20.06.2009

Kuran'da Allah ve Şeytan

Kuran'da Allah ve Şeytan

Gündelik İslami söyleme bakarak, Allah’ın, her şeyi bilen, aklından ve-ya hükmünden şüphe duyulamaz olan bir “Yaratıcı” olarak ele alındığı sanılabilir.
Fakat, İslam’ın Allah’ı ile Şeytan’ı arasında geçen ve Kuran’a da “Allah’ın konuşması” olarak, üstelik tek yanlı, yansıyan polemiklere dikkatle ve yakından bakılınca, gerçek durumun sanılandan epey farklı olduğu görülmektedir.
İslami edebiyatta “kör” kavramına pek yakınlık gösterilmez. Hatta, nedense, “hınzır mı hınzır” olması gereken Şeytan’a bile “hay aksi kör Şeytan” diye lanet okunur.
Oysa Şeytan’ımız, kelimenin gerçek anlamıyla “kör” yani “ gözleri görmeyen ama” olamazdı. Onun Şeytan gibi olabilmesi için, mecaz anlamıyla da, “kör” yani “Cahil-Cühela” ve-ya “Gözü Kapalı”, “Gözü Açılmamış”… olmadığı da gayet açık bir gerçektir.
Tevrat’da veya Kuran’da yer aldığı biçimiyle “meyveyi yiyince gözleri açılan Adem ve Havva” anlatımındaki “göz açıklığı”, bilgelik ve cehalet ikilemi anlamındadır; yoksa burada söz konusu olan bir fiziksel ama’lık değil!
Fıldır fıldır gözleriyle her yana yetişen, daha, adımlarını Cennet'e yeni atmış Adem ile Havva’yı yoldan çıkaracak kadar “akıllı” olan bir Şeytan’ın görme engelli/ “kör olması” herhalde pek düşünülemez zaten. Akado-Sammaru tarihinde rastladığımız “kör bilgeler” veya Avesta’da karşılaştığımız “kör sinekler”, daha çok Homeros benzeri Musa-Okuyucu’lar olmalıydılar.

İslam’ın Kuran’ındaki haliyle Şeytan, özellikle Allah ile karşı karşıya bulunduğu anlardaki savunması, akıl-fikir yürütme tarzı ve sunduğu gerekçelerin sağlamlığı bakımından, kendini o şekilde sunmaktadır ki, onun, Allah karşısındaki konumunun ne olduğunu sorgulamadan geçip gitmek olanaksızdır!

Karşımızdaki, öyle sıradan; Allah karşısında ezilip-büzülen biri değildir; tersine Allah’a durmadan diklenen, horozlanan ; “Hin oğlu Hin” bir Şeytan’dır bu!

Kuran’daki aktarımlara göre Allah ile Şeytan’ın arası, önce “Adem’in yaratılması” döneminde ve “yaratılacak” olan Adem’in rolü ve özellikleri konusunda açılır!
Tevrat’taki “Yaratılış” anlatımlarına ilişkin varyantlara dayansa da, İslam’ın Kuran’ında çizilen tablo belli bazı farklılıkları da içermektedir. Eski Ahit’in ilk Yaratılış versiyonuna göre, “Su’larda ruhu dalgalanan tanrı” “Yaratma” edimine geçer ve 6 Gün boyunca “her şeyi” yaratıp, “7. gün’de istirahat”a çekilir!

