Sümerlerde Süt Akrabalığı...
Eski toplumda süt analığı kurumu, sanılıp söylendiği gibi, "annesini kaybeden" veya "ana sütü az olan" çocukların durumuyla ilgili olarak ortaya çıkmış değildir. "Süt anne" , "süt nine", "süt kardeş" gibi akrabalık kavramları ve "haram-helal süt" yönleriyle İslam’da devam eden "süt akrabalığı" kurumunun yazılı kaynaklarını da Sümer ve Babil kayıtlarında buluyoruz.
Fakat eski tarih kayıtlarını yeterince değerlendirmemiş Bay A. R. Balaman gibi uzmanlarımız, Avrupa sosyoloji çevrelerinde genellikle hâlâ kabul gören yanlışlara da dayanarak Süt Akrabalığı kurumunu "sanal", "düzmece" veya "şakacıktan kurumlar" kategorisinde tanıtma adetini sürdürmüşlerdir. (Balaman A. R.Evlilik, Akrabalık Türleri -1982- İzmir)
"Süt analığı" ve bundan doğan "süt kardeşliği", eski toplumda "sanal" veya "şakacıktan" bir akrabalık kurumu değildi. Süt akrabalığı oluşması halinde ilgili taraflara (sünnet kirveliği kurumunda da olduğu gibi) peşinen evlilik yasakları doğuyor olması, bu kurumun, eski toplumda, en az ‘kandaşlık kurumu’ kadar önemli olduğunu ve "süt akrabalığı" ilişkisini kullanan toplumların tarihinde "kandaş"lıkla aynı rolü oynamış olduğunu göstermektedir.
Süt akrabalığı, eski toplumda, doğuran gelin’e oğul’u emzirme yasağıyla birlikte, bu ilk oğulun baba toplum birimine geçişinin önündeki bir engeli kaldırmış olmalıdır. Halaların veya baba toplum birim tanrıçalarının kutsal "süt analığı" yoluyla ilk oğul, baba toplum biriminin parçası haline geldiği için, şimdiki "süt kardeşleriyle" evlilik (cinsel ilişki) yasağına tabi olur. Aralarında hiç bir "kan bağı" bulunmayan, yani "kandaş-karındaş" olmayan kız ile erkek çocuğun, emziren ortak bir ana aracılığıyla süt kardeşi olur olmaz evlilik yasağına tabi olmalarının anlamı buydu.
Sümer-Babil toplumunun bu "ilk oğul"u, eğer, onu "doğuran gelin" tarafından emzirilseydi, adaş dede-dayı toprağının aidi olarak kalmaya devam edecekti. Dolayısıyla da, baba toplum birimine ait kadınlar üzerindeki evlilik hakkını sürdürmüş olacaktı. Bu ise, artık baba toplum birimine ait sayılan bu oğul bakımından, yürürlükteki akrabalık sisteminin yıkımı demekti. Bu akrabalık sisteminde, damat ile gelinin ait olduğu toplum birimler, kendi kadınlarını, sadece karşı yanın erkeklerine vermekle yükümlüydüler. Eski toplum, Dumu-zi döneminde, en azından ilk oğul’un, baba toplum birimine ait sütle beslemesini sağlayan süt analığı kurumunu oluşturarak, oğul’un ana’lığına, süt veren kadını geçirmişti. Bulgu ve kalıntılar eski toplumun bu dönemdeki gelin’e, bu nedenlerle, doğurduğu çocuğu emzirmeyi yasaklamış ve ilk oğul’un anası saymaktan vazgeçmiş olduğuna işaret ediyor.
"Süt ana"lık kurumu, şimdi, "sanal", "düzmece" veya "şakacıktan" sanılan bütün akrabalık kavram ve kurumları gibi, tarihteki gerçek ilişkilerin artık genellikle işlevsiz kalan kalıntılarından başka bir şey değildir. Türklerde de olduğu gibi, sokakta gördüğü ve tanımadığı birisine "ana"lık, "bacı"lık, "dayı"lık, "baba"lık dağıtan Asya, Afrika ve Amerika’nın bütün "şakacı" toplulukları, bu tür sınıflayıcı kavramlarda, eski gerçek akrabalık düzeninin anısını yaşatırlar.
Süt akrabalığı kurumu eski toplum bakımından sonuçları ciddi yükümlülükler doğuran gerçek bir kurum olduğu için Hammurabi, özel bir hükümde şöyle yazdırmıştı:
§ 194 - Eğer bir adam, evladını süt anaya verir, o evlat süt ananın elinde ölürse ve süt ana, (ölen bebeğin) babasının ve anasının haberi olmadan ikinci bir çocuğu (emzirmek için) alırsa, bunu ispat ederlerse, (ölen bebeğin) babasının ve anasının haberi olmadan ikinci bir çocuğu bağrına bastığı (emzirdiği) için (süt ananın) memelerini keseceklerdir. (Hammurabi Yasası)
Bu hükümde tanımlanan suç, süt ananın, emzirdiği evladın ölmesine yol açması vb. değildir. Süt ananın memelerinin kesilmesine yol açacak şiddetteki suçu, ölen bebeğin ana ve babasının iznini almadan bir başka çocuğun da "süt anası" olmasıdır. Eski toplumda bu davranış ciddi bir suçtur; çünkü süt ana, ölen çocuğun ana, baba ve kardeşlerini, onların bilgi ve onayları olmadan, emzirdiği ikinci çocuk üzerinden başkalarıyla süt akrabası haline getirmekteydi. Bu ise her iki tarafın, nesiller boyu devam edecek bir evlilik yasağı kapsamı içine girmelerine yol açıyordu.
Süt analık kurumu, Mezopotamya veya Turuva’da, giderek köle kadın veya dadıların yükümlülüğüne doğru evrim göstermişse, bu, bütün kurumların tarihte bozulmaya uğramaları gerçeğinin yanı sıra, yeni bir evlilik yasağı sıkıntısının, en küçük ölçülere ancak bu köle kadınlar kanalıyla düşürülebileceği içindir de.
09.02.2004
http://toplumvetarih.blogcu.com/sumerlerde-sut-akrabaligi/270210
Eski toplumda süt analığı kurumu, sanılıp söylendiği gibi, "annesini kaybeden" veya "ana sütü az olan" çocukların durumuyla ilgili olarak ortaya çıkmış değildir. "Süt anne" , "süt nine", "süt kardeş" gibi akrabalık kavramları ve "haram-helal süt" yönleriyle İslam’da devam eden "süt akrabalığı" kurumunun yazılı kaynaklarını da Sümer ve Babil kayıtlarında buluyoruz.
Fakat eski tarih kayıtlarını yeterince değerlendirmemiş Bay A. R. Balaman gibi uzmanlarımız, Avrupa sosyoloji çevrelerinde genellikle hâlâ kabul gören yanlışlara da dayanarak Süt Akrabalığı kurumunu "sanal", "düzmece" veya "şakacıktan kurumlar" kategorisinde tanıtma adetini sürdürmüşlerdir. (Balaman A. R.Evlilik, Akrabalık Türleri -1982- İzmir)
"Süt analığı" ve bundan doğan "süt kardeşliği", eski toplumda "sanal" veya "şakacıktan" bir akrabalık kurumu değildi. Süt akrabalığı oluşması halinde ilgili taraflara (sünnet kirveliği kurumunda da olduğu gibi) peşinen evlilik yasakları doğuyor olması, bu kurumun, eski toplumda, en az ‘kandaşlık kurumu’ kadar önemli olduğunu ve "süt akrabalığı" ilişkisini kullanan toplumların tarihinde "kandaş"lıkla aynı rolü oynamış olduğunu göstermektedir.
Süt akrabalığı, eski toplumda, doğuran gelin’e oğul’u emzirme yasağıyla birlikte, bu ilk oğulun baba toplum birimine geçişinin önündeki bir engeli kaldırmış olmalıdır. Halaların veya baba toplum birim tanrıçalarının kutsal "süt analığı" yoluyla ilk oğul, baba toplum biriminin parçası haline geldiği için, şimdiki "süt kardeşleriyle" evlilik (cinsel ilişki) yasağına tabi olur. Aralarında hiç bir "kan bağı" bulunmayan, yani "kandaş-karındaş" olmayan kız ile erkek çocuğun, emziren ortak bir ana aracılığıyla süt kardeşi olur olmaz evlilik yasağına tabi olmalarının anlamı buydu.
Sümer-Babil toplumunun bu "ilk oğul"u, eğer, onu "doğuran gelin" tarafından emzirilseydi, adaş dede-dayı toprağının aidi olarak kalmaya devam edecekti. Dolayısıyla da, baba toplum birimine ait kadınlar üzerindeki evlilik hakkını sürdürmüş olacaktı. Bu ise, artık baba toplum birimine ait sayılan bu oğul bakımından, yürürlükteki akrabalık sisteminin yıkımı demekti. Bu akrabalık sisteminde, damat ile gelinin ait olduğu toplum birimler, kendi kadınlarını, sadece karşı yanın erkeklerine vermekle yükümlüydüler. Eski toplum, Dumu-zi döneminde, en azından ilk oğul’un, baba toplum birimine ait sütle beslemesini sağlayan süt analığı kurumunu oluşturarak, oğul’un ana’lığına, süt veren kadını geçirmişti. Bulgu ve kalıntılar eski toplumun bu dönemdeki gelin’e, bu nedenlerle, doğurduğu çocuğu emzirmeyi yasaklamış ve ilk oğul’un anası saymaktan vazgeçmiş olduğuna işaret ediyor.
