerinde falan aradığı güya ‘bilimsel Tufan’ ile

-« kült merkezlerini kaplayarak.... »
başlayan ;
(6 gün...veya 7 gün..) takvim değeri içinde başlayıp biten bir « Tufan » tanımı arasında en küçük bir ilişki bulunabilir mi ?

Sayın Çığ’ın tercümesinde « kült merkezleri »nde gerçekleşen bu "Tufan", artık biliyoruz ki tapınaklarda toplu olarak gerçekleşmiş olan insan kurbanlı bir tören, yani şimdiki toplumların ‘bayram’larından birisi idi.

Ama, ayrıntılarını, gelişme, dönüşme sürecini izlediğimiz bir tarzda, zamanla bu rituellerden birisi,
- « Nuh Tufan’ı »
halini almış, bazı «dağ»ların başına demirleyen «gemiler » haliyle

[[(oysa, din kitapları, bu ‘araç’ı ‘gemi’ ve olay’ı da ‘su taşkını’ haliyle bir Tufan olarak diye yorumlasa da , yazılı metinler, "gemi"den değil ‘ark’, ‘arca’, küp, tabut, ‘sal’ falan gibi anlamlardaki kelimeler ;
- ‘sel’ taşkını bakımından ise, « su taşkını, sel » den değil, onunla hiç ilgili olmayan , çark-ı-felek düzeninin yönetimin el değiştirme sistemini anlatan türdeki ifadeleri anımsatan kelimeler olarak yazılmaya devam eder..) ]]

bir algılama tarzı sürdürülmektedir.

Böyle bir yaklaşımla « Summer » tarihi anlatılabilir mi ?

« Summer »lerin « İnanna-Dumuzi »si hayali kahramanlar olmaktan çıkarılarak, eski toplumun gerçek yapılanması ve işleyişindeki yerlerine oturtulabilir mi ?

http://toplumvetarih.blogcu.com/.../6481968

                                    ***

Mezopotamya Toplumlarının Tarihinde “Yaratış”lar ve “Tufan”lar

Akado-Sammaru kayıtlarında karşılaştığımız ve kısmi değişikliklerle “kutsal” denilen kitaplara da girmiş olan “Tufan”, doğal bir afetin, Mezopotamya toplumlarının bilincinde yer etmiş ve üstüne eklemeler yapılmış anılarına dayanmıyordu. “Gerçekçi” olduğu varsayılan bir dizi yazar veya düşünür, “Gemi” ve “Sel Taşkını” motifleriyle süslenmiş olarak bize ulaşan “Tufan” anlatımlarının, geçmiş tarihlerdeki muhtemel sel veya tsunamilerin toplum bilincindeki izlerinden kaynaklanmış olabileceğini ileri sürmüşlerdi. Sayısız yerli yabancı akademisyenimizin yanı sıra, bu kanaati taşıyanlar arasında Abdullah Öcalan ve Muazzez İlmiye Çığ da bulunmaktadır.

Sayın Çığ, bu kanaatini :

“ Yaptığımız bu araştırmalarda Sumerlilerin vatanının Orta Asya toprakları olduğu, dillerinin Türk diline olan büyük benzerliği, yazdıkları Tufan olayının da Orta Asya’daki su taşkınlıklarından kalan hatıralara dayandığını kanıtlamaya çalışacağız” diyerek (M. İ. Çığ, Sumerlilerde Tufan, Tufan’da Türkler, sy:13) ortaya koymaktaydı.

Burada, önsel bir Türkçü ideolojik varsayım bulunmakta ve hem de “Tufan” anlatımları doğal su taşkınlarının anılarına dayandırılmaktadır. Abdullah Öcalan’da ise, Türkçü’lük karşısında Kürtçülük bulunuyor olmasına karşın, “doğal sel baskınları” ve bunun toplumlardaki hatıraları gibi motifler, neredeyse kelimesi kelimesine uyum sağlamaktadır.

