Kuran'da Allah ve Şeytan
Gündelik İslami söyleme bakarak, Allah’ın, her şeyi bilen, aklından ve-ya hükmünden şüphe duyulamaz olan bir “Yaratıcı” olarak ele alındığı sanılabilir.
Fakat, İslam’ın Allah’ı ile Şeytan’ı arasında geçen ve Kuran’a da “Allah’ın konuşması” olarak, üstelik tek yanlı, yansıyan polemiklere dikkatle ve yakından bakılınca, gerçek durumun sanılandan epey farklı olduğu görülmektedir.
İslami edebiyatta “kör” kavramına pek yakınlık gösterilmez. Hatta, nedense, “hınzır mı hınzır” olması gereken Şeytan’a bile “hay aksi kör Şeytan” diye lanet okunur.
Oysa Şeytan’ımız, kelimenin gerçek anlamıyla “kör” yani “ gözleri görmeyen ama” olamazdı. Onun Şeytan gibi olabilmesi için, mecaz anlamıyla da, “kör” yani “Cahil-Cühela” ve-ya “Gözü Kapalı”, “Gözü Açılmamış”… olmadığı da gayet açık bir gerçektir.
Tevrat’da veya Kuran’da yer aldığı biçimiyle “meyveyi yiyince gözleri açılan Adem ve Havva” anlatımındaki “göz açıklığı”, bilgelik ve cehalet ikilemi anlamındadır; yoksa burada söz konusu olan bir fiziksel ama’lık değil!
Fıldır fıldır gözleriyle her yana yetişen, daha, adımlarını Cennet'e yeni atmış Adem ile Havva’yı yoldan çıkaracak kadar “akıllı” olan bir Şeytan’ın görme engelli/ “kör olması” herhalde pek düşünülemez zaten. Akado-Sammaru tarihinde rastladığımız “kör bilgeler” veya Avesta’da karşılaştığımız “kör sinekler”, daha çok Homeros benzeri Musa-Okuyucu’lar olmalıydılar.
İslam’ın Kuran’ındaki haliyle Şeytan, özellikle Allah ile karşı karşıya bulunduğu anlardaki savunması, akıl-fikir yürütme tarzı ve sunduğu gerekçelerin sağlamlığı bakımından, kendini o şekilde sunmaktadır ki, onun, Allah karşısındaki konumunun ne olduğunu sorgulamadan geçip gitmek olanaksızdır!
Karşımızdaki, öyle sıradan; Allah karşısında ezilip-büzülen biri değildir; tersine Allah’a durmadan diklenen, horozlanan ; “Hin oğlu Hin” bir Şeytan’dır bu!
Kuran’daki aktarımlara göre Allah ile Şeytan’ın arası, önce “Adem’in yaratılması” döneminde ve “yaratılacak” olan Adem’in rolü ve özellikleri konusunda açılır!
Tevrat’taki “Yaratılış” anlatımlarına ilişkin varyantlara dayansa da, İslam’ın Kuran’ında çizilen tablo belli bazı farklılıkları da içermektedir. Eski Ahit’in ilk Yaratılış versiyonuna göre, “Su’larda ruhu dalgalanan tanrı” “Yaratma” edimine geçer ve 6 Gün boyunca “her şeyi” yaratıp, “7. gün’de istirahat”a çekilir!
Oysa Kuran’ın yaratılış varyantında, durum epey farklı bir noktadan ele alınır: Burada, birden bire, Allah ile birlikte epey miktarda Melek-ler-in, İblis-ler-in, Şeytan-lar-ın yer aldığı bir ortamda buluruz kendimizi. Çünkü Kuran’ın bu bölümlerinde, Allah, etrafındaki Melek, İblis, Şeytan, Cin, Peri, Zebani vb. varlıklara Adem’i Yaratma ve onu kendine Veliaht-halife kılma kararını açıklamakta ve onların tepkileri yansıtılmaktadır. Sanki bir müzakere ortamındayız ve Allah da bu ayaklanmış asilerin karşısında onları ikna ile uğraşmakta ve sonunda uzlaşarak bir noktada buluşuyor gibidirler.
Adem ile eşi Havva bu sıralarda henüz yoktur ve Allah, sadece onları yaratmayı kafasına koymuş durumdadır. Oysa, İslami Kuran, Museviliğin Tevrat’ında yer alan ilk versiyondaki “yaratılış” anlatımına bağlı kalmış olsaydı, Erdoğan Aydın’ların sığ değerlendirmelerine göre, “Muhammed’in aklında kalan” haliyle aktarılmış olsaydı, her şey “7 günlük Yaratılış” ayini-bayramı süresince olup bitmeliydi! Ve aslında bu kıssadan kestirmeli anlatım, Muhammed’in de işine gelebilirdi!
Ama hayır!
Karşımızda olan bir başka “yaratılış versiyonu”dur. Eski toplumun, özellikle Mezopotamya toplum birimlerinin, birbirinden farklı, birbirlerini tamamlayan bir dizi farklı “yaratılış” versiyonu olduğunu fark edemeyen Turan Dursun’lar, İlhan Arsel’ler, Erdoğan Aydın’lar, bütün “yaratılış” aktarımlarını birbirlerinden çalınmış, akılda kalana eklemeler yapılmış uydurmalar gözüyle bakarlar.
Hatırı sayılır miktarda uydurma varsa da, bu “yaratılış” varyantları, yine de, ortaya çıkış halleri bakımından, Mezopotamya’daki farklı toplum birimlerin tarihçelerine; onların tarih sahnesine çıkış anlarının aktarımlarına dayanırlar.
Kuran’daki anlatımlarda kendisinin Adem’den neden daha üstün olduğunu açıklamaya çalıştığı sırada öğreniriz ki, Şeytan, aslında, Adem’den çok daha önceleri “kavurucu ateşten yaratılmış”dı!
Şeytan’ımız burada, “1 haftalık yaratılış süreci”nin birkaç günlük önceliğinden bahsetmiyordu.
Şeytanımız, varlığını “Adem’in yaratılması” olarak bilinen anlatımın ifade ettiği olaydan yüzlerce-binlerce yıllık bir tarihsel üstünlük alanına yaslıyordu…
Bu tartışmalar içinde anlıyoruz ki, yine de Allah, yetkisi ve-ya üstünlüğü tartışma konusu olan bu Adem’i “Çamur”dan, daha doğrusu, “Toprak”dan yaratmaya karar vermişe benziyordu.
Elbette o sırada Allah tek üstün varlık değildi. Bir dizi başka ilah ve ilaheler, melek ve melaikeler, devler, zebaniler, şeytanlar da vardı. Bizim, kavramları şimdi anladığımız anlamlarıyla değil. Tıpkı “insanlar gibi” olan ; çizimlerini arkeolojik bulgularda gördüğümüz, basbayağı insan varlıklardı bu tanrılar, ilahlar, zebaniler,şeytanlar. Öyle ki, Muhammed, kendi zamanında bile Nusaybin cinlerini başına toplayıp, onlara Kuran okumuştu. Bu Cin’lerin, bu Cin gibi insanların torunları, şimdi de, Nusaybin, Harran veya Urfa’da ikamet etmeye devam ediyorlar. “Tanrı”, “Melek-Malik”, “Huri”; “Peri” vb. sadece farklı toplum birimleri ve dini gurupları ifade eden kavramlardı. Doğa üstü varlıkları değil; doğrudan doğruya Kuzey Mezopotamya topluluklarını ; “Yukarı Mezopotamya”daki toplulukları; Yukarı-Gök topluluklarını tanımlıyordu.
Kuran’ın aktarımına göre Allah ve Şeytan ile öteki Melek’ler arasında ele alınan konular, “Tanrılar, ilah ve İlaheler meclisinde” çözümlenmeye çalışılıyor gibidir. Tarımsal ürüne ihtiyaçları giderek artan “Kuzey’deki, Yukarıda’ki Tanrılar topluluğu” bu sorunu görüşüp çözümlemeye uğraşıyordu...
Bu nedenle, Tevrat veya Kuran’da adı geçen “yaratıcı toprak”, bizim sandığımız gibi, avuçlanan “kara toprak” değildi. Ön Asur topluluklarının yerleşim alanları olarak, coğrafi anlamıyla, muhtemelen şimdiki Kuzey Suriye ve Kuzey Irak’tan Mardin’e, Harran’dan Çukurova’ya kadar olan tarımsal alan anlamında “Mezopotama’yanın Aşağısı”, “Mezopotam’yanın Güney bölgeleri” anlamındaki “Toprak”tı…
Bu bakımdan da, Tevrat’ın ve Muhammed’in Kuran’ının bahsettiği “Toprağı işleyecek olan Adem” anlamındaki varlık , “Toprağın adamı” olarak, Çiftçi, Fellah olarak Adem’in “yaratılması”, daha doğru bir ifadeyle, “tarımsal Topluluk”larla ittifak kurmak için onları ve temsilcilerini “tanımak”, varlıklarını “yasal olarak” ifade etmek söz konusuydu.
Bu anlatım tarzına, Gılgamış’tan el-aman eden Uruk’luların dileği üzerine Gılgamış’a rakip ve eşdeğer olarak yaratılan Enkidum’a ( ki bu kavram, “Enki’nin Oğlu”, hem bize meşhur Kenan’ı vermektedir ve “Kenan’ın oğlu” anlamında da okuyabiliyoruz ve hem de “Yer’in, Kara’nın, Toprağın Oğlu” anlamında okuyabiliyoruz..) karşılık düşen bir “Adem”di!
Uruk’luların Gılgamış’ı “Ateşin Oğlu” ise, ön Asur topluluklarının “Kazma”, “cahil”, “sabanın adamı çiftçi” Enkidum’u da, bir çeşit Tarımcı Adem idi! Bunlar aynı zamanda Avesta’nın da iki temel “varlık” biçimleriydi!
İşte İslam’ın Kuran’ında yer alan isyancı ve Allah’a diklenen Şeytan, tam olarak böyle bir anda, “Çoban topluluk”lar ile “tarımcı topluluk”lar arasında yeni bir ürün paylaşım ve evlilik ittifakı kurulması aşmasında, yetkilerin ve ilişkilerin karşılıklı olarak yeniden düzenleneceği, yeni bir ittifak “Amin”inin imzalanacağı bir Ayin-Ritüel arifesinde, eski yetkilerinin elinden alınmasını hazmedememiş ve İslam’ın Allah’ına karşı çıkıyordu. Buradaki Şeytan, kendini “Yukarı”, “yücelerden” görüyor; Allah ise onun “aşağılardan” olduğunu vurgulamaya özen gösteriyordu. “Yukarı” ifadesi Tanrısal olmanın ; “aşağı” ifadesi ise “toprak”tan olmanın , “tanrılara köle olmanın” ifadeleriydi.
Şeytan, isyan bayrağını kaldırmış ve “Toprağın adamı” olarak Adem’e secde etmeyeceğini; onu üstün olarak tanımayacağını ilan etmişti.
“Çünkü..” demişti Allah’a, kurulmuş olan bu tanrılar meclisinde,
Birkaç adım öne çıkarak,
Süzerek yukardan aşağıya kadar
tüm katılımcıları bir bir,
“…ben ki…”, demişti
kelimelerin üzerinde gezinirken,
ezer gibi bir ayrık otunu ökçesiyle,
ortadaki koca meydanında tapınağın…
“…ben ki, yüzyıllar önce,
Ne çabuk da unuttunuz ey tanrılar, tanrıçalar,
Anu tanrının sönmeyen ateş’inin eseri
Olarak var edildiğimi.
Yaratılayım diye bir an önce,
Binlerce kurban sunmuştu aralarından öteki tanrılar
Tapınağın sönmeyen alevli fırınlarında
Yaratılmıştım Tanrılar üstünde,
Tam şu andan, belki de bin yıl kadar önce
Sönemeyen alevim meşalede
Küllenmez korum tanrısal ocakta
Üstünüm ben eşitler arasında bile!
Evet, yineliyorum!
Bilgelikte,
Sanat ve ilimde,
Söz söyleme ve lir çalmada,
Def ve zurnada
Sürüleri aldatıp yönetmekte,
Açıkgöz oluşumla…
Şu kaba saba,
Kazma sapı’nı tutan,
Eli nasırlaşmış olandan!
Öküzün ve eşeğin çektiği
Sabanın ardında koşan,
Cahil, “Gözü açık olmayan”,
Kaba-saba
“kazma adam”dan!”
…
Beklemiyordu belki Allah,
Böylesine pervasız bir meydan savaşını!
Tapınağın tam ortasında, altında İncir ağacının
Tüm meleklerin, Cinlerin, Huri ve Perilerin önünde,
Öteki iri ufaklı Şeytan’lar da oradayken!
Fakat anlattıkları da bir gerçekti Şeytan’ın.
“Kavurucu Ateş” Tevrat’da “Yaratıcı Ateş”ti aynı zamanda.
Tevrat’ta bu yüzden yazılıyordu,
daha Güneş ve Ay “yaratılmadan” önce,
“aydınlık-ışık” var edildi diye…
Çarlık Rusya’sında,
alaya alırken bu anlatımı Dostoyevski,
bilmiyordu elbette, Şeytan’ın
tarihçesini derinlemesine!
Okunmamıştı henüz ne Enuma Eliş o zaman,
ne de öteki Babil tabletleri.
İşte diklenirken pervasızca Allah’a karşı
böylesine üstün görüyordu kendini Şeytan’ımız,
Marduk kılığında veya Enlil olarak O,
Anu’nun “Ateşten Yaratılmış en büyük oğlu”,
bilgelikte bir Tilki kadar kurnaz,
bir yılan kadar sinsi,
hesap işlerinde,
ağ ören bir örümcek kadar hassastı o,
Baştan aşağıya saf akıl yüklü,
Bilgeliklerin Efendisi,
Hıristiyanlığa “saf akıl” olacak olan da
İşte bu Şeytan’dı!
Bu “Yücelerin” varlığı,
“Yükseklerin”,
Kuzey topluluklarının Tanrısı,
Adem’e,
şu cahil,
şu toprağın adamı,
şu “aşağıların” varlığına
şu toprağa köle kılınmış olana
görevi Tanrılara sebze,
meyve ve tahıl yetiştirmek olan
şu basit varlığa
teslim mi olacaktı!
Ve Şeytanımız kaldırdı İsyan bayrağını,
belki Asi nehri civarındaydılar,
bu konuları konuşurlarken
Allah, Melekler ve öteki yetkililer,
Tanrılar Meclisini de oralarda kurmuş olmalıydılar…
Belki de Mardin’deydiler..
Dinlerin ve dillerin bucağında…
Kaburgasından Adem’in pirinç dolmasıyla
“yaratılacak” olan Havva için toplandıklarında
verimli Mardin ovasının bir tepesine kurulu
en eski Tapınaklardan birisinde
Sedirlere uzanmıştı her tanrı bir tarafta,
her melek ve her şeytan ve her zebani
ve kör sinekler…
uzanmışlardı köşelerine
mutlu, yorgun…
Önlerinde narlar,
üzümler salkımdı,
her cinsten hurmalar olgun
Ve sunu sunu kurbanlar
Gümüş’ten Yer sinisinde sıralı,
Sin tanrının yüzüymüş gibi ay parlaklığında
Ya da, eşit güçle karşılıklı oturmuş
tanrıların dört ayaklı masalarında..
İslam'ın Allah'ı,
muhtemelen böylesine kalabalık bir ortamda,
Meleklerden misafirlerle dolu bir mecliste,
Şeytan’ı “huzurdan kovulmuş”lardan
birisi yapmaya kalkışmıştı.
Ama ne mümkün!
Allah'ın bu sert tutumuna karşı,
Şeytan'ımız Allah'ın kararının yanlış olduğunu,
üstelik gerekçelendirerek o kadar güzel anlatmaktadır
ve Allah’a en güzelinden öylesine akıllar vermektedir ki, bu anlatımın ortaya koyduğu sahne adeta “teatral”dır!
Bütün tanrılar,
İlah ve ilaheler,
Melek ve melaikeler,
ve kör sinekler,
ve Şeytan cinsinden olanlar,
açmışlar ağızlarını sanki,
hayranlıkla dinlemekteydiler
Şeytan’ı…
En büyük meydanında nasıl dinlemişlerse
bütün Romalılar Julius Sezar’ı,
o Sezar olmadan önce,
en ünlü hitabetinde,
tam tamına değil belki,
belki birkaç yüz yıl hatayla,
3750 yıl kadar sonra!
Turuva önünde,
Birkaç yüz kişinin daha öleceği
Bu yıkım savaşına devam mı edecekler,
Yoksa toplayıp, bir sabah erken herkesi,
Dönüp gitmek için yurtlarına
barış mı yapılsın derhal diye
Karar vermek için toplandığında
Mızrakları parıldayan erler meydanına
Savaşçılar, kahinler ve kıralar önünde
En güzel sözcükler
bir yoğurt torbasından süzülür gibi tek tek,
damlalar halinde
ve kesintiye uğramadan düşerse nasıl
takıldığı çardağın köşesinden toprağa,
sanki emer aç kalmış gibi toprak bu damlayı,
ve en kötü sesli kargalar bile nasıl dinlerse
ötmeden bir tek kere duvarda,
sessiz ve hayranlıkla
hatiplerin birbirinden başarılı söylevlerini.
İşte bütün tanrılar, tanrıçalar
Melek ve melaikeler
Ve Allah,
Dinliyorlardı Şeytan’ı sessizce
İki omzundaki yılanla
Fırlamıştı Meydan’ın
tam orta yerine
alevler çıkmıyordu sanki
dil yerine ağzından!
Açtıkça bal gibi akıyordu sözcükler
Yakıp dağlıyor,
Merhem gibi su damlası oluyordu
her bir sözcüğü dokundukça hedefe!
Alkışlıyorlardı hep birlikte onu,
öteki küçük Şeytanlar,
Hatta Melekler ve Melaikeler bile
Ne zaman çıksa ağzından sözcük yerine
bir ateş parçası dağlayan,
bir su damlası cennette akan…
“Evet….!”
diye onaylıyorlardı Şeytan’ın adamları,
aldatılmışlar,
hep bir ağızdan…
Bıraksa Allah onları keyfine,
yıkacaklardı neredeyse
Kurulu tam dört sütün üzerine
Eni boyuna eşit
Yerin ve Göğün omurgası olan
tapınağı dibinden!
Bas bas bağırıyorlardı,
Tarak değmemiş saçlarını savurarak,
sıvazlayarak su değmesi günah,
ateş değmemiş sakallarını,
Bakıp ters ters Allah’a
Söyleniyorlardı mır-mır duasında gibi
Bir o yana bir bu yana yerinde salınarak:
“Kimmiş ki o,
Tarla’nın,
Saban’ın,
Kazmanın Adamı!
Kul olmalıyken bize,
Olabilir mi hiç eşitimiz,
bilgide,
görgüde,
akılda
ve açık gözlülükte
biz Şeytan Tanrılarla”
Allah’ı bir düşünce sarmıştı…
Şu Şeytanlar da,
az Şeytanlar değildi hani!
Tutsa eliyle bir tarafı,
Sıçrayıp bağırıyorlardı ters tarafta!
Baş Şeytan'ın bu derin konuşması karşısında,
o kadar da ince düşünmediğini fark eden Allah gerginleşmişti...
Kurmaya çalışıyordu kafasından
yeni tümcelerle sunacağı son kararını
şu hınzır,
şu hazırcevap,
şu akıl yüklü Şeytan’a karşı!
Şeytan’ın sözlerini
kafasında evirip çeviriyordu…
Ne yapsın...
Ne yapmalı sakince…
Ama yine de sonuçta
hakkaniyetli bir Allah’tı..
Haklıya haklı demesi lazımdı!
Yukarda öteki tanrılar var,
Yemin etse başı ağrımaz,
aklına yatıyordu Allah’ın da
Şeytanca fikirleri baş Şeytan’ın..
“Peki” dedi Şeytan’a..
epey düşündükten sonra Allah
-Dediğin üzere olsun…
Kıyamet gününe kadar sana,
izni verdim
kullarımı ayartabilmen için,
istediğin kulumu git ayart!
Madem aptaldır diyorsun,
cahildir,
gözleri kapalı,
bilgisizdirler,
Kazma’dırlar
ve Saban adamıdırlar…
İyi öyleyse…
Dediğin gibiyse,
git aldat onları…
Ama ben akıl’la dolduracağım kullarımı..
Eğer alır gibi olursa kafaları,
Sanmam ki, gelsinler
uyarak senin parlak vaatlerine
bırakıp da beni peşinden senin!