"Süt ana"lık kurumu, şimdi, "sanal", "düzmece" veya "şakacıktan" sanılan bütün akrabalık kavram ve kurumları gibi, tarihteki gerçek ilişkilerin artık genellikle işlevsiz kalan kalıntılarından başka bir şey değildir. Türklerde de olduğu gibi, sokakta gördüğü ve tanımadığı birisine "ana"lık, "bacı"lık, "dayı"lık, "baba"lık dağıtan Asya, Afrika ve Amerika’nın bütün "şakacı" toplulukları, bu tür sınıflayıcı kavramlarda, eski gerçek akrabalık düzeninin anısını yaşatırlar.
Süt akrabalığı kurumu eski toplum bakımından sonuçları ciddi yükümlülükler doğuran gerçek bir kurum olduğu için Hammurabi, özel bir hükümde şöyle yazdırmıştı:
§ 194 - Eğer bir adam, evladını süt anaya verir, o evlat süt ananın elinde ölürse ve süt ana, (ölen bebeğin) babasının ve anasının haberi olmadan ikinci bir çocuğu (emzirmek için) alırsa, bunu ispat ederlerse, (ölen bebeğin) babasının ve anasının haberi olmadan ikinci bir çocuğu bağrına bastığı (emzirdiği) için (süt ananın) memelerini keseceklerdir. (Hammurabi Yasası)
Bu hükümde tanımlanan suç, süt ananın, emzirdiği evladın ölmesine yol açması vb. değildir. Süt ananın memelerinin kesilmesine yol açacak şiddetteki suçu, ölen bebeğin ana ve babasının iznini almadan bir başka çocuğun da "süt anası" olmasıdır. Eski toplumda bu davranış ciddi bir suçtur; çünkü süt ana, ölen çocuğun ana, baba ve kardeşlerini, onların bilgi ve onayları olmadan, emzirdiği ikinci çocuk üzerinden başkalarıyla süt akrabası haline getirmekteydi. Bu ise her iki tarafın, nesiller boyu devam edecek bir evlilik yasağı kapsamı içine girmelerine yol açıyordu.
Süt analık kurumu, Mezopotamya veya Turuva’da, giderek köle kadın veya dadıların yükümlülüğüne doğru evrim göstermişse, bu, bütün kurumların tarihte bozulmaya uğramaları gerçeğinin yanı sıra, yeni bir evlilik yasağı sıkıntısının, en küçük ölçülere ancak bu köle kadınlar kanalıyla düşürülebileceği içindir de.
09.02.2004
http://toplumvetarih.blogcu.com/sumerlerde-sut-akrabaligi/270210
***
Evlilik Ahlakı ve Aile’nin Tarihi - 4
Eski Ahit’te veya Kuran’da, amca/hala ve dayı / teyze kızları ile evlilik bağıntısındaki kurallar, o sırada sadece, ‘bir erkek’ için genelleşmiş ise de, görüyoruz ki, daha sonra bütün erkekler için uygulanmıştır. Giderek Ana ve Baba’nın ortak ‘oğulları’ haline gelmiş bu evlatlar, daha önce ‘ananın oğlu’ ve ‘babanın oğlu’, Babanın ‘büyük oğlu’ ve ‘küçük oğlu’ gibi temel hukuki bir ayrıma sahiptiler. Eski Ahit’te veya Kuran’da Harun, eğer Musa’ya “ ey anamın oğlu” diye hitap ediyorsa, “kardeşim” demesini bilmediği için değildi herhalde.
“Büyük Oğul” ve “Küçük Oğul” nitelemeleri, sadece doğum sırasının doğal ifade ediliş biçimlerine dayanmıyordu. Her şeyden önce bu oğulların sosyal statülerini ve evlilik çizgilerini ifade ediyordu. Yazılı Kanun metinlerinde, Levitik yasalarda baba’nın, istediği oğullardan birisini ‘büyük oğul’ olarak ilan etme hakkını konu eden hükümler, baba’nın bu konuda tercih hakkı bulunup bulunmaması gibi hususları, daha önce genişçe ele almıştık.
Eski toplumun oğullarına yönelik bu evlilik/cinsel ilişki kuralı, ‘süt kardeşliği’ ve ‘kirvelik’ için de aynen geçerliydi ve burada herhangi bir ‘gariplik’, ‘hurafe’, ‘uydurma’ vb. bulunmaz.
Tarihsel olarak ele alındığında, eski tablet açıklamaları doğru bir şekilde değerlendirildiğinde, Kirveliğe yol açan ilk erkek çocuk kurbanı ve onun hadımlaştırılması, en erken dönemlerde ortaya çıkmış olmalıdır. Bunu ‘süt annelik’ kurumu izlemiş görünüyor.
İster ‘sünnet’ biçiminde olsun, ister ‘ad verme’, vaftiz etme biçiminde olsun, karşılaştığımız ‘kirvelik’, ‘Vaftiz analık/babalığı’, ilgili erkek çocuğunun karşı tarafa devir işlemidir. Ve bu nedenle, bu oğul, devir edildiği ‘kirve’ veya vaftiz ana/baba ile hiç bir biyolojik ilişkisi yok iken, olmaması da öngörülürken, onların yakınlarıyla evlilik yasağına tabi olur. Çünkü artık Kirve’nin, vaftiz ana-baba’nın aidi bir üye olmuştur ve dolayısıyla kendi toplum biriminden bir kızla evlenemeyecektir.
“Süt emme” sistemine ise, erken Akado sammaru kral ve tanrı tanımlarından bu yana rastlıyoruz. Orada, kral bir tanrıçanın kutsal sütüyle emzirilmiş olduğunu söylerken, kendisinin statüsü hakkında bir fikir vermek istemekteydi.
Bizim akademisyenlerimizden Ali Rıza Balaban, ‘süt annelik’ konusunu, aşağı yukarı, günümüzde herhangi bir Paris hastanesinde doğum yapmış yeni yetme bir annenin görüş açısından daha ilerde ele alamamıştır. Bu görüş darlığı aslında sadece ona ait değil, geneldir.
Varlığına 6 bin yıl kadar önceki tablet anlatım konularında şahit olduğumuz; yaklaşık 4000 yıl kadar önceki Hammurabi yasa hükümlerinde özel olarak yer alan, Eski Ahit ve Kuran’da sıkı evlilik kuralları olarak sözü edilen bir konuyu, ‘ana sütü eksikliğine’ bağlayan “sosyolojik açıklama”lar, günümüzde bu alanda aşılması gereken zorlukları gösteriyor…
Erken dönem evlilik ilişkisinden doğan oğul’un dayılar tarafından alınıp kaçırılması; bu çocuğu, kız kardeşlerini karı olarak verdikleri koca’nın topluluğuna bırakmama uygulaması başlangıçta hayli yaygın olmuş olmalıdır. Bunu Akado sammaru kayıtlarında, ‘kucaktan çocuk alıp kaçıran dağlılar’ gibi ifadeler üzerinden anlıyoruz. Baba açısından durum oldukça zordu: Bu oğulu doğuran kadın onu emzirdiği sürece, bu oğul, karısının toplum biriminin aidi olmaya devam edecekti. Bu aşamada, bu oğulu, onu doğuran kadının elinden alıp kendi aidi olduğu topluluktan kadınların emzirmesine, çocuğun adeta ‘kanının değişmesine’ yol açan bir uygulama gibi başvurulmuş olmalı.
Doğunca ‘üç gün süt vermeyen ana’ motifini işleyen Adiloş Bebe şiiri, bu uygulamanın, binlerce yıl sonraki sembolik bir kalıntısı olarak anlam kazanır.
Doğurduğu oğul’a süt vermeyen kadın motifine İlyada’da da rastlamıştık. Bugünkü Avrupa’da da bu gelenek güçlü bir şekilde (şimdi ‘annenin meme özelliği bozulmasına’ bile dönüşmüştür!) devam etmektedir.
Muhammed döneminde ise Mekke ve civarında oturanlar, artık geçmişte kalmış bu geleneği, Bedevi kadınlar aracılığıyla sürdürmekteydiler. Muhammed’in süt anneleri hakkında yazılanlar, daha önce aktardığımız metinler, dikkatle okunursa, bunun töresel ve törensel bir uygulama olduğu görülecektir. Orada Bedevi kadınlar, herhalde yılın belli dönemlerinde, toplu olarak Mekke’ye geliyor ve çocukları alıp götürüyorlarmış gibi görünmektedir. Bu uygulamanın benzerine, yakın döneme kadar, Kafkas topluluklarında da ‘atalık’ kurumu haliyle rastlıyoruz.
Zamanla, kadının doğurduğu bütün çocuklara yönelik bir uygulamaya dönüşmüş olsa bile, yukarıda incelemeye çalıştığımız ‘ana yanlı’ ve ‘baba yanlı’ olmak ayrımı hesaba katılırsa, ‘süt annelik’ veya ‘atalık’ gibi kurumların erken biçimlerinin, kategorik olarak, ya kız evlatlara, ya erkek evlatlara veya erkek evlatlardan ‘küçük’ veya ‘büyük’ olana ait olması gerektiği anlaşılır.
Eski Ahit’te veya Kuran’da, amca/hala ve dayı / teyze kızları ile evlilik bağıntısındaki kurallar, o sırada sadece, ‘bir erkek’ için genelleşmiş ise de, görüyoruz ki, daha sonra bütün erkekler için uygulanmıştır. Giderek Ana ve Baba’nın ortak ‘oğulları’ haline gelmiş bu evlatlar, daha önce ‘ananın oğlu’ ve ‘babanın oğlu’, Babanın ‘büyük oğlu’ ve ‘küçük oğlu’ gibi temel hukuki bir ayrıma sahiptiler. Eski Ahit’te veya Kuran’da Harun, eğer Musa’ya “ ey anamın oğlu” diye hitap ediyorsa, “kardeşim” demesini bilmediği için değildi herhalde.