Mezopotamya kaynaklı olan ve bizim tanıdığımız haliyle “Nuh Tufan’ı” aslında, periyodik “kıyam” ritüellerinden sadece birisi idi. İnsan kurban edimli ve sonuçları da özel önem taşıyan bir ortak bayram veya kıyamet, çok somut bir tarihte başlıyor, somut bir süre devam ediyor ve yine çok somut bir tarihte son buluyordu. Bütün bu anlatımlarda, karşımıza çıkan takvimsel değerler bile, bize aktarılan haliyle “Nuh Tufan’ı”nın bir “ritüel” anlatımı olduğuna pek şüphe bırakmaz.

Eski Ahit’in Tufan anlatımında bu nokta,

“…Ve 601. yılında, 1. ayda, ayın birinde yeryüzünde sular kurudu ve ikinci ayda ayın on yedisinde yer kurudu…” (M.İ.Çığ, agk, s.22) biçiminde oldukça ayrıntılı olarak yer alabiliyor ise nedeni, bu olayın, tamamen bilinçli bir ritüel olarak hazırlanmasındandır. Zaten, Tanrı da, Nuh’a “gemi” hazırlatmak gibi emirler vererek, hiç acelesi olmadığını ortaya koymuştu.

Karşımızda olan edim, somut bir riütel olduğu için, Nusayri olan Muhammed Emin Galib et-Tavil, eserinde, “Tevrat’a göre, yeryüzünü taşıran Tufan, yaratıştan 1656 yıl sonra, yağmurların Ekim’den Mart’ın başına dek aralıksız yağışıyla meydana gelir…” (s.30) derken, Musevi toplumunun din adamlarının, ataları Nuh’un başına gelenleri, neden “Tufan’dan önce” ve “Tufan’dan sonra” diye miladi bir takvim değerine temel yapmış oldukları anlaşılmaktadır.

Çünkü bu olay, doğal bir “su taşkını” değil, çok genel bir “kıyamet ritüeli”, “bir festival”, “bir yas ayini” idi ve kurban sunan ve kurban alan toplulukların birlikte düzenledikleri geniş kapsamlı bir ittifak ayiniydi. Bu tarihten itibaren, bu ritüele yani “anlaşma toplantısı”na katılan Nuh soyuna ait olanlara “kan içmek ve çiğ et yemek”, artık kesin bir şekilde yasaklanmıştı.
                                          
                                          ***
 Sayın M. İ. Çığ, “kutsal Me”ler arasında anayasal bir kurum olarak yer alan ve düzenli, takvimsel değerlere bağlı kalarak tekrarlanması öngörülen “Tufan Kıyamet Bayramı”nın [ ki, “Kıyam bayramı” tanımı biraz garip görünse bile, şu anda, günümüzde, Süryani topluluğu tarafından kutlanmaya hala devam edilmektedir. Kaldı ki, İslami Kurban Bayramının “Kıyam Bayramı” olduğu ve tarihte bu “bayramlarda” koyun, kuzu yerine insan ve çocuk boğazlanmış olduğu da unutulmamalıdır. Bkz: (http://toplumvetarih.blogcu.com/.../5508483 ) ] Somut bir ritüel tanımı olduğunu maalesef görememektedir. Bu nedenle de, bir Protestan başpiskoposu, “yaratılış”ın veya daha sonraki “Tufan”ın yıl, gün ve hatta saat hesabını yapınca, bundan şaşkınlığa düşerek şöyle demektedir:

“ Museviler insanın yaradılışını 5000 yıl önceye götürürken, bir Protestan Başpiskoposu tarafından bu tarih 4004 yıl önce 23 Ekim Cuma günü saat 9 olarak saptanmış. Cumartesi günü de tanrı dinlenmiş…”

( M.İ.Çığ, agk. Sy. 16)

Musevi veya Hristiyan din adamlarının “Yaratılış”ı, onların düşüncesine göre, genel anlamıyla canlıların ve bu arada İnsan’ın ortaya çıkışını 5790 yıl kadar önceki bir tanrısal edim olarak tanıtmalarına elbette gülüp geçeceğiz. Fakat, öte yandan da, Musevi takviminin şu anda “yaratılış”tan bu yana 5790 yıl içinde olduğumuz; Tufan’ın ise “Yaratıştan” 1656 yıl sonra gerçekleşmiş olduğu gibi düşüncelerin hangi nedenlere dayanıyor olduğunu düşüneceğiz.