Oysa Kuran’ın yaratılış varyantında, durum epey farklı bir noktadan ele alınır: Burada, birden bire, Allah ile birlikte epey miktarda Melek-ler-in, İblis-ler-in, Şeytan-lar-ın yer aldığı bir ortamda buluruz kendimizi. Çünkü Kuran’ın bu bölümlerinde, Allah, etrafındaki Melek, İblis, Şeytan, Cin, Peri, Zebani vb. varlıklara Adem’i Yaratma ve onu kendine Veliaht-halife kılma kararını açıklamakta ve onların tepkileri yansıtılmaktadır. Sanki bir müzakere ortamındayız ve Allah da bu ayaklanmış asilerin karşısında onları ikna ile uğraşmakta ve sonunda uzlaşarak bir noktada buluşuyor gibidirler.
Adem ile eşi Havva bu sıralarda henüz yoktur ve Allah, sadece onları yaratmayı kafasına koymuş durumdadır. Oysa, İslami Kuran, Museviliğin Tevrat’ında yer alan ilk versiyondaki “yaratılış” anlatımına bağlı kalmış olsaydı, Erdoğan Aydın’ların sığ değerlendirmelerine göre, “Muhammed’in aklında kalan” haliyle aktarılmış olsaydı, her şey “7 günlük Yaratılış” ayini-bayramı süresince olup bitmeliydi! Ve aslında bu kıssadan kestirmeli anlatım, Muhammed’in de işine gelebilirdi!

Ama hayır!
Karşımızda olan bir başka “yaratılış versiyonu”dur. Eski toplumun, özellikle Mezopotamya toplum birimlerinin, birbirinden farklı, birbirlerini tamamlayan bir dizi farklı “yaratılış” versiyonu olduğunu fark edemeyen Turan Dursun’lar, İlhan Arsel’ler, Erdoğan Aydın’lar, bütün “yaratılış” aktarımlarını birbirlerinden çalınmış, akılda kalana eklemeler yapılmış uydurmalar gözüyle bakarlar.
Hatırı sayılır miktarda uydurma varsa da, bu “yaratılış” varyantları, yine de, ortaya çıkış halleri bakımından, Mezopotamya’daki farklı toplum birimlerin tarihçelerine; onların tarih sahnesine çıkış anlarının aktarımlarına dayanırlar.
Kuran’daki anlatımlarda kendisinin Adem’den neden daha üstün olduğunu açıklamaya çalıştığı sırada öğreniriz ki, Şeytan, aslında, Adem’den çok daha önceleri “kavurucu ateşten yaratılmış”dı!
Şeytan’ımız burada, “1 haftalık yaratılış süreci”nin birkaç günlük önceliğinden bahsetmiyordu.
Şeytanımız, varlığını “Adem’in yaratılması” olarak bilinen anlatımın ifade ettiği olaydan yüzlerce-binlerce yıllık bir tarihsel üstünlük alanına yaslıyordu…
Bu tartışmalar içinde anlıyoruz ki, yine de Allah, yetkisi ve-ya üstünlüğü tartışma konusu olan bu Adem’i “Çamur”dan, daha doğrusu, “Toprak”dan yaratmaya karar vermişe benziyordu.
Elbette o sırada Allah tek üstün varlık değildi. Bir dizi başka ilah ve ilaheler, melek ve melaikeler, devler, zebaniler, şeytanlar da vardı. Bizim, kavramları şimdi anladığımız anlamlarıyla değil. Tıpkı “insanlar gibi” olan ; çizimlerini arkeolojik bulgularda gördüğümüz, basbayağı insan varlıklardı bu tanrılar, ilahlar, zebaniler,şeytanlar. Öyle ki, Muhammed, kendi zamanında bile Nusaybin cinlerini başına toplayıp, onlara Kuran okumuştu. Bu Cin’lerin, bu Cin gibi insanların torunları, şimdi de, Nusaybin, Harran veya Urfa’da ikamet etmeye devam ediyorlar. “Tanrı”, “Melek-Malik”, “Huri”; “Peri” vb. sadece farklı toplum birimleri ve dini gurupları ifade eden kavramlardı. Doğa üstü varlıkları değil; doğrudan doğruya Kuzey Mezopotamya topluluklarını ; “Yukarı Mezopotamya”daki toplulukları; Yukarı-Gök topluluklarını tanımlıyordu.
Kuran’ın aktarımına göre Allah ve Şeytan ile öteki Melek’ler arasında ele alınan konular, “Tanrılar, ilah ve İlaheler meclisinde” çözümlenmeye çalışılıyor gibidir. Tarımsal ürüne ihtiyaçları giderek artan “Kuzey’deki, Yukarıda’ki Tanrılar topluluğu” bu sorunu görüşüp çözümlemeye uğraşıyordu...
Bu nedenle, Tevrat veya Kuran’da adı geçen “yaratıcı toprak”, bizim sandığımız gibi, avuçlanan “kara toprak” değildi. Ön Asur topluluklarının yerleşim alanları olarak, coğrafi anlamıyla, muhtemelen şimdiki Kuzey Suriye ve Kuzey Irak’tan Mardin’e, Harran’dan Çukurova’ya kadar olan tarımsal alan anlamında “Mezopotama’yanın Aşağısı”, “Mezopotam’yanın Güney bölgeleri” anlamındaki “Toprak”tı…
Bu bakımdan da, Tevrat’ın ve Muhammed’in Kuran’ının bahsettiği “Toprağı işleyecek olan Adem” anlamındaki varlık , “Toprağın adamı” olarak, Çiftçi, Fellah olarak Adem’in “yaratılması”, daha doğru bir ifadeyle, “tarımsal Topluluk”larla ittifak kurmak için onları ve temsilcilerini “tanımak”, varlıklarını “yasal olarak” ifade etmek söz konusuydu.