“Büyük Oğul” ve “Küçük Oğul” nitelemeleri, sadece doğum sırasının doğal ifade ediliş biçimlerine dayanmıyordu. Her şeyden önce bu oğulların sosyal statülerini ve evlilik çizgilerini ifade ediyordu. Yazılı Kanun metinlerinde, Levitik yasalarda baba’nın, istediği oğullardan birisini ‘büyük oğul’ olarak ilan etme hakkını konu eden hükümler, baba’nın bu konuda tercih hakkı bulunup bulunmaması gibi hususları, daha önce genişçe ele almıştık.
Eski toplumun oğullarına yönelik bu evlilik/cinsel ilişki kuralı, ‘süt kardeşliği’ ve ‘kirvelik’ için de aynen geçerliydi ve burada herhangi bir ‘gariplik’, ‘hurafe’, ‘uydurma’ vb. bulunmaz.
Tarihsel olarak ele alındığında, eski tablet açıklamaları doğru bir şekilde değerlendirildiğinde, Kirveliğe yol açan ilk erkek çocuk kurbanı ve onun hadımlaştırılması, en erken dönemlerde ortaya çıkmış olmalıdır. Bunu ‘süt annelik’ kurumu izlemiş görünüyor.
İster ‘sünnet’ biçiminde olsun, ister ‘ad verme’, vaftiz etme biçiminde olsun, karşılaştığımız ‘kirvelik’, ‘Vaftiz analık/babalığı’, ilgili erkek çocuğunun karşı tarafa devir işlemidir. Ve bu nedenle, bu oğul, devir edildiği ‘kirve’ veya vaftiz ana/baba ile hiç bir biyolojik ilişkisi yok iken, olmaması da öngörülürken, onların yakınlarıyla evlilik yasağına tabi olur. Çünkü artık Kirve’nin, vaftiz ana-baba’nın aidi bir üye olmuştur ve dolayısıyla kendi toplum biriminden bir kızla evlenemeyecektir.
“Süt emme” sistemine ise, erken Akado sammaru kral ve tanrı tanımlarından bu yana rastlıyoruz. Orada, kral bir tanrıçanın kutsal sütüyle emzirilmiş olduğunu söylerken, kendisinin statüsü hakkında bir fikir vermek istemekteydi.
Bizim akademisyenlerimizden Ali Rıza Balaban, ‘süt annelik’ konusunu, aşağı yukarı, günümüzde herhangi bir Paris hastanesinde doğum yapmış yeni yetme bir annenin görüş açısından daha ilerde ele alamamıştır. Bu görüş darlığı aslında sadece ona ait değil, geneldir.
Varlığına 6 bin yıl kadar önceki tablet anlatım konularında şahit olduğumuz; yaklaşık 4000 yıl kadar önceki Hammurabi yasa hükümlerinde özel olarak yer alan, Eski Ahit ve Kuran’da sıkı evlilik kuralları olarak sözü edilen bir konuyu, ‘ana sütü eksikliğine’ bağlayan “sosyolojik açıklama”lar, günümüzde bu alanda aşılması gereken zorlukları gösteriyor…
Erken dönem evlilik ilişkisinden doğan oğul’un dayılar tarafından alınıp kaçırılması; bu çocuğu, kız kardeşlerini karı olarak verdikleri koca’nın topluluğuna bırakmama uygulaması başlangıçta hayli yaygın olmuş olmalıdır. Bunu Akado sammaru kayıtlarında, ‘kucaktan çocuk alıp kaçıran dağlılar’ gibi ifadeler üzerinden anlıyoruz. Baba açısından durum oldukça zordu: Bu oğulu doğuran kadın onu emzirdiği sürece, bu oğul, karısının toplum biriminin aidi olmaya devam edecekti. Bu aşamada, bu oğulu, onu doğuran kadının elinden alıp kendi aidi olduğu topluluktan kadınların emzirmesine, çocuğun adeta ‘kanının değişmesine’ yol açan bir uygulama gibi başvurulmuş olmalı.
Doğunca ‘üç gün süt vermeyen ana’ motifini işleyen Adiloş Bebe şiiri, bu uygulamanın, binlerce yıl sonraki sembolik bir kalıntısı olarak anlam kazanır.
Doğurduğu oğul’a süt vermeyen kadın motifine İlyada’da da rastlamıştık. Bugünkü Avrupa’da da bu gelenek güçlü bir şekilde (şimdi ‘annenin meme özelliği bozulmasına’ bile dönüşmüştür!) devam etmektedir.
Muhammed döneminde ise Mekke ve civarında oturanlar, artık geçmişte kalmış bu geleneği, Bedevi kadınlar aracılığıyla sürdürmekteydiler. Muhammed’in süt anneleri hakkında yazılanlar, daha önce aktardığımız metinler, dikkatle okunursa, bunun töresel ve törensel bir uygulama olduğu görülecektir. Orada Bedevi kadınlar, herhalde yılın belli dönemlerinde, toplu olarak Mekke’ye geliyor ve çocukları alıp götürüyorlarmış gibi görünmektedir. Bu uygulamanın benzerine, yakın döneme kadar, Kafkas topluluklarında da ‘atalık’ kurumu haliyle rastlıyoruz.
Zamanla, kadının doğurduğu bütün çocuklara yönelik bir uygulamaya dönüşmüş olsa bile, yukarıda incelemeye çalıştığımız ‘ana yanlı’ ve ‘baba yanlı’ olmak ayrımı hesaba katılırsa, ‘süt annelik’ veya ‘atalık’ gibi kurumların erken biçimlerinin, kategorik olarak, ya kız evlatlara, ya erkek evlatlara veya erkek evlatlardan ‘küçük’ veya ‘büyük’ olana ait olması gerektiği anlaşılır.
Çünkü burada, ‘süt annelik’ veya ‘atalık’ yapan topluluklar ya anne tarafının aidi veya baba tarafının aidi olmalıydı ve bu nedenle çocuk paylaşım süreci içinde, doğuran kadın, eğer doğurduğu çocuk erkek toplum birimine ait kabul ediliyorsa, ona sadece ‘3 gün’ değil, belki hiç süt vermemeliydi. Değilse, o çocuk ‘haram süt’ emmiş olurdu; ‘sütü bozuk’ olurdu.
Öyle anlaşılıyor ki, Muhammed döneminde devam eden Bedevi kadınları “süt anne” sayma uygulamasının altında, Mekkeli kadınlarla evli Bedevi erkeklerin varlığı bulunuyordu. Önceki dönemin Bedevi erkeklerinin, Mekkeli kadından doğan oğul’u, o kadının elinden alıp kendi Bedevi topluluğundaki kız kardeşlerine devretme yönündeki bu gelenek, birkaç bin yıllık süreç içinde bozulmuş ve toplumda “çocuk Bedevi sütü içerse, iyi olur, sağlam olur” vb. gibi gerekçelere dönüşmüş olarak sürmeye devam etmiş olmalıydı.
Bu uygulama, bir yönüyle de, Mekkeli kadının doğurduğu oğul’un daha sonra Mekkeli kadınlarla evliliğinin devam etmesinin yolunu açan bir uygulamadır. Her ne kadar Muhammed’in anası onu ‘3 gün’ veya ‘7 gün’ emzirmiş ise de, eski kurala bağlı kalınırsa, belki de hiç emzirmemesi gerekli idi. ‘Süt kardeşliği’nin bir kaç nesil boyunca süren evlilik yasağı etkisi hesaba katılırsa, eski toplumun, bir dönem, ‘süt kardeşlik’ uygulamasına sahip topluluklarda, doğuran kadına, doğurduğu evlada (bunu kız/erkek, büyük/küçük evlat vb. olarak ayrıştırmak gerekecek) süt verme yasağına sahip olması gerektiği sonucuna varmak, bizim görüş açımızdan hiç yanlış değil, hatta zorunludur.
Eski Ahit’te ise, ‘süt kardeşliği’, kız ve erkek arasında cinsel ilişki için, daha uygun bir statü gibi görünmektedir. Erkeğin sevgilisine, cinsel ilişki kurmak istediği kıza “kız kardeşim, yavuklum, nişanlım, aşkım ” gibi nitelemeler kullandığı bu ilişkide, Kız ona şöyle demekteydi:
“Keşke kardeşim olsaydın,
Anamın memelerinden süt emmiş.
Dışarıda görünce öperdim seni,
Kimse de kınamazdı beni.
Önüne düşer,
Beni eğiten Anamın evine götürürdüm seni;
Sana baharatlı şarapla Kendi narlarımın suyundan içirirdim.
Sol eli başımın altında, Sağ eli sarsın beni.
Ant içiriyorum size, ey Yeruşalim kızları!
Aşkımı ayıltmayasınız, uyandırmayasınız diye,
Gönlü hoş olana dek.”
Süleyman’ın Şarkılarının bu erotik özellikleri, eski toplumun ‘kardeş karı kocalık’ ilişkisi dönemlerinden süzülüp gelmektedir. Abraham’ın Sara için; İsak’ın Rebekka için ‘karım ve kız kardeşim’ biçimli akrabalık nitelemeleri kullandığına bakılırsa, Eski Ahit’in düzenleyicisi din adamlarının şarkıdaki ‘karım’ ifadesini bir miktar yumuşatmış oldukları, “nişanlım/ yavuklum/ aşkım” haline dönüştürdükleri anlaşılıyor. Böyle bile olsa, şarkının ‘kız-erkek kardeşler’ arasındaki bir cinsel ilişki temasını işlediği; kutsal çiftleşme döneminin bir ilahisi olduğu anlaşılmaktadır.
Eski toplumun evlilik ilişkisini ve akrabalık kavramlarını günümüzün ölçüleri içinde değerlendirmeye kalkan bay Akurgal ve onun gibi düşünenlerin Hitit soy kütüğünü bir dizi ‘olsa olsa üvey evlat, üvey kardeş’lerle doldurmaları üzerine uzunca durmuştuk.