Ama, gelen olursa,
ki bana öyle geliyor,
Epeyi takılacak var galiba senin peşine,
Şu meydanda,
Duranlar benim sol’umda,
Ah onlar,
Ah şu sol’da duranlar
Ne de olsa çiğ süt emmiş bu İnsanoğlu,
Daha Cennet’teyken belki de,
Saptıracaksın Adem’i yolundan
ve karısı olacak Havva’nın
çeleceksin beyninden aklını!
Eh işte, ben de size yemin ederek diyorum ki,
Böylelerinin sonsuz yuvası olacak,
Ateşten Cehennemleri!
*-*-*
Elbette dinsel metinlerin “düz” bir şekilde okunmasıyla, buradaki Allah'ın konumunu epeyce sarsabiliriz.
Kullarını Şeytan'ın eline bırakmış, dahası kendisi Şeytan'ın aklına uymuş bir Allah!
Fakat, bizim yöntemimiz bu değil... sadece buradaki “düz anlatım”a bağlı kalındığında ortaya çıkabilecek anlamsızlığa dikkat çekmek bakımından, şöyle bir dokunup geçmeliyiz bu noktaları...
Buradaki asıl tartışma konumuz şu olmalıdır:
Bütün Kuran boyunca, Şeytan, Allah'ın karşısında, en zor ve kritik anlarda Allah'a akıl veren bir özellik taşımaktadır ki, bu da bize, İslam'ın din olarak şekillenme aşaması hakkında bilgi vermektedir.
İslam dinini eleştirmek, onu, Mezopotamya kaynaklı öteki dinlerle birlikte ele almakla ve bütün dinsel anlatım ve bu anlatımların temel kavram ve jargonlarını, Mezopotamya ve çevresindeki toplum birimlerin gerçek tarihlerine oturtabilmekle olabilir.
Biz işte bunu yapıyor, yapmaya çalışıyoruz.
*-*-*
Kuran'da Allah ve Şeytan / 2
http://toplumvetarih.blogcu.com/kuran-da-allah-ve-seytan-2_46091211.html
Kuran'da Allah ve Şeytan/ 3
http://toplumvetarih.blogcu.com/kuran-da-allah-ve-seytan-3_46090951.html
20.06.2009
18.06.2009
Matruşka'larda Tarih Bulmak..
Üstteki en büyük…
Açıyorsunuz içini, bir yenisi var…
Matruşka…
Rus’ların, her seferinde içinden biraz daha küçüğü çıkan küçük tahta kutucuk veya küçük kadın heykelleri…
“Mater”le bağlantılı olmalı bu kavram …
Ana…Tarih ana...
Ve böylece gider “aç kilit…” oyunu…
-Aç kilit !
Anaç tarih yanıtlar hemen:
-Açmam kilit!
- Anahtar nerde ?
Tarih ana, belki “suya düştü..” diye yanıt verecek ve bizi umutsuzluğa sevk edecektir!
“Ölümsüzlük otu”nu bulmuş sevinçle gelirken, bu “sır otu”nu elinden suya düşüren Gılgamış’ın (veya İslam’ın Lokman hekiminin..) çaresizliği içinde bakakalırız öylece…
Adana'mızda Mayıs ayında kabarmış Seyhan nehrine, nasıl bakarsa umutsuz, hafif ürpermiş olarak, tarihi taş köprü üzerinde durmuş bir çift çocuk gözü, öyle…
“Matruşka!” diye haykırır sonra belki içimizdeki ses, çözüm bulmada ısrarlı…
Pes edecek değil umud…
Matruşka yolculuğu gibi zevkli ve heyecanlı bir yürüyüştür sanki üzerinde durduğumuz toplumsal tarih sayfaları…
Aç kilit!
Ardından bir kilit daha !
Tarih ve toplumsal konular, genelde böyle zevkli bir bilim yolculuğu sunar, eğer neleri, nerelerde ve nasıl aramamız gerektiğini biliyorsak…
Kaybolmadan Nuh Tufan’ının izini sürerken…
Ağrı dağı tepesinde değil ama…
Dinlerin “kutsal kitap”larında harflerin, kelimelerin, kavramların dibini eşerken…
Toplumsal tarih alanı genelde böyledir ama; kuru, sıkıcı, bayat, bilinen ezberlerin yinelendiği “tarih ve toplum teorileri” de hiç de az değil…
Etrafımıza bakalım… ne kadar çok olduğunu hayretle görürüz.…
Beylik laflar…Bilgiç yinelemeler…
Ve sıkıcı…
Ruhumuz daralır “gizemler” arasında dolaşmaktan..
Gına geliriz artık, eski toplumun “cehaleti”ni atalarımızın suratına durmadan çarpan aşağılamalardan!
Akado-Sammaru ilahilerindeki veya onlardan ulaşmış dinsel kitapların bir deyiminin anlamını bilmedikleri halde, onu alaya alıp, kendilerindeki “üstün bilgelikle” övünmeye geçen haksız yazarların sıkıcı “bilimsel açıklamaları” bayıltır ruhumuzu…
Toplumsal tarihi, bilinmezlik ve cahiliyet alanı olarak sıkıcı veya tam tersine onu zevkle izlenir kılan, bizim konuları ele alma tarzımızdır.
Bu konu çalışma perspektifimize sıkıca bağlıdır.
Hiç olmazsa son 10.000 yılda neyi aradığımızı, onları nasıl arayabileceğimizi ve nasıl aramamız gerektiğini bildiğimiz koşullarda, karşımıza neredeyse kocaman bakir bir alan çıkıyor ve biz orada, görece özgürce, dinsel baskılardan, resmi görüş egemenliğinden kurtulmuş bir şekilde, keyfimizce at koşturabilme olanağı elde etmiş oluyoruz...
Sadece bununla bitmiyor iş ama, yine de önemli bir nokta bu…
Etimolojik kaynakları araştırma çalışmasında, bazen umulmadık bağlantıların ortaya çıkabiliyor olduğunu yeniden ve yeniden saptıyoruz orada..
Asur veya Süryani topluluklarını incelerken , “Toprak köleliği” ve (karmaşık renkle ilgili olarak) “Abraşiye” gibi hususlar var. “Alaca bulaca” renklileri Allah’ın sevmediği üzerine yazılar yazıp, İslam’ı bu şekilde eleştiren İlhan Arsel veya onun gibi yaklaşanlar, somut olarak “Abraş” kavramı temelinde Süryani din adamları ve hiyerarşinin ifade ediliğini; “Sümer” kayıtlarında, giyim-kuşam rengi olarak, kırmızı, kara, mavi, belki “mor”, “violet” vb. (bunlar şimdiki kiliselerde ve bayraklarda, İslam’ın yeşilinde, Kürdün veya Aleviliğin Kırmızısında, Musevi mavi’sinde vb. hala kullanılıyorlar…) yanında “alaca bulacalılar” gibi bir kategori bulunduğunu bilseler herhalde, “kara renkliler”, “alaca bulacalılar” falan üzerine Muhammed’e yönelik eleştiri formatları biraz daha farklı olurdu; olmak zorundaydı.
En azından biz dinlere veya Muhammed’e yönelik eleştirilerimizde, Mezopotamya dinsel literatürünü, onun bazı temel kavramlarını hesaba katıyor; katmak zorunda olduğumuzu unutmuyoruz.
Arka tarihsel alanı aydınlatılmış bir toplumbilim, bizi “Karabaşlı” topluluk, “Kızılbaşlı” topluluk, “alaca-bulaca” topluluk… ayrımlarının tarihte yaşanmış olduğu bir noktaya götürüyor. Buradan “ekose”lilere (Hollanda) kadar ulaşabileceğiz belki.
Bugünkü Avrupa aydınları da maalesef tarihi yeterince bilmiyor. Onlar için “Kara Kafa”, bir Orta Doğu ülkesi olan Türkiye’den gittikleri için, Türk ve Kürt’lerin hepsi “Kara Kafa”dır…
Eh, tesadüf de yardımcıları olmuş…
Hakikaten Kürtlerin ve Türklerin saç/kıl renklerinde “kara” renk vurgusu az değil!
Gelgelelim, tercüme edip yayınladığımız Siruz’un Silindir tercümesinde de gördüğümüz gibi, “Kara Kafa”lılar deyimi, saç rengiyle ilgili değildi; bir topluluk tanımı olarak kullanılıyordu ve başka bazı tercümanlar bu deyim yerine “Sümer halkı” da diyebilirdi. ( … “Siyah kafalı halk” şeklindeki bir tercüme “anlam” olarak hatalı değil ama…bizde gündelik kullanımda hala, siyah’tan çok “Kara kafa”, “Kara Baş”, “Kızıl Baş” , “kara toprak” vb. deyimleri kullanıldığı için, güncele yakın bağlantı kuran ifadeleri tercih etmek daha yararlı… “Kafa” ve “Baş” da, bizde hala çok önemlidir .. “Kafa Kağıdı”, “On baş nüfus..”, “Baş üstüne….yemin..selam…misafirlik..” gibi..)
“Kara kafalı”ların kalıntılarını İsa’nın “Dünyalılar” terminolojisinde; “Asur’un “Toprak köleliğinde” ; Mezopotamya’nın “Kara”sında, yani “Tarımsal toprak”larında arayacağız…
“Kara” veya “Toprak” kavramları, Mezopotamya’da durulan yere bağlı olarak “Güney”i, “aşağı”yı ifade ediyordu.
Bulunulan yere bağlı olarak “Kuzey” ise, “Yukarı”, yani “Gök” idi..
Akado-sammaru erken dönemlerinden itibaren yazılı kayıtlarda yer alan “Yer/Toprak/Kara/ Dünya/Aşağı” ile “Gök/Yukarı/Üst/ Mavi (Çünkü mesela Fransızcada Gökyüzü ve Tanrı hala eşit anlamda kullanılır…) ayrımı, Mezopotamya’nın “Akad” ve “Sümer” adı verilen topluluklarının yerleşim alanları ve renk biçimleri olarak kullanılıyordu.
Bütün dinsel literatüre damgasını vuran en temel ayrım, en temel jargon işte budur!
Toplumbilim alanındaki çalışmalarım içinde, Mezopotamya kaynaklı olan dinlere ait literatürde daima karşılaştığımız
-“Cin topluluğu ve İnsan topluluğu”
-“Gök topluluğu ve Yer topluluğu”
- “Tanrılar topluluğu ve İnsanlar topluluğu”
…. vb. biçimindeki ikili temel ayrımının Mezopotamya gerçek tarih iskeletine yerleştirilerek okunması gerektiğini keşfetmemden bu yana, Tevrat’ı, İncilleri, Kuran’ı, Enuma Eliş’i, Enoş’un Kitabını ve Avesta’yı tamamen farklı bir şekilde “okuyarak” algılamaya başladım. Artık dinsel yazını “okuma”nın farklı bir tarzı ortaya çıkmış durumda.
Sözünü ettiğimiz dinsel literatürde okuduğumuz “ruh”, “hayvan”, “bitki”, “uzay” vb. görüntülerine büründürülerek anlatılmış olan gerçek insan topluluklarının bozulmuş tarihçesiydi; “Sümer” ve “Akad” denilen toplulukların günümüzden 6000 yıl önce yoğunlaşmış olan karşılıklı ilişki biçimleriydi.
O anlatımlarda bir tarafta “Tanrı” / “Tanrısal”/ “Tanrısal evlatlar” topluluğu yer alıyordu ki, farklı din veya mezheplerin terminolojisinde kullanılan “Melekler”, “Cinler”, “Şeytanlar”, “Huriler”, “Cennet’ler, “Göksel varlıklar”, “tanrısal varlıklar”…. hep bu coğrafi ve kültür alanları üzerinde yaşayan toplum birimleri ifade eden kavramlardı.
Murat Belge, “Tanrı oğlu İsa” gibi temel kalıpsal kavramlara, “mantığı zorlayan” yaklaşım gözüyle yaklaşırken, Mezopotamya tarihini hemen hiç bilmeyen, kuru bir nihilizm üzerine güya toplumbilimcilik kuruyor ve toplum birimleri, “iyi toplum”- “kötü toplum” ayrımına tabi tutmayı “tarihçilik”, “siyasetçilik”, hatta “entelektüellik” diye pazarlıyor.
Öte yanda ise, bu “Tanrılara” hizmetle yükümlendirilmiş, onlara riayet etmeleri gerektiği baştan kesilmiş tarımcı topluluklar bulunuyordu. Eğer Mezopotamya’da “köle ruhlu toplumlar” var ise, bunların kimler olduğunu ortaya çıkarmak, erken tarihteki “tanrılar” ve “hizmetkarları” ayrımının kimlere denk düştüğünü ortaya çıkarmak anlamı da taşıyacaktır. Böyle bir çaba, ilgili toplumların adeta genlerine girmiş toplumsal özellikler olarak yaşamlarımızda çok önemli rol oynamaktadır. Öcalan’ın Kürtleri “köle ruhlu bir halk” olarak nitelemesinin gerekçelerini öğrenmek ilginç değil midir? Avestacılık, Süryanilik “toprak köleliği” ile neden bu kadar içli-dışlı tanımlar kullanmaktadırlar?
Gerçekten de bu tür temel ayrımlar bütün dinsel yazında oldukça açıktır.
Bu hususlar bir kez kavranılınca, dinsel algılar, bir takım kaynağı belirsiz ve uyduruk efsanelere bağlı anlatım olarak değil de, zamanla bozulmuş ve fakat oluştukları dönemde son derece gerçek yasa ve kurallar olan bir dizi toplumsal uygulamanın ifadeleri olarak ele alınırsa, Muhammed’in Allah’ının , Gök ve Yeri önüne gelmeye çağırınca, Yer ve Gök’ün ister istemez koşup Allah’ın önüne nasıl gelebildikleri üzerine Kuran ifadelerinde derhal “mantıksızlık” aramaya kalkmayız.
Bu tarz bir kalıpsal deyim kullanımının olması gereken anlamını ortaya koyar ve Muhammed’in bilmesi olanaksız olan Mezopotamya erken tarihlerine ve o dönemlerin belgelerine referans veririz.
Gerek Muazzez İlmiye Çığ hanım, gerekse Turan Dursun veya bu çizgide olanlar için, şimdiki dinler, Mezopotamya topluluklarının bir şekilde ürettikleri, artık nasıl ve niye üretmişlerse, bir takım efsaneler toplamıdırlar.
Aslında “din”lere ait bu görüşler sadece onlara has da değil…
Hatta onlara has hiç değil!
Bunlar Avrupa Aydınlanma dönemi adı verilen Burjuva yükselişi döneminde, kendilerine yol açmak isteyen burjuva ideologlarının, dinleri siyasi iktidardan dışarıya itekleme sırasında öne sürdükleri tezlerdir. Bunlar elbette bilimsel düşüncelerin gelişmesinde, baskıların ortadan kalkması anlamında, tayin edici önemde rol oynamışlardır. Fakat, günümüzde hala 17.,18. veya 19. yüzyılın argümanlarıyla “din eleştirisi” yapmak doğru değil ve o argümanlar temelinde, ne Göbekli Tepe buluntularına anlam verebiliriz; ne eski toplumun ilişki ve işleyiş kurallarını ortaya çıkarabiliriz ve ne de Akado-sammaru toplumlarının yazılı belgelerini layıkıyla anlayabiliriz.
Burada mesele Akad veya Sümer tabletlerini tercüme etmekten çok daha farklı ve derindir.
“Mobil telefon”a “cep (telefon)” dediğimizi bilmeyen bir yabancıya “biz cepten konuşuyoruz” şeklindeki sözümüzün tercümesi nasıl anlamsız gelecekse, tarihteki metinler de, hatta “cepten konuşma”dan daha anlamsız tarzda çevrilebilmektedir genellikle…
Bu tür yaklaşımlara göre, Musa, biraz Mısır’dan, biraz Harran’dan, biraz babasından, kısaca oradan burdan toplayıp derlediği uydurmalarla bir din yaratmıştır…
Musa, Mısır sarayının görevlisidir…
Muhammed, Araplar arasında Acem dostundan dinlediği meselleri yaymıştır falan filan…
Bunlarda aklınıza gelebilecek her şey bulabilirsiniz…
Kavramlar arasında, ya anlam değeri ya ses değeri, veya bir başka “bağlantı” üzerinden tanrılar yaratır, dönüştürür, o tanrıları Atina’dan Mısır’a, oradan Arabistan’a, hatta orta Asya’ya kadar yolculuk ettirebilirsiniz..
Bunlar az geliyorsa, Burak Eldem gibiler tarafından yapıldığı gibi, Mezopotamya’nın göbeğine uzay istasyonları bile kurdurabilirsiniz. 2012'de muhtemel dünya faciasından kurtulmak üzere "dünyalık" biriktirirken, üstelik “kil gibi sağlam” tabletlere ve o tabletlere yazılmış sözlere bile dayanabilirsiniz...
Kısacası, bu tür yazarlarda ve onların kitaplarında her şey, ama her şey bulabiliriz…
Bir tek şey hariç..
Bir tek en önemli şey hariç!
O anlatımlarda en küçük bir zerre halinde bile olsa, “toplum bilim” yoktur.
O eski toplulukların evlilik ilişki biçimleri yoktur.
O eski toplulukların miras biçimleri ve miras paylaşım kuralları yoktur.
O eski toplulukların, genel toplumsal ilişkilerine yön veren kuralları yoktur.
Fakat, bize bütün temel kültürleri önce yaratıp biriktirmiş ve sonra da taşımış olan bu eski toplumlar, on binlerce yıl boyunca, hayvan sürüleri gibi kuralsız mı yaşamışlardı?
Eğer kuralları varsa, onlara yön veren kurallardan, yasalardan tek bir kelime bile edilmeden, nasıl olur da, eski tarihten, eski dinlerden, eski toplumlardan bahseden “eserler” yazabiliyoruz?
Oysa, hiçbir başka şey bilmiyorsak bile, -2000/1750’li yıllarda Hammurabi, Urukagina, Anna İttuşi, Eşnunna, Orta Asur dönemi yazılı yasaları bulunuyordu ve onları incelediğimiz zaman, en az şimdiki toplumlar kadar sağlam ve zamanlarına göre modern topluluklar buluyoruz. Anayasaları, yasaları, kurallarıyla tıkır tıkır işleyen toplumlardır bunlar.
O yasaları inceleme içinde görüyoruz ki, bize şimdi “hurafe” diye ulaşmış bir dizi uygulama, gerçekte eski toplumda “yasal hüküm”ler olarak yer alıyordu.
“Süt kardeş”le evlilik yasağını; babasından anasından habersiz, emzirdiği çocuğun dışında bir başka çocuk emziren kadının memesini kökten kesip atan bir toplum şaka niyetine uygulamıyordu!
Çünkü o toplumlar için, kimin kiminle süt kardeş olacağı hayat-memat meselesiydi…. Uydurma efsaneler değil…
Çünkü bu toplumlar için “süt kardeşlik” ya evlilik için mutlaka gerekli veya evlilik yasağını saptayan en temel kriterlerden birisiydi. Bizim “sosyal antropologlarımız”, Avrupa’nın “bilgiç” araştırıcıları, “süt kardeş” falan laflarını duyunca “şakacıktan akrabalık” desinler…
“Süt kardeşlik” kurumunun “ana sütü eksikliğinden” doğduğu uydurmalarına “inan”sınlar!
Demek ki, eski toplum, tıpkı şimdiki toplumlar gibi “yasalar”, “kurallar”, “ilkeler” temelinde hareket eden topluluklardı.
Dolayısıyla biz, bu kuralları ve bu kuralların oluşmasına yol açan argümanları, temel toplumsal aks’leri keşfettiğimiz ölçüde, eski toplumu tanıyacağız…
Eski toplumu tanıdıkça, onlardan bize miras din’lerin anlamını ve rolünü; değişik ritlerin şekillenme sürecini anlayacağız. Yaş günü törenleri, saç/sakal kıl kültü; oruç/kurban, veya sünnet ritüeli artık bizlere daha farklı boyutlarıyla görünüyor…
Ama bunları tanımasa idik, onlara asılan yafta “eski toplumun bir takım cahil uygulamaları”, “barbar Mezopotamya’nın gaddar ritleri” falan gibi olmaya devam edecekti …
Turan Dursun’un, İlhan Arsel’in, onların takipçiliği sanki çok cazipmiş gibi, onların temel çizgilerini “güncelleştiren” Erdoğan Aydın’ın bu tür ritüellerin kökenlerine dair açıklayıcı toplumsal bir argüman sunmaya çalışma denemeleri bile yoktur!
Çünkü onların da kendilerine göre bir “iman” akitleri var: Din denildi mi, ondan sadece bir takım mavalları anlamak!
Peki o eski toplumda hiç kanun, kural falan yok muydu? Varsa bunlar nelerdi?
Onlar tarafından bunlara pek yanıt veril(e)mez.
Benim neredeyse ilk yaptığım çalışma konularımdan birisi, “eski toplumda kız ve erkek çocuk miras düzeneği” idi ve neredeyse 20 yıla yakındır toplumsal tarihi çalışıyorum ve bir arkeologun sabrıyla, eski toplumu, özel olarak Musevilik, Hıristiyanlık, İslam, Avestacılık kaynağı olarak Mezopotamya toplumsal tarihini ve literatürünü, ana özellikleri bakımından ortaya koyuyor ve tanıtıyorum.
Çünkü o toplumları tanımadan, “kutsal fahişe kız evlad”ın (öteki “normal” kızların değil!) baba mirasından pay almasının gerekçelerini tanıyamayız.
Bunları bile tanımadan , “Mezopotamya’nın erkek egemen toplumları”ndan başlayan “bilimsel” çalışmalara sadece üzüntüyle bakıyoruz.
Aleviler arasında, bize, şu anda, sanki atalardan kalmış basit bir hurafe imiş gibi gelen “küçük oğul mirası pay edip böler, büyük oğul da içinden çekip beğendiğini alır” gibi bir kuralın eski toplumda Anayasal bir hüküm olduğunu görüyoruz.
Dolayısıyla biz, bu çalışmalarda, taş veya maden kullanımına vb. bağlı peryotlaştırmaları kullanmıyoruz. Benim çalışmalarımda gözettiğim süreçler ve aşamaları, “taş devri” , “maden devri”, “cilalı çanak-çömlek devri” vb. değildir; toplumsal ilişkinin aldığı özelliklere bağlı tanımlamalardır.
Dinsel kayıtlarda giderek “Yer” ve “Gök” olarak kavranılmaya başlanacak temel dinsel kavramların, Mezopotamya’nın çok temel, coğrafik düzenlenmesinden kaynaklandığını görüyoruz. “Yukarı Mezopotamya” ve “Aşağı Mezopotamya” coğrafik ayrımı, giderek “Yukarı= Gök” ve “Aşağı= Yer/Toprak/Dünya” haliyle kavranmaya başlanmış olmalıydı.
Bu temel kalıpsal yapının adlandırılma biçiminin izlerini, mesela İncil’de, “İlk İnsan Yer’den”, “İkinci insan Gök’tendir” veya Kuran’da, “biz İnsan’ı aşağılara yerleştirdik..” gibi sürüp giden dinsel jargonda takip edebiliyoruz. Bu nedenle de, Muhammed’in Allah’ı, Kuran’da “Yer ve Gök”lere isteyerek veya istemeseniz bile, gelin önüme durun….” Falan dediğinde Yer ve Gök, adeta koşar adım Allah’ın önüne gelebiliyorlardı.
Turan Dursun veya Erdoğan Aydın bu anlatım tarzlarını alaya alarak “bilimsel kitap” yazarlar.
Ben ise, bu kalıpsal ifade tarzının,
- Eski Mezopotamya tarihinde, “Yukarı” ve “Aşağı” toplum birimlerin dinsel temsilcilerinin ortak bir ittifak ayinini
- Akad ve Sümer temsilcilerinin “Tanrı önünde buluşma”larını ve “amin- öyle olsun” yemini yapmak üzere gerçekleşen kutsal bir ayin olduğu yorumunu yaparım.
“Aşağı”da “kara başlı” topluluk ve “Yukarda” muhtemelen mavi - kızıl başlı topluluklar arası (bunlar dışında olanlar da vardı elbette) başlayan ilişki - ittifak bizim “Akado - sammaru” ifadesi kullanmaya başladığımız anı verir.
Akad topluluğu Kuzey Mezopotamya’da, “Sümer” /Samara/ Samiri / Şumeru/ Şam ise “aşağıda”, Güney Mezopotamya’daki topluluk idi. Bunlar İÖ. 3750’li yıllardan itibaren yoğun bir “karşılıklı evlilik ittifakı” içine girip kaynaşmaya başlamış görünüyorlar.
Toplumsal tarih zaten, aslında, toplum birimlerin içlerinde kurulmuş ( “iç ittifak”) ve karşılıklı olarak birbirleriyle kurulmuş (“dış ittifak”) ittifak süreçlerinin ve bu süreçlere yön veren kuralların anlatımından başka hiçbir şey değildir.
Din’lere ise, bir yönüyle, eski toplumlara ait kuralların süreç içinde bozulmuş ve uygulama alanından çıkarken sembolik hal almış anlatım ve ritüeller toplamı diyebiliriz. Eğer bir ritüelde, mutlaka beyaz renkli, üç yaşında, eksiksiz bir koç kurban edilmek zorunda ise, burada kesinlikle eski toplumun hayvan totem dönemindeki ilişki tarzından kalan bir kalıntı kural ile karşı karşıya olduğumuz sonucu ortaya çıkar…
Karşımızda olan toplumun “kara” renkle sembolize edilmediğini anlarız. “Koyun-kuzu-koç” olarak “davar”la ilgili bu topluluğun, eski tarihte, ilgili ritüelde, kadın ve çocuk kurbanı değil, “yetişkin erkek kurbanı” gerçekleştirdiğini anlarız.
İnsan kurbandan hayvan kurbana geçişin ve “koç”a tapınmanın, bir cehalet eseri olmadığını; bir akıl ve bilgelik ürünü olduğunu saptarız.
İlk erkek çocuğunun evlilik ve üreme sorunlarından kurtulmak üzere ortaya çıkan fallus kültünün gereği olarak “penisin kökten kesilmesi” yerine geçen “sembolik kesim” olarak sünnetin, ortaya çıktığı tarihsel şartlar bakımından, bir cehalet ürünü değil, bir bilgelik göstergesi olduğunu saptarız.
Şimdi açıkça sormalıyız:
Tavşan’a, Köpeğe, Balığa, Domuza olduğu gibi “Kuzu İsa”ya ve babası “Koç” veya Tilki Enlil’e tapan eski toplum mu “cahil”dir?
Yoksa eski toplumları, “cahil”, “hurafe”, “kurgu” etiketleriyle suçlayan iç bunaltıcı “bilimsel” kitapların yazarları mı cahil ?
*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-**-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*
Açıyorsunuz içini, bir yenisi var…
Matruşka…
Rus’ların, her seferinde içinden biraz daha küçüğü çıkan küçük tahta kutucuk veya küçük kadın heykelleri…
“Mater”le bağlantılı olmalı bu kavram …
Ana…Tarih ana...
Ve böylece gider “aç kilit…” oyunu…
-Aç kilit !
Anaç tarih yanıtlar hemen:
-Açmam kilit!
- Anahtar nerde ?
Tarih ana, belki “suya düştü..” diye yanıt verecek ve bizi umutsuzluğa sevk edecektir!
“Ölümsüzlük otu”nu bulmuş sevinçle gelirken, bu “sır otu”nu elinden suya düşüren Gılgamış’ın (veya İslam’ın Lokman hekiminin..) çaresizliği içinde bakakalırız öylece…
Adana'mızda Mayıs ayında kabarmış Seyhan nehrine, nasıl bakarsa umutsuz, hafif ürpermiş olarak, tarihi taş köprü üzerinde durmuş bir çift çocuk gözü, öyle…
“Matruşka!” diye haykırır sonra belki içimizdeki ses, çözüm bulmada ısrarlı…
Pes edecek değil umud…
Matruşka yolculuğu gibi zevkli ve heyecanlı bir yürüyüştür sanki üzerinde durduğumuz toplumsal tarih sayfaları…
Aç kilit!
Ardından bir kilit daha !
Tarih ve toplumsal konular, genelde böyle zevkli bir bilim yolculuğu sunar, eğer neleri, nerelerde ve nasıl aramamız gerektiğini biliyorsak…
Kaybolmadan Nuh Tufan’ının izini sürerken…
Ağrı dağı tepesinde değil ama…
Dinlerin “kutsal kitap”larında harflerin, kelimelerin, kavramların dibini eşerken…
Toplumsal tarih alanı genelde böyledir ama; kuru, sıkıcı, bayat, bilinen ezberlerin yinelendiği “tarih ve toplum teorileri” de hiç de az değil…
Etrafımıza bakalım… ne kadar çok olduğunu hayretle görürüz.…
Beylik laflar…Bilgiç yinelemeler…
Ve sıkıcı…
Ruhumuz daralır “gizemler” arasında dolaşmaktan..
Gına geliriz artık, eski toplumun “cehaleti”ni atalarımızın suratına durmadan çarpan aşağılamalardan!
Akado-Sammaru ilahilerindeki veya onlardan ulaşmış dinsel kitapların bir deyiminin anlamını bilmedikleri halde, onu alaya alıp, kendilerindeki “üstün bilgelikle” övünmeye geçen haksız yazarların sıkıcı “bilimsel açıklamaları” bayıltır ruhumuzu…
Toplumsal tarihi, bilinmezlik ve cahiliyet alanı olarak sıkıcı veya tam tersine onu zevkle izlenir kılan, bizim konuları ele alma tarzımızdır.
Bu konu çalışma perspektifimize sıkıca bağlıdır.
Hiç olmazsa son 10.000 yılda neyi aradığımızı, onları nasıl arayabileceğimizi ve nasıl aramamız gerektiğini bildiğimiz koşullarda, karşımıza neredeyse kocaman bakir bir alan çıkıyor ve biz orada, görece özgürce, dinsel baskılardan, resmi görüş egemenliğinden kurtulmuş bir şekilde, keyfimizce at koşturabilme olanağı elde etmiş oluyoruz...
Sadece bununla bitmiyor iş ama, yine de önemli bir nokta bu…
Etimolojik kaynakları araştırma çalışmasında, bazen umulmadık bağlantıların ortaya çıkabiliyor olduğunu yeniden ve yeniden saptıyoruz orada..
Asur veya Süryani topluluklarını incelerken , “Toprak köleliği” ve (karmaşık renkle ilgili olarak) “Abraşiye” gibi hususlar var. “Alaca bulaca” renklileri Allah’ın sevmediği üzerine yazılar yazıp, İslam’ı bu şekilde eleştiren İlhan Arsel veya onun gibi yaklaşanlar, somut olarak “Abraş” kavramı temelinde Süryani din adamları ve hiyerarşinin ifade ediliğini; “Sümer” kayıtlarında, giyim-kuşam rengi olarak, kırmızı, kara, mavi, belki “mor”, “violet” vb. (bunlar şimdiki kiliselerde ve bayraklarda, İslam’ın yeşilinde, Kürdün veya Aleviliğin Kırmızısında, Musevi mavi’sinde vb. hala kullanılıyorlar…) yanında “alaca bulacalılar” gibi bir kategori bulunduğunu bilseler herhalde, “kara renkliler”, “alaca bulacalılar” falan üzerine Muhammed’e yönelik eleştiri formatları biraz daha farklı olurdu; olmak zorundaydı.
En azından biz dinlere veya Muhammed’e yönelik eleştirilerimizde, Mezopotamya dinsel literatürünü, onun bazı temel kavramlarını hesaba katıyor; katmak zorunda olduğumuzu unutmuyoruz.
Arka tarihsel alanı aydınlatılmış bir toplumbilim, bizi “Karabaşlı” topluluk, “Kızılbaşlı” topluluk, “alaca-bulaca” topluluk… ayrımlarının tarihte yaşanmış olduğu bir noktaya götürüyor. Buradan “ekose”lilere (Hollanda) kadar ulaşabileceğiz belki.
Bugünkü Avrupa aydınları da maalesef tarihi yeterince bilmiyor. Onlar için “Kara Kafa”, bir Orta Doğu ülkesi olan Türkiye’den gittikleri için, Türk ve Kürt’lerin hepsi “Kara Kafa”dır…
Eh, tesadüf de yardımcıları olmuş…
Hakikaten Kürtlerin ve Türklerin saç/kıl renklerinde “kara” renk vurgusu az değil!
Gelgelelim, tercüme edip yayınladığımız Siruz’un Silindir tercümesinde de gördüğümüz gibi, “Kara Kafa”lılar deyimi, saç rengiyle ilgili değildi; bir topluluk tanımı olarak kullanılıyordu ve başka bazı tercümanlar bu deyim yerine “Sümer halkı” da diyebilirdi. ( … “Siyah kafalı halk” şeklindeki bir tercüme “anlam” olarak hatalı değil ama…bizde gündelik kullanımda hala, siyah’tan çok “Kara kafa”, “Kara Baş”, “Kızıl Baş” , “kara toprak” vb. deyimleri kullanıldığı için, güncele yakın bağlantı kuran ifadeleri tercih etmek daha yararlı… “Kafa” ve “Baş” da, bizde hala çok önemlidir .. “Kafa Kağıdı”, “On baş nüfus..”, “Baş üstüne….yemin..selam…misafirlik..” gibi..)
“Kara kafalı”ların kalıntılarını İsa’nın “Dünyalılar” terminolojisinde; “Asur’un “Toprak köleliğinde” ; Mezopotamya’nın “Kara”sında, yani “Tarımsal toprak”larında arayacağız…
“Kara” veya “Toprak” kavramları, Mezopotamya’da durulan yere bağlı olarak “Güney”i, “aşağı”yı ifade ediyordu.
Bulunulan yere bağlı olarak “Kuzey” ise, “Yukarı”, yani “Gök” idi..
Akado-sammaru erken dönemlerinden itibaren yazılı kayıtlarda yer alan “Yer/Toprak/Kara/ Dünya/Aşağı” ile “Gök/Yukarı/Üst/ Mavi (Çünkü mesela Fransızcada Gökyüzü ve Tanrı hala eşit anlamda kullanılır…) ayrımı, Mezopotamya’nın “Akad” ve “Sümer” adı verilen topluluklarının yerleşim alanları ve renk biçimleri olarak kullanılıyordu.
Bütün dinsel literatüre damgasını vuran en temel ayrım, en temel jargon işte budur!
Toplumbilim alanındaki çalışmalarım içinde, Mezopotamya kaynaklı olan dinlere ait literatürde daima karşılaştığımız
-“Cin topluluğu ve İnsan topluluğu”
-“Gök topluluğu ve Yer topluluğu”
- “Tanrılar topluluğu ve İnsanlar topluluğu”
…. vb. biçimindeki ikili temel ayrımının Mezopotamya gerçek tarih iskeletine yerleştirilerek okunması gerektiğini keşfetmemden bu yana, Tevrat’ı, İncilleri, Kuran’ı, Enuma Eliş’i, Enoş’un Kitabını ve Avesta’yı tamamen farklı bir şekilde “okuyarak” algılamaya başladım. Artık dinsel yazını “okuma”nın farklı bir tarzı ortaya çıkmış durumda.
Sözünü ettiğimiz dinsel literatürde okuduğumuz “ruh”, “hayvan”, “bitki”, “uzay” vb. görüntülerine büründürülerek anlatılmış olan gerçek insan topluluklarının bozulmuş tarihçesiydi; “Sümer” ve “Akad” denilen toplulukların günümüzden 6000 yıl önce yoğunlaşmış olan karşılıklı ilişki biçimleriydi.
O anlatımlarda bir tarafta “Tanrı” / “Tanrısal”/ “Tanrısal evlatlar” topluluğu yer alıyordu ki, farklı din veya mezheplerin terminolojisinde kullanılan “Melekler”, “Cinler”, “Şeytanlar”, “Huriler”, “Cennet’ler, “Göksel varlıklar”, “tanrısal varlıklar”…. hep bu coğrafi ve kültür alanları üzerinde yaşayan toplum birimleri ifade eden kavramlardı.
Murat Belge, “Tanrı oğlu İsa” gibi temel kalıpsal kavramlara, “mantığı zorlayan” yaklaşım gözüyle yaklaşırken, Mezopotamya tarihini hemen hiç bilmeyen, kuru bir nihilizm üzerine güya toplumbilimcilik kuruyor ve toplum birimleri, “iyi toplum”- “kötü toplum” ayrımına tabi tutmayı “tarihçilik”, “siyasetçilik”, hatta “entelektüellik” diye pazarlıyor.
Öte yanda ise, bu “Tanrılara” hizmetle yükümlendirilmiş, onlara riayet etmeleri gerektiği baştan kesilmiş tarımcı topluluklar bulunuyordu. Eğer Mezopotamya’da “köle ruhlu toplumlar” var ise, bunların kimler olduğunu ortaya çıkarmak, erken tarihteki “tanrılar” ve “hizmetkarları” ayrımının kimlere denk düştüğünü ortaya çıkarmak anlamı da taşıyacaktır. Böyle bir çaba, ilgili toplumların adeta genlerine girmiş toplumsal özellikler olarak yaşamlarımızda çok önemli rol oynamaktadır. Öcalan’ın Kürtleri “köle ruhlu bir halk” olarak nitelemesinin gerekçelerini öğrenmek ilginç değil midir? Avestacılık, Süryanilik “toprak köleliği” ile neden bu kadar içli-dışlı tanımlar kullanmaktadırlar?
Gerçekten de bu tür temel ayrımlar bütün dinsel yazında oldukça açıktır.
Bu hususlar bir kez kavranılınca, dinsel algılar, bir takım kaynağı belirsiz ve uyduruk efsanelere bağlı anlatım olarak değil de, zamanla bozulmuş ve fakat oluştukları dönemde son derece gerçek yasa ve kurallar olan bir dizi toplumsal uygulamanın ifadeleri olarak ele alınırsa, Muhammed’in Allah’ının , Gök ve Yeri önüne gelmeye çağırınca, Yer ve Gök’ün ister istemez koşup Allah’ın önüne nasıl gelebildikleri üzerine Kuran ifadelerinde derhal “mantıksızlık” aramaya kalkmayız.
Bu tarz bir kalıpsal deyim kullanımının olması gereken anlamını ortaya koyar ve Muhammed’in bilmesi olanaksız olan Mezopotamya erken tarihlerine ve o dönemlerin belgelerine referans veririz.
Gerek Muazzez İlmiye Çığ hanım, gerekse Turan Dursun veya bu çizgide olanlar için, şimdiki dinler, Mezopotamya topluluklarının bir şekilde ürettikleri, artık nasıl ve niye üretmişlerse, bir takım efsaneler toplamıdırlar.
Aslında “din”lere ait bu görüşler sadece onlara has da değil…
Hatta onlara has hiç değil!
Bunlar Avrupa Aydınlanma dönemi adı verilen Burjuva yükselişi döneminde, kendilerine yol açmak isteyen burjuva ideologlarının, dinleri siyasi iktidardan dışarıya itekleme sırasında öne sürdükleri tezlerdir. Bunlar elbette bilimsel düşüncelerin gelişmesinde, baskıların ortadan kalkması anlamında, tayin edici önemde rol oynamışlardır. Fakat, günümüzde hala 17.,18. veya 19. yüzyılın argümanlarıyla “din eleştirisi” yapmak doğru değil ve o argümanlar temelinde, ne Göbekli Tepe buluntularına anlam verebiliriz; ne eski toplumun ilişki ve işleyiş kurallarını ortaya çıkarabiliriz ve ne de Akado-sammaru toplumlarının yazılı belgelerini layıkıyla anlayabiliriz.
Burada mesele Akad veya Sümer tabletlerini tercüme etmekten çok daha farklı ve derindir.
“Mobil telefon”a “cep (telefon)” dediğimizi bilmeyen bir yabancıya “biz cepten konuşuyoruz” şeklindeki sözümüzün tercümesi nasıl anlamsız gelecekse, tarihteki metinler de, hatta “cepten konuşma”dan daha anlamsız tarzda çevrilebilmektedir genellikle…
Bu tür yaklaşımlara göre, Musa, biraz Mısır’dan, biraz Harran’dan, biraz babasından, kısaca oradan burdan toplayıp derlediği uydurmalarla bir din yaratmıştır…
Musa, Mısır sarayının görevlisidir…
Muhammed, Araplar arasında Acem dostundan dinlediği meselleri yaymıştır falan filan…
Bunlarda aklınıza gelebilecek her şey bulabilirsiniz…
Kavramlar arasında, ya anlam değeri ya ses değeri, veya bir başka “bağlantı” üzerinden tanrılar yaratır, dönüştürür, o tanrıları Atina’dan Mısır’a, oradan Arabistan’a, hatta orta Asya’ya kadar yolculuk ettirebilirsiniz..