Mezopotamya kaynaklı ilahi veya destanlarda, kuru bir şekilde, eski insanının sadece uydurmalarını ve-ya hayal gücünü okuyanlardan olmayacağız. Çünkü böyle bir tutum bizlere, eski toplumun gerçek tarihini, örgütlenme ve yaşam kurallarını tanıma olanağı sunamaz. Konu üzerinde bunca yıllık övülecek çalışmalarına karşın Sayın Çığ, Mezopotamya destanlarında, ne yazık ki kelimenin şimdiki yoz anlamında, “efsane” dışında çok az gerçek olgular saptayabilmiştir. O toplumların yaşamını, Ahura Mazdacılığa; Yezidiliğe, Museviliğe, farklı Hristiyan topluluklarının fiili ve dini yaşamına yeterince taşıyamamıştır.

Fakat, biz, eğer 5790 - 2000 = 3790 gibi bir rakama ulaşıyor isek, Musevi din adamlarının “yaratış” dediği olayın günümüzden yaklaşık 3500 yıl kadar önceki Yukarı Mezopotamya ve Aşağı Mezopotamya toplulukları arasında gerçekleşen ilkel ittifak başlangıçlarına dayandığını anlayabiliyoruz. Bizzat “Yaratış” anlatımının kendisi de “6 gündüz, 6 gece süren” bir ittifak ritüelinden başka bir şey değildi. Öyle ki, o anlatımlarda, “Yer’in Gök’ten ayrılması” edimi, “Yukarı Mezopotamya” yani “Gök”ün, “Aşağı Mezopotamya” , yani “Yer”- “Toprak”ın birbirinden “ayrıştırılması”, tapınaklarda “ekmek pişirilmeye” ve “tapınaklarda ekmek yemeye” bağlı olarak anlatılıyordu.

“ Ekmek yemek” ve “su içmek”, şimdi bile Musevi ve Hıristiyan ayinlerin en temel söylemi ve edimi olmaya devam ediyorsa, bu alanda yeterli donanıma sahip her araştırıcı, erken dönem ilahilerinin mısralarında anlatılan “yaratış”ın ve sonraki “Tufan”ın, farklı toplum birimlerinin katılımıyla gerçekleşen ve o dönemdeki toplulukların örgütlenme tarzlarını ve aralarındaki evlilik ve yiyecek ilişkilerini tanzim eden ittifak ritleri olduğunu görebilecektir.

Zaten, “kutsal” denilen bu dinsel kitapların “Yaratış” veya “Tufan” anlatımlarının bir toplu ve toplumsal ayin olduğu; düzenli yıkımların, kıyamet’lerin öteki yüzlerinin de düzenli yaratma olduğu bir kez kavranılınca, karşımızdaki bütün bu anlatımlar; alışkanlıklarını, deyimlerini hala yaşamımızda taşıdığımız eski Mezopotamya topluluklarının gerçek tarihlerine bağlanıvereceklerdir.

http://toplumvetarih.blogcu.com/.../6540189



                              Göbekli Tepe ve 'Tarih'e Objektif Bakış

                      Göbekli Tepe ve "Tarih"e Objektif Bakışın Önemi


Göbekli Tepe buluntusu, insan toplumunun tarihinde, sosyoloji tarihinde, sanat tarihinde vb. kendisine giderek önemli bir yer edinmeye başlamıştır.

Fakat yine de Göbekli Tepe’nin değerinin kabul edilmesi konusunda hala sorunlar olduğu da bir gerçek…

Göbekli Tepe’nin öneminin anlaşılmasına yönelik çabalarımız bazı “Türkçü” ırkçı reflekslerle karşılaşmıştı ve orada görülmüştü ki, “Sümer”cilik savunusu şeklinde bir çaba, açıkça Göbekli Tepe’yi küçümsüyor, yok saymaya, önemsizleştirmeye uğraşıyordu. Bilimsel tutum bakımından “Sümer”in, Göbekli Tepe’ye “karşıt” gösterilmesi veya Asurluların, Hititlere karşı çıkarılması vb. gibi bir yaklaşım elbette olamaz.