Eski toplumun yukarda ifade edilen ‘kardeş’leri, bizim şimdi anladığımız ve ele aldığımız tarzdaki biyolojik kardeşleri değildi. Dolayısıyla oradaki ‘kardeş karı kocalık’, bizim şimdi anladığımız anlamdaki ‘kardeş’ler arası bir cinsel ilişki haline zamanla dönüşmüştür ve aynı ana-babadan doğan kardeşler arası cinsel ilişki/evlilik haline de, dönüşümlü yönetim sisteminin hanedanlığa doğru evirilme aşamasının örnekleri olarak eski Mısır’da ve Hititlerde (?) ulaşmış olması gereklidir.
Yukarıdaki ilahi/şarkıda,’süt kardeşler arası’ ilişkinin yasaklanmak şurada dursun, uygun görülmesine, istenilir olmasına yönelik ifadeyi çözümlemek gerekir.
Burada dikkat çekmemiz gereken yan, şarkı söyleyicimizin kız olması olgusu ve erkeğin, ‘anasının memesinden emmiş olmasını’ arzulamasıdır. Bu şarkıda hitap edilen Lübnan erkekleri, hitap eden ise Kudüs, Yarusalim kızı’ydı. Dolayısıyla, öyle görünüyor ki, Mekkelilerin Bedevilere devrettiği oğullar, nasıl ki, Mekkeli kızlarla evlilik hakkı kazanıyor iseler, burada da, daha farklı bir aşamada, Lübnan oğulları, Kudüs kızları üzerinde evlilik hakkını, Kudüslü kadınların onları emzirmesiyle elde ediyorlarmış gibi görünüyor. Kızın, doğrudan doğruya ‘anne’sinden değil de, “eğiten Annesi”nden bahsetmesi, kızın babaya ait sayılabileceği yönünde bir işaret de olabilir.
Bu tür hususların derinleştirilmesi elbette yararlı ve yerinde olacaktır. Ama şimdiden bellidir ki, ister cinsel ilişki hakkı doğuruyor olsun, isterse bu hakkı bir kaç kuşak boyunca tümüyle ortadan kaldırsın, ‘süt’ ilişkisi, hiç bir şekilde biyolojik kandaşlık ilişkisi içinde sayılamaz. Eski toplum ‘kardeş’lik ilişkisinde, hiç de ‘biyolojik’ yakınlık içermeyen ‘süt’ , ‘kirvelik’ veya ’vaftiz ana-babalığı’ gibi birleştiren ve ayrıştıran eksenleri de kullanmıştı.
Bunun ötesinde tanıdığımız ‘ilan etme yoluyla kardeşlik’ ilişkisinin bazı türlerini ise, hem Akado Sammaru kayıtlarında, hem de varlığını Sayın Korkmaz Göçmen yoluyla tanıdığım ve çok önemli bir belge olan Latmos-Pidasa ittifak metninde göreceğiz.
http://toplumvetarih.blogcu.com/evlilik-ahlaki-ve-aile-nin-tarihi-4/1330128
Türkiye'de veya İslami ülkelerde "amca
çocukları" birbirleriyle evlenir...
Teyze - hala çocukları birbirleriyle evlenir...
Dokuz yaşında,13 yaşında kız çocukları "kan bağı" denilen "bağ" içinde oldukları "akraba" oğullarıyla evlendirilir!
Fakat aralarında öncesinde hiçbir "tanışıklık" bile bulunmayan "Süt kardeşler" birbirleriyle evlenemez...miş!
Aralarında "kan bağı" denilen bir "bağ" bile bulunmayan insanlar arasında evlilik yasağı hurafesi, günümüzden 4000 yıl kadar önceki Hammurabi kanunlarında rastladığımız bir yasağa dayanmaktadır.
Yakında İslamistler, kan bankasına da, organ bankasına da açıkça karşı çıkarlarsa, sürpriz olmaz...
Süt annelik ve süt hısımlık kurumuna, yazılı olarak
yaklaşık 5750 yıl öncesinden itibaren rastlıyoruz...
Eski toplumun gerçek bir kurumu, günümüzde sadece tabu halde bir kurum halini almıştır...
Eski toplumun gerçek bir kurumu, günümüzde sadece tabu halde bir kurum halini almıştır...
***
Süt
akrabalığı kurumu eski toplum bakımından sonuçları ciddi yükümlülükler doğuran
gerçek bir kurum olduğu için Hammurabi, özel bir hükümde şöyle yazdırmıştı:
§ 194 - Eğer bir adam, evladını süt anaya verir, o evlat süt ananın elinde ölürse ve süt ana, (ölen bebeğin) babasının ve anasının haberi olmadan ikinci bir çocuğu (emzirmek için) alırsa, bunu ispat ederlerse, (ölen bebeğin) babasının ve anasının haberi olmadan ikinci bir çocuğu bağrına bastığı (emzirdiği) için (süt ananın) memelerini keseceklerdir. (Hammurabi Yasası)
§ 194 - Eğer bir adam, evladını süt anaya verir, o evlat süt ananın elinde ölürse ve süt ana, (ölen bebeğin) babasının ve anasının haberi olmadan ikinci bir çocuğu (emzirmek için) alırsa, bunu ispat ederlerse, (ölen bebeğin) babasının ve anasının haberi olmadan ikinci bir çocuğu bağrına bastığı (emzirdiği) için (süt ananın) memelerini keseceklerdir. (Hammurabi Yasası)
Süleyman
Ateş ve Süt Akrabalar Arası Evlilik Yasağı
Süleyman Ateş'ler İslam'ın "Süt Akrabalar Arası Evlilik Yasağı" Hakkındaki "Kural"larını Nasıl Savunuyorlar?
" Süt kardeşler evlenemez" miş !
http://haber.gazetevatan.com/haberdetay.asp...
Süleyman Ateş, bu günkü yazısında, diyanet kökenli ilahiyatçılarımızın “akıl ve mantık dini” olarak tanıtmaya özen gösterdikleri İslam dininin,
“Emenin emzirene nefsi haramdır,
emzirenin emene nesli haramdır”
biçiminde özetlediği bir "kural"ından bahsediyor. Bu “kural”, “teyze/dayı kızı” veya “emmi/hala kızı”yla evliliği hoş gören, yasaklamayan, uygulayan İslami dünyanın, “süt kardeş” olan kız ve erkek arasındaki evliliği (tıpkı kirve kızı/oğlu arasında olduğu gibi) yasaklayan tutumuyla ilgilidir.
[[ Bir okuru Süleyman Ateş’e soruyor :
SORU:
-Ağabeyim, bir kızla süt kardeş. Karşılıklı olarak birbirlerinin annelerini emmişler. Bir de bu kızın kız kardeşi var. Onları evlendirmeyi düşünüyorlar. Fakat aile büyükleri bu evliliğin olmayacağını söylüyor. Dinimizce bunun hükmü nedir? Ağabeyim, süt kardeşinin kardeşiyle evlenebilir mi? Benim evlenmemde bir sakınca var mı?
Süleyman Ateş’in bu okuruna CEVAP’ı da şöyle :
-Ağabeyiniz, sütünü emdiği kadının hiçbir çocuğuyla veya torunuyla evlenemez. O kadın ağabeyinizin süt annesi, çocukları da ağabeyinizin süt kardeşleri olur. Ağabeyinin, sütünü emdiği kadının herhangi bir kızıyla evlenmesi dinimizce haramdır.
Sen eğer o kızın annesinin sütünü veya onun kızı senin annenin sütünü emmemişse evlenebilirsin. Ama senin annenle o kızın annesinin karşılıklı olarak birbirlerinin çocuğunu emzirdiğini söylüyorsunuz. Bu durumda eğer evlenmek istediğin kız, senin annenin sütünü emmişse annenin çocuklarıyla evlenemez. Çünkü annen o kızın süt annesi durumundadır. Tabii çocukları da kızın süt kardeşleridir. Ancak kadının, senin annenden süt emmeyen kızı, şayet sen de o kızın annesinin sütünü emmemişsen o kızla evlenebilirsin. Kural şudur: “Emenin emzirene nefsi haramdır, emzirenin emene nesli haramdır.” ]]
"İslam bilgini" Süleyman Ateş'in "yabancı bir kadın"ın sütünü emdi diye o erkeğe, "süt kardeş" olan bir kızla evliliği ( ve tersi..) yasaklayan
İslam kuralını tanıtıp savunması işte böyle...
Sadece analarının (karşılıklı) sütünü emmişler diye, onların ve onların çocuklarının ve torunlarının aralarında nesiller boyu sürecek bir evlilik yasağı oluşmasının, günümüzün modern ölçüleri içinde, “akıl veya mantıkla” bir bağlantısı kurulabilir mi?
İslamın veya öteki tüm dinlerin bu tür kurallarındaki “akılsızlık” ve “mantıksız”lık sadece, insanbilim temelinde açığa çıkarılabilir ve “anlaşılabilir” bir halde açıklanabilir. İslam hakkında Süleyman Ateş gibi, işine geleni alıp, işine gelmeyeni “çağı geçmiş” diye niteleyerek değil…İşine gelen hadis’i kullanıp, işine gelmeyene “hurafe” diyen, güvenilmez bir metodolojiyi kullanarak değil!
Meydanı boş bulup kuru-sıkı atarak hiç değil!