Bu anlatım tarzına, Gılgamış’tan el-aman eden Uruk’luların dileği üzerine Gılgamış’a rakip ve eşdeğer olarak yaratılan Enkidum’a ( ki bu kavram, “Enki’nin Oğlu”, hem bize meşhur Kenan’ı vermektedir ve “Kenan’ın oğlu” anlamında da okuyabiliyoruz ve hem de “Yer’in, Kara’nın, Toprağın Oğlu” anlamında okuyabiliyoruz..) karşılık düşen bir “Adem”di!

Uruk’luların Gılgamış’ı “Ateşin Oğlu” ise, ön Asur topluluklarının “Kazma”, “cahil”, “sabanın adamı çiftçi” Enkidum’u da, bir çeşit Tarımcı Adem idi! Bunlar aynı zamanda Avesta’nın da iki temel “varlık” biçimleriydi!

İşte İslam’ın Kuran’ında yer alan isyancı ve Allah’a diklenen Şeytan, tam olarak böyle bir anda, “Çoban topluluk”lar ile “tarımcı topluluk”lar arasında yeni bir ürün paylaşım ve evlilik ittifakı kurulması aşmasında, yetkilerin ve ilişkilerin karşılıklı olarak yeniden düzenleneceği, yeni bir ittifak “Amin”inin imzalanacağı bir Ayin-Ritüel arifesinde, eski yetkilerinin elinden alınmasını hazmedememiş ve İslam’ın Allah’ına karşı çıkıyordu. Buradaki Şeytan, kendini “Yukarı”, “yücelerden” görüyor; Allah ise onun “aşağılardan” olduğunu vurgulamaya özen gösteriyordu. “Yukarı” ifadesi Tanrısal olmanın ; “aşağı” ifadesi ise “toprak”tan olmanın , “tanrılara köle olmanın” ifadeleriydi.
Şeytan, isyan bayrağını kaldırmış ve “Toprağın adamı” olarak Adem’e secde etmeyeceğini; onu üstün olarak tanımayacağını ilan etmişti.

“Çünkü..” demişti Allah’a, kurulmuş olan bu tanrılar meclisinde,
Birkaç adım öne çıkarak,
Süzerek yukardan aşağıya kadar
tüm katılımcıları bir bir,
“…ben ki…”, demişti
kelimelerin üzerinde gezinirken,
ezer gibi bir ayrık otunu ökçesiyle,
ortadaki koca meydanında tapınağın…
“…ben ki, yüzyıllar önce,
Ne çabuk da unuttunuz ey tanrılar, tanrıçalar,
Anu tanrının sönmeyen ateş’inin eseri
Olarak var edildiğimi.

