Üstteki en büyük…
Açıyorsunuz içini, bir yenisi var…
Matruşka…
Rus’ların, her seferinde içinden biraz daha küçüğü çıkan küçük tahta kutucuk veya küçük kadın heykelleri…
“Mater”le bağlantılı olmalı bu kavram …
Ana…Tarih ana...
Ve böylece gider “aç kilit…” oyunu…
-Aç kilit !
Anaç tarih yanıtlar hemen:
-Açmam kilit!
- Anahtar nerde ?
Tarih ana, belki “suya düştü..” diye yanıt verecek ve bizi umutsuzluğa sevk edecektir!
“Ölümsüzlük otu”nu bulmuş sevinçle gelirken, bu “sır otu”nu elinden suya düşüren Gılgamış’ın (veya İslam’ın Lokman hekiminin..) çaresizliği içinde bakakalırız öylece…
Adana'mızda Mayıs ayında kabarmış Seyhan nehrine, nasıl bakarsa umutsuz, hafif ürpermiş olarak, tarihi taş köprü üzerinde durmuş bir çift çocuk gözü, öyle…
“Matruşka!” diye haykırır sonra belki içimizdeki ses, çözüm bulmada ısrarlı…
Pes edecek değil umud…
Matruşka yolculuğu gibi zevkli ve heyecanlı bir yürüyüştür sanki üzerinde durduğumuz toplumsal tarih sayfaları…
Aç kilit!
Ardından bir kilit daha !
Tarih ve toplumsal konular, genelde böyle zevkli bir bilim yolculuğu sunar, eğer neleri, nerelerde ve nasıl aramamız gerektiğini biliyorsak…
Kaybolmadan Nuh Tufan’ının izini sürerken…
Ağrı dağı tepesinde değil ama…
Dinlerin “kutsal kitap”larında harflerin, kelimelerin, kavramların dibini eşerken…
Toplumsal tarih alanı genelde böyledir ama; kuru, sıkıcı, bayat, bilinen ezberlerin yinelendiği “tarih ve toplum teorileri” de hiç de az değil…
Etrafımıza bakalım… ne kadar çok olduğunu hayretle görürüz.…
Beylik laflar…Bilgiç yinelemeler…
Ve sıkıcı…
Ruhumuz daralır “gizemler” arasında dolaşmaktan..
Gına geliriz artık, eski toplumun “cehaleti”ni atalarımızın suratına durmadan çarpan aşağılamalardan!
Akado-Sammaru ilahilerindeki veya onlardan ulaşmış dinsel kitapların bir deyiminin anlamını bilmedikleri halde, onu alaya alıp, kendilerindeki “üstün bilgelikle” övünmeye geçen haksız yazarların sıkıcı “bilimsel açıklamaları” bayıltır ruhumuzu…
Toplumsal tarihi, bilinmezlik ve cahiliyet alanı olarak sıkıcı veya tam tersine onu zevkle izlenir kılan, bizim konuları ele alma tarzımızdır.
Bu konu çalışma perspektifimize sıkıca bağlıdır.
Hiç olmazsa son 10.000 yılda neyi aradığımızı, onları nasıl arayabileceğimizi ve nasıl aramamız gerektiğini bildiğimiz koşullarda, karşımıza neredeyse kocaman bakir bir alan çıkıyor ve biz orada, görece özgürce, dinsel baskılardan, resmi görüş egemenliğinden kurtulmuş bir şekilde, keyfimizce at koşturabilme olanağı elde etmiş oluyoruz...
Sadece bununla bitmiyor iş ama, yine de önemli bir nokta bu…
Etimolojik kaynakları araştırma çalışmasında, bazen umulmadık bağlantıların ortaya çıkabiliyor olduğunu yeniden ve yeniden saptıyoruz orada..