Akademi dünyamız veya bağımsız araştırıcılarımız, konularını "milliyetçi" motiflerle budamamalıdır.

Göbekli Tepe'nin Kürt veya Ermeni kökenli insanlar tarafından“sahiplenilmesi”, bu tarihsel gerçekliklerin "yok sayılmasına" gerekçe yapılamaz.

Mezopotamya ve Anadolu bir "insanlık alanı"dır ve dolayısıyla bütün insanlığın malıdır ve bu bakımdan da, genel “tarih”in kesintisiz “sürecinin” bir parçası olarak ele alınmalıdır.

Göbekli Tepe'nin totem hayvanları olmadan, bu hayvanların şekillerinin kayalara çizimi olmadan “Sümerlerin yazıya geçmesi”nin olanaksızlığı anlamında bir kesintisizlik ...

İşte asıl konu da budur.

Sayın Kramer, sayın M. İ. Çığ ve “Avrupalıların atası Türklerdir” türünde tezlerin savunucusu olan bazı ırkçı yaklaşım sahipleri, birbirleriyle tamamen aynı zeminde yer almıyor olsalar da konuları öyle bir şekilde “Sümer”e, “Sümerlilere” bağlamışlardır ki kendilerini ve ayaklarını bu prangadan çekip çıkaramıyorlar.

Halbuki, insan bilime bağlı olanlar için, şu topluluk veya bu topluluk için özel bir “sevgi”, “aşk” beslemek diye bir şey yoktur. Teorik olarak da, kendi ayaklarımızı bağlayamayız.

Peki, insanın kendisini bu şekilde bağlaması bay Kramer ile Sayın Çığ’da nasıl olabiliyor?

Ben aslında bunun, Marks ve Engels’te yaşanmış örneklerini de “Tarih ve Mitoloji” bağlantısında vermiştim… Mark ve Engels, Homeros destanlarını, bütün çağdaşları gibi oldukça iyi biliyorlardı ama, yine de o anlatımlara kötü anlam yüklenmiş ve insan ruhunun tasavvuri anlatımları haliyle “mitoloji” olarak bakıyorlardı. Bu nedenle de Homeros destanlarında söz konusu edilen Turuva (veya Troie) / İlyon yerleşimi, Alman yurttaşı Scheliman tarafından keşfedildiğinde, yer yerinden oynamasına karşın, Marks’tan da, Engels’ten de, her hangi bir tepki, benim bildiğim kadarıyla gelmemişti. Oysa o sıralarda yayınlanmış birkaç kitaba bakılırsa, Avrupa bilim dünyasının, Avrupa’daki akademilerin ne büyük bir coşku, inanç değişimi geçirmekte olduğu kolaylıkla anlaşılabilir…

Marks ve Engels, bilim dünyasında böylesine devrim yaratan bir keşfi, Turuva’nın bulunmasını, ölü suskunluğuyla geçiştirmeyi denemişlerse, bunun nedeni, onların, Truva'nın keşfinden otuz yıl kadar önce, “her mitoloji, doğa güçleri üzerinde hayal alanında ve hayal aracığıyla egemenlik kurar. .” diye bir tezi formüle etmeleri ve ona sıkı sıkıya sarılı kalmalarıydı. Oysa, Homeros destanlarında konu edilen Turuva “mitolojisi”nin, hiç de “hayal alanında” ortaya çıkmış bir anlatım olmadığını, Scheliman ortaya çıkarmıştı. Yapılması gereken; bu yeni olgu ışığında, eski teorilerin, eski tezlerin gözden geçirilmesi ve düzeltilmesi idi. Bunu yapamayanlar, olguyu yok sayarak, teorik konumlarını muhafaza etmeye çalışmayı, bir “kurtuluş” addetmişlerdir.