“Reformist İslamcı” Süleyman Ateş’in, “süt kardeş ve süt akrabalar arası evlilik yasağı” konusunda “dinimizce kural”ları açıklayıp, ondan sonra tam orada durmasının, öteki evlilik kural veya uygulamalarından hiç bahsetmeden konuyu kapatmasının nedenleri var…
Çünkü, güya “akıl ve mantık dini İslam” tarafından, "süt akrabalar arası evlilik", neredeyse nesiller boyunca yasaklandığı halde, öte yandan aynı İslam dünyasında, amca, teyze , hala ve dayı çocukları arasındaki “yakın akraba evlilikleri”ne hoş görüyle bakılması, başka türlü nasıl gizlenebilir?
Süleyman Ateş’ler, “bilgi ve iman”ları yeterli ise, güya “akıl ve mantık dini” dedikleri İslam dininin, hiçbir biyolojik yakınlıkları bulunmayan “süt akrabalar” arasındaki evliliği yasaklayan İslam’ın
- “1 yaşında bir kız ile evliliği”,
- “9 yaşında kız ile zifafa girmeyi”
- “ 9-13 yaşında kızları dedesi kuşağında, 50 yaş gurubundaki bir erkek ile (Muhammed'de olduğu gibi..) evlendirmeyi”…. vb.
neden “yasaklamıyor” olduğunu da "mantık temelinde" kalarak açıklamaya çalışmalılar!
Bunu yapmaya kalkıştıkları anda, “İslam dini” hakkında ileri sürdükleri “akıl ve mantık dini” iddiasının nasıl bir ucube haline dönüştüğünü belki görebilirler.
Aslında, sadece İslam değil, hiçbir din, “akıl ve mantık” ölçülerine oturtularak ele alınamaz. Çünkü bu alanlarda “namus” vb. kategorileriyle çok iç içe olan “akıl ve mantık” da, sosyolojik özelliklere bağlı olarak, göreceli bir yapı arz ederler. Günümüzün “akıl ve mantığı”nın ölçülerine bağlı kalarak, 1400 yıl önceki İslam; veya 3000 yıl önceki Musevilik veya ön Hıristiyanlık inançları, modern “akıl ve mantık” süzgecine tabi tutularak değerlendirilemezler! O takdirde elimizde kalan sadece bir avuçluk “akılsızlık ve mantıksızlık posası” kalacaktır.
Ve bu bakış açısıyla, “yaratılış” anlatımının ilk saniyesinden itibaren, Tanrı’nın neden “suları yaratmadığı”nı; daha “Gök”ü yaratmadan “ışığı” nasıl yarattığını; bütün bu “yaratış” serüveni için niye ile de “1 Haftalık” bir takvim değeri kullandığını; neden durmadan “su”lara; “Toprağa” vb. emir vererek, öteki varlıkları “su” veya “toprak”tan yaratmaya kalkıştığını vb. açıklayamayız...
Bu nedenle Süleyman Ateş’e de, tavsiyemiz, din bilimciliğini, İnsan bilim alanına taşımaya çalışmasıdır.
Çünkü ancak o zaman, sadece neneleri veya dedeleri birbirinin süt kardeşleri olan kadın ve erkeklerin torunları arasındaki bir evliliği bile yasaklayan İslam’ın bu tür “kural”larında, “akıl veya mantık” arama “akılsızlık ve mantıksızlığından” kurtulabilirler.
http://toplumvetarih.blogcu.com/.../5526107
Süleyman Ateş'ler İslam'ın "Süt Akrabalar Arası Evlilik Yasağı" Hakkındaki "Kural"larını Nasıl Savunuyorlar?
" Süt kardeşler evlenemez" miş !
http://haber.gazetevatan.com/haberdetay.asp...
Süleyman Ateş, bu günkü yazısında, diyanet kökenli ilahiyatçılarımızın “akıl ve mantık dini” olarak tanıtmaya özen gösterdikleri İslam dininin,
“Emenin emzirene nefsi haramdır,
emzirenin emene nesli haramdır”
biçiminde özetlediği bir "kural"ından bahsediyor. Bu “kural”, “teyze/dayı kızı” veya “emmi/hala kızı”yla evliliği hoş gören, yasaklamayan, uygulayan İslami dünyanın, “süt kardeş” olan kız ve erkek arasındaki evliliği (tıpkı kirve kızı/oğlu arasında olduğu gibi) yasaklayan tutumuyla ilgilidir.
[[ Bir okuru Süleyman Ateş’e soruyor :
SORU:
-Ağabeyim, bir kızla süt kardeş. Karşılıklı olarak birbirlerinin annelerini emmişler. Bir de bu kızın kız kardeşi var. Onları evlendirmeyi düşünüyorlar. Fakat aile büyükleri bu evliliğin olmayacağını söylüyor. Dinimizce bunun hükmü nedir? Ağabeyim, süt kardeşinin kardeşiyle evlenebilir mi? Benim evlenmemde bir sakınca var mı?
Süleyman Ateş’in bu okuruna CEVAP’ı da şöyle :
-Ağabeyiniz, sütünü emdiği kadının hiçbir çocuğuyla veya torunuyla evlenemez. O kadın ağabeyinizin süt annesi, çocukları da ağabeyinizin süt kardeşleri olur. Ağabeyinin, sütünü emdiği kadının herhangi bir kızıyla evlenmesi dinimizce haramdır.
Sen eğer o kızın annesinin sütünü veya onun kızı senin annenin sütünü emmemişse evlenebilirsin. Ama senin annenle o kızın annesinin karşılıklı olarak birbirlerinin çocuğunu emzirdiğini söylüyorsunuz. Bu durumda eğer evlenmek istediğin kız, senin annenin sütünü emmişse annenin çocuklarıyla evlenemez. Çünkü annen o kızın süt annesi durumundadır. Tabii çocukları da kızın süt kardeşleridir. Ancak kadının, senin annenden süt emmeyen kızı, şayet sen de o kızın annesinin sütünü emmemişsen o kızla evlenebilirsin. Kural şudur: “Emenin emzirene nefsi haramdır, emzirenin emene nesli haramdır.” ]]
"İslam bilgini" Süleyman Ateş'in "yabancı bir kadın"ın sütünü emdi diye o erkeğe, "süt kardeş" olan bir kızla evliliği ( ve tersi..) yasaklayan
İslam kuralını tanıtıp savunması işte böyle...
Sadece analarının (karşılıklı) sütünü emmişler diye, onların ve onların çocuklarının ve torunlarının aralarında nesiller boyu sürecek bir evlilik yasağı oluşmasının, günümüzün modern ölçüleri içinde, “akıl veya mantıkla” bir bağlantısı kurulabilir mi?
İslamın veya öteki tüm dinlerin bu tür kurallarındaki “akılsızlık” ve “mantıksız”lık sadece, insanbilim temelinde açığa çıkarılabilir ve “anlaşılabilir” bir halde açıklanabilir. İslam hakkında Süleyman Ateş gibi, işine geleni alıp, işine gelmeyeni “çağı geçmiş” diye niteleyerek değil…İşine gelen hadis’i kullanıp, işine gelmeyene “hurafe” diyen, güvenilmez bir metodolojiyi kullanarak değil!
Meydanı boş bulup kuru-sıkı atarak hiç değil!
“Reformist İslamcı” Süleyman Ateş’in, “süt kardeş ve süt akrabalar arası evlilik yasağı” konusunda “dinimizce kural”ları açıklayıp, ondan sonra tam orada durmasının, öteki evlilik kural veya uygulamalarından hiç bahsetmeden konuyu kapatmasının nedenleri var…
Çünkü, güya “akıl ve mantık dini İslam” tarafından, "süt akrabalar arası evlilik", neredeyse nesiller boyunca yasaklandığı halde, öte yandan aynı İslam dünyasında, amca, teyze , hala ve dayı çocukları arasındaki “yakın akraba evlilikleri”ne hoş görüyle bakılması, başka türlü nasıl gizlenebilir?
Süleyman Ateş’ler, “bilgi ve iman”ları yeterli ise, güya “akıl ve mantık dini” dedikleri İslam dininin, hiçbir biyolojik yakınlıkları bulunmayan “süt akrabalar” arasındaki evliliği yasaklayan İslam’ın
- “1 yaşında bir kız ile evliliği”,
- “9 yaşında kız ile zifafa girmeyi”
- “ 9-13 yaşında kızları dedesi kuşağında, 50 yaş gurubundaki bir erkek ile (Muhammed'de olduğu gibi..) evlendirmeyi”…. vb.
neden “yasaklamıyor” olduğunu da "mantık temelinde" kalarak açıklamaya çalışmalılar!
Bunu yapmaya kalkıştıkları anda, “İslam dini” hakkında ileri sürdükleri “akıl ve mantık dini” iddiasının nasıl bir ucube haline dönüştüğünü belki görebilirler.
Aslında, sadece İslam değil, hiçbir din, “akıl ve mantık” ölçülerine oturtularak ele alınamaz. Çünkü bu alanlarda “namus” vb. kategorileriyle çok iç içe olan “akıl ve mantık” da, sosyolojik özelliklere bağlı olarak, göreceli bir yapı arz ederler. Günümüzün “akıl ve mantığı”nın ölçülerine bağlı kalarak, 1400 yıl önceki İslam; veya 3000 yıl önceki Musevilik veya ön Hıristiyanlık inançları, modern “akıl ve mantık” süzgecine tabi tutularak değerlendirilemezler! O takdirde elimizde kalan sadece bir avuçluk “akılsızlık ve mantıksızlık posası” kalacaktır.
Ve bu bakış açısıyla, “yaratılış” anlatımının ilk saniyesinden itibaren, Tanrı’nın neden “suları yaratmadığı”nı; daha “Gök”ü yaratmadan “ışığı” nasıl yarattığını; bütün bu “yaratış” serüveni için niye ile de “1 Haftalık” bir takvim değeri kullandığını; neden durmadan “su”lara; “Toprağa” vb. emir vererek, öteki varlıkları “su” veya “toprak”tan yaratmaya kalkıştığını vb. açıklayamayız...