Asur veya Süryani topluluklarını incelerken , “Toprak köleliği” ve (karmaşık renkle ilgili olarak) “Abraşiye” gibi hususlar var. “Alaca bulaca” renklileri Allah’ın sevmediği üzerine yazılar yazıp, İslam’ı bu şekilde eleştiren İlhan Arsel veya onun gibi yaklaşanlar, somut olarak “Abraş” kavramı temelinde Süryani din adamları ve hiyerarşinin ifade ediliğini; “Sümer” kayıtlarında, giyim-kuşam rengi olarak, kırmızı, kara, mavi, belki “mor”, “violet” vb. (bunlar şimdiki kiliselerde ve bayraklarda, İslam’ın yeşilinde, Kürdün veya Aleviliğin Kırmızısında, Musevi mavi’sinde vb. hala kullanılıyorlar…) yanında “alaca bulacalılar” gibi bir kategori bulunduğunu bilseler herhalde, “kara renkliler”, “alaca bulacalılar” falan üzerine Muhammed’e yönelik eleştiri formatları biraz daha farklı olurdu; olmak zorundaydı.
En azından biz dinlere veya Muhammed’e yönelik eleştirilerimizde, Mezopotamya dinsel literatürünü, onun bazı temel kavramlarını hesaba katıyor; katmak zorunda olduğumuzu unutmuyoruz.
Arka tarihsel alanı aydınlatılmış bir toplumbilim, bizi “Karabaşlı” topluluk, “Kızılbaşlı” topluluk, “alaca-bulaca” topluluk… ayrımlarının tarihte yaşanmış olduğu bir noktaya götürüyor. Buradan “ekose”lilere (Hollanda) kadar ulaşabileceğiz belki.
Bugünkü Avrupa aydınları da maalesef tarihi yeterince bilmiyor. Onlar için “Kara Kafa”, bir Orta Doğu ülkesi olan Türkiye’den gittikleri için, Türk ve Kürt’lerin hepsi “Kara Kafa”dır…
Eh, tesadüf de yardımcıları olmuş…
Hakikaten Kürtlerin ve Türklerin saç/kıl renklerinde “kara” renk vurgusu az değil!
Gelgelelim, tercüme edip yayınladığımız Siruz’un Silindir tercümesinde de gördüğümüz gibi, “Kara Kafa”lılar deyimi, saç rengiyle ilgili değildi; bir topluluk tanımı olarak kullanılıyordu ve başka bazı tercümanlar bu deyim yerine “Sümer halkı” da diyebilirdi. ( … “Siyah kafalı halk” şeklindeki bir tercüme “anlam” olarak hatalı değil ama…bizde gündelik kullanımda hala, siyah’tan çok “Kara kafa”, “Kara Baş”, “Kızıl Baş” , “kara toprak” vb. deyimleri kullanıldığı için, güncele yakın bağlantı kuran ifadeleri tercih etmek daha yararlı… “Kafa” ve “Baş” da, bizde hala çok önemlidir .. “Kafa Kağıdı”, “On baş nüfus..”, “Baş üstüne….yemin..selam…misafirlik..” gibi..)
“Kara kafalı”ların kalıntılarını İsa’nın “Dünyalılar” terminolojisinde; “Asur’un “Toprak köleliğinde” ; Mezopotamya’nın “Kara”sında, yani “Tarımsal toprak”larında arayacağız…
“Kara” veya “Toprak” kavramları, Mezopotamya’da durulan yere bağlı olarak “Güney”i, “aşağı”yı ifade ediyordu.
Bulunulan yere bağlı olarak “Kuzey” ise, “Yukarı”, yani “Gök” idi..
Akado-sammaru erken dönemlerinden itibaren yazılı kayıtlarda yer alan “Yer/Toprak/Kara/ Dünya/Aşağı” ile “Gök/Yukarı/Üst/ Mavi (Çünkü mesela Fransızcada Gökyüzü ve Tanrı hala eşit anlamda kullanılır…) ayrımı, Mezopotamya’nın “Akad” ve “Sümer” adı verilen topluluklarının yerleşim alanları ve renk biçimleri olarak kullanılıyordu.
Bütün dinsel literatüre damgasını vuran en temel ayrım, en temel jargon işte budur!
Toplumbilim alanındaki çalışmalarım içinde, Mezopotamya kaynaklı olan dinlere ait literatürde daima karşılaştığımız
-“Cin topluluğu ve İnsan topluluğu”
-“Gök topluluğu ve Yer topluluğu”
- “Tanrılar topluluğu ve İnsanlar topluluğu”
…. vb. biçimindeki ikili temel ayrımının Mezopotamya gerçek tarih iskeletine yerleştirilerek okunması gerektiğini keşfetmemden bu yana, Tevrat’ı, İncilleri, Kuran’ı, Enuma Eliş’i, Enoş’un Kitabını ve Avesta’yı tamamen farklı bir şekilde “okuyarak” algılamaya başladım. Artık dinsel yazını “okuma”nın farklı bir tarzı ortaya çıkmış durumda.