Hukuk tarihini Jüstinyen’den, eğitim tarihini Jimnazyumdan, “uygarlığı”, civilisation’u, “kent-polis”ten başlatan eski Yunan için, bu anlamda öteki toplumların “hukuksuz”, “cahil” ve “barbar” sayılması gibi, “tarih”in “yazı” ile eşdeğer tutulması yaklaşımı da öteki toplulukların “tarihsiz”likle, “soylu olmamakla” itham edilmelerinin yolunu açıyor; bunun alt ideolojik temelini oluşturuyordu.

Neredeyse “Aydınlanma” döneminden beri, özel anlamıyla “Tarih”, sadece "Yazılı Tarih" olarak kavranmış ve bu yaklaşım, etkisi giderek azalmış olsa da, günümüze kadar da devam etmiştir. Bu bir olgudur ve herhangi bir akademik ünvana sahip olmayanlar da bu olguyu bilmektedirler.

Ama artık bu, günümüz bakımından aşılması gereken bir dogma’dır ve bizler yazı yazmasını bilmeyen toplumların sözel tarihini öğrendikçe, arkeoloji ve antropoloji bilimleri, insan toplumunun yazının kullanılmadığı döneme ait “eski tarihini” yazmaya başladıkça, bu “akademik dogma” gündelik aktüel yaşamı anlatma gücünden yoksun kalmaya da başlamaktadır. Çünkü bu yaklaşıma göre, eğer “tarih”, sadece “yazılı tarih” ile eşit ise, “sözel tarih” diye bir şey söz konusu olamaz. Oysa biliyoruz ki, Destanlar, “Mitolojik anlatımlar” eski toplumun sözel tarih aktarım biçimlerinden başka bir şey değillerdir.

Tarih’i, sadece “yazılı tarih” olarak algılamak,öte yandan, eski toplumsal tarihi de, "tarih öncesi"ne aktarmak demek oluyor ki, bizim şimdiki kavramlarımızla, bizler, Göbekli Tepe tarihçesini yazma denemelerimizle, “tarih öncesinin tarihi”ni anlatmaya çalışmış oluyoruz, vb..

Görüldüğü gibi, kelimesel bakımdan bile tamamen kullanılamaz olan bu “akademik dogma”dan kurtulmanın vakti çoktan gelmiştir.

                                           ***
                  Göbekli Tepe ve 'Tarih'e Objektif Bakış

Bay Kramer’in, “Tarih”i bu anlamda, akademik dogmaya bağlı kalarak, “yazının” icadı ve kullanılması dönemiyle eşitleyerek kullanmış olduğundan hareket edebilirdik…

Onun, “Sümerlerden önce hiçbir kültür yoktur” demiyor olmasından hareket edebilirdik…

Fakat, mesela, bay Kramer’in “Tarih Sümer’de başlar”

[ L’Histoire commence à Sumer (1956) ]; [ History Begins at Sumer] şeklindeki eseri, hiç de yukarıdaki içeriğe uygun değildi…

Bu kitabın "içindekiler" bölümüne baktığımızda, kitap başlığının salt "yazının bulunması" anlamındaki bir "Tarih" tanımıyla uygun olmadığı anlaşılmaktaydı.

Çünkü bu kitapta yer alan, toplam 39 (veya eklerle 41) adet "ilk"ler (“Sümer İlk’leri” bulunmaktaydı ...

[[ İlk açılan okullar…
İlk tarihçiler ...
İlk ahlaki kavramlar ...
İlk atasözleri ...
İlk Nuh ...
İlk aşk şarkısı...]]

Kitapta, “Tarih” ile eşitlenen “yazı”nın keşfi ve kullanımı da bu "ilk"lerden sadece birisi olarak sunulmaktaydı….

Burada, bay Kramer, açık bir ifade ile “Sümerlerden önce hiçbir kültür yoktur” demiyordu ama söyledikleri sonuçta, “Sümer İlk’leri” yoluyla, bu yaklaşıma dayanıyordu.