Yaratılayım diye bir an önce,
Binlerce kurban sunmuştu aralarından öteki tanrılar
Tapınağın sönmeyen alevli fırınlarında
Yaratılmıştım Tanrılar üstünde,
Tam şu andan, belki de bin yıl kadar önce

Sönemeyen alevim meşalede
Küllenmez korum tanrısal ocakta
Üstünüm ben eşitler arasında bile!

Evet, yineliyorum!
Bilgelikte,
Sanat ve ilimde,
Söz söyleme ve lir çalmada,
Def ve zurnada
Sürüleri aldatıp yönetmekte,
Açıkgöz oluşumla…

Şu kaba saba,
Kazma sapı’nı tutan,
Eli nasırlaşmış olandan!

Öküzün ve eşeğin çektiği
Sabanın ardında koşan,
Cahil, “Gözü açık olmayan”,
Kaba-saba
“kazma adam”dan!”

Beklemiyordu belki Allah,
Böylesine pervasız bir meydan savaşını!
Tapınağın tam ortasında, altında İncir ağacının
Tüm meleklerin, Cinlerin, Huri ve Perilerin önünde,
Öteki iri ufaklı Şeytan’lar da oradayken!

Fakat anlattıkları da bir gerçekti Şeytan’ın.
“Kavurucu Ateş” Tevrat’da “Yaratıcı Ateş”ti aynı zamanda.
Tevrat’ta bu yüzden yazılıyordu,
daha Güneş ve Ay “yaratılmadan” önce,
“aydınlık-ışık” var edildi diye…

Çarlık Rusya’sında,
alaya alırken bu anlatımı Dostoyevski,
bilmiyordu elbette, Şeytan’ın
tarihçesini derinlemesine!

Okunmamıştı henüz ne Enuma Eliş o zaman,
ne de öteki Babil tabletleri.

İşte diklenirken pervasızca Allah’a karşı
böylesine üstün görüyordu kendini Şeytan’ımız,
Marduk kılığında veya Enlil olarak O,
Anu’nun “Ateşten Yaratılmış en büyük oğlu”,
bilgelikte bir Tilki kadar kurnaz,
bir yılan kadar sinsi,
hesap işlerinde,
ağ ören bir örümcek kadar hassastı o,

Baştan aşağıya saf akıl yüklü,
Bilgeliklerin Efendisi,
Hıristiyanlığa “saf akıl” olacak olan da
İşte bu Şeytan’dı!

Bu “Yücelerin” varlığı,
“Yükseklerin”,
Kuzey topluluklarının Tanrısı,
Adem’e,
şu cahil,
şu toprağın adamı,
şu “aşağıların” varlığına
şu toprağa köle kılınmış olana
görevi Tanrılara sebze,
meyve ve tahıl yetiştirmek olan
şu basit varlığa
teslim mi olacaktı!

Ve Şeytanımız kaldırdı İsyan bayrağını,
belki Asi nehri civarındaydılar,
bu konuları konuşurlarken
Allah, Melekler ve öteki yetkililer,
Tanrılar Meclisini de oralarda kurmuş olmalıydılar…

Belki de Mardin’deydiler..
Dinlerin ve dillerin bucağında…
Kaburgasından Adem’in pirinç dolmasıyla
“yaratılacak” olan Havva için toplandıklarında
verimli Mardin ovasının bir tepesine kurulu
en eski Tapınaklardan birisinde
Sedirlere uzanmıştı her tanrı bir tarafta,
her melek ve her şeytan ve her zebani
ve kör sinekler…
uzanmışlardı köşelerine
mutlu, yorgun…
Önlerinde narlar,
üzümler salkımdı,
her cinsten hurmalar olgun
Ve sunu sunu kurbanlar
Gümüş’ten Yer sinisinde sıralı,
Sin tanrının yüzüymüş gibi ay parlaklığında

Ya da, eşit güçle karşılıklı oturmuş
tanrıların dört ayaklı masalarında..