Sözünü ettiğimiz dinsel literatürde okuduğumuz “ruh”, “hayvan”, “bitki”, “uzay” vb. görüntülerine büründürülerek anlatılmış olan gerçek insan topluluklarının bozulmuş tarihçesiydi; “Sümer” ve “Akad” denilen toplulukların günümüzden 6000 yıl önce yoğunlaşmış olan karşılıklı ilişki biçimleriydi.
O anlatımlarda bir tarafta “Tanrı” / “Tanrısal”/ “Tanrısal evlatlar” topluluğu yer alıyordu ki, farklı din veya mezheplerin terminolojisinde kullanılan “Melekler”, “Cinler”, “Şeytanlar”, “Huriler”, “Cennet’ler, “Göksel varlıklar”, “tanrısal varlıklar”…. hep bu coğrafi ve kültür alanları üzerinde yaşayan toplum birimleri ifade eden kavramlardı.
Murat Belge, “Tanrı oğlu İsa” gibi temel kalıpsal kavramlara, “mantığı zorlayan” yaklaşım gözüyle yaklaşırken, Mezopotamya tarihini hemen hiç bilmeyen, kuru bir nihilizm üzerine güya toplumbilimcilik kuruyor ve toplum birimleri, “iyi toplum”- “kötü toplum” ayrımına tabi tutmayı “tarihçilik”, “siyasetçilik”, hatta “entelektüellik” diye pazarlıyor.
Öte yanda ise, bu “Tanrılara” hizmetle yükümlendirilmiş, onlara riayet etmeleri gerektiği baştan kesilmiş tarımcı topluluklar bulunuyordu. Eğer Mezopotamya’da “köle ruhlu toplumlar” var ise, bunların kimler olduğunu ortaya çıkarmak, erken tarihteki “tanrılar” ve “hizmetkarları” ayrımının kimlere denk düştüğünü ortaya çıkarmak anlamı da taşıyacaktır. Böyle bir çaba, ilgili toplumların adeta genlerine girmiş toplumsal özellikler olarak yaşamlarımızda çok önemli rol oynamaktadır. Öcalan’ın Kürtleri “köle ruhlu bir halk” olarak nitelemesinin gerekçelerini öğrenmek ilginç değil midir? Avestacılık, Süryanilik “toprak köleliği” ile neden bu kadar içli-dışlı tanımlar kullanmaktadırlar?
Gerçekten de bu tür temel ayrımlar bütün dinsel yazında oldukça açıktır.
Bu hususlar bir kez kavranılınca, dinsel algılar, bir takım kaynağı belirsiz ve uyduruk efsanelere bağlı anlatım olarak değil de, zamanla bozulmuş ve fakat oluştukları dönemde son derece gerçek yasa ve kurallar olan bir dizi toplumsal uygulamanın ifadeleri olarak ele alınırsa, Muhammed’in Allah’ının , Gök ve Yeri önüne gelmeye çağırınca, Yer ve Gök’ün ister istemez koşup Allah’ın önüne nasıl gelebildikleri üzerine Kuran ifadelerinde derhal “mantıksızlık” aramaya kalkmayız.
Bu tarz bir kalıpsal deyim kullanımının olması gereken anlamını ortaya koyar ve Muhammed’in bilmesi olanaksız olan Mezopotamya erken tarihlerine ve o dönemlerin belgelerine referans veririz.
Gerek Muazzez İlmiye Çığ hanım, gerekse Turan Dursun veya bu çizgide olanlar için, şimdiki dinler, Mezopotamya topluluklarının bir şekilde ürettikleri, artık nasıl ve niye üretmişlerse, bir takım efsaneler toplamıdırlar.
Aslında “din”lere ait bu görüşler sadece onlara has da değil…
Hatta onlara has hiç değil!