Bu bakımdan bay Kramer, kitabını yazdığı sıralarda bile, bu şekilde bir “Sümer İlk'leri” sıralamasını kullanırken daha dikkatli olmalı; her şeyi “Sümer(li)lere” mal edecek anlayışlara karşı, daha temkinli olmalıydı.

***

Bay Kramer'in “Tarih Sümer’de başlar” adlı kitabında yer alan “41 adet Sümer ilk'leri"nin tehlikeli sonucunun bizi nerelere ulaştırabileceğini Sayın M.İ. Çığ’da görmeye başlıyoruz.

Bay Kramer’in kitabındaki algılamanın “her şeyi Sümerlilere bağlama” eğilimini nerelere kadar geliştirdiğini Sayın Muazzez İlmiye Çığ'ın ; “Bütün Kültürlerin Kökeni Sümer” başlıklı bir kitabı hazırlamakta veya bitirmekte olduğunu ilan eden tutumundan da anlıyoruz:

“…Çoktan beri başladığım fakat araya giren diğer kitaplar yüzünden tamamlayamadığım Bütün Kültürlerin Kökeni Sumer kitabını bu yıl bitirmek niyetindeydim. Fakat daha önemli bulduğum “Tufan” konusu onu yine geriye bıraktı….”

( Bkz. Muazzez İlmiye Çığ, Sumerlilerde Tufan, Tufan’da Türkler, sayfa. 9)

Burada anlaşılıyor ki Sayın Çığ, ilgili konudaki kitabının başlığını bile saptamış durumdadır: “Bütün Kültürlerin Kökeni Sumer”!

Böylece, “Yazılı tarih” anlamındaki bir “Tarih Sümer'de Başlar” biçiminde hazırlanmış kitabın içeriğinin, kolaylıkla ve bay Kramer'in, haklı olarak, Türkiye'deki en yetkili sözcüsü  gördüğümüz sayın M. İ. Çığ tarafından, “Bütün Kültürlerin Kökeni Sumer” haline getirilebilmiş olduğunu üzüntüyle izliyoruz.

Dolayısıyla buradaki yaklaşım, “Sumer”den daha önceki “kültür”lere kendini kapatmış durumdadır ve ister istemez Göbekli Tepe’yi , “Bütün Kültürlerin Kökeni Sumer”e bir rakip, bir karşıt olarak görmeye başlar.

Eğer biz, bay Kramer’deki, bayan M. İ. Çığ’daki, bu hatalı ideolojik yaklaşıma dikkat çekiyor isek, şimdi iyice açığa çıkan “Sumer” öncesi kültür birikimlerini, “tarih birikimlerini” kolaylıkla ve bir ideolojik ön baskı ile karşılaşmadan inceleyebilmek içindir.

Bu durumda Sayın Çığ’ın Göbekli Tepe veya Nevali Çöri buluntuları hakkında, şu ana kadar benim bildiğim kadarıyla, bir şey söylememiş olması, tesadüf olabilir mi?

Bizim bu eleştirilerimiz, onlara yönelik bir “düşmanlık”, bir “haset”, bir “dahilik iddiası” vb. içermiyor. Tersine, onlara olan şükran duygularımız, bu uyarıcı tavırları açıkça tavın takınmamızı gerektiriyor.

***
“Türkçü” ırkçılık temelinde “tarihçilik” yapmaya kalkışan biri olduğu anlaşılan M. Ünal Mutlu'nun ise, bay Kramer’in “Sümer ilk’leri”ne ve Sayın Çığ’ın “Bütün Kültürlerin Kökeni Sumer” formülasyonuna sarılması kadar doğal ne olabilir?

Böylece “çember” kapanmakta, “Kenger”/Sumer, her şeyin ilk ve tek’i olarak, “Tarihte, uygarlık adına ne varsa” biçimindeki engelsiz ve sınırsız anlamsız iddialar temelinde “Türk dünyasına” hediye edilebilmektedir:

“Tarihin ilk kenti Ordu (Eridu), ilk devleti, ilk üniversitesi, ilk hastanesi Kenger'dedir. Tarihte, uygarlık adına ne varsa - parlamenter sistem, hukuk, demokrasi, sanat, bilim, mühendislik, tıp vs- Kenger'de doğmuş ve olgunlaşmıştır..”