Bu nedenle Süleyman Ateş’e de, tavsiyemiz, din bilimciliğini, İnsan bilim alanına taşımaya çalışmasıdır.
Çünkü ancak o zaman, sadece neneleri veya dedeleri birbirinin süt kardeşleri olan kadın ve erkeklerin torunları arasındaki bir evliliği bile yasaklayan İslam’ın bu tür “kural”larında, “akıl veya mantık” arama “akılsızlık ve mantıksızlığından” kurtulabilirler.
http://toplumvetarih.blogcu.com/.../5526107
Amca çocukları evlenir...
Teyze-hala çocukları evlenir...
"Süt kardeşler" evlenemez...miş!
"İslâmiyet’te de, "Sizi emziren analarınız ve süt cihetinden kız kardeşleriniz (size haram kılındı)” (en-Nisâ, 4/23); Emzirmeyi tam yapmak isteyen için anneler çocuklarını tam iki yıl emzirirler" (el-Bakara, 2/233); "Çocuklarınıza süt anne istemenizde, bir sakınca yoktur" (el-Bakara, 2/233); âyette sütanne ve sütkardeşle evlenme yasaklanmıştır. “Nesep sebebiyle haram olanlar emzirme sebebiyle de haram olur. (Buhârî, Şehâdât, 7 / Müslim, Radâ‘, 9)”, hadisiyle de bu yasak bir kez daha pekiştirilmiştir. Süt hısımlığı evlenme yasağı oluştururken; fıkıhta “Lebenü’l-fahl meselesi” olarak tanımlanan yasakları da beraberinde getirir. Bu aşağı yukarı dört mezhepte de kabul gören şartlar kısaca şöyledir: Sütannenin kocası; emzirdiği çocuğun da sütbabası olur. Fakihlerin büyük çoğunluğuna göre süt hısımlığı dolayısıyla şu kimselerle evlenilmez:
İki yaşından küçük iki çocuk, aynı kadından süt emince, süt kardeşi olur. Bir çocuk, bir kadının sütünü emince, bu sütün hasıl olmasına sebep olan erkek, bu çocuğun süt babası olduğu gibi, bu erkeğin babası da, süt dedesi, anası da, süt ninesi, kardeşleri de süt amca ve süt halası olur.
Çocuğun, süt anası ve süt babası ile ve bunların anaları, babaları ve kardeşleri ve çocukları ve her kuşaktan torunları ile evlenmesi, ebedi haramdır. Bunlarla soydan akraba olsaydı, yine evlenemezdi. Bu çocuğun çocukları, bunun süt anası veya süt babası ile evlenemez. Çocuğun hanımı, çocuğun süt babası ile ve çocuğun kocası da, çocuğun süt anası ile evlenemez. Aynı kadından emen oğlan ile kız, süt babaları başka olsa ve başka yıllarda emmiş olsalar bile, birbiri ile ve birbirlerinin çocukları ve torunları ile evlenemez.
Yani kısacası nesep sebebiyle birbirlerine haram olanlar yani evlenmeleri yasak olanlar emzirme sebebiyle de haramdır, onlarla süt çocuklar evlenemezler. İşte bu sebeple anne sütü bankasından bebeklere süt verilmesi kesinlikle mahzurludur. "
Teyze-hala çocukları evlenir...
"Süt kardeşler" evlenemez...miş!
"İslâmiyet’te de, "Sizi emziren analarınız ve süt cihetinden kız kardeşleriniz (size haram kılındı)” (en-Nisâ, 4/23); Emzirmeyi tam yapmak isteyen için anneler çocuklarını tam iki yıl emzirirler" (el-Bakara, 2/233); "Çocuklarınıza süt anne istemenizde, bir sakınca yoktur" (el-Bakara, 2/233); âyette sütanne ve sütkardeşle evlenme yasaklanmıştır. “Nesep sebebiyle haram olanlar emzirme sebebiyle de haram olur. (Buhârî, Şehâdât, 7 / Müslim, Radâ‘, 9)”, hadisiyle de bu yasak bir kez daha pekiştirilmiştir. Süt hısımlığı evlenme yasağı oluştururken; fıkıhta “Lebenü’l-fahl meselesi” olarak tanımlanan yasakları da beraberinde getirir. Bu aşağı yukarı dört mezhepte de kabul gören şartlar kısaca şöyledir: Sütannenin kocası; emzirdiği çocuğun da sütbabası olur. Fakihlerin büyük çoğunluğuna göre süt hısımlığı dolayısıyla şu kimselerle evlenilmez:
İki yaşından küçük iki çocuk, aynı kadından süt emince, süt kardeşi olur. Bir çocuk, bir kadının sütünü emince, bu sütün hasıl olmasına sebep olan erkek, bu çocuğun süt babası olduğu gibi, bu erkeğin babası da, süt dedesi, anası da, süt ninesi, kardeşleri de süt amca ve süt halası olur.
Çocuğun, süt anası ve süt babası ile ve bunların anaları, babaları ve kardeşleri ve çocukları ve her kuşaktan torunları ile evlenmesi, ebedi haramdır. Bunlarla soydan akraba olsaydı, yine evlenemezdi. Bu çocuğun çocukları, bunun süt anası veya süt babası ile evlenemez. Çocuğun hanımı, çocuğun süt babası ile ve çocuğun kocası da, çocuğun süt anası ile evlenemez. Aynı kadından emen oğlan ile kız, süt babaları başka olsa ve başka yıllarda emmiş olsalar bile, birbiri ile ve birbirlerinin çocukları ve torunları ile evlenemez.
Yani kısacası nesep sebebiyle birbirlerine haram olanlar yani evlenmeleri yasak olanlar emzirme sebebiyle de haramdır, onlarla süt çocuklar evlenemezler. İşte bu sebeple anne sütü bankasından bebeklere süt verilmesi kesinlikle mahzurludur. "
'Süt Bankası Büyük Vebal'
Sağlık
Bakanlığı’nın uygulamaya koymak için hazırlık yaptığı Süt Bankası Projesi’ne
tepkiler sürüyor...
06 Mart 2013 Çarşamba 09:19
Sağlık Bakanlığı’nın Süt Bankası Projesi eleştiri toplamaya devam ediyor. Anne sütü alamayan bebeklerin anne sütünden mahrum kalmalarını engellemek ve bebek ölümlerinin önüne geçmek maksadıyla bakanlık tarafından uygulamaya geçirilecek olan süt bankasıyla birçok bebeğin başka annelerin sütleri ile beslenmesi planlanıyor. Ancak söz konusu uygulamanın getireceği tehlikeler konusunda endişeler son bulmuyor.
“BAKAN’IN YAPACAĞI İŞ, BU YANLIŞ GİRİŞİMİ GERİ ÇEKMEKTİR”
06 Mart 2013 Çarşamba 09:19
Sağlık Bakanlığı’nın Süt Bankası Projesi eleştiri toplamaya devam ediyor. Anne sütü alamayan bebeklerin anne sütünden mahrum kalmalarını engellemek ve bebek ölümlerinin önüne geçmek maksadıyla bakanlık tarafından uygulamaya geçirilecek olan süt bankasıyla birçok bebeğin başka annelerin sütleri ile beslenmesi planlanıyor. Ancak söz konusu uygulamanın getireceği tehlikeler konusunda endişeler son bulmuyor.
“BAKAN’IN YAPACAĞI İŞ, BU YANLIŞ GİRİŞİMİ GERİ ÇEKMEKTİR”
Akit’e konuşan Gıda Hareketi Başkanı Kemal Özer, Sağlık Bakanı’nın projeden bir
an önce vazgeçmesi gerektiğini söyledi. Birilerinin Başbakan’a şirin gözükmeye
çalıştığını savunan Özer, “Şimdi Başbakan Erdoğan’dan bakanına talimat verip bu
hem dini açıdan yasak hem de genetik açıdan tehlikeli oyuna son vermesini
bekliyoruz. Aksi halde orta vadede birçok yasak evliliğin oluşmasına yol
açabilir. Girişimin doğru olmadığını bakanlık da görmüş olmalı ki, Bakan’ın her
yeni açıklaması bir adım geri çekilme şeklinde oluyor” dedi.
MÜSLÜMAN HASSASİYETİ GÖZETİLMİYOR
MÜSLÜMAN HASSASİYETİ GÖZETİLMİYOR
Anne sütü bankası girişiminin Müslümanların hassasiyetlerini ve inanç
değerlerini hiç önemsemediğini dile getiren Özer, “Bebekte emdiği anneden
genetik geçiş olduğunu biliyoruz. Cenab-ı Hak’kın açık bir dille sütanne ve
sütkardeşlerin evliliğini yasaklamasının en büyük hikmeti de bu olsa gerek”
ifadelerini kullandı.