İslam'ın Allah'ı,
muhtemelen böylesine kalabalık bir ortamda,
Meleklerden misafirlerle dolu bir mecliste,
Şeytan’ı “huzurdan kovulmuş”lardan
birisi yapmaya kalkışmıştı.

Ama ne mümkün!

Allah'ın bu sert tutumuna karşı,
Şeytan'ımız Allah'ın kararının yanlış olduğunu,
üstelik gerekçelendirerek o kadar güzel anlatmaktadır
ve Allah’a en güzelinden öylesine akıllar vermektedir ki, bu anlatımın ortaya koyduğu sahne adeta “teatral”dır!

Bütün tanrılar,
İlah ve ilaheler,
Melek ve melaikeler,
ve kör sinekler,
ve Şeytan cinsinden olanlar,
açmışlar ağızlarını sanki,
hayranlıkla dinlemekteydiler
Şeytan’ı…

En büyük meydanında nasıl dinlemişlerse
bütün Romalılar Julius Sezar’ı,
o Sezar olmadan önce,
en ünlü hitabetinde,
tam tamına değil belki,
belki birkaç yüz yıl hatayla,
3750 yıl kadar sonra!

Turuva önünde,
Birkaç yüz kişinin daha öleceği
Bu yıkım savaşına devam mı edecekler,
Yoksa toplayıp, bir sabah erken herkesi,
Dönüp gitmek için yurtlarına
barış mı yapılsın derhal diye
Karar vermek için toplandığında
Mızrakları parıldayan erler meydanına
Savaşçılar, kahinler ve kıralar önünde
En güzel sözcükler
bir yoğurt torbasından süzülür gibi tek tek,
damlalar halinde
ve kesintiye uğramadan düşerse nasıl
takıldığı çardağın köşesinden toprağa,
sanki emer aç kalmış gibi toprak bu damlayı,
ve en kötü sesli kargalar bile nasıl dinlerse
ötmeden bir tek kere duvarda,
sessiz ve hayranlıkla
hatiplerin birbirinden başarılı söylevlerini.

İşte bütün tanrılar, tanrıçalar
Melek ve melaikeler
Ve Allah,
Dinliyorlardı Şeytan’ı sessizce
İki omzundaki yılanla
Fırlamıştı Meydan’ın
tam orta yerine
alevler çıkmıyordu sanki
dil yerine ağzından!
Açtıkça bal gibi akıyordu sözcükler
Yakıp dağlıyor,
Merhem gibi su damlası oluyordu
her bir sözcüğü dokundukça hedefe!

Alkışlıyorlardı hep birlikte onu,
öteki küçük Şeytanlar,
Hatta Melekler ve Melaikeler bile
Ne zaman çıksa ağzından sözcük yerine
bir ateş parçası dağlayan,
bir su damlası cennette akan…

“Evet….!”
diye onaylıyorlardı Şeytan’ın adamları,
aldatılmışlar,
hep bir ağızdan…

Bıraksa Allah onları keyfine,
yıkacaklardı neredeyse
Kurulu tam dört sütün üzerine
Eni boyuna eşit
Yerin ve Göğün omurgası olan
tapınağı dibinden!
Bas bas bağırıyorlardı,
Tarak değmemiş saçlarını savurarak,
sıvazlayarak su değmesi günah,
ateş değmemiş sakallarını,
Bakıp ters ters Allah’a
Söyleniyorlardı mır-mır duasında gibi
Bir o yana bir bu yana yerinde salınarak:

“Kimmiş ki o,
Tarla’nın,
Saban’ın,
Kazmanın Adamı!