İnternet sayfalarında, bu konuda M. Ünal Mutlu’nun şöyle yazdığına ilişkin bilgilere rastlıyoruz:

[[Kenger adında antik tarihte, iki büyük 'ikiz uygarlık' vardır. Bugün bunlardan, Basra'nın kuzeyindeki Sümer, Aral'ın güneyindeki Harezm diye anılır.

Tarihin ilk kenti Ordu (Eridu), ilk devleti, ilk üniversitesi, ilk hastanesi Kenger'dedir.

Tarihte, uygarlık adına ne varsa,-parlamenter sistem, hukuk, demokrasi, sanat, bilim, mühendislik, tıp vs.Kenger'de doğmuş ve olgunlaşmıştır.

Tarihin en uzun yaşamış devleti Kenger devletidir. (2000 yıl).]]

(Bkz: M.Ünal Mutlu, Dünya Uygarlıklarında Türk Dili ve Kenger Uygarlığı)

***
Bütün bu nedenlerle, bu eski akademik kategorizasyonlara çok fazla bağlı kalmamaya özen gösterilmeli; Göbekli Tepe bulgularına karşı akademik çevrelerin yerleşik eski yargıları değiştiren yeni verileri “kabul etme”de gösterdiği direnci aşmaya çalışmalıyız.

http://toplumvetarih.blogcu.com/.../7274356


                                         Bozacı-Şıracı İlişkisi Gibi....

Muazzez İlmiye Çığ: "Şimdiye kadar böyle kapsamlı bir çalışma yapılmadı... Bu alanda çok büyük bir adım atılıyor.... Sayın M. Ünal Mutlu'yu candan kutluyor, bilim adına, Türklük adına teşekkürlerimi sunuyorum."

                                                             ***

                                Göbekli Tepe'ye Irkçı Bir Tepki

Değerli okurlarımız ...

Uluslararası önemdeki Göbekli Tepe bulguları üzerine yayınlarımızla ilgili olarak M. Ünal Mutlu tarafından gönderilmiş bir ileti aldık.

“Dünya Uygarlıklarında Türk Dili ve Kenger Uygarlığı” başlıklı bir kitabın yazarının Göbekli Tepe'ye karşı “ırkçı bir tepki” halinde yazdıklarını aşağıda yayınlıyoruz.

Irkçı bir bakışla “tarih” yazıcılığı yapmaya çalıştığı anlaşılan M. Ünal Mutlu'nun söylediklerini ve kitabını, adım adım ele almaya ve tanıtmaya çalışacağız.

Okurlarımız da, bu konuda yazabilirler.

Dostlukla.

Safa Kaçmaz.

****************

E-mail İletisi:
Göbekli Tepe Mızıkacıları

M.Ünal Mutlu

Urfa yakınlarında Göbekli Tepe höyüğü açılınca ortaya çıkan taş devrine ait hayvan kabartmalı dikili taşlar önce dünyada sonra Türkiye' de sansasyonel bir biçim de medyanın gündemine geldi. Bugüne kadar ortaya çıkan en önemli arkeolojik bulgu imiş ,tarih yeniden yazılacakmış vs. vs. Yine taş devrinin aynı dönemlerine ait olan Çatalhöyük taş heykelleri,aynalar,takılar 1960 lar da ortaya çıktığında bu çığırtkanlıklar yapılmış mıydı ?

Diaspora bu dikili taşların Ermeni eserleri olduğunu(!) anında keşfetmiş ; çığırtkanlık yaparken,batı medyası haberi bir yandan sansasyonelleştiriyor,öte yandan 'Dr. Klaus Schmidt ,Alman ve Kürt gönüllülerle birlikte 11 dev dikili taşı ortaya çıkardı ' şeklinde veriyor. (Dev denilen taşlar 5

...... Dr Klaus Schmidt and his German and Kurdish volunteers in East Anatolia 11 new giant pillar uncovered.