ÇEKER: “KAYIT ALTINA ALINMASI ZORDUR, SİVİL BIRAKILMALIDIR”
Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi Prof.Dr. Orhan Çeker ise süt kardeşliğin dinimizdeki önemine dikkat çekti. Çeker, “Dinimizde bir çocuk belli şartlarda bir kadından süt emdiği zaman o kadının kendi çocuğu gibi olur. Dolayısıyla kadının kendisine ait bir çocuğa nikâh açısından kim haram oluyorsa emen çocuk için de onlar haram olur. Bu genel ilkedir” diye konuştu. Kadınların sütlerini bir depoda biriktirmeleri ve çocuklara vermeleri sonucunda bu akrabalığın meydana geleceğini söyleyen Çeker, “Bakan’ın açıkladığı gibi kayıt altına alınır da hangi kadının hangi çocuğa süt verdiği güzel bir şekilde tutulursa bunun sakıncası olmaz ama bunun becerilebileceği kanaatine değilim” dedi. Çeker, konunun çok karmaşık olmasından dolayı kayıt altına alınmasının neredeyse imkânsız olduğunu dile getirerek, “Dolayısıyla bu işe hileler de karışabilir. Kanaatimce bu işi halk nezdinde işleyip bunun gerekliliğine halkı teşvik edip sivil bırakmak daha iyi olur. Ama bu işleri anne sütünün en faydalı olduğu, benzeri bulunmadığı ve mucizevi bir besin kaynağı olduğu anlatılmalı. Hanımlar, çocukları emzirmeye teşvik edilmeli, süt anneliği teşvik edilmeli” diye konuştu. Çeker ayrıca “Ancak bunu sivil bırakmalı, annelerin tercihine bırakmalı. Bunu herkes sivil olarak yapar da takip ederse bu bilinir. Bunu kişi isterse şahitler huzurunda kayıt ettirebilir ve bu daha kolay olur. Eğer biz bunu sivil bırakırsak çocuk sahipleri de kime emzirteceklerini iyi tespit edebilirler. Bu süt anne seçme hakkını da insanlara tanır” açıklamasında bulundu.
ÇEKER: “KAYIT ALTINA ALINMASI ZORDUR, SİVİL BIRAKILMALIDIR”
Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi Prof.Dr. Orhan Çeker ise süt kardeşliğin dinimizdeki önemine dikkat çekti. Çeker, “Dinimizde bir çocuk belli şartlarda bir kadından süt emdiği zaman o kadının kendi çocuğu gibi olur. Dolayısıyla kadının kendisine ait bir çocuğa nikâh açısından kim haram oluyorsa emen çocuk için de onlar haram olur. Bu genel ilkedir” diye konuştu. Kadınların sütlerini bir depoda biriktirmeleri ve çocuklara vermeleri sonucunda bu akrabalığın meydana geleceğini söyleyen Çeker, “Bakan’ın açıkladığı gibi kayıt altına alınır da hangi kadının hangi çocuğa süt verdiği güzel bir şekilde tutulursa bunun sakıncası olmaz ama bunun becerilebileceği kanaatine değilim” dedi. Çeker, konunun çok karmaşık olmasından dolayı kayıt altına alınmasının neredeyse imkânsız olduğunu dile getirerek, “Dolayısıyla bu işe hileler de karışabilir. Kanaatimce bu işi halk nezdinde işleyip bunun gerekliliğine halkı teşvik edip sivil bırakmak daha iyi olur. Ama bu işleri anne sütünün en faydalı olduğu, benzeri bulunmadığı ve mucizevi bir besin kaynağı olduğu anlatılmalı. Hanımlar, çocukları emzirmeye teşvik edilmeli, süt anneliği teşvik edilmeli” diye konuştu. Çeker ayrıca “Ancak bunu sivil bırakmalı, annelerin tercihine bırakmalı. Bunu herkes sivil olarak yapar da takip ederse bu bilinir. Bunu kişi isterse şahitler huzurunda kayıt ettirebilir ve bu daha kolay olur. Eğer biz bunu sivil bırakırsak çocuk sahipleri de kime emzirteceklerini iyi tespit edebilirler. Bu süt anne seçme hakkını da insanlara tanır” açıklamasında bulundu.
Muhammed'in Süt Anneleri
DEDESİNE MÜJDE EDİLMESİ
Annesi Hz. Âmine Resulullah Efendimizi (s.a.v.) dünyaya getirince, Dedesi Abdulmuttalib’e, bir torunu doğduğunu müjdelemek üzere haberci gönderdi.
Abdulmuttalib sevinerek geldi ve torununu alarak Ka‘be’ye girdi, orada Allah’a (c.c.) dua etti, şükürde bulundu. Sonra da bir ziyafet tertip ederek Kureyş’in ileri gelenlerini davet etti. Misafirlerine torununun doğumunu haber virip ona, (çokça medhedilmiş, övülmüş anlamına gelen) “Muhammed” ismini koyduğunu açıkladı.
Bu mübarek isim, o güne kadar Araplarca pek bilinmeyen, pek kullanılmayan bir isimdi.(13) Abdulmuttalib’in soyundan da hiçbir kimseye verilmiş değildi. Bu ismi tercih edişininin sebebi kendisine sorulduğunda, “Onu gökte meleğin, yerde beşerin çok öveceğini umuyorum. Bu sebeple ona bu adı koydum” cevabını vermiştir.
ONU İLK EMZİREN
Tabii ki onu ilkönce (üç veya yedi gün) kendi annesi emzirmişti… Arkasından, Ebu Leheb’in cariyesi Süveybe Mesruh,sütünden onu emzirdi. O, daha evvel Hz. Hamza’yı da emzirmişti. Sonra da Mahzum kabilesinden Ebu’l-Esed’in oğlu Ebu Seleme’yi emzirdi. Böylece amcası Hz. Hamza ve Ebu Seleme ile sütkardeş oldular.
RESÛLLÜLLAH (S.A.V.) SÜTANNE’DE
Şehirli Arap geleneğine göre, çocukları, şehirlerde yakalanabilecekleri hastalıklardan uzak tutmak, vücutlarını geliştirmek, sinirlerini yatkın/sağlam kılmak, daha beşikte iken Arapçayı iyi öğrenmelerini sağlamak için onlara (şehir dışından) süt anne araştırırlardı.
Abdulmuttalib de torunu için bir süt anne araştırdı. Sa‘d oğullarından Ebu Züeyb’in kızı, yine aynı kabileden Abduluzza’nın oğlu, Ebu Kebeşe lakaplı Haris’in(15) hanımı Hz. Halime’ye emzirmek üzere onu teslim etti.
Resûllülah’ın (s.a.v.) oradaki süt kardeşleri,
Haris’in oğlu Abdullah ile kızları Enîse ve Huzâfe’dir.
(Bunun lakabı Şeyma’dır, lakabıyla meşhurdur.) Ayrıca aynı kabilede bir süt evlatlık olarak bulunan Hz. Hamza’nın süt annesi de Resullullah’ı bir gün emzirdi, böylece Hz. Hamza ile oradan da süt kardeşi oldu.
Hz. Halime Resûllüllah’ı (s.a.v.) kabul edişini anlatırken; ellerinde hiçbir şey bırakmayan bir kıtlık senesinde, kocası ve emzirmekte olduğu küçük bir oğlu ile birlikte, süt evlatlığı almaya giden Beni Sa‘d oğullarından bir grup kadının arasına katılıp kumral bir merkebe binerek memleketinden çıktığını söylüyor. Ve devamla diyor ki; yanımızda bir de keçimiz vardı. Vallahi bir damla süt vermiyordu. Açlıktan ağlayan çocuğumuzun yüzünden bir tek gece dahi uyuyamadık. Ne göğsümde onu susturacak süt vardı, ne de keçimizde ona gıda olacak bir şey... Bir taraftan yağmur bekliyor, bir taraftan da bu sıkıntının gitmesini umuyorduk. Bindiğim merkebin hem zayıf hem de arık (yorgun) olması yüzünden kafileyi de yolda bıraktık (geciktirdik).
Ta ki Mekke’ye geldik ve süt evlat aramaya başladık.Grubumuzdaki kadınların hepsine istisnasız olarak Resûlüllah (s.a.v.) teklif edildi; ancak yetim olduğu söylenince, hiç kimse kabul etmedi. Çünkü biz, emzirmek için aldığımız çocuğun babasından birşeyler bekliyorduk. Yetim! Annesi ve dedesi ne yapabilir ki?! diyorduk. İşte bundan dolayı almak istemiyorduk.
Benimle gelenlerden, benden başka çocuk almayan kalmadı. Geri dönmeye karar verince eşime dedim ki: Vallahi arkadaşlarım arasında,çocuk almadan dönen birisi olmak istemiyorum.Vallahi o yetime gideceğim ve onu alacağım.
Bunu yapmanda bir sakınca yoktur; olur ki Allah (c.c.), bunda bizim için bereket yaratır (verir) dedi . Gittim aldım ama, buna beni sevkeden sadece başkasını bulamayışımdı, dedi.
HZ. HALİME VE GÖRDÜKLERİ
Hz. Halime şöyle anlatıyor: Onu alınca kafileye döndüm; kucağıma oturttuğumda göğsüme, onun istediği kadar süt geldi. Öyle ki, o emdi doydu, kardeşi de doyasıya emdi, sonra da uyudular... Bundan önce çocuğumuz da biz de uyuyamıyorduk. Eşim kalktı, memesi kurumuş olan keçimize gitti; onun da memesi dolmuştu. İçeceği kadar sağdı, ben de onunla birlikte içtim. Öyle ki ikimiz de doyduk. En hayırlı gecemizi geçirdik. Sabahleyin eşim, “Anlıyorsun değil mi ey Halime! Vallahi hayırlı bir çocuk aldın” dedi. Ben de, “Vallahi aynısını umuyorum” dedim.
Sonra merkebime binerek yola çıktık, onu da yanıma aldım. Vallahi onların bineklerinden hiç birinin gidemediği mesafeyi biz kat‘ediyorduk. Öyle ki arkadaşlarım, “Ey Ebu Zueyb’in kızı, yazık! Bize acı, gelirken bindiğin merkebin değil mi bu?” diyorlardı. “Evet, ta kendisi” diyordum. “Vallahi bunda bir şey var” diyorlardı. Sonra Benî Sa‘d oğulları yurdundaki evlerimize geldik. Allah’ın arzında, bizim yerlerimizden daha kurak olanı bilmem var mı idi. Hiç kimse bir damla süt sağamazken, hayvanının memesinde bir damla süt bulamazken, O evimize geldikten sonra bizim sürümüz karınları tok, memeleri süt dolu olarak dönüyorlardı. Hatta halkımızdan çevremizde bulunanlar çobanlarına, “Size yazıklar olsun, Ebu Zueyb’in kızının çobanı koyunlarını otlattığı yerde siz de koyunları yayın” diyorlardı. Çünkü onların koyunları aç dönüyorlar, bir damla süt vermiyorlardı. Benim ise koyunlarımın karınları tok, memeleri dolu olarak dönüyordu.