Bunlar Avrupa Aydınlanma dönemi adı verilen Burjuva yükselişi döneminde, kendilerine yol açmak isteyen burjuva ideologlarının, dinleri siyasi iktidardan dışarıya itekleme sırasında öne sürdükleri tezlerdir. Bunlar elbette bilimsel düşüncelerin gelişmesinde, baskıların ortadan kalkması anlamında, tayin edici önemde rol oynamışlardır. Fakat, günümüzde hala 17.,18. veya 19. yüzyılın argümanlarıyla “din eleştirisi” yapmak doğru değil ve o argümanlar temelinde, ne Göbekli Tepe buluntularına anlam verebiliriz; ne eski toplumun ilişki ve işleyiş kurallarını ortaya çıkarabiliriz ve ne de Akado-sammaru toplumlarının yazılı belgelerini layıkıyla anlayabiliriz.
Burada mesele Akad veya Sümer tabletlerini tercüme etmekten çok daha farklı ve derindir.
“Mobil telefon”a “cep (telefon)” dediğimizi bilmeyen bir yabancıya “biz cepten konuşuyoruz” şeklindeki sözümüzün tercümesi nasıl anlamsız gelecekse, tarihteki metinler de, hatta “cepten konuşma”dan daha anlamsız tarzda çevrilebilmektedir genellikle…
Bu tür yaklaşımlara göre, Musa, biraz Mısır’dan, biraz Harran’dan, biraz babasından, kısaca oradan burdan toplayıp derlediği uydurmalarla bir din yaratmıştır…
Musa, Mısır sarayının görevlisidir…
Muhammed, Araplar arasında Acem dostundan dinlediği meselleri yaymıştır falan filan…
Bunlarda aklınıza gelebilecek her şey bulabilirsiniz…
Kavramlar arasında, ya anlam değeri ya ses değeri, veya bir başka “bağlantı” üzerinden tanrılar yaratır, dönüştürür, o tanrıları Atina’dan Mısır’a, oradan Arabistan’a, hatta orta Asya’ya kadar yolculuk ettirebilirsiniz..
Bunlar az geliyorsa, Burak Eldem gibiler tarafından yapıldığı gibi, Mezopotamya’nın göbeğine uzay istasyonları bile kurdurabilirsiniz. 2012'de muhtemel dünya faciasından kurtulmak üzere "dünyalık" biriktirirken, üstelik “kil gibi sağlam” tabletlere ve o tabletlere yazılmış sözlere bile dayanabilirsiniz...
Kısacası, bu tür yazarlarda ve onların kitaplarında her şey, ama her şey bulabiliriz…
Bir tek şey hariç..
Bir tek en önemli şey hariç!
O anlatımlarda en küçük bir zerre halinde bile olsa, “toplum bilim” yoktur.
O eski toplulukların evlilik ilişki biçimleri yoktur.
O eski toplulukların miras biçimleri ve miras paylaşım kuralları yoktur.
O eski toplulukların, genel toplumsal ilişkilerine yön veren kuralları yoktur.
Fakat, bize bütün temel kültürleri önce yaratıp biriktirmiş ve sonra da taşımış olan bu eski toplumlar, on binlerce yıl boyunca, hayvan sürüleri gibi kuralsız mı yaşamışlardı?
Eğer kuralları varsa, onlara yön veren kurallardan, yasalardan tek bir kelime bile edilmeden, nasıl olur da, eski tarihten, eski dinlerden, eski toplumlardan bahseden “eserler” yazabiliyoruz?
Oysa, hiçbir başka şey bilmiyorsak bile, -2000/1750’li yıllarda Hammurabi, Urukagina, Anna İttuşi, Eşnunna, Orta Asur dönemi yazılı yasaları bulunuyordu ve onları incelediğimiz zaman, en az şimdiki toplumlar kadar sağlam ve zamanlarına göre modern topluluklar buluyoruz. Anayasaları, yasaları, kurallarıyla tıkır tıkır işleyen toplumlardır bunlar.
O yasaları inceleme içinde görüyoruz ki, bize şimdi “hurafe” diye ulaşmış bir dizi uygulama, gerçekte eski toplumda “yasal hüküm”ler olarak yer alıyordu.
“Süt kardeş”le evlilik yasağını; babasından anasından habersiz, emzirdiği çocuğun dışında bir başka çocuk emziren kadının memesini kökten kesip atan bir toplum şaka niyetine uygulamıyordu!