DER ÄLTESTE TEMPEL der Welt wird immer größer und gewaltiger. In der letzten Grabungskampagne haben Dr. Klaus Schmidt und seine deutschen und kurdischen Helfer in Ostanatolien 11 neue Riesenpfeiler freigelegt

Dr Klaus Schmidt et ses bénévoles en allemand et en kurde dans l'Est de l'Anatolie 11 nouveaux pilier géant découvert

Dışarıdaki mızıkacılar bir arkeolojik bulgudan durum çıkartırlarken, içerden de uçuk kaçık bir ses koroya aşağıdaki dahiyane buluşlarıyla katıldı .

''Samuel Noah Kramer tarafından, “Tarih Sümerle Başlar” şeklinde başlıkların atılmış olduğu kitapların bu iddiası artık sürdürülemez durumdadır. Özellikle Göbekli Tepe keşfiyle, gerçekten de “medeniyet tarihi”nin yeni bir yazım türü için gerekli alt yapı ortaya çıkmış durumda. (Demek ki medeniyet için yazı,şehir,yasa,yönetim ulaşım vs gereksiz şeyler. Tarih Kramer'den önce yazıyla, Sümerle başlamıyormuş.)

Gelgelelim “Bütün Kültürlerin Kökeni Sümer” başlıklı bir kitabı bitirmekte olduğunu ilan eden (bkz. Muazzez İlmiye Çığ,Sumerlilerde Tufan,Tufan’da Türkler, sayfa. 9) Muazzez hanım ve benzeri görüşte olanlar için, Göbekli Tepe’de keşfedilen ve Mezopotamya uygarlık düzeyini İ.Ö 10.000’li yıllara kadar geri götüren bir olayı yorumlamak oldukça zor olacaktır. Zaten böylesine önemli bir keşif ortada dururken, Muazzez hanımın Göbekli Tepe’deki keşfi yok sayan iddialar üzerine kurulu “Bütün Kültürlerin Kökeni Sümer” başlıklı kitap hazırlama bildirileri, durumun ne olacağı hakkında fikir veriyor ''

Kırkbir kere maaşallah ! Ne dahiler yetiştirmişiz!

Dahi(!) miz kolundaki saate, duvarındaki takvime, AB Bayrağına, ABD nin simgesi ne bir baksın bakalım ne görecek ?

Bugün Amerika'nın sembolü olan Özgürlük Heykeli (Miss Liberty) bir Kenger(Sümer) Tanrıçası olan İnanna değil mi?

Bugün AB bayrağındaki 12 yıldızın nereden geldiğini bu dahi(!) hiç düşündü mü ? Meryem'in başındaki 12 yıldızlı haleden mi ?

Kolundaki saate bir baksın,bu dahi Kenger'i(Sümer'i)12 rakamını görecek ...Günü 12 saat yapan Kengerler. Grek ,Roma değil.

Kenger icadı 12 burç ,Kenger buluşu 12 saat (Gün/gece) , Kenger takviminde 12 ay (Yıl) ,12 Tanrılı Kenger panteonu ........

12 kabile,12 havari,12 imam ..12 yıldızlı Meryem'in başındaki hale.....12 yıldızlı AB Bayrağı ...

Bir ilginç iddia da şöyle :

Dünyanın en eski yerleşim merkezlerinden biri olan ve Hz. Adem ile Havva’nın cennetten kovulduğu yer olduğu iddia edilen Şanlıurfa merkeze bağlı Örencik Köyü Göbeklitepe mevkiinde kazı çalışmaları devam ediyor.

Cennetin İbranicesi GAN EDEN , Kengerce EDEN 'iki çay arası ova' yani Mezopotamya , GAN yine Kengerce 'Bahçe,Tarla'demektir. Göbekli Tepenin yanındaki ovanın adı da EDEN. Tevrattaki Cennet te Kengerce 'Mezopotamya Bahçesi' demek...

Göbekli Tepe Mızıkacıları'na duyurulur...

M.Ünal Mutlu