Kul olmalıyken bize,
Olabilir mi hiç eşitimiz,
bilgide,
görgüde,
akılda
ve açık gözlülükte
biz Şeytan Tanrılarla”

Allah’ı bir düşünce sarmıştı…
Şu Şeytanlar da,
az Şeytanlar değildi hani!
Tutsa eliyle bir tarafı,
Sıçrayıp bağırıyorlardı ters tarafta!

Baş Şeytan'ın bu derin konuşması karşısında,
o kadar da ince düşünmediğini fark eden Allah gerginleşmişti...

Kurmaya çalışıyordu kafasından
yeni tümcelerle sunacağı son kararını
şu hınzır,
şu hazırcevap,
şu akıl yüklü Şeytan’a karşı!

Şeytan’ın sözlerini
kafasında evirip çeviriyordu…



Ne yapsın...
Ne yapmalı sakince…

Ama yine de sonuçta
hakkaniyetli bir Allah’tı..
Haklıya haklı demesi lazımdı!
Yukarda öteki tanrılar var,
Yemin etse başı ağrımaz,
aklına yatıyordu Allah’ın da
Şeytanca fikirleri baş Şeytan’ın..

“Peki” dedi Şeytan’a..
epey düşündükten sonra Allah
-Dediğin üzere olsun…
Kıyamet gününe kadar sana,
izni verdim
kullarımı ayartabilmen için,
istediğin kulumu git ayart!

Madem aptaldır diyorsun,
cahildir,
gözleri kapalı,
bilgisizdirler,
Kazma’dırlar
ve Saban adamıdırlar…

İyi öyleyse…
Dediğin gibiyse,
git aldat onları…

Ama ben akıl’la dolduracağım kullarımı..
Eğer alır gibi olursa kafaları,
Sanmam ki, gelsinler
uyarak senin parlak vaatlerine
bırakıp da beni peşinden senin!

Ama, gelen olursa,
ki bana öyle geliyor,
Epeyi takılacak var galiba senin peşine,
Şu meydanda,
Duranlar benim sol’umda,
Ah onlar,
Ah şu sol’da duranlar
Ne de olsa çiğ süt emmiş bu İnsanoğlu,
Daha Cennet’teyken belki de,
Saptıracaksın Adem’i yolundan
ve karısı olacak Havva’nın
çeleceksin beyninden aklını!

Eh işte, ben de size yemin ederek diyorum ki,
Böylelerinin sonsuz yuvası olacak,
Ateşten Cehennemleri!


*-*-*

Elbette dinsel metinlerin “düz” bir şekilde okunmasıyla, buradaki Allah'ın konumunu epeyce sarsabiliriz.

Kullarını Şeytan'ın eline bırakmış, dahası kendisi Şeytan'ın aklına uymuş bir Allah!

Fakat, bizim yöntemimiz bu değil... sadece buradaki “düz anlatım”a bağlı kalındığında ortaya çıkabilecek anlamsızlığa dikkat çekmek bakımından, şöyle bir dokunup geçmeliyiz bu noktaları...

Buradaki asıl tartışma konumuz şu olmalıdır:

Bütün Kuran boyunca, Şeytan, Allah'ın karşısında, en zor ve kritik anlarda Allah'a akıl veren bir özellik taşımaktadır ki, bu da bize, İslam'ın din olarak şekillenme aşaması hakkında bilgi vermektedir.

İslam dinini eleştirmek, onu, Mezopotamya kaynaklı öteki dinlerle birlikte ele almakla ve bütün dinsel anlatım ve bu anlatımların temel kavram ve jargonlarını, Mezopotamya ve çevresindeki toplum birimlerin gerçek tarihlerine oturtabilmekle olabilir.

Biz işte bunu yapıyor, yapmaya çalışıyoruz.

*-*-*
Kuran'da Allah ve Şeytan / 2
http://toplumvetarih.blogcu.com/kuran-da-allah-ve-seytan-2_46091211.html

Kuran'da Allah ve Şeytan/ 3
http://toplumvetarih.blogcu.com/kuran-da-allah-ve-seytan-3_46090951.html