İki senesi dolup sütten kesinceye kadar, Allah’tan daima fazlasını ve hayrını görüyorduk. Öyle bir büyüyordu ki, diğer çocuklara hiç benzemiyordu. İki yaşına geldiğinde, zıplayıp koşan bir çocuk olmuştu. Onu annesine götürdük; ama kendisinde gördüğümüz bereketten dolayı, tekrar bize iade etmesini çok istiyorduk. Annesiyle konuştuk; “Yavrumu, kuvvetleninceye kadar bana bırak ne olur, Mekke’nin vebasının (ölümcül hastalığının) ona da bulaşmasından korkuyorum” dedim ve ısrar ettim, o da bize onu iade etti .
ŞAKK-I SADR (GÖĞSÜN YARILMASI) HADİSESİ
İmam Müslim Hz. Enes’den (r.a.) şöyle rivayet etti: Resûlüllah (s.a.v.) çocuklarla oynarken Cebrail (a.s.) geldi, onu aldı yere yatırdı ve kalbinin bulunduğu kısmı yardı, kalbini çıkarttı, kalbinden de (pıhtılaşmış) bir kan parçası çıkarttı ve dedi ki: Bu şeytanın sendeki payı idi. Sonra altın tastaki zemzem ile yıkadı, kapattı ve yerine iade etti. Çocuklar, süt annesine koştular ve Muhammed öldürüldü dediler. Yanına gittiklerinde yüzünün rengi morarmıştı.
Bu olay İbn Hişam’a göre üç yaşındayken, bazılarına göre ise dört veya beş yaşlarında iken olmuştur.
ŞEFKATLİ ANNESİNE İADE
Bu vak‘adan sonra Hz. Halime korktu ve onu annesine iade etti.
Anamın memelerinden süt emmiş.
Dışarıda görünce öperdim seni,
Kimse de kınamazdı beni.
Önüne düşer,
Beni eğiten Anamın evine götürürdüm seni;
Sana baharatlı şarapla Kendi narlarımın suyundan içirirdim.
Sol eli başımın altında, Sağ eli sarsın beni.
Ant içiriyorum size, ey Yeruşalim kızları!
Aşkımı ayıltmayasınız, uyandırmayasınız diye,
Gönlü hoş olana dek.”
(Bunun lakabı Şeyma’dır, lakabıyla meşhurdur.) Ayrıca aynı kabilede bir süt evlatlık olarak bulunan Hz. Hamza’nın süt annesi de Resullullah’ı bir gün emzirdi, böylece Hz. Hamza ile oradan da süt kardeşi oldu.
Hz. Halime Resûllüllah’ı (s.a.v.) kabul edişini anlatırken; ellerinde hiçbir şey bırakmayan bir kıtlık senesinde, kocası ve emzirmekte olduğu küçük bir oğlu ile birlikte, süt evlatlığı almaya giden Beni Sa‘d oğullarından bir grup kadının arasına katılıp kumral bir merkebe binerek memleketinden çıktığını söylüyor. Ve devamla diyor ki; yanımızda bir de keçimiz vardı. Vallahi bir damla süt vermiyordu. Açlıktan ağlayan çocuğumuzun yüzünden bir tek gece dahi uyuyamadık. Ne göğsümde onu susturacak süt vardı, ne de keçimizde ona gıda olacak bir şey... Bir taraftan yağmur bekliyor, bir taraftan da bu sıkıntının gitmesini umuyorduk. Bindiğim merkebin hem zayıf hem de arık (yorgun) olması yüzünden kafileyi de yolda bıraktık (geciktirdik).
Ta ki Mekke’ye geldik ve süt evlat aramaya başladık.Grubumuzdaki kadınların hepsine istisnasız olarak Resûlüllah (s.a.v.) teklif edildi; ancak yetim olduğu söylenince, hiç kimse kabul etmedi. Çünkü biz, emzirmek için aldığımız çocuğun babasından birşeyler bekliyorduk. Yetim! Annesi ve dedesi ne yapabilir ki?! diyorduk. İşte bundan dolayı almak istemiyorduk.
Benimle gelenlerden, benden başka çocuk almayan kalmadı. Geri dönmeye karar verince eşime dedim ki: Vallahi arkadaşlarım arasında,çocuk almadan dönen birisi olmak istemiyorum.Vallahi o yetime gideceğim ve onu alacağım.
Bunu yapmanda bir sakınca yoktur; olur ki Allah (c.c.), bunda bizim için bereket yaratır (verir) dedi . Gittim aldım ama, buna beni sevkeden sadece başkasını bulamayışımdı, dedi.
HZ. HALİME VE GÖRDÜKLERİ
Hz. Halime şöyle anlatıyor: Onu alınca kafileye döndüm; kucağıma oturttuğumda göğsüme, onun istediği kadar süt geldi. Öyle ki, o emdi doydu, kardeşi de doyasıya emdi, sonra da uyudular... Bundan önce çocuğumuz da biz de uyuyamıyorduk. Eşim kalktı, memesi kurumuş olan keçimize gitti; onun da memesi dolmuştu. İçeceği kadar sağdı, ben de onunla birlikte içtim. Öyle ki ikimiz de doyduk. En hayırlı gecemizi geçirdik. Sabahleyin eşim, “Anlıyorsun değil mi ey Halime! Vallahi hayırlı bir çocuk aldın” dedi. Ben de, “Vallahi aynısını umuyorum” dedim.
Sonra merkebime binerek yola çıktık, onu da yanıma aldım. Vallahi onların bineklerinden hiç birinin gidemediği mesafeyi biz kat‘ediyorduk. Öyle ki arkadaşlarım, “Ey Ebu Zueyb’in kızı, yazık! Bize acı, gelirken bindiğin merkebin değil mi bu?” diyorlardı. “Evet, ta kendisi” diyordum. “Vallahi bunda bir şey var” diyorlardı. Sonra Benî Sa‘d oğulları yurdundaki evlerimize geldik. Allah’ın arzında, bizim yerlerimizden daha kurak olanı bilmem var mı idi. Hiç kimse bir damla süt sağamazken, hayvanının memesinde bir damla süt bulamazken, O evimize geldikten sonra bizim sürümüz karınları tok, memeleri süt dolu olarak dönüyorlardı. Hatta halkımızdan çevremizde bulunanlar çobanlarına, “Size yazıklar olsun, Ebu Zueyb’in kızının çobanı koyunlarını otlattığı yerde siz de koyunları yayın” diyorlardı. Çünkü onların koyunları aç dönüyorlar, bir damla süt vermiyorlardı. Benim ise koyunlarımın karınları tok, memeleri dolu olarak dönüyordu.
İki senesi dolup sütten kesinceye kadar, Allah’tan daima fazlasını ve hayrını görüyorduk. Öyle bir büyüyordu ki, diğer çocuklara hiç benzemiyordu. İki yaşına geldiğinde, zıplayıp koşan bir çocuk olmuştu. Onu annesine götürdük; ama kendisinde gördüğümüz bereketten dolayı, tekrar bize iade etmesini çok istiyorduk. Annesiyle konuştuk; “Yavrumu, kuvvetleninceye kadar bana bırak ne olur, Mekke’nin vebasının (ölümcül hastalığının) ona da bulaşmasından korkuyorum” dedim ve ısrar ettim, o da bize onu iade etti .
ŞAKK-I SADR (GÖĞSÜN YARILMASI) HADİSESİ
İmam Müslim Hz. Enes’den (r.a.) şöyle rivayet etti: Resûlüllah (s.a.v.) çocuklarla oynarken Cebrail (a.s.) geldi, onu aldı yere yatırdı ve kalbinin bulunduğu kısmı yardı, kalbini çıkarttı, kalbinden de (pıhtılaşmış) bir kan parçası çıkarttı ve dedi ki: Bu şeytanın sendeki payı idi. Sonra altın tastaki zemzem ile yıkadı, kapattı ve yerine iade etti. Çocuklar, süt annesine koştular ve Muhammed öldürüldü dediler. Yanına gittiklerinde yüzünün rengi morarmıştı.
Bu olay İbn Hişam’a göre üç yaşındayken, bazılarına göre ise dört veya beş yaşlarında iken olmuştur.
ŞEFKATLİ ANNESİNE İADE
Bu vak‘adan sonra Hz. Halime korktu ve onu annesine iade etti.
toplumvetarih.blogcu.com
Eski
Ahit’te ise ‘süt kardeşliği’, kız ve erkek arasında cinsel ilişki için, daha
uygun bir statü gibi görünmektedir. Erkeğin sevgilisine, cinsel ilişki kurmak
istediği kıza “kız kardeşim, yavuklum, nişanlım, aşkım ” gibi nitelemeler
kullandığı bu ilişkide, Kız ona şöyle demekteydi:
“Keşke kardeşim olsaydın,
“Keşke kardeşim olsaydın,
Anamın memelerinden süt emmiş.
Dışarıda görünce öperdim seni,
Kimse de kınamazdı beni.
Önüne düşer,
Beni eğiten Anamın evine götürürdüm seni;
Sana baharatlı şarapla Kendi narlarımın suyundan içirirdim.
Sol eli başımın altında, Sağ eli sarsın beni.
Ant içiriyorum size, ey Yeruşalim kızları!
Aşkımı ayıltmayasınız, uyandırmayasınız diye,
Gönlü hoş olana dek.”