Bunlar az geliyorsa, Burak Eldem gibiler tarafından yapıldığı gibi, Mezopotamya’nın göbeğine uzay istasyonları bile kurdurabilirsiniz. 2012'de muhtemel dünya faciasından kurtulmak üzere "dünyalık" biriktirirken, üstelik “kil gibi sağlam” tabletlere ve o tabletlere yazılmış sözlere bile dayanabilirsiniz...
Kısacası, bu tür yazarlarda ve onların kitaplarında her şey, ama her şey bulabiliriz…
Bir tek şey hariç..
Bir tek en önemli şey hariç!
O anlatımlarda en küçük bir zerre halinde bile olsa, “toplum bilim” yoktur.
O eski toplulukların evlilik ilişki biçimleri yoktur.
O eski toplulukların miras biçimleri ve miras paylaşım kuralları yoktur.
O eski toplulukların, genel toplumsal ilişkilerine yön veren kuralları yoktur.
Fakat, bize bütün temel kültürleri önce yaratıp biriktirmiş ve sonra da taşımış olan bu eski toplumlar, on binlerce yıl boyunca, hayvan sürüleri gibi kuralsız mı yaşamışlardı?
Eğer kuralları varsa, onlara yön veren kurallardan, yasalardan tek bir kelime bile edilmeden, nasıl olur da, eski tarihten, eski dinlerden, eski toplumlardan bahseden “eserler” yazabiliyoruz?
Oysa, hiçbir başka şey bilmiyorsak bile, -2000/1750’li yıllarda Hammurabi, Urukagina, Anna İttuşi, Eşnunna, Orta Asur dönemi yazılı yasaları bulunuyordu ve onları incelediğimiz zaman, en az şimdiki toplumlar kadar sağlam ve zamanlarına göre modern topluluklar buluyoruz. Anayasaları, yasaları, kurallarıyla tıkır tıkır işleyen toplumlardır bunlar.
O yasaları inceleme içinde görüyoruz ki, bize şimdi “hurafe” diye ulaşmış bir dizi uygulama, gerçekte eski toplumda “yasal hüküm”ler olarak yer alıyordu.
“Süt kardeş”le evlilik yasağını; babasından anasından habersiz, emzirdiği çocuğun dışında bir başka çocuk emziren kadının memesini kökten kesip atan bir toplum şaka niyetine uygulamıyordu!
Çünkü o toplumlar için, kimin kiminle süt kardeş olacağı hayat-memat meselesiydi…. Uydurma efsaneler değil…
Çünkü bu toplumlar için “süt kardeşlik” ya evlilik için mutlaka gerekli veya evlilik yasağını saptayan en temel kriterlerden birisiydi. Bizim “sosyal antropologlarımız”, Avrupa’nın “bilgiç” araştırıcıları, “süt kardeş” falan laflarını duyunca “şakacıktan akrabalık” desinler…
“Süt kardeşlik” kurumunun “ana sütü eksikliğinden” doğduğu uydurmalarına “inan”sınlar!
Demek ki, eski toplum, tıpkı şimdiki toplumlar gibi “yasalar”, “kurallar”, “ilkeler” temelinde hareket eden topluluklardı.
Dolayısıyla biz, bu kuralları ve bu kuralların oluşmasına yol açan argümanları, temel toplumsal aks’leri keşfettiğimiz ölçüde, eski toplumu tanıyacağız…
Eski toplumu tanıdıkça, onlardan bize miras din’lerin anlamını ve rolünü; değişik ritlerin şekillenme sürecini anlayacağız. Yaş günü törenleri, saç/sakal kıl kültü; oruç/kurban, veya sünnet ritüeli artık bizlere daha farklı boyutlarıyla görünüyor…
Ama bunları tanımasa idik, onlara asılan yafta “eski toplumun bir takım cahil uygulamaları”, “barbar Mezopotamya’nın gaddar ritleri” falan gibi olmaya devam edecekti …
Turan Dursun’un, İlhan Arsel’in, onların takipçiliği sanki çok cazipmiş gibi, onların temel çizgilerini “güncelleştiren” Erdoğan Aydın’ın bu tür ritüellerin kökenlerine dair açıklayıcı toplumsal bir argüman sunmaya çalışma denemeleri bile yoktur!
Çünkü onların da kendilerine göre bir “iman” akitleri var: Din denildi mi, ondan sadece bir takım mavalları anlamak!
Peki o eski toplumda hiç kanun, kural falan yok muydu? Varsa bunlar nelerdi?
Onlar tarafından bunlara pek yanıt veril(e)mez.
Benim neredeyse ilk yaptığım çalışma konularımdan birisi, “eski toplumda kız ve erkek çocuk miras düzeneği” idi ve neredeyse 20 yıla yakındır toplumsal tarihi çalışıyorum ve bir arkeologun sabrıyla, eski toplumu, özel olarak Musevilik, Hıristiyanlık, İslam, Avestacılık kaynağı olarak Mezopotamya toplumsal tarihini ve literatürünü, ana özellikleri bakımından ortaya koyuyor ve tanıtıyorum.
Çünkü o toplumları tanımadan, “kutsal fahişe kız evlad”ın (öteki “normal” kızların değil!) baba mirasından pay almasının gerekçelerini tanıyamayız.
Bunları bile tanımadan , “Mezopotamya’nın erkek egemen toplumları”ndan başlayan “bilimsel” çalışmalara sadece üzüntüyle bakıyoruz.
Aleviler arasında, bize, şu anda, sanki atalardan kalmış basit bir hurafe imiş gibi gelen “küçük oğul mirası pay edip böler, büyük oğul da içinden çekip beğendiğini alır” gibi bir kuralın eski toplumda Anayasal bir hüküm olduğunu görüyoruz.
Dolayısıyla biz, bu çalışmalarda, taş veya maden kullanımına vb. bağlı peryotlaştırmaları kullanmıyoruz. Benim çalışmalarımda gözettiğim süreçler ve aşamaları, “taş devri” , “maden devri”, “cilalı çanak-çömlek devri” vb. değildir; toplumsal ilişkinin aldığı özelliklere bağlı tanımlamalardır.
Dinsel kayıtlarda giderek “Yer” ve “Gök” olarak kavranılmaya başlanacak temel dinsel kavramların, Mezopotamya’nın çok temel, coğrafik düzenlenmesinden kaynaklandığını görüyoruz. “Yukarı Mezopotamya” ve “Aşağı Mezopotamya” coğrafik ayrımı, giderek “Yukarı= Gök” ve “Aşağı= Yer/Toprak/Dünya” haliyle kavranmaya başlanmış olmalıydı.
Bu temel kalıpsal yapının adlandırılma biçiminin izlerini, mesela İncil’de, “İlk İnsan Yer’den”, “İkinci insan Gök’tendir” veya Kuran’da, “biz İnsan’ı aşağılara yerleştirdik..” gibi sürüp giden dinsel jargonda takip edebiliyoruz. Bu nedenle de, Muhammed’in Allah’ı, Kuran’da “Yer ve Gök”lere isteyerek veya istemeseniz bile, gelin önüme durun….” Falan dediğinde Yer ve Gök, adeta koşar adım Allah’ın önüne gelebiliyorlardı.
Turan Dursun veya Erdoğan Aydın bu anlatım tarzlarını alaya alarak “bilimsel kitap” yazarlar.
Ben ise, bu kalıpsal ifade tarzının,
- Eski Mezopotamya tarihinde, “Yukarı” ve “Aşağı” toplum birimlerin dinsel temsilcilerinin ortak bir ittifak ayinini
- Akad ve Sümer temsilcilerinin “Tanrı önünde buluşma”larını ve “amin- öyle olsun” yemini yapmak üzere gerçekleşen kutsal bir ayin olduğu yorumunu yaparım.
“Aşağı”da “kara başlı” topluluk ve “Yukarda” muhtemelen mavi - kızıl başlı topluluklar arası (bunlar dışında olanlar da vardı elbette) başlayan ilişki - ittifak bizim “Akado - sammaru” ifadesi kullanmaya başladığımız anı verir.
Akad topluluğu Kuzey Mezopotamya’da, “Sümer” /Samara/ Samiri / Şumeru/ Şam ise “aşağıda”, Güney Mezopotamya’daki topluluk idi. Bunlar İÖ. 3750’li yıllardan itibaren yoğun bir “karşılıklı evlilik ittifakı” içine girip kaynaşmaya başlamış görünüyorlar.
Toplumsal tarih zaten, aslında, toplum birimlerin içlerinde kurulmuş ( “iç ittifak”) ve karşılıklı olarak birbirleriyle kurulmuş (“dış ittifak”) ittifak süreçlerinin ve bu süreçlere yön veren kuralların anlatımından başka hiçbir şey değildir.
Din’lere ise, bir yönüyle, eski toplumlara ait kuralların süreç içinde bozulmuş ve uygulama alanından çıkarken sembolik hal almış anlatım ve ritüeller toplamı diyebiliriz. Eğer bir ritüelde, mutlaka beyaz renkli, üç yaşında, eksiksiz bir koç kurban edilmek zorunda ise, burada kesinlikle eski toplumun hayvan totem dönemindeki ilişki tarzından kalan bir kalıntı kural ile karşı karşıya olduğumuz sonucu ortaya çıkar…
Karşımızda olan toplumun “kara” renkle sembolize edilmediğini anlarız. “Koyun-kuzu-koç” olarak “davar”la ilgili bu topluluğun, eski tarihte, ilgili ritüelde, kadın ve çocuk kurbanı değil, “yetişkin erkek kurbanı” gerçekleştirdiğini anlarız.
İnsan kurbandan hayvan kurbana geçişin ve “koç”a tapınmanın, bir cehalet eseri olmadığını; bir akıl ve bilgelik ürünü olduğunu saptarız.
İlk erkek çocuğunun evlilik ve üreme sorunlarından kurtulmak üzere ortaya çıkan fallus kültünün gereği olarak “penisin kökten kesilmesi” yerine geçen “sembolik kesim” olarak sünnetin, ortaya çıktığı tarihsel şartlar bakımından, bir cehalet ürünü değil, bir bilgelik göstergesi olduğunu saptarız.
Şimdi açıkça sormalıyız:
Tavşan’a, Köpeğe, Balığa, Domuza olduğu gibi “Kuzu İsa”ya ve babası “Koç” veya Tilki Enlil’e tapan eski toplum mu “cahil”dir?
Yoksa eski toplumları, “cahil”, “hurafe”, “kurgu” etiketleriyle suçlayan iç bunaltıcı “bilimsel” kitapların yazarları mı cahil ?
*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-**-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*
Aleviliğin Temelleri ve Evrimi…
Aleviliğin Mezopotamya Tarihindeki Temelleri ve Evrimi…
İslam için “domuz yasağı”nın nedenleri az-çok tartışılmıştır ama, Alevilik için , “Tavşan yasağı” gibi sorunların yüreklice ortaya atılması ve tartışılması da çok önemlidir.
Aslında, Alevi - Bektaşilik veya Süryanilik, Yezidilik “gizli - saklı”lıktan çıkarıldıkları ölçüde varlıklarını kaybetmekten kurtulacaklardır.
Bu tür din veya mezhepler için “tabu” addedilen konular, sorular gizlendikçe, bu tür soruları sormak utanç konusu olarak algılandıkça, onlar kendi benliklerinden uzaklaşmakta ve “başka bir şeye doğru…” dönüşmektedirler.
Bektaşiliği, asıl olarak, onun içinde yüzdüğü “gizlilik deryaları” kaybetmiş, tüketmiştir. Şimdiki Aleviliğin İslami evrimini ise, oldukça açık olarak izleyebiliyoruz. AKP ve MHP bile “Alevileşiyor” ise, bunun öteki yüzü, Alevilerin AKP’lileşmesi, MHP’lileşebilmesidir.
Güya "Hazreti Ali'ye" dayandırılarak aktarılan Alevilik tarihçeleri, aslında bu “İslamizasyon” dönüşümünde, İslam’ın “ilk başarısı” olmuştur.
Sayın Ali Murat İrat’ ait aşağıdaki yazıyı tesadüfen okudum. Keşke bu yazısını TvT’de bizimle de paylaşsaydı.
O zaman 10 bin yıllık Göbekli Tepe kaya kabartmalarından bu yana karşımıza çıkan Domuz, Aslan, Turna, Tavşan... motiflerinin Alevi-Bektaşi inancındaki tarihsel yeri hakkında daha önce bir tartışma olanağı yakalayabilirdik belki.
İslamın ve-ya Museviliğin “Domuz yasağı” ile ilgili yüzeysel veya hatalı, tikel motiflerle “teori” oluşturma girişimlerine karşı bilgilenme fırsatı oluşturabilirdik..
Tarihteki hiçbir toplum biriminde, hiçbir totem hayvanın veya totem-tabu bitki motifinin tek başına “gerekçeler”le ele alınmayacağını daha iyi görme fırsatımız olabilirdi.
Dolayısıyla her mezhep veya dinin, eski toplumda, farklı toplum birimlerin kendi içinde ve öteki toplum birimleriyle kurmuş olduğu ilişkilerin kurallarına dayanmış olduğunu, toplum bilim kurları uyarınca ortaya koymaya çalışabilirdik.
Yine de gecikmiş sayılmayız.
Devam edeceğiz.
*-*-*-*
Alevilikte Muhafazakârlaşma
Ali Murat İRAT
http://www.alevigundem.com/
Anadolu Aleviliği tarihsel oluşum sürecinde iki önemli kırılma noktası yaşamıştır.
Bunlardan ilki, hiç kuşkusuz Batîn özelliklere Şii unsurların girmeye başladığı Safeviler dönemiyken, diğeri ise “modern” Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla birlikte başlayan “felsefi aşınma” dönemidir.
İlk kırılma döneminde Aleviler Alevilikle birlikte evrildiler ve Anadolu Aleviliği’nin hemen hemen son şeklini almasına neden oldular.
Ancak ikinci kırılma dönemi olan Cumhuriyetin ilanıyla başlayan süreç Alevilerin Alevilikten farklılaşmasına ve giderek başka bir anlayışın taşıyıcıları olmasına neden olmuştur.
İkinci kırılmayla beraber Alevilerin dünyayı anlamlandırdıkları ve kodladıkları değerler sistemi pozitivist etkilerin altında şekillenmeye başladı. Cumhuriyet tarihi boyunca hemen hemen bütün modernist ve pozitivist yaklaşımlara koşulsuz destekler veren Alevilerin, böylelikle Aleviliğin pozitivist olmayan doğasından da yavaş yavaş sıyrılmaya başladıkları gözlendi. Gelinen nokta kırılmanın en fazla hissedilmeye başlandığı 1980’ler sonrasıdır. Sistemin ortodoks elemanlarının Alevilere, yalnızca Alevi oldukları için değil, aynı zamanda “sol”da durdukları için de baskı kurdukları yıllar da bu yıllardır.
Bugün Alevilik ne Osmanlı dönemindeki gibi kendine has bağlamlar oluşturabilecek düzeydedir ne de kendisini Alevi olarak tanımlayan kitlenin tartışılmaz gösterenedir. Alevilik bugün çoğu Alevinin aklında muğlaklaştırılmış ve bunun için bilinçli ya da bilinçsiz denemeler yapılmış ve gelinen noktada yok edilmeye yüz tutmuştur. Her şeyden önemlisi Alevilik bağımsız bir imge olmaktan çıkarılmıştır. Bugün adının nerden geldiğinden inanç bağlamında hangi sınırlar içerisinde olduğuna kadar hemen hemen her konu tartışma konusu yapılmaktadır. Alevi olmanın en önemli olmazsa olmazı olan “gnostik öğreti” ya da “batıni” kodlamalarla yaşama yön verme, yerini sadece “en azından Sünni olmamaya” bırakmıştır. Artık ortalama Alevi birey için gelinen nokta “eğer Sünni değillerse” ne oldukları sorusunun sorulmaya başlanmasıdır.
Alevi birey tarihi boyunca hiçbir dönem ne olduğunu sorgulama kaygısıyla hareket etmemiştir. Ancak son yirmi yıldır Aleviler, sistemin ve özellikle muhafazakar söylemin belirlediği sınırlar içerisinde Aleviliği tanımlamaya çalışmaktadır.
Herşey ortodoks-muhafazakar yapının belirlediği şekliyle sürdürülmektedir. Aleviliğin ne olduğu, adının nereden geldiği, İslamın neresinde olduğu gibi oldukça kritik ve bilmeyenin susması gereken durumlarda herkes belirlenen sınır ve sembollerle konuşmakta ve konuştukça problemi muhafazakar çerçevede netleştirmektedir!
Alevi kimlikleriyle kitaplarını sattırmaya çalışan bazı yazarlar ise Aleviliği anlattığını sanarken Şiiliğin propagandasını yapmaktadır. Toplum, Aleviliği özellikle bu insanlardan öğrenmektedir. Bugün genellikle 1990’larda basılan kitaplara baktığımda zaman zaman tüylerimin ürperdiğini hissediyorum. Hala Şeyh Bedreddin’in Alevi olduğunu iddia edebilecek kadar tarihi bilgiden yoksun, Mustafa Kemal’in sıkı bir Bektaşi olduğunu öne sürebilecek kadar gözü kapalı, Osmanlı’nın ilk padişahlarının Alevi olduklarını söyleyebilecek kadar “ünlü” yazar çizer takımı bugünkü “kaybolmaya yüz tutan” Alevi bireyin oluşumunun baş sorumlusudur. Şartlarını zorlayarak, söylediklerine inanılmayacağını bile bile Alevilik hakkında yazan muhafazakarlar ise bu yazılanları sanırım ellerini ovuşturarak okudular. Çünkü Alevilik “Hızır” geleneğine takılmıştı yine.
Bugün bazıları hayatta olmayan, bazıları televizyonların üçüncü sınıf tartışma programlarında boy gösteren Alevi kökenlilerin Aleviliği getirdiği noktaya oldukça içler acısıdır. Alevilik can çekişmektedir. Alevilerin verdiği mücadeleler ise olması gereken sınırlar içerisinde yürütülmektedir.
Alevilik için verilen mücadelelere bakalım.
1) Zorunlu din derslerinin müfredattan çıkarılması
2) Diyanet İşleri Başkanlığının kaldırılması ya da yeniden düzenlenmesi
3) Müfredatta Aleviliğe yer verilmesi.
Bunlar Aleviliğin kendisini değil, Alevileri ve onların demokratik açılımlarını içermektedir ve herhangi başka bir inanç grubu için de istenmesi gereken (ve hatta Alevilerin de destek vermesi gereken) taleplerdir. Bunların olduğunu varsayalım [ki bence çok uzak değildir] Alevilerin sorunları çözümlenmiş mi sayılacaktır. Öyle olsa bile Aleviliğin sorunları ortadadır ve bu sorunlardan en önemlisi Alevilerin modernist ve pozitivist anlayışlarının gittikçe güçlenmekte oluşu ve bazı Alevi grupların faşizan bir yapıya doğru evrilmesidir.
Faşizmin ekonomi politiği dışındaki özelliklerine bakacak olursak ne söylemek istediğim daha rahat anlaşılacaktır. Bugün İslam halkası dışındaki Alevilik tanımları ve Aleviliğin içerisinde barındırdığı yapılar kendisini ifade edemez duruma gelmiştir. Alevilik İslam halkasının içerisinde hapsedilmeye çalışılmakta bu amaca dernek ve örgütler aracı edilmektedir. Benzer şekilde, Aleviliğin farklı seslerini oluşturan yapılara söz hakkı verilmemektedir. Muhafazakarların kitaplarında yasal dernekler “terör odaklarıyla” yanyana anılmakta ve bir veri bozulması yaratılmaktadır.
Bugün güneşe Ali diye açılan eller inmekte ve yok edilmektedir. Tunceli’de Düzgün Baba, Erzurum’da Bulgur Dağı yok olmaya bırakılmıştır. Aleviler pozitivist dogmalara yaklaştıkça Aleviliğin kaybettiğini görmenin zor olmadığı noktadayız. Bugün evrensel dünyanın gerekliliklerini değil, Aleviliğin otantik gerekenlerini sürdürmek Aleviliğin bir başka “şey”e dönüşmesini engellemekle eş anlamlıdır. Bugün ister sınıf savaşımının bir ögesi olarak görülmek istensin, ister yalnızca bir inanç olarak algılansın, Aleviliğin gnostik bilgi anlayışının ve batın yanının akıllardan çıkarılmaması gerekmektedir.
Sözde evrensel olan modern dünyanın acımasızlığı içerisinde belki Alevilerin değil ama Aleviliğin tarihsel müttefikleri doğru tespit edilmelidir.
İslam için “domuz yasağı”nın nedenleri az-çok tartışılmıştır ama, Alevilik için , “Tavşan yasağı” gibi sorunların yüreklice ortaya atılması ve tartışılması da çok önemlidir.
Aslında, Alevi - Bektaşilik veya Süryanilik, Yezidilik “gizli - saklı”lıktan çıkarıldıkları ölçüde varlıklarını kaybetmekten kurtulacaklardır.
Bu tür din veya mezhepler için “tabu” addedilen konular, sorular gizlendikçe, bu tür soruları sormak utanç konusu olarak algılandıkça, onlar kendi benliklerinden uzaklaşmakta ve “başka bir şeye doğru…” dönüşmektedirler.
Bektaşiliği, asıl olarak, onun içinde yüzdüğü “gizlilik deryaları” kaybetmiş, tüketmiştir. Şimdiki Aleviliğin İslami evrimini ise, oldukça açık olarak izleyebiliyoruz. AKP ve MHP bile “Alevileşiyor” ise, bunun öteki yüzü, Alevilerin AKP’lileşmesi, MHP’lileşebilmesidir.
Güya "Hazreti Ali'ye" dayandırılarak aktarılan Alevilik tarihçeleri, aslında bu “İslamizasyon” dönüşümünde, İslam’ın “ilk başarısı” olmuştur.
Sayın Ali Murat İrat’ ait aşağıdaki yazıyı tesadüfen okudum. Keşke bu yazısını TvT’de bizimle de paylaşsaydı.
O zaman 10 bin yıllık Göbekli Tepe kaya kabartmalarından bu yana karşımıza çıkan Domuz, Aslan, Turna, Tavşan... motiflerinin Alevi-Bektaşi inancındaki tarihsel yeri hakkında daha önce bir tartışma olanağı yakalayabilirdik belki.
İslamın ve-ya Museviliğin “Domuz yasağı” ile ilgili yüzeysel veya hatalı, tikel motiflerle “teori” oluşturma girişimlerine karşı bilgilenme fırsatı oluşturabilirdik..
Tarihteki hiçbir toplum biriminde, hiçbir totem hayvanın veya totem-tabu bitki motifinin tek başına “gerekçeler”le ele alınmayacağını daha iyi görme fırsatımız olabilirdi.
Dolayısıyla her mezhep veya dinin, eski toplumda, farklı toplum birimlerin kendi içinde ve öteki toplum birimleriyle kurmuş olduğu ilişkilerin kurallarına dayanmış olduğunu, toplum bilim kurları uyarınca ortaya koymaya çalışabilirdik.
Yine de gecikmiş sayılmayız.
Devam edeceğiz.
*-*-*-*
Alevilikte Muhafazakârlaşma
Ali Murat İRAT
http://www.alevigundem.com/
Anadolu Aleviliği tarihsel oluşum sürecinde iki önemli kırılma noktası yaşamıştır.
Bunlardan ilki, hiç kuşkusuz Batîn özelliklere Şii unsurların girmeye başladığı Safeviler dönemiyken, diğeri ise “modern” Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla birlikte başlayan “felsefi aşınma” dönemidir.
İlk kırılma döneminde Aleviler Alevilikle birlikte evrildiler ve Anadolu Aleviliği’nin hemen hemen son şeklini almasına neden oldular.
Ancak ikinci kırılma dönemi olan Cumhuriyetin ilanıyla başlayan süreç Alevilerin Alevilikten farklılaşmasına ve giderek başka bir anlayışın taşıyıcıları olmasına neden olmuştur.
İkinci kırılmayla beraber Alevilerin dünyayı anlamlandırdıkları ve kodladıkları değerler sistemi pozitivist etkilerin altında şekillenmeye başladı. Cumhuriyet tarihi boyunca hemen hemen bütün modernist ve pozitivist yaklaşımlara koşulsuz destekler veren Alevilerin, böylelikle Aleviliğin pozitivist olmayan doğasından da yavaş yavaş sıyrılmaya başladıkları gözlendi. Gelinen nokta kırılmanın en fazla hissedilmeye başlandığı 1980’ler sonrasıdır. Sistemin ortodoks elemanlarının Alevilere, yalnızca Alevi oldukları için değil, aynı zamanda “sol”da durdukları için de baskı kurdukları yıllar da bu yıllardır.
Bugün Alevilik ne Osmanlı dönemindeki gibi kendine has bağlamlar oluşturabilecek düzeydedir ne de kendisini Alevi olarak tanımlayan kitlenin tartışılmaz gösterenedir. Alevilik bugün çoğu Alevinin aklında muğlaklaştırılmış ve bunun için bilinçli ya da bilinçsiz denemeler yapılmış ve gelinen noktada yok edilmeye yüz tutmuştur. Her şeyden önemlisi Alevilik bağımsız bir imge olmaktan çıkarılmıştır. Bugün adının nerden geldiğinden inanç bağlamında hangi sınırlar içerisinde olduğuna kadar hemen hemen her konu tartışma konusu yapılmaktadır. Alevi olmanın en önemli olmazsa olmazı olan “gnostik öğreti” ya da “batıni” kodlamalarla yaşama yön verme, yerini sadece “en azından Sünni olmamaya” bırakmıştır. Artık ortalama Alevi birey için gelinen nokta “eğer Sünni değillerse” ne oldukları sorusunun sorulmaya başlanmasıdır.
Alevi birey tarihi boyunca hiçbir dönem ne olduğunu sorgulama kaygısıyla hareket etmemiştir. Ancak son yirmi yıldır Aleviler, sistemin ve özellikle muhafazakar söylemin belirlediği sınırlar içerisinde Aleviliği tanımlamaya çalışmaktadır.
Herşey ortodoks-muhafazakar yapının belirlediği şekliyle sürdürülmektedir. Aleviliğin ne olduğu, adının nereden geldiği, İslamın neresinde olduğu gibi oldukça kritik ve bilmeyenin susması gereken durumlarda herkes belirlenen sınır ve sembollerle konuşmakta ve konuştukça problemi muhafazakar çerçevede netleştirmektedir!
Alevi kimlikleriyle kitaplarını sattırmaya çalışan bazı yazarlar ise Aleviliği anlattığını sanarken Şiiliğin propagandasını yapmaktadır. Toplum, Aleviliği özellikle bu insanlardan öğrenmektedir. Bugün genellikle 1990’larda basılan kitaplara baktığımda zaman zaman tüylerimin ürperdiğini hissediyorum. Hala Şeyh Bedreddin’in Alevi olduğunu iddia edebilecek kadar tarihi bilgiden yoksun, Mustafa Kemal’in sıkı bir Bektaşi olduğunu öne sürebilecek kadar gözü kapalı, Osmanlı’nın ilk padişahlarının Alevi olduklarını söyleyebilecek kadar “ünlü” yazar çizer takımı bugünkü “kaybolmaya yüz tutan” Alevi bireyin oluşumunun baş sorumlusudur. Şartlarını zorlayarak, söylediklerine inanılmayacağını bile bile Alevilik hakkında yazan muhafazakarlar ise bu yazılanları sanırım ellerini ovuşturarak okudular. Çünkü Alevilik “Hızır” geleneğine takılmıştı yine.
Bugün bazıları hayatta olmayan, bazıları televizyonların üçüncü sınıf tartışma programlarında boy gösteren Alevi kökenlilerin Aleviliği getirdiği noktaya oldukça içler acısıdır. Alevilik can çekişmektedir. Alevilerin verdiği mücadeleler ise olması gereken sınırlar içerisinde yürütülmektedir.
Alevilik için verilen mücadelelere bakalım.
1) Zorunlu din derslerinin müfredattan çıkarılması
2) Diyanet İşleri Başkanlığının kaldırılması ya da yeniden düzenlenmesi
3) Müfredatta Aleviliğe yer verilmesi.
Bunlar Aleviliğin kendisini değil, Alevileri ve onların demokratik açılımlarını içermektedir ve herhangi başka bir inanç grubu için de istenmesi gereken (ve hatta Alevilerin de destek vermesi gereken) taleplerdir. Bunların olduğunu varsayalım [ki bence çok uzak değildir] Alevilerin sorunları çözümlenmiş mi sayılacaktır. Öyle olsa bile Aleviliğin sorunları ortadadır ve bu sorunlardan en önemlisi Alevilerin modernist ve pozitivist anlayışlarının gittikçe güçlenmekte oluşu ve bazı Alevi grupların faşizan bir yapıya doğru evrilmesidir.
Faşizmin ekonomi politiği dışındaki özelliklerine bakacak olursak ne söylemek istediğim daha rahat anlaşılacaktır. Bugün İslam halkası dışındaki Alevilik tanımları ve Aleviliğin içerisinde barındırdığı yapılar kendisini ifade edemez duruma gelmiştir. Alevilik İslam halkasının içerisinde hapsedilmeye çalışılmakta bu amaca dernek ve örgütler aracı edilmektedir. Benzer şekilde, Aleviliğin farklı seslerini oluşturan yapılara söz hakkı verilmemektedir. Muhafazakarların kitaplarında yasal dernekler “terör odaklarıyla” yanyana anılmakta ve bir veri bozulması yaratılmaktadır.
Bugün güneşe Ali diye açılan eller inmekte ve yok edilmektedir. Tunceli’de Düzgün Baba, Erzurum’da Bulgur Dağı yok olmaya bırakılmıştır. Aleviler pozitivist dogmalara yaklaştıkça Aleviliğin kaybettiğini görmenin zor olmadığı noktadayız. Bugün evrensel dünyanın gerekliliklerini değil, Aleviliğin otantik gerekenlerini sürdürmek Aleviliğin bir başka “şey”e dönüşmesini engellemekle eş anlamlıdır. Bugün ister sınıf savaşımının bir ögesi olarak görülmek istensin, ister yalnızca bir inanç olarak algılansın, Aleviliğin gnostik bilgi anlayışının ve batın yanının akıllardan çıkarılmaması gerekmektedir.
Sözde evrensel olan modern dünyanın acımasızlığı içerisinde belki Alevilerin değil ama Aleviliğin tarihsel müttefikleri doğru tespit edilmelidir.
17.06.2009
Güvenilmez 'Muhalif ' Ufuk Uras!
Meclis’te AKP’nin “doğal müttefik”i olarak hareket eden;
AKP’li Burhan Kuzu’nun Tv oturumlarında “ Ufuk’çuğum” diye hitap ettiği;
Meclis’e “sol’un ortak adayı” olarak seçilip ertesi gün ÖDP’ye başkan olan;
Kısaca her sözü takiyye dolu;
Sözde “Muhalif” Ufuk Uras dostumuz, bugün, zigzag’larına bir yenisini ekleyip ÖDP’den istifa etmiş..
Şimdi aralarında U. Uras’ın da bulunduğu bir takım kimselerin “bir araya gelip sol-sosyalist parti kurma” girişimleri, şu ana kadar ki “başarılı muhalefet” örnekleri hesaba katılırsa, sonucu baştan belli yeni bir başarısızlık deneyi olacaktır!
Herkesi Ufuk Uras takiyyeciliğinden ve onun gibi olanların bu tür “başarılı Sol’cu girişim”lerinden uzak durmaya davet ediyoruz…
Meclis’e “Ufuk getirme” iddialarıyla yola çıkan bu “Ufuksuz” dostumuz, önce gerçekten bir Ufuk elde etsin…
AKP doğal ittifakıyla…
“AB-D işgaliyle demokrasi” savunuculuğu yaptıkları için, Irak’taki her damla kanda ellerini yıkamaya devam eden Altan’ların “demokrat”lığıyla(*) …
Sözde “ılımlı laik”lik savunuculuğuyla;
demokratlık bile yapılamayacağını…
sağlam bir muhalif olunamayacağını…
… biraz öğrensin…
İki yıl önce var olan ciddi potansiyeli; Medyatik desteği sürdürebilmeyi becerememiş olmanın Ufuksuzluğa bağlı olduğunu anlasın…
Ondan sonra yeni çağrılara soyunsun…
*-*-*-*
Gazetelere yansıdığı biçimiyle Ufuk Uras, Avrupa Parlamentosu’nda Yeşiller Grubu’nun himayesinde 2008 Haziran sonlarında yapılan “Türkiye’de neler oluyor?” konulu konferansta, Türkiye’de “şeriat tehlikesi”nin tartışıldığı bir toplantıda, doğrudan Tayyip Erdoğan savunuculuğunu üstlenerek şöyle demişti:
“İran-Türkiye benzetmesi doğru değildir.
Tayyip Erdoğan Humeyni değildir. İmam bilmem ne değildir.
TUDEH yöneticilerine ‘Bugün olsa ne yapardınız?’ diye soruyorum, ‘Yanlışlarımız olabilir, ama yine demokrasiyi savunurduk’ diyorlar...”
http://www.milliyet.com.tr/default.aspx?aType=HaberDetay&ArticleID=878555&Kategori=siyaset&Date=20.06.2008
Ufuk Uras'ın verdiği TUDEH örneğinin ne olduğuna baktığımızda, durum tam anlamıyla ortaya çıkıyor. TUDEH, İran Şehin Şahı, Şah Rıza Pehlevi'ye karşı, Mollalarla, Ayetullah Humeyni ile "demokrasi için" ittifak kurmuştu. Bir yazılı anlaşma, anımsadığım kadarıyla yoktu ve daha çok, o zamanki Sovyet yönetimi yanlısı TUDEH, ABD uşağı olan Pehlevi'ye karşı olduğu için Humeyni'nin kara çarşafının ardından "demokrasi mücadelesi" veriyordu. "Humeyni Devrimi"nden sonraki ilk altı ay içinde, Humeyni rejimi en önce onları "temizledi"; böyle bir ağır katliam süreci içinde, sorgusuz-sualsiz, Tudeh ve öteki "ateist"ler başta olmak üzere, giderek "Halkın Mücahitleri" örgütüne doğru da yönelecek olan bir "temizlik" hareketini kesintiye uğratmadan sürdürdü.
Ufuk Uras, bir "siyaset bilimcisi" olarak TUDEH'in kendi varlığının katledilmesiyle sonuçlanan "ittifak" (daha doğrusu Humeyni kuyruğuna takılma anlamındaki bir "ittifak", ki bu, U. Urasların AKP kuyruğundaki "ittifak" biçimlerine çok benziyor..) ediminin "doğru" mu, yoksa "hatalı" mı olduğu üzerine , özel bir fikri, kanaati olmadığı anlaşılıyor. O, emin olmak için, TUDEH yöneticilerine yeniden sormuş. Onlar da "yine aynısını yapar, demokrasiyi savunurduk" demişler...
Bu durumda, Ufuk Uras ne yapsın?
TUDEH yöneticilerinin beyanı da orada kapı gibi durduğuna göre, Ufuk Uras da, TUDEH gibi "demokrasiyi savunacak"... Yani , Türkiye'nin Mollalarıyla, herhalde askere ve sorunlu olsa da var olan laik yapıya karşı "ittifak ve dayanışma içinde" olacak...
Ufuk Uras'ın açıklamalarının, eğer bir başka anlamı var ise, umarız kendisi açıklar.
****
Ufuk Uras'ın demokrasi ufkunun nasıl dar olduğu, onun “demokrasi” adına şeriat özlemcisi AKP’nin savunuculuğunu yaptığı her seferde ortaya çıkıyor.
Gazetelerde yer alan konuşmasına göre, isim vererek, Tayyip Erdoğan'ın Humeyni olmadığını savunma işini görev addetmesi için bir insanın U. Uras tipinde bir “demokrasi savunucusu” olması gerekiyor.
Bırak da, kendisinin bir Humeyni olmadığını Tayyip Erdoğan bizzat kendi açıklasın; onun için bu bedava avukatlık niye?
Demokrasi talebi, her görüşün örgütlenme hakkını da öngörmelidir elbette..
Fakat bu, şertiatçılar veya faşistler için; onların bizzat varlıklarının ve görüşlerinin var olmasını, “demokrasi için”, savunmayı gerektirmiyor.
Ufuk Uras, bu “demokrasi aşkı”nı daima AKP lehine kullanan biri olduğunu sistematik olarak açığa vuruyor.
Kıblesini yitirmiş bir binamaz adeta...
Değilse, “bıyık”larıyla ünlü bu şahıs (bıyıkları üzerine yayınlanmış yazılar yazılmış-yazdırılmış… bir yerlerde okumuştum…) “erkek”liğini de ortaya koyarak (seçim beyannamelerinde “erkek adam”, “söz veren adam” motiflerini de epey kullanıyordu) açık faşistler için de “demokratik örgütlenme” hakkını savunabilsin o zaman!
Oraya gelince duruyor nedense!
Ama eğer, “darbeci odaklar dağıtılsın” diye parlamenterlere mektup yazıyor; ve fakat öte yandan da, “AKP kapatılmamalı” diye özel bir kampanya yürütüyor ise, “bıyıkları” da onun “erkekliğini” ve “devrimciliğini” kurtarmaya yetmez!
****
Meclis'e seçilme biçimi “takiyye” şaibesi altında olan Ufuk Uras, asıl muhalefetini, “laikliğe” ve laik kurumlara karşı yönelterek, “dinsel şeriat devleti”nin gelişmesini “demokratik geçiş” adı altında savunmakla sonuçlanan bir çizgiye devam ediyor.
AKP döneminde “hukuk ve yargı”nın AKP’leştirilmesi çabalarının somut göstergelerine herhangi bir muhalif söyleminde yer verdiğini hiç görmediğimiz Ufuk Uras, tam da, şeriat ve dinsel gelişim sürecinde, açık İslamizasyon ortamında, AKP’lilerle aynı argüman ve gerekçeleri kullanarak “Yargı bağımsızlığı”ndan dem vuruyor.
Yargı ve hukuk, onların sözünü ettikleri tarzda “bağımsız” değildi ve tarihte de hiçbir ülkede, hiçbir yargı ve hukuk, bu anlamıyla “bağımsız” olmamıştır. Buradaki “bağımsızlık” son derece özel anlamıyla kullanılıyor:
“Seçilmiş AKP’ye karşı olmama” anlamında !
“Marksizm”, “sosyalizm” demeye devam eden Ufak Uras buna rağmen “yargı bağımsız olmalı” diyorsa, bu aslında , “yargı AKP'ye karşı, şu anda, hiç olmazsa hayırhah davranmalı” isteminin “sol cila sürülmüş” biçiminden başka bir şey değildir.
Yargı da, iyi-kötü var olan haliyle “laik devlet”in tarafı olmalıdır ve aslında eğer değilse, orada sorunlar başlamış demektir.
Haşim Kılıç tarafından dile getirilen “bağımsızlık”, bugünkü ortamda AKP’ye ve şeriatın gelişimine, hiç olmazsa “hayırhahlık” isteminden başka bir şey değildir. “İlerde, inşallah, yargı da” molla düzenine uyum sağlar; “efendiler, siz ulemadan iyi mi bileceksiniz” çizgisini kabul eder; tabii, o şartlarda da, zaten “bağımsızlık” değil, “yüce dinimizin safında taraf olmaları” talebi uygulamaya sokulur!
Türkiye'nin bugünkü asıl tehlikesi, sadece Türkler bakımından değil, Kürtler bakımından da, toplumun islamizasyonudur. Bu gerçeğin hep akılda tutulması gereklidir. Bugün pişirilmekte olan İslami temelde “Kürt-Türk ümmetliği”dir ki, Ümmet Cemahiriyesi’nin demokrasiyle uzaktan yakından bir ilgisi yoktur.
“Elhamdülillah müslümanım” çizgisi, toplumun ümmetleştirilmesi demektir ve İslami düzen altında bir “demokrasi”, sadece “İslami demokrasi” olarak biçimlenip işleyebilir.
*-*-*-*
Tersine, güçten düşmüş “ulusalcılık”ı asıl eleştiri konusu yaparak, AKP'nin ve dinsel gelişmenin “demokrasi” diye sunulması çabasına destek ve hizmet dışında kayda değer bir muhalefeti yok.
Somut olarak iktidardaki güçlere değil, “muhalefete muhalefet etme” çizgisi, Ufuk Uras'ın AKP ile resmi olmayan ittifakının temelini oluşturuyor.
Yeni küresel sermaye-dünyanın, “laik, sosyal, ulusal” değerlerinin yok olması biçimindeki asıl gelişme eğrilerine temelden ters tespitleriyle Ufuk Uras, düşünceleri tamamen “çağdışı” kalmış öteki sayısız “12 Eylül mağduru” gibi, eski ve bayat söylemlerle “sol”culuk yapma “imanını” sürdürüyor.
Bugünkü ortamda , “12 Eylül mağdurları”, AB-D “demokrasisi” söylemiyle “12 Eylül mimarı” ile ortak bir “zeminde” buluştuklarının farkına bile henüz varmış değiller. Bir yıl kadar önce Evren “Federatif Türkiye” ve “Kürt kardeşlerimiz” söylemiyle çıkışını yapmıştı.
Öyle bir “solculuk” da olsa olsa, takiyyeci, sol gösterip sağdan vurmayla neticelenen Ufuk Uras solculuğu olarak şekillenebilir...
Toplumu, toplumun yasalarını, bugünkü dünyanın asıl çelişme ve gelişme eğrilerini tanımak yönündeki teorik çabaların önemini kavrayamamış bir nesil, dinozor solculuğunda kalmaya mahkumdur zaten.
*-*-*-*-*-*-*-*-*-*
(*) : Benden Taraf’a karşı neden bu kadar mesafeli durduğumu soranlar oluyor.
Türkiye’de güya “demokrasi savunucu taraf” olan, şimdiki Taraf gazetesinin genel yayın yöneticisi ( “avucuna düşürdüğü namuslu aile kızlarını çalıştıran Pavyon yöneticisi”nin burayla ne ilgisi var? Bu yönde bir dizi yazı yayınladı gazetelerde…) Ahmet Altan’lar, Irak’a AB-D askeri işgalini savunup, Saddam Hüseyin’in idamını, sinsi bir sevinçle karşılamıştı…
Irak’a AB-D işgalini “demokrasi” adına destekleyen, Saddam’ın idamını demokrasi adına alkışlayan bir zihniyet “demokrat” sayılabilir mi?
Bakmayın onların şimdiki “asker” eleştirisine…
Asker onlardan olsa en büyük faşistler yine bu tiplerin arasından çıkar.
Bunlarınki “muhalefet demokratlığı”dır… İktidar olunca faşist kesilenlerden.
*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*
Ufuk Uras'tan "takiyye" itirafı...
"Bıyık solcusu" Ufuk Uras'tan AKP'ye Destek Devamı..
Türkiye: 'İslami Cumhuriyet' Yolunda
Uluslardan Ümmetlere Ve Mit Açıklaması
Ümmet Cemahiriyesine Doğru…Yeşil Gıravatlılar...
Türkiye: 'İslami Cumhuriyet' Yolunda
'Küresel' Dünya 'Küresel' Din İstiyor!
*-*-*-*-*-**-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-**-*-*
Vatan gazetesi haberi…
ÖDP Genel Başkanı Ufuk Uras ile Parti Meclisi arasındaki gerginlik artarak sürüyor. Partinin kongre sürecindeki anlaşmazlık sert rüzgarların esmesine yolaçarken Uras'ın istifasının durdurulduğu bildirildi.
ÖDP’de uzun süreden beri yaşanan tartışmalar dolayısıyla ÖDP Genel Başkanı Ufuk Uras, partiyi olağanüstü kongreye çağırdı. Parti Meclisi'nin de olağan kongre kararı alması üzerine, Uras'ın Parti Meclisi'ni mecbur bırakmak için istifa kararı alması partide kriz yarattı. Uras'ı kararından vazgeçirmek için harekete geçen yakın çevresi uzlaşma sağlanabilmesi için arayışa girdiler.
-İSTİFA ŞİMDİLİK DURDURULDU-
ÖDP Genel Başkanı Ufuk Uras, parti içinde yaşanan sorunları çözmek amacıyla partiyi olağanüstü kongreye çağırdı. Ancak Uras’ın bu çağrısı parti içinde aşanan sıkıntıyı aşmak yerine kriz boyutuna taşıdı. ÖDP Parti Meclisi (PM) Uras’ın çağrısı üzerine olağanüstü kongre değil, olağan kongre toplanması kararı aldı ve konuyla ilgili olarak da Merkez Yürütme Kurulu’nu görevlendirdi. Uras'ın bu gelişme üzerine olağanüstü kongreyi gerçekleştirebilmek amacıyla genel başkanlıktan istifa dahil her seçeneği gündemine aldığı belirtildi. Uras'ın tutumunu sertleştirmesi Parti Meclisi'nde geri adım atılmasına yolaçmaması üzerine Uras istifa için harekete geçti. Uras'ın yakın çevresi istifanın önüne geçmek için büyük çaba gösterirken, uzlaşma için arayışa girdiler.
-GENEL BAŞKANA SERT ELEŞTİRİLER-
ÖDP Genel Başkan Yardımcısı Alper Taş, Uras’ın çağrısının parti içindeki krizi çözmeyeceğini belirterek, partinin zaten olağan kongre sürecine girdiğini ve parti sorunlarının bir oldu bittiyle çözülemeyeceğini söyledi. Uras’ın parti içindeki muhalif kesimi “cemaatçilik ve şeflikle” suçladığını belirten Taş, “Aslında genel başkan cemaat istiyor. Partiyi istemiyor ve parti organlarını işletmeyerek klasik partilerde olduğu gibi tek şefin seçici olacağı bir partiyi amaçlıyor” dedi. Taş, Uras’ın anlayışının ÖDP’ye ters olduğunu da belirterek, “ÖDP’de bir kriz var bu kriz partinin geleceğine ilişkin bir kriz. Bu krizin aşılması büyük kongreye taşınacak bütün parti üyelerinin katılımıyla söz konusu kriz çözülecektir” dedi.
UFUK URAS NE DEDİ?
ÖDP Genel Başkanı ve İstanbul Milletvekili Ufuk Uras, ÖDP'nin yaşadığı krizden çıkış arayışı içinde olduklarını söyledi. Kurumlar içi tartışmaların krize dönüştüğü anlarda, demokratik zeminlerin kullanılmasının önemli bir ihtiyaca cevap verdiğini ifade eden Uras, 4 Ocak Pazar günü yapılan Parti Meclisi toplantısında, parti tüzüğü ve delegelerden gelen taleplere dayanarak olağanüstü kongre çağrısı yaptığını bildirdi. Uras, parti genel başkanlığı görevinden istifa etmediğini ifade etti.
Uras olağanüstü Kongre istemiyle yaşanan tartışmalar üzerine yazılı bir açıklama yaptı. Türkiye Solu'nun uzun süredir tarihinin en ciddi krizlerinden birini yaşadığını, Genel başkanlığını yaptığı ÖDP’nin de bu krizden payına düşeni aldığını belirten Uras şunları söyledi:
“Bu krizden çıkış arayışı gerek emek hareketi gerekse demokrasi, barış ve özgürlük güçleri arasında yoğun tartışmalarla sürüyor. Bu arayış sürecinde, özgürlükçü bir sol anlayışla toplumda eşitliği, demokrasiyi, barışı, emeğin haklarını, farklı kültürlerin bir arada eşit koşullarda yaşamasını temsil eden güçlü bir mücadele ve taraf yaratma çabasını sürdürüyoruz. Bu sürecin bir parçası olarak partimiz içinde de uzun süredir var olan tartışmaların yeni bir aşamasında, 4 Ocak Pazar günü yaptığımız Parti Meclisi Toplantısında, Tüzüğümüzün ilgili maddesine ve delegelerden gelen taleplere dayanarak olağanüstü konferans/kongre çağrısı yapmış bulunuyorum.”
-“İSTİFA ETMEDİM”-
Delegelerin, toplanacak konferans ile demokratik bir zeminde farklı görüşler konusundaki eğilimlerini ifade edeceğini kaydeden Uras, partisinin çeşitli kurulları arasında oluşmuş olan güvensizlikleri ortadan kaldıracak demokratik bir irade göstereceğini belirtti.
Kurumlar içi tartışmaların krize dönüştüğü anlarda, demokratik zeminlerin kullanılmasının önemli bir ihtiyaca cevap verdiğini ifade eden Uras, “Bu sürecin sadece ÖDP için değil Türkiye’deki toplumsal muhalefete, emek güçlerine barış, özgürlük ve demokrasi mücadelesini sürdürenlere önemli mesajlar iletmesini umut ediyoruz"
Uras, istifasına ilişkin haberlerin de doğru olmadığını sözlerine ekledi.
*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-**
http://toplumvetarih.blogcu.com/guvenilmez-muhalif-ufuk-uras_32915391.html
15.06.2009
Süleyman Ateş'e Protesto!
Süleyman Ateş Özür Dilesin!
Süleyman Ateş, Vatan gazetesindeki köşesinde son üç gündür Turan Dursun’a yönelik yazı yayınlamaktaydı.
Turan Dursun, çalışmalarıyla yaşadığı dönemde, Türkiye'de İslami-dinsel tabuların yıkılmasında, yöntem ve içerik yanlışları olsa da, çok önemli rol oynamış birisidir.
Doğal olarak herkes gibi, Turan Dursun da eleştirilebilir. Bu noktada en küçük bir sorun duymuyoruz.
Fakat Turan Dursun’un İslam adına katledilmesini nefretle anmak, demokratlığın olmazsa olmaz ölçütlerinden birisidir. Öldürülen kim olursa olsun. Biz, Saddam Hüseyin'in idamını da katliam ve insanlık suçu olarak niteledik.
Vatan gazetesinde Turan Dursun’la ilgili 3. günkü köşe yazısında Süleyman Ateş, Turan Dursun'a karşı adeta yıllardır içinde kalmış gizli kini kusuyor gibi davranmaktadır.
Süleyman Ateş, bir yandan Turan Dursun’un “..öldürülmesine gerçekten üzüldüğünü...” yazıyor.
Fakat, bu nasıl bir “üzülme” ise, aynı yazının sadece birkaç satır ilerisinde, “Allah'a ve Elçisi’ne karşı gelenler kendilerinden öncekilerin tepelendikleri gibi tepeleneceklerdir” şeklinde bir Kuran alıntısı ile Turan Dursun gibilerinin “tepelenmesi”ni adeta onaylamaktadır.
Süleyman Ateş, yazmış olduğu yazısında İslami bir katliam karşısında “üzüntü” mü duyuyor ?
Yoksa “ Turan Dursun öldürülmeyi hak etmişti” vurgusu mu yapmaya çalışıyor?
Gelin birlikte karar verelim.
S. Ateş orada şöyle yazıyor:
[[ “… ‘Din Bu’ adlı kitabı çıktı. Ben bunlara cevap hazırlarken bir suikasta kurban gitti. Öldürülmesine gerçekten üzüldüm.
....
Nice Turan Dursunlar Allah’ın nurunu söndürmeye çalışmışlar ama onlar sönüp gitmiştir. Kur'ân ışığı ise ufukları aydınlatmaya devam etmektedir ve edecektir. Kur'an buyurur: ‘Allah'a ve Elçisi'ne karşı gelenler kendilerinden öncekilerin tepelendikleri gibi tepeleneceklerdir. Biz açık açık ayetler indirdik. inkârcılar için küçük düşürücü bir azap vardır” (Mücadele: 5).]]
Süleyman Ateş, Vatan gibi bir gazetede, “kadınların miras hakkı” veya “bir erkeğin birden fazla kadınla evliliği” gibi konularda, “ben dini kuralları söylüyorum...” sığıntısı içinde Kadın’ı küçümseyen, aşağılayan şeriat hukukunu üstü örtülü savunan bir kimsedir.
Şimdi de o, Turan Dursun’un katledilmesi karşısında, “..öldürülmesine gerçekten üzüldüm...” ama “Allahın düşmanları tepelenecektir” biçimli Kuran alıntılarını bir arada kullanmaktadır.
Böylece o, Turan Dursun'un katledilmesi ile “tepelenme” vurgusu arasında bağlantı kurmaya çalışmaktadır.
Süleyman Ateş’in , “Allah’ın düşmanlarının tepelenmesi” bağıntısında söylediği sözlerin, Turan Dursun’un katledilmesini onaylama, savunma” çabası anlamına geldiğini düşünüyoruz.
Allah adına İslami katliamları savunan Süleyman Ateş’i ve tüm Süleyman Ateşleri şiddetle protesto ediyoruz.
TOPLUM VE TARİH
http://toplumvetarih.blogcu.com
Süleyman Ateş, Vatan gazetesindeki köşesinde son üç gündür Turan Dursun’a yönelik yazı yayınlamaktaydı.
Turan Dursun, çalışmalarıyla yaşadığı dönemde, Türkiye'de İslami-dinsel tabuların yıkılmasında, yöntem ve içerik yanlışları olsa da, çok önemli rol oynamış birisidir.
Doğal olarak herkes gibi, Turan Dursun da eleştirilebilir. Bu noktada en küçük bir sorun duymuyoruz.
Fakat Turan Dursun’un İslam adına katledilmesini nefretle anmak, demokratlığın olmazsa olmaz ölçütlerinden birisidir. Öldürülen kim olursa olsun. Biz, Saddam Hüseyin'in idamını da katliam ve insanlık suçu olarak niteledik.
Vatan gazetesinde Turan Dursun’la ilgili 3. günkü köşe yazısında Süleyman Ateş, Turan Dursun'a karşı adeta yıllardır içinde kalmış gizli kini kusuyor gibi davranmaktadır.
Süleyman Ateş, bir yandan Turan Dursun’un “..öldürülmesine gerçekten üzüldüğünü...” yazıyor.
Fakat, bu nasıl bir “üzülme” ise, aynı yazının sadece birkaç satır ilerisinde, “Allah'a ve Elçisi’ne karşı gelenler kendilerinden öncekilerin tepelendikleri gibi tepeleneceklerdir” şeklinde bir Kuran alıntısı ile Turan Dursun gibilerinin “tepelenmesi”ni adeta onaylamaktadır.
Süleyman Ateş, yazmış olduğu yazısında İslami bir katliam karşısında “üzüntü” mü duyuyor ?
Yoksa “ Turan Dursun öldürülmeyi hak etmişti” vurgusu mu yapmaya çalışıyor?
Gelin birlikte karar verelim.
S. Ateş orada şöyle yazıyor:
[[ “… ‘Din Bu’ adlı kitabı çıktı. Ben bunlara cevap hazırlarken bir suikasta kurban gitti. Öldürülmesine gerçekten üzüldüm.
....
Nice Turan Dursunlar Allah’ın nurunu söndürmeye çalışmışlar ama onlar sönüp gitmiştir. Kur'ân ışığı ise ufukları aydınlatmaya devam etmektedir ve edecektir. Kur'an buyurur: ‘Allah'a ve Elçisi'ne karşı gelenler kendilerinden öncekilerin tepelendikleri gibi tepeleneceklerdir. Biz açık açık ayetler indirdik. inkârcılar için küçük düşürücü bir azap vardır” (Mücadele: 5).]]
Süleyman Ateş, Vatan gibi bir gazetede, “kadınların miras hakkı” veya “bir erkeğin birden fazla kadınla evliliği” gibi konularda, “ben dini kuralları söylüyorum...” sığıntısı içinde Kadın’ı küçümseyen, aşağılayan şeriat hukukunu üstü örtülü savunan bir kimsedir.
Şimdi de o, Turan Dursun’un katledilmesi karşısında, “..öldürülmesine gerçekten üzüldüm...” ama “Allahın düşmanları tepelenecektir” biçimli Kuran alıntılarını bir arada kullanmaktadır.
Böylece o, Turan Dursun'un katledilmesi ile “tepelenme” vurgusu arasında bağlantı kurmaya çalışmaktadır.
Süleyman Ateş’in , “Allah’ın düşmanlarının tepelenmesi” bağıntısında söylediği sözlerin, Turan Dursun’un katledilmesini onaylama, savunma” çabası anlamına geldiğini düşünüyoruz.
Allah adına İslami katliamları savunan Süleyman Ateş’i ve tüm Süleyman Ateşleri şiddetle protesto ediyoruz.
TOPLUM VE TARİH
http://toplumvetarih.blogcu.com
13.06.2009
11.06.2009
Bir İnsanlık Suçu Olarak Sünnet Ritüeli
Çocuk Sünneti Bir İnsanlık Suçudur !
Dinsel eğilimlerin güçlenmesi, bir yandan en eski, ne arkaik ritüellerin yeniden canlandırılmasına güç verirken, öte yandan da, kendi karşıt eğilimlerini doğuruyor…
21. yy. insanlığı, eski toplumun, anasından “sağlam” doğan bir bebeği “kusurlu” ve-ya “günahlı” addederek, “sünnet” vb. bir dizi ritüel-ayin yoluyla onu “arındırma” edimlerini artık bir “İnsanlık Suçu” olarak değerlendirebilme aşamasına ulaşmış bulunuyor.
Eski Mezopotamya toplumlarının bazıları, bu “ilk kız/erkek bebek”leri geniş ölçüde “tanrılara kurban” ediyorlardı. Daha sonra “Tanrıya Köle” kılarak onlara kısmen “yaşam hakkı” sundular ve fakat bunu yaparken de, onları, onların önemli bir bölümünü “kadın ve erkek kutsal fahişe” olarak mabetlerde çalışmaya vakfettiler.
Erkek çocukları, ya daşşak burarak, ya kökten keserek “hadım” ediyor olmalıydılar. Mezopotamya’da bunların izlerini “erkek sevgili” ilişkileri yaşayan Osmanlı erken-orta dönemlerine kadar izleyebiliyoruz.
Kadın sünnetine ise, bir kaç farklı yoldan ulaşılmış gibi görünmektedir. Muhtemelen bunlardan birisi, “kutsal fahişe” olan tapınağa adanmış kız evlatlardan bazı kategorilerde olanların “kısır” kılınma uygulamalarına da bağlı olarak gelişmiş görünmektedir. Musa kitabında, hala “erkek giysili kadın”lardan bahsedildiğine bakılırsa, kadın giysili erkek fahişeler gibi, erkek gibi kadın fahişeler de bulunmaktaydı.
Jenital organlarda operasyon yapmak haliyle sünnet, eski toplumda, “ilk doğan” kız ve erkek çocukların (“ilk oğul”, “ilk kız” eski toplumda özel bir topluluktur ve Musevi ataları da işte bu “ilk - büyük çocuk”ların tanrıya adanma sürecinde, dini görevli olarak şekillendirilmelerinden oluşmuştur; onların dini üstünlükleri, “Tanrının seçilmiş topluluğu” olmaları, gezgin dini görevli olarak “Dünya’nın dini vergilerini” toplayarak zenginleşmeleri ve binlerce yıl boyunca topraksız kalmayı “gönüllü” olarak isteyip de dağılmadan kalabilmeleri… hep böylesine bir dinsel gurup olarak şekillenmelerine bağlıdır..) kısır kılınma uygulamasının kalıntısı olarak günümüze ulaşmışa benzemektedir.
Sünnet giderek bütün diğer çocukları da kapsayacak şekilde ve başka sosyal ödevler de yüklenerek genelleşmiş görünüyor.
Gelinen noktada, hiçbir toplumun ve hiçbir resmi yapının, reşit olmayan çocuklara karşı, onların vücutlarını değiştirme ve gelecek hayatlarında bir dizi travmalara yol açma “hakkı” kabul edilemez. Böyle bir “hak” yasadışı ilan edilmelidir.
Demokrasi mücadelesi, ana-baba olarak kendi çocuklarının vücutları üzerinde haksız “hak tasarrufu”nu red etmekten başlamalıdır.
**-*-*--
Biz, herhangi bir konuda tavır belirlerken, bilimsel doğrulardan yola çıkıyoruz. “Muhammed de sünnetsizdi…” biçimlerinde argümanlar, “karşı tarafın çelişmeleri” üzerine proje bina etmeler, Turan Dursun tarzı “İslamla mücadele” yöntemleri bize ait değil. Muhammed sünnetsiz olsa bile, bu İslam’ın dayandığı kökenleri ortadan kaldırmıyor. Sünnet edimi, Mezopotamya ve Mısır’da Muhammed’den binlerce yıl önce uygulanıyordu. Ayrıca, dinleri ve dinsel uygulamaları Peygamber’ler yaratmaz! Bu uydurmadır. Tersine, Dinler kendi peygamberlerini kendileri yaratır. İsa’yı anasının karnına “Mesih” veya “Tanrı” olarak zerkeden, “bebek tapımcısı” Sabilik inançlarıydı. İsa, İsa olacağını bilerek büyüdü. Muhtemelen Muhammed de Peygamber olmaya aday yetiştirilenlerden birisiydi...
Bu bakımdan, asıl muhatap olarak dinlerin resmi söylemleri ve resmi uygulamaları muhatap alınmalıdır.
Sünnet kurumunun erken Akado-sammaru kaynaklarından itibaren farklı biçimleri ve bunların toplumsal anlamları, toplumdaki işlevleri ele alınarak günümüze doğru taşınmalıdır.
Düz okurdan akademisyenlerimize kadar, bu alanda böyle bir çalışma eksikliğini duyanların çaba ve katkılarına da ihtiyaç var…
*-*-*-*-*-*
Aşağıda yararlanılabilecek bazı kaynaklar yer alıyor. Farklı dillerdeki sitelere ( hiç olmazsa bilgi verici tercüme edinmek için yararlı..) girerken kullanılabilecek Google linkini de aşağıda yer alıyor…
*-*-*-*-*
Sünnetle İlgili Onbeş Gerçek
Sami Aldeeb Abu-Sahlieh
* Kuran'da hiçbir yerde Müslümanlara sünnet olmalarını emreden bir ayet yoktur.
* Muhammed'in Müslümanlara sünnet olmalarını salık veren açık hiçbir “sahih” hadisi yoktur.
* İlk Müslümanların erkekleri sünnet ettiklerine dair herhangi bir kanıt yoktur. Peygamberin kendisinin de sünnetli olmadığı sanılmaktadır.
* Sünnetin Yahudi dini inanışında temel bir yeri vardır. İslam inanışına sünnetin girmesi, 9. yüzyılda Yahudilikten İslamiyet’e dönenlerle birlikte gerçekleşmiş olabilir.
* İslamiyet’i kabul eden birinden ilk önce sünnet olması istenir, oysa sünnet farz bile değildir.
* İngilizce konuşan ülkeler sünnete 19. yüzyılda, hastalıklara neden olduğunu düşündükleri mastürbasyonu önlemek amacıyla başlamıştır.
* İngiltere ve İngilizce konuşan pek çok diğer ülkede sünnet 1940'larda terkedilmiştir.
* ABD'de sünnet 1960'lardan bu yana hızla terk edilmektedir.
* ABD'de sünnet tıbbi gerekçelerle, ama nedense tıpkı bazı dini kitaplardaki gibi doğumdan sonra yapılır.
* Sünnet, kellikten bel ağrısına, delilikten yatak ıslatmaya kadar pek çok soruna çare olarak sunulmuştur
* Kadın sünneti pek çok ülkede yasaklanmıştır.
* Kadın sünnetinin bazı türlerinde yok edilenler, erkek sünnetinde yok edilenlerin karşılığı, veya daha azıdır.
* WHO ve Birleşmiş Milletler gibi pek çok uluslararası örgüt kadın sünnetine şiddetle karşıyken erkek sünnetini destekler.
* Kadın sünneti terimi erkek sünneti ile benzerliği gizlemek için Batı dillerinde "Kadın Jenital Sakatlaması" olarak değiştirilmiştir.
* Sünnetle yaklaşık 104 santimetrekare alanında deri, 75 metre uzunluğunda mikroskobik sinir, ve 10.000 ile 20.000 arası özelleşmiş erotojenik sinir ucu kaybedilir.
http://sunnet.wetpaint.com/
http://www.sami-aldeeb.com/
*-*-*-*-*-*
http://www.google.com.tr/language_tools?q=toplumvetarih++ar%C5%9Fivleri&hl=tr&client=firefox-a&rls=org.mozilla:tr:official&hs=0cF
*-*-*-*-*-*-*-*
Sünnet Bilgi Platformu
http://sunnet.wetpaint.com/
"Güya sünnetin temizlik bakımından faydası varmış; sünnetsizlik yüzünden hastalıklar oluyormuş. Pekâla, bunu kabul edelim. Lakin binde bir kişide tesadüf olunan bu hastalıklar için bütün Müslüman çocukların mühim bir uzuvlarını hayatları bahasına ve din uğruna kestirmekte mana nedir? Bence ileride vukua gelmesi muhtemel hastalıklar için [çocuğu] sünnet ettirmek, ileride apandisiti patlar diye bütün çocuklarımızın apandisitlerini çıkartmayı tavsiye etmekten farklı değildir. "
Prof. Dr. Cemil Topuzlu, 1934
Sünnetle İlgili Onbeş Gerçek
……….
Sayfaların sıralamasında belirli bir düzen bulunmamaktadır. Ancak genel olarak şöyle bir sınıflandırma yapılabilir:
* Genel Olarak Sünnet
"Mothering" Dergisinden Konuyu Özetleyen Bir Makale
* Sünnetle Kaybedilenler ve Sünnetin Cinsel-Fiziksel Sonuçları
"Bir Parçacık" denilen 104 santimetrekare
Sünnetle Ne Kaybedilir
Sünnet ve Erken Boşalma
Fathermag Makalesi
Jenital Zevk, Jenital Acı, Neden Biri Değil de Diğeri
Sünnet ve Beyin Hasarı (kısmen anlaşılır bilimsel makale)
Site Dışı : Sünnet İstatistikleri ve Komplikasyon Oranları
* Sünnetin Ortaya Çıkışı ve Arkasında Yatan Psikolojiler
Sünnetin Coğrafyası
Jenital Zevk, Jenital Acı, Neden Biri Değil de Diğeri
Sünnet Yahudi-Feminist Açıdan Bir Bakış
Sünnet Üzerine Bir Diğer Feminist Çalışma
Beş Cümleyle ABD'de Sünnetin Tarihi
Site Dışı : Ataerkilliğin Saharasya'da Ortaya Çıkması ve Yayılması
* Sünnet ve Dinler
Sünnet İslami midir?
Kadın ve Erkek Sünneti; Farklılık Efsanesi ( bu makale sünneti Hıristiyanlık, İslam ve
Yahudilik açısından ayrıntılı olarak incelemektedir)
Sünnete Yahudi-Feminist Açıdan Bir Bakış
Edip Yüksel'in Sünnet Yorumu
* Kadın Ve Erkek Sünneti Arasındaki Karşılaştırmalar
Kadın Ve Erkek Sünneti; Farklılık Efsanesi
Kadın Sünneti Nasıl Basitmiş Gibi Gösterilir
Kadın ve Erkek Sünneti Arasında Bir Karşılaştırma
Kadın ve Erkek Cinsel Organlarının Embriyolojik Gelişimi
* Normal Penis Gelişimi ve Bakımı
Üstderinin Normal Gelişimi
El Değmemiş Penisin Bakımı
* Penisle İlgili Ortaya Çıkabilecek Sorunlar ve Bunların Sünnetsiz Tedavisi
Fimosis (Fimos) kısmen anlaşılır bilimsel makaleler
Fimosisin Topikal Steroidler ile Tedavisi (bilimsel makale)
Fimosisin Nedenleri ve İlaçsız Tedavisi (kısmen anlaşılır bilimsel makale)
Balanitis Xerotica Obliterans (kısmen anlaşılır bilimsel makale)
* Sünnetin Sözde Tıbbi Yararları
Sünnet ve Cinsel Yolla Bulaşan Hastalıklar
Sünnet ve Balanitis
Sünnet ve Penis/Rahim Kanserleri
Sünnet ve İdrar Yolları Enfeksiyonu
* Diğer
Keşke Bilseydim
İnsan Hakları ve Etik Açıdan Sünnet
****
Yararlanılan ve Faydalı Bağlantılar:
CIRP Sünnet Hakkında Bilgiler ve Kaynaklar Derneği'nin sitesinde "sünnet" diye bilinen jenital müdahale ile ilgili her tür bilgiye ulaşabilirsiniz.
Mothers Against Circ : Sünnete Karşı Anneler Derneği (MAC) ana babalara sünnet hakkında tam bilgilendirilmiş kararlar vermelerinde yardımcı olmaktadır
faculty.washington.edu/gcd/DOC. : Sünnete Karşı Doktorlar Derneği, Washington Üniversitesi
Circumcision Resource Center Sünnet Hakkında Bilgiler Derneği, kar amacı gütmeyen, halkı ve tıp çalışanlarını sünnet konusunda aydınlatmayı amaç edinmiş bir dernektir.
NOCIRC Amerikan Ulusal Sünnet Derneği
http://www.sami-aldeeb.com Sami Aldeeb'in çeşitli dinlerde sünnetle ilgli araştırmaları
Doctors Opposing Circumcision Sünnete Karşı Doktorlar Derneği, D.O.C., çocuklar üzerinde rutin sünnet uygulamasına karşı olan doktor ve diğer tıp uzmanlarının kurdukları bir dernektir. ...
Stop Infant Circumcision Society Tıp endüstrisinin faaliyetleri, ve ECS (erkek cinsel sakatlaması) hakkındaki gerçekler. ..
NOHARMM NOHARMM, sağlıklı erkek çocukları ve bebeklerinin sünnetine karşı organize olmuş eyleme hazır erkeklerin kurduğu, kar amacı gütmeyen bir dernektir. ..
Circumstitions Jenital bütünlüğün sağlanması ve hangi cinsten olursa olsun çocukların jenitallerinin değiştirilmesine karşı mücadele
In Memory of the Sexually Mutilated Child
Intact Intact yani "El Değmemiş" derneğinin amacı tedavi amaçlı olmayan erkek çocuk sünnetine son vermektir. …
Circumcision Information Australia Erkek ve kız sünneti ile ilgili tıbbi, yasal, ahlaki, kültürel ve tarihsel bilgiler sunmaya çalışır.
National Coalition of Free Men ABD'de faaliyet gösteren, kar amacı gütmeyen bir dernektir. Cinsel ayrımcılığın erkek ve kadınları nasıl etkilediği ile ilgilenir.
Norm UK Halkın sünnet ve jenitallarin yapısını değiştiren diğer tıbbi uygulamalar ile ilgili bilgisini geliştirmek, ve bununla ilgili alternatif tedaviler, bilgiler ve tavsiyeler sunmak
http://www.edae.gr/circumcision.html Yunan Dermatoloji Derneği'nin sünnet ile ilgili linkleri
http://www.eskimo.com/~gburlin/C-Web/
http://www.gentlebirth.org/archives/circumci.html sitenin konu hakkındaki linkleri
http://www.norm-socal.org NORM'un Güney Kaliforniya'daki sitesi
http://www.jewishcircumcision.org sünneti Yahudilik açısından değerlendiren, merkezi Boston'da bulunan "Jewish Circumcision Resource Center " örgütünün internet sitesi
http://www.jewsagainstcircumcision.org "Sünnete Karşı Yahudiler" değişik ülkelerden Yahudi asıllı eğitimli insanların sünnet geleneğine karşı internet ortamında gerçekleştirdikleri oluşum
*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-
http://209.85.129.132/search?q=cache:wu7rExXWC98J:us.geocities.com/tabibler/erken_bosalma.htm+erken+bo%C5%9Falma,%C3%BCroloji,s%C3%BCnnet&cd=1&hl=tr&ct=clnk&gl=tr&client=firefox-a
*--*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*
Bu Kampanyaya Katılınız!
http://www.facebook.com/group.php?gid=11268182828
Türkiye’de Kürtler Arasında Kadın Sünneti Var mı ?
AKP ve CHP'li Kadın Milletvekilleri "Türkiye'de Kadın Sünneti Görülmediği" Açıklamasını Yaparken Londra Üniversitesi'nde Bir Ay Önce Yapılan "Kürt Bölgelerinde Kadınların Cinsel Kötürümleştirilmeleri Uygulamaları" Başlıklı Bir Konuşmada Kürt İnsan Hakları Projesi Kalkınma Birimi Yetkililerinden Pranjali Acharya, "Kürdistan İnsan Hakları Projesi'nin Bugüne Kadar Elde Ettiği Deneyime Göre…
“Birkaç vaka rapor edilmiş”
http://www.haberler.com/kadin-sunneti-var-mi-haberi/
AKP ve CHP’li kadın milletvekilleri “Türkiye’de kadın sünneti görülmediği” açıklamasını yaparken Londra Üniversitesi’nde bir ay önce yapılan “Kürt Bölgelerinde Kadınların Cinsel Kötürümleştirilmeleri Uygulamaları” başlıklı bir konuşmada Kürt İnsan Hakları Projesi Kalkınma Birimi yetkililerinden Pranjali Acharya, “Kürdistan İnsan Hakları Projesi’nin bugüne kadar elde ettiği deneyime göre, Türkiye, İran ya da Suriye’de kadınların cinsel kötürümleştirilmesi uygulamasını kanıtlamak biraz zor. Ancak bize, Türkiye’de kadınların sünnet edildiğine ilişkin birkaç vaka rapor edildi” dediği ortaya çıktı. Alman WADI adlı Sivil Toplum Kuruluşu ise Irak’ın kuzeyinde “kadın sünneti” haritasını çıkardı.
Kadın milletvekilleri Güldal Akşit (AKP), Canan Arıtman (CHP), Nevin Erbatur (CHP), Birgen Keleş (CHP) “Kadın sünneti var” denilerek Türkiye’ye iftira atıldığını belirtirken, aksi iddialar da çeşitli platformlarda dile getiriliyor. Merkezi Londra’da bulunan Kürt İnsan Hakları Projesi “Kalkınma Birimi” yetkililerinden Pranjali Acharya, 29 Nisan günü Londra Üniversitesi Afrika ve Doğu Etüdleri Okulu’nda düzenlenen bir toplantıda “Kürt Bölgelerinde Kadınların Cinsel Kötürümleştirilmeleri Uygulamaları” başlıklı bir konuşma yaptı. Hint kökenli Pranjali Acharya konuşmasında şu ifadeleri kullandı:
“Kürdistan bölgesel yönetimi ve Irak’ta kadınlar için yeni olanaklar yaratılırken, kadınlara ilişkin şiddetin, en azından bununla ilgili raporların artmış olması dikkat çekicidir. Yeni araştırmalar Irak’ın kuzeyinde bazı kırsal bölgelerde kadınlara cinsel kötürümleştirmenin (kadın sünneti) sanılandan daha yaygın olduğunu ortaya koymuştur.
Kadınlara cinsel kötürümleştirmenin görüldüğü yerlerin ortak özelliği, buraların daha yoksul yöreler, yerlerinden edilmiş insanların bulunduğu yerler ve Halepçe, Germiyan ve Kerkük dahil Sorani Kürt lehçesinin konuşulduğu bölgeler olmasıdır. Benden önceki konuşmacı Alman yardım örgütü WADI tarafından elde edilen bulguları özetlemiştir. Bunlar Norveç Halk Yardımı adlı örgütün cinsel kötürümleştirmeye yönelik araştırmasını da büyük ölçüde desteklemektedir. Teknik uzmanlığa ilişkin bazı kuşkuları barındırsa da, Kürdistan İnsan Hakları Projesi, araştırmanın uygulamanın daha önceki anekdotlara dayalı çalışmaların ortaya koyduğundan daha yaygın olduğunu ortaya çıkardığını açıklamıştır.
Bulgulara göre kadınların cinsel kötürümleştirilmeleri kırsal bölgelerde daha yaygın olsa da kentler de de ortak bir uygulamadır ve Kürdistan’ın kadın nüfusunun yüzde 70 kadarı bu şiddet eylemine katlanmaktadır.”
“TÜRKİYE’DE KADINLARIN SÜNNET EDİLDİĞİNE İLİŞKİN BİRKAÇ VAKA RAPOR EDİLDİ”
Uygulamanın dinden kaynaklanıp kaynaklanmadığı konusunda lehte ve aleyhte görüşler bulunduğunu belirten Pranjali Acharya, “Kürdistan İnsan Hakları Projesi’nin bugüne kadar elde ettiği deneyime göre, çalıştığımız Kürt bölgelerinin diğer bölümlerinde Türkiye, İran ya da Suriye’de kadınların cinsel kötürümleştirilmesi uygulamasını kanıtlamak biraz zordur. Ancak bize, Türkiye’de kadınların sünnet edildiğine ilişkin birkaç vaka rapor edilmiştir. Ve WADI’nin dikkat çektiği gibi uygulama sadece Irak’ta var olmayabilir, hayat koşulları ve dini ve kültürel uygulamaların benzer olduğu Suriye’de de bulunabilir. Ancak bu fark edilmemektedir. Bunun nedeni, az gelişmiş sivil toplum yapıları ve sivil toplum grupları üzerinde dal budak salmış baskıdan kaynaklanan konuyla ilgili anlayış ve farkındalık yetersizliğidir. Kadınların cinsel kötürümleştirilmesi uygun biçimde araştırılmamıştır” dedi. Londra’daki etkinlikten önce film gösterisi ve Kürt sinemacı Nabaz Ahmed’in konuyla ilgili hazırladığı bir kısa belgesel de gösterildi.
BM RAPORU’NA GÖRE IRAK’IN KUZEYİNDEKİ CİNSEL KÖTÜRÜMLEŞTİRME
“Birleşmiş Milletler Irak İçin Yardım Misyonu”nun 1 Temmuz-31 Aralık 2008 tarihleri arasındaki gelişmeleri kapsayan “İnsan Hakları Raporu”nda söz konusu uygulama hakkında şöyle denildi:
“Kürt Bölgesel Yönetimi’nde cinsel kötürümleştirme uygulamaları yeterince rapor edilmemektedir. Bölgesel yönetimin Kadın İşleri Bakanlığı, Kürt Milli Meclisi’ndeki kadın komitesi ve uluslararası-ulusal insan hakları örgütleri bilgi toplamışlar ve cinsel kötürümleştirmenin suç sayılmasını savunmaktadırlar. Şu ana kadar bu konuda hükümetin ve Kürt Milli Meclisi’nin net kararı yoktur. Kürt Bölgesel Yönetimi’ndeki kadın hakları grupları cinsel kötürümleştirmenin zararsız ve İslami zorunluluk olduğuna ilişkin algılamayı değiştirmeye yönelik kampanyalar düzenlemektedir. Bu çabalara karşın Alman sivil toplum örgütü WADI tarafından 2008’in son üç ayında toplanan son istatistiklere göre, Süleymaniye vilayetindeki Bişdar yöresinde bulunan Raniya ve Kalat Dazey’deki 54 köyde kadınlar cinsel kötürümleştirilmeye tabi tutulmuştur.”
HARİTASINI ÇIKARDILAR
Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF)’nun raporlarında çalışmalarından alıntı yaptığı Alman sivil toplum örgütü WADI, Irak’ın kuzeyindeki “kadın sünneti”nin haritasını çıkardı. Harita Türkiye’nin güneydoğu sınırlarından sonra birdenbire ve yoğun biçimde “kadın sünneti” uygulandığını ortaya koyarken “Türkiye’de kadın sünneti mi yok, yoksa buna ilişkin veri mi bulunmuyor?” sorusunu gündeme getirdi.
TÜRKİYE SINIRLARINDA BİRDEN BAŞLIYOR, İDDİA EDİLEN RAKAMLAR KORKUTUCU
Alman sivil toplum örgütü WADI’nin hazırladığı haritaya göre, kadın sünneti uygulaması Türkiye’nin güneydoğu sınırından itibaren birdenbire başlıyor. Harita’da Türkiye’ye ilişkin bir veri bulunmuyor, ancak Türkiye’nin Güneydoğu sınırlarının doğu kesiminde, hemen sınırdan itibaren bulunan Dohuk’ta cinsel kötürümleştirmeye uğramış kadınların oranının yüzde 10’u, Erbil’de yüzde 70’i, Revanduz’da yüzde 85, Raniya’da yüzde 95’i, Kerkük, Süleymaniye, Halepçe ve Kifri’de yüzde 60’ı bulduğu iddia edildi.
Kadın sünneti uygulamasıyla ilgili yayınlanan BM raporlarında Türkiye’yle ilgili herhangi bir sayısal veri yer almıyor.
BM RAPORU’NDA ADI GEÇEN ALMAN KURULUŞU WADI’NIN SAPTAMALARI
Alman sivil toplum örgütü WADI’nin saptamalarına göre, uygulama Irak’ın kuzeyinde bir “suç” olarak değil “kültür” olarak görülüyor. WADI, “CK (cinsel kötürümleştirme) Kürdistan’da kızların klitorisinin cinsel isteklerini engellemek ve çocukların cinsel onurlarını evlenmeden önce sözde korumak amacıyla uygulanıyor. Uygulama korkunç bir maliyete yol açıyor. Bazı kızlar kan kaybından ya da enfeksiyon nedeniyle hayatlarını kaybediyor. Birçoğu travmaya uğruyor. Yaşayabilenler evlilikleri ve hamilelikleri sırasında kötü sağlık koşullarıyla karşı karşıya kalıyor. Kadınlar ve kızlar bir sessizlik duvarıyla örtülmüş durumdalar” dedi. WADI bölgedeki durumu şöyle tanımladı:
“Acı veren bu kötürümleme işlemi genellikle 4-12 yaş arasındaki kızlara uygulanıyor. Operasyon gizli tutuluyor, kızlar için öz anneleri tarafından böyle bir işlem için ebeye teslim edilmek travma yaratan bir deneyim oluyor. Operasyonu genellikle ailenin bir kadın üyesi, bir komşu ya da ebe gerçekleştiriyor. Operasyon anestezi uygulanmadan gerçekleştiriyor, gereçler genellikle sterilize edilmiyor ?”
Vahşi işlemin ayrıntılarıyla anlatıldığı WADI belgelerinde şöyle denildi:
“-2004 yılında Alman tıp ve sağlık mensuplarının bu uygulamanın sonlandırılmasına destek amaçlı oluşturduğu WADI tarafından yönetilen mobil sağlık ekipleri Süleymaniye’nin güneyinde bulunan Germiyan’da birçok köyde CK uygulaması bulunduğunu bildirdiler. Daha sonra yapılan bir araştırma korkunç bir keşifle sonuçlandı. Çok büyük oranda kadın cinsel açıdan kötürümleştirilmişti. Mobil sağlık ekipleri bin 500 kadın ve genç kızla görüşme yaptı. Bunlardan 907’si CK kurbanıydı. Erbil bölgesinde yapılan benzer bir araştırmada da benzer sonuç ortaya çıktı. 440 kadının 380’i kötürümleştirilmişti.
-2007’te WADI Irak’ın kuzeyindeki üç valilikte büyük ölçekli bir araştırma başlattı. Çeşitli toplumsal geçmiş ve alandan gelen bin 800 kadınla bölge kadınlarının profili hakkında bilgiler toplamak üzere görüşmeler yapıldı. İlk bulgular, CK’nin kimi yerlerde kadın ve kızların yüzde 60’ından neredeyse yüzde 100’e değin kapsayacak biçimde yaygın olduğunu ve Irak’taki Kürt bölgesinin neredeyse tüm bölümlerinde var olduğunu gösterdi. Sadece Dohuk bölgesinde CK oranları yüzde 10’un altında görüldü.
-Bişdar bölgesi ve Raniya’dan elde edilen en son bulgular durum hakkında dramatik bir resim ortaya koymaktadır. Mart ayından Ağustos 2008’in sonuna değin mobil ekipler Raniya’daki 50 köye ve 25 kız okuluna 115 düzenli ziyaret gerçekleştirdi ve sonuç olarak 2 bin 952 kadın ve kızla karşılaştı. Bunların yüzde 95’e karşılık gelen 2 bin 810’u kötürümleştirilmişti.”
Alman sivil toplum örgütü WADI, CK’nın yaygınlaşmasına bilgi eksikliğinin de neden olduğunu belirtti.
Cinsellikle ilgili her konu olduğu gibi CK’nın da tabu olduğuna değinen, kadınların vahşi operasyona sessizce katlandıklarını ve yerel halkın CK’yı genellikle zararlı bir uygulama olarak görmediğini belirten WADI, “Halk arasında özellikle de kadınlar arasında farkındalığı artırmak yaşamsaldır. Birçok kişi bu ilkelliğin hijyen açısından kaçınılmaz bir işlem olduğuna, bir bölüm insan ise Müslümanlar için zorunlu olduğuna inanıyor.
Uygulamada ısrar edilmesinin nedenlerinden biri ise kadınların ve kızların büyük ölçüde erkek akrabalarının sahip oldukları mülk ve eşya olarak görülmeleridir. Haklarını bilen ve kendilerini kişisel ihtiyaçları ve duygulara sahip bireyler olarak görüp kendi kendine bilinçlenen kadınlar ve kızlar kolay kolay kötürümleştirme ve şiddetin kurbanı olmamaktadırlar” değerlendirmesini yaptı.
ORTA AFRİKA VE MISIR’DA EN YAYGIN
Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF) tarafından yayınlanan “İstatistik Tablolarında” Türkiye’de kadın sünnetinin yaygın olduğuna ilişkin herhangi bir görüş ve rakam yer almıyor. “İstatistik Tabloları”nda Irak’la ilgili bir rakam da bulunmuyor, Mısır ve Orta Afrika ülkelerindeki ürkütücü istatistiklere yer veriliyor.
AVRUPA PARLAMENTOSU’NDA NE OLMUŞTU?
Kilroy-Silk Avrupa Komisyonu’nun yanıtlaması istemiyle geçen hafta Parlamento Başkanlığı’na verdiği “Türkiye’de kadın sünneti” başlıklı yazılı soru önergesinde, “Komisyon Türk Hükümetini, ülkede hiçbir kadın ya da kızın sünnet edilmediği yönünde kesin kanıt sağlayamayan hükümetlerin AB’ye gireceğine izin verilmeyeceği konusunda bilgilendirdi mi?” diye sormuştu.
Önergeyi yanıtlayan AB Komisyonu’nun Genişlemeden Sorumlu Üyesi Olli Rehn ise, Türkiye'nin Avrupa Birliği yolunda, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin içtihadları ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nce garanti altına alınan hak ve özgürlüklere tam saygı sağlamaya yönelik olarak, gerekli bütün önlemleri alması gerektiğini ifade etti. Rehn, Türk yetkililerin bu yönde çalıştığını da dile getirmişti.
*-*-*-*-*-*-*
Çocuk Sünneti Bir İnsanlık Suçudur !
*****
Bu Kampanyaya Katılınız!
http://www.facebook.com/group.php?gid=11268182828
*****
“Birkaç vaka rapor edilmiş”
http://www.haberler.com/kadin-sunneti-var-mi-haberi/
AKP ve CHP’li kadın milletvekilleri “Türkiye’de kadın sünneti görülmediği” açıklamasını yaparken Londra Üniversitesi’nde bir ay önce yapılan “Kürt Bölgelerinde Kadınların Cinsel Kötürümleştirilmeleri Uygulamaları” başlıklı bir konuşmada Kürt İnsan Hakları Projesi Kalkınma Birimi yetkililerinden Pranjali Acharya, “Kürdistan İnsan Hakları Projesi’nin bugüne kadar elde ettiği deneyime göre, Türkiye, İran ya da Suriye’de kadınların cinsel kötürümleştirilmesi uygulamasını kanıtlamak biraz zor. Ancak bize, Türkiye’de kadınların sünnet edildiğine ilişkin birkaç vaka rapor edildi” dediği ortaya çıktı. Alman WADI adlı Sivil Toplum Kuruluşu ise Irak’ın kuzeyinde “kadın sünneti” haritasını çıkardı.
Kadın milletvekilleri Güldal Akşit (AKP), Canan Arıtman (CHP), Nevin Erbatur (CHP), Birgen Keleş (CHP) “Kadın sünneti var” denilerek Türkiye’ye iftira atıldığını belirtirken, aksi iddialar da çeşitli platformlarda dile getiriliyor. Merkezi Londra’da bulunan Kürt İnsan Hakları Projesi “Kalkınma Birimi” yetkililerinden Pranjali Acharya, 29 Nisan günü Londra Üniversitesi Afrika ve Doğu Etüdleri Okulu’nda düzenlenen bir toplantıda “Kürt Bölgelerinde Kadınların Cinsel Kötürümleştirilmeleri Uygulamaları” başlıklı bir konuşma yaptı. Hint kökenli Pranjali Acharya konuşmasında şu ifadeleri kullandı:
“Kürdistan bölgesel yönetimi ve Irak’ta kadınlar için yeni olanaklar yaratılırken, kadınlara ilişkin şiddetin, en azından bununla ilgili raporların artmış olması dikkat çekicidir. Yeni araştırmalar Irak’ın kuzeyinde bazı kırsal bölgelerde kadınlara cinsel kötürümleştirmenin (kadın sünneti) sanılandan daha yaygın olduğunu ortaya koymuştur.
Kadınlara cinsel kötürümleştirmenin görüldüğü yerlerin ortak özelliği, buraların daha yoksul yöreler, yerlerinden edilmiş insanların bulunduğu yerler ve Halepçe, Germiyan ve Kerkük dahil Sorani Kürt lehçesinin konuşulduğu bölgeler olmasıdır. Benden önceki konuşmacı Alman yardım örgütü WADI tarafından elde edilen bulguları özetlemiştir. Bunlar Norveç Halk Yardımı adlı örgütün cinsel kötürümleştirmeye yönelik araştırmasını da büyük ölçüde desteklemektedir. Teknik uzmanlığa ilişkin bazı kuşkuları barındırsa da, Kürdistan İnsan Hakları Projesi, araştırmanın uygulamanın daha önceki anekdotlara dayalı çalışmaların ortaya koyduğundan daha yaygın olduğunu ortaya çıkardığını açıklamıştır.
Bulgulara göre kadınların cinsel kötürümleştirilmeleri kırsal bölgelerde daha yaygın olsa da kentler de de ortak bir uygulamadır ve Kürdistan’ın kadın nüfusunun yüzde 70 kadarı bu şiddet eylemine katlanmaktadır.”
“TÜRKİYE’DE KADINLARIN SÜNNET EDİLDİĞİNE İLİŞKİN BİRKAÇ VAKA RAPOR EDİLDİ”
Uygulamanın dinden kaynaklanıp kaynaklanmadığı konusunda lehte ve aleyhte görüşler bulunduğunu belirten Pranjali Acharya, “Kürdistan İnsan Hakları Projesi’nin bugüne kadar elde ettiği deneyime göre, çalıştığımız Kürt bölgelerinin diğer bölümlerinde Türkiye, İran ya da Suriye’de kadınların cinsel kötürümleştirilmesi uygulamasını kanıtlamak biraz zordur. Ancak bize, Türkiye’de kadınların sünnet edildiğine ilişkin birkaç vaka rapor edilmiştir. Ve WADI’nin dikkat çektiği gibi uygulama sadece Irak’ta var olmayabilir, hayat koşulları ve dini ve kültürel uygulamaların benzer olduğu Suriye’de de bulunabilir. Ancak bu fark edilmemektedir. Bunun nedeni, az gelişmiş sivil toplum yapıları ve sivil toplum grupları üzerinde dal budak salmış baskıdan kaynaklanan konuyla ilgili anlayış ve farkındalık yetersizliğidir. Kadınların cinsel kötürümleştirilmesi uygun biçimde araştırılmamıştır” dedi. Londra’daki etkinlikten önce film gösterisi ve Kürt sinemacı Nabaz Ahmed’in konuyla ilgili hazırladığı bir kısa belgesel de gösterildi.
BM RAPORU’NA GÖRE IRAK’IN KUZEYİNDEKİ CİNSEL KÖTÜRÜMLEŞTİRME
“Birleşmiş Milletler Irak İçin Yardım Misyonu”nun 1 Temmuz-31 Aralık 2008 tarihleri arasındaki gelişmeleri kapsayan “İnsan Hakları Raporu”nda söz konusu uygulama hakkında şöyle denildi:
“Kürt Bölgesel Yönetimi’nde cinsel kötürümleştirme uygulamaları yeterince rapor edilmemektedir. Bölgesel yönetimin Kadın İşleri Bakanlığı, Kürt Milli Meclisi’ndeki kadın komitesi ve uluslararası-ulusal insan hakları örgütleri bilgi toplamışlar ve cinsel kötürümleştirmenin suç sayılmasını savunmaktadırlar. Şu ana kadar bu konuda hükümetin ve Kürt Milli Meclisi’nin net kararı yoktur. Kürt Bölgesel Yönetimi’ndeki kadın hakları grupları cinsel kötürümleştirmenin zararsız ve İslami zorunluluk olduğuna ilişkin algılamayı değiştirmeye yönelik kampanyalar düzenlemektedir. Bu çabalara karşın Alman sivil toplum örgütü WADI tarafından 2008’in son üç ayında toplanan son istatistiklere göre, Süleymaniye vilayetindeki Bişdar yöresinde bulunan Raniya ve Kalat Dazey’deki 54 köyde kadınlar cinsel kötürümleştirilmeye tabi tutulmuştur.”
HARİTASINI ÇIKARDILAR
Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF)’nun raporlarında çalışmalarından alıntı yaptığı Alman sivil toplum örgütü WADI, Irak’ın kuzeyindeki “kadın sünneti”nin haritasını çıkardı. Harita Türkiye’nin güneydoğu sınırlarından sonra birdenbire ve yoğun biçimde “kadın sünneti” uygulandığını ortaya koyarken “Türkiye’de kadın sünneti mi yok, yoksa buna ilişkin veri mi bulunmuyor?” sorusunu gündeme getirdi.
TÜRKİYE SINIRLARINDA BİRDEN BAŞLIYOR, İDDİA EDİLEN RAKAMLAR KORKUTUCU
Alman sivil toplum örgütü WADI’nin hazırladığı haritaya göre, kadın sünneti uygulaması Türkiye’nin güneydoğu sınırından itibaren birdenbire başlıyor. Harita’da Türkiye’ye ilişkin bir veri bulunmuyor, ancak Türkiye’nin Güneydoğu sınırlarının doğu kesiminde, hemen sınırdan itibaren bulunan Dohuk’ta cinsel kötürümleştirmeye uğramış kadınların oranının yüzde 10’u, Erbil’de yüzde 70’i, Revanduz’da yüzde 85, Raniya’da yüzde 95’i, Kerkük, Süleymaniye, Halepçe ve Kifri’de yüzde 60’ı bulduğu iddia edildi.
Kadın sünneti uygulamasıyla ilgili yayınlanan BM raporlarında Türkiye’yle ilgili herhangi bir sayısal veri yer almıyor.
BM RAPORU’NDA ADI GEÇEN ALMAN KURULUŞU WADI’NIN SAPTAMALARI
Alman sivil toplum örgütü WADI’nin saptamalarına göre, uygulama Irak’ın kuzeyinde bir “suç” olarak değil “kültür” olarak görülüyor. WADI, “CK (cinsel kötürümleştirme) Kürdistan’da kızların klitorisinin cinsel isteklerini engellemek ve çocukların cinsel onurlarını evlenmeden önce sözde korumak amacıyla uygulanıyor. Uygulama korkunç bir maliyete yol açıyor. Bazı kızlar kan kaybından ya da enfeksiyon nedeniyle hayatlarını kaybediyor. Birçoğu travmaya uğruyor. Yaşayabilenler evlilikleri ve hamilelikleri sırasında kötü sağlık koşullarıyla karşı karşıya kalıyor. Kadınlar ve kızlar bir sessizlik duvarıyla örtülmüş durumdalar” dedi. WADI bölgedeki durumu şöyle tanımladı:
“Acı veren bu kötürümleme işlemi genellikle 4-12 yaş arasındaki kızlara uygulanıyor. Operasyon gizli tutuluyor, kızlar için öz anneleri tarafından böyle bir işlem için ebeye teslim edilmek travma yaratan bir deneyim oluyor. Operasyonu genellikle ailenin bir kadın üyesi, bir komşu ya da ebe gerçekleştiriyor. Operasyon anestezi uygulanmadan gerçekleştiriyor, gereçler genellikle sterilize edilmiyor ?”
Vahşi işlemin ayrıntılarıyla anlatıldığı WADI belgelerinde şöyle denildi:
“-2004 yılında Alman tıp ve sağlık mensuplarının bu uygulamanın sonlandırılmasına destek amaçlı oluşturduğu WADI tarafından yönetilen mobil sağlık ekipleri Süleymaniye’nin güneyinde bulunan Germiyan’da birçok köyde CK uygulaması bulunduğunu bildirdiler. Daha sonra yapılan bir araştırma korkunç bir keşifle sonuçlandı. Çok büyük oranda kadın cinsel açıdan kötürümleştirilmişti. Mobil sağlık ekipleri bin 500 kadın ve genç kızla görüşme yaptı. Bunlardan 907’si CK kurbanıydı. Erbil bölgesinde yapılan benzer bir araştırmada da benzer sonuç ortaya çıktı. 440 kadının 380’i kötürümleştirilmişti.
-2007’te WADI Irak’ın kuzeyindeki üç valilikte büyük ölçekli bir araştırma başlattı. Çeşitli toplumsal geçmiş ve alandan gelen bin 800 kadınla bölge kadınlarının profili hakkında bilgiler toplamak üzere görüşmeler yapıldı. İlk bulgular, CK’nin kimi yerlerde kadın ve kızların yüzde 60’ından neredeyse yüzde 100’e değin kapsayacak biçimde yaygın olduğunu ve Irak’taki Kürt bölgesinin neredeyse tüm bölümlerinde var olduğunu gösterdi. Sadece Dohuk bölgesinde CK oranları yüzde 10’un altında görüldü.
-Bişdar bölgesi ve Raniya’dan elde edilen en son bulgular durum hakkında dramatik bir resim ortaya koymaktadır. Mart ayından Ağustos 2008’in sonuna değin mobil ekipler Raniya’daki 50 köye ve 25 kız okuluna 115 düzenli ziyaret gerçekleştirdi ve sonuç olarak 2 bin 952 kadın ve kızla karşılaştı. Bunların yüzde 95’e karşılık gelen 2 bin 810’u kötürümleştirilmişti.”
Alman sivil toplum örgütü WADI, CK’nın yaygınlaşmasına bilgi eksikliğinin de neden olduğunu belirtti.
Cinsellikle ilgili her konu olduğu gibi CK’nın da tabu olduğuna değinen, kadınların vahşi operasyona sessizce katlandıklarını ve yerel halkın CK’yı genellikle zararlı bir uygulama olarak görmediğini belirten WADI, “Halk arasında özellikle de kadınlar arasında farkındalığı artırmak yaşamsaldır. Birçok kişi bu ilkelliğin hijyen açısından kaçınılmaz bir işlem olduğuna, bir bölüm insan ise Müslümanlar için zorunlu olduğuna inanıyor.
Uygulamada ısrar edilmesinin nedenlerinden biri ise kadınların ve kızların büyük ölçüde erkek akrabalarının sahip oldukları mülk ve eşya olarak görülmeleridir. Haklarını bilen ve kendilerini kişisel ihtiyaçları ve duygulara sahip bireyler olarak görüp kendi kendine bilinçlenen kadınlar ve kızlar kolay kolay kötürümleştirme ve şiddetin kurbanı olmamaktadırlar” değerlendirmesini yaptı.
ORTA AFRİKA VE MISIR’DA EN YAYGIN
Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF) tarafından yayınlanan “İstatistik Tablolarında” Türkiye’de kadın sünnetinin yaygın olduğuna ilişkin herhangi bir görüş ve rakam yer almıyor. “İstatistik Tabloları”nda Irak’la ilgili bir rakam da bulunmuyor, Mısır ve Orta Afrika ülkelerindeki ürkütücü istatistiklere yer veriliyor.
AVRUPA PARLAMENTOSU’NDA NE OLMUŞTU?
Kilroy-Silk Avrupa Komisyonu’nun yanıtlaması istemiyle geçen hafta Parlamento Başkanlığı’na verdiği “Türkiye’de kadın sünneti” başlıklı yazılı soru önergesinde, “Komisyon Türk Hükümetini, ülkede hiçbir kadın ya da kızın sünnet edilmediği yönünde kesin kanıt sağlayamayan hükümetlerin AB’ye gireceğine izin verilmeyeceği konusunda bilgilendirdi mi?” diye sormuştu.
Önergeyi yanıtlayan AB Komisyonu’nun Genişlemeden Sorumlu Üyesi Olli Rehn ise, Türkiye'nin Avrupa Birliği yolunda, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin içtihadları ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nce garanti altına alınan hak ve özgürlüklere tam saygı sağlamaya yönelik olarak, gerekli bütün önlemleri alması gerektiğini ifade etti. Rehn, Türk yetkililerin bu yönde çalıştığını da dile getirmişti.
*-*-*-*-*-*-*
Çocuk Sünneti Bir İnsanlık Suçudur !
*****
Bu Kampanyaya Katılınız!
http://www.facebook.com/group.php?gid=11268182828
*****
6.06.2009
Nihilizm ve Dinsizim Elhamdüllah!
Din, eski farklı toplum birimlerin ilişki tarzlarının kurallarıydı. Yezidilik’in ‘marul’ veya ‘fasulye’ yeme yasağı, onların ‘aptallıklarını’; bir öteki Hıristiyan topluluğun ise, Yortularda mutlaka ‘marul yeme’ ve-ya mutlaka ‘mercimek pişirme’