Çünkü o toplumlar için, kimin kiminle süt kardeş olacağı hayat-memat meselesiydi…. Uydurma efsaneler değil…
Çünkü bu toplumlar için “süt kardeşlik” ya evlilik için mutlaka gerekli veya evlilik yasağını saptayan en temel kriterlerden birisiydi. Bizim “sosyal antropologlarımız”, Avrupa’nın “bilgiç” araştırıcıları, “süt kardeş” falan laflarını duyunca “şakacıktan akrabalık” desinler…
“Süt kardeşlik” kurumunun “ana sütü eksikliğinden” doğduğu uydurmalarına “inan”sınlar!
Demek ki, eski toplum, tıpkı şimdiki toplumlar gibi “yasalar”, “kurallar”, “ilkeler” temelinde hareket eden topluluklardı.
Dolayısıyla biz, bu kuralları ve bu kuralların oluşmasına yol açan argümanları, temel toplumsal aks’leri keşfettiğimiz ölçüde, eski toplumu tanıyacağız…
Eski toplumu tanıdıkça, onlardan bize miras din’lerin anlamını ve rolünü; değişik ritlerin şekillenme sürecini anlayacağız. Yaş günü törenleri, saç/sakal kıl kültü; oruç/kurban, veya sünnet ritüeli artık bizlere daha farklı boyutlarıyla görünüyor…
Ama bunları tanımasa idik, onlara asılan yafta “eski toplumun bir takım cahil uygulamaları”, “barbar Mezopotamya’nın gaddar ritleri” falan gibi olmaya devam edecekti …
Turan Dursun’un, İlhan Arsel’in, onların takipçiliği sanki çok cazipmiş gibi, onların temel çizgilerini “güncelleştiren” Erdoğan Aydın’ın bu tür ritüellerin kökenlerine dair açıklayıcı toplumsal bir argüman sunmaya çalışma denemeleri bile yoktur!
Çünkü onların da kendilerine göre bir “iman” akitleri var: Din denildi mi, ondan sadece bir takım mavalları anlamak!
Peki o eski toplumda hiç kanun, kural falan yok muydu? Varsa bunlar nelerdi?
Onlar tarafından bunlara pek yanıt veril(e)mez.
Benim neredeyse ilk yaptığım çalışma konularımdan birisi, “eski toplumda kız ve erkek çocuk miras düzeneği” idi ve neredeyse 20 yıla yakındır toplumsal tarihi çalışıyorum ve bir arkeologun sabrıyla, eski toplumu, özel olarak Musevilik, Hıristiyanlık, İslam, Avestacılık kaynağı olarak Mezopotamya toplumsal tarihini ve literatürünü, ana özellikleri bakımından ortaya koyuyor ve tanıtıyorum.
Çünkü o toplumları tanımadan, “kutsal fahişe kız evlad”ın (öteki “normal” kızların değil!) baba mirasından pay almasının gerekçelerini tanıyamayız.
Bunları bile tanımadan , “Mezopotamya’nın erkek egemen toplumları”ndan başlayan “bilimsel” çalışmalara sadece üzüntüyle bakıyoruz.
Aleviler arasında, bize, şu anda, sanki atalardan kalmış basit bir hurafe imiş gibi gelen “küçük oğul mirası pay edip böler, büyük oğul da içinden çekip beğendiğini alır” gibi bir kuralın eski toplumda Anayasal bir hüküm olduğunu görüyoruz.
Dolayısıyla biz, bu çalışmalarda, taş veya maden kullanımına vb. bağlı peryotlaştırmaları kullanmıyoruz. Benim çalışmalarımda gözettiğim süreçler ve aşamaları, “taş devri” , “maden devri”, “cilalı çanak-çömlek devri” vb. değildir; toplumsal ilişkinin aldığı özelliklere bağlı tanımlamalardır.
Dinsel kayıtlarda giderek “Yer” ve “Gök” olarak kavranılmaya başlanacak temel dinsel kavramların, Mezopotamya’nın çok temel, coğrafik düzenlenmesinden kaynaklandığını görüyoruz. “Yukarı Mezopotamya” ve “Aşağı Mezopotamya” coğrafik ayrımı, giderek “Yukarı= Gök” ve “Aşağı= Yer/Toprak/Dünya” haliyle kavranmaya başlanmış olmalıydı.
Bu temel kalıpsal yapının adlandırılma biçiminin izlerini, mesela İncil’de, “İlk İnsan Yer’den”, “İkinci insan Gök’tendir” veya Kuran’da, “biz İnsan’ı aşağılara yerleştirdik..” gibi sürüp giden dinsel jargonda takip edebiliyoruz. Bu nedenle de, Muhammed’in Allah’ı, Kuran’da “Yer ve Gök”lere isteyerek veya istemeseniz bile, gelin önüme durun….” Falan dediğinde Yer ve Gök, adeta koşar adım Allah’ın önüne gelebiliyorlardı.
Turan Dursun veya Erdoğan Aydın bu anlatım tarzlarını alaya alarak “bilimsel kitap” yazarlar.
Ben ise, bu kalıpsal ifade tarzının,
- Eski Mezopotamya tarihinde, “Yukarı” ve “Aşağı” toplum birimlerin dinsel temsilcilerinin ortak bir ittifak ayinini
- Akad ve Sümer temsilcilerinin “Tanrı önünde buluşma”larını ve “amin- öyle olsun” yemini yapmak üzere gerçekleşen kutsal bir ayin olduğu yorumunu yaparım.
“Aşağı”da “kara başlı” topluluk ve “Yukarda” muhtemelen mavi - kızıl başlı topluluklar arası (bunlar dışında olanlar da vardı elbette) başlayan ilişki - ittifak bizim “Akado - sammaru” ifadesi kullanmaya başladığımız anı verir.
Akad topluluğu Kuzey Mezopotamya’da, “Sümer” /Samara/ Samiri / Şumeru/ Şam ise “aşağıda”, Güney Mezopotamya’daki topluluk idi. Bunlar İÖ. 3750’li yıllardan itibaren yoğun bir “karşılıklı evlilik ittifakı” içine girip kaynaşmaya başlamış görünüyorlar.
Toplumsal tarih zaten, aslında, toplum birimlerin içlerinde kurulmuş ( “iç ittifak”) ve karşılıklı olarak birbirleriyle kurulmuş (“dış ittifak”) ittifak süreçlerinin ve bu süreçlere yön veren kuralların anlatımından başka hiçbir şey değildir.
Din’lere ise, bir yönüyle, eski toplumlara ait kuralların süreç içinde bozulmuş ve uygulama alanından çıkarken sembolik hal almış anlatım ve ritüeller toplamı diyebiliriz. Eğer bir ritüelde, mutlaka beyaz renkli, üç yaşında, eksiksiz bir koç kurban edilmek zorunda ise, burada kesinlikle eski toplumun hayvan totem dönemindeki ilişki tarzından kalan bir kalıntı kural ile karşı karşıya olduğumuz sonucu ortaya çıkar…
Karşımızda olan toplumun “kara” renkle sembolize edilmediğini anlarız. “Koyun-kuzu-koç” olarak “davar”la ilgili bu topluluğun, eski tarihte, ilgili ritüelde, kadın ve çocuk kurbanı değil, “yetişkin erkek kurbanı” gerçekleştirdiğini anlarız.
İnsan kurbandan hayvan kurbana geçişin ve “koç”a tapınmanın, bir cehalet eseri olmadığını; bir akıl ve bilgelik ürünü olduğunu saptarız.
İlk erkek çocuğunun evlilik ve üreme sorunlarından kurtulmak üzere ortaya çıkan fallus kültünün gereği olarak “penisin kökten kesilmesi” yerine geçen “sembolik kesim” olarak sünnetin, ortaya çıktığı tarihsel şartlar bakımından, bir cehalet ürünü değil, bir bilgelik göstergesi olduğunu saptarız.
Şimdi açıkça sormalıyız:
Tavşan’a, Köpeğe, Balığa, Domuza olduğu gibi “Kuzu İsa”ya ve babası “Koç” veya Tilki Enlil’e tapan eski toplum mu “cahil”dir?
Yoksa eski toplumları, “cahil”, “hurafe”, “kurgu” etiketleriyle suçlayan iç bunaltıcı “bilimsel” kitapların yazarları mı cahil ?
*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-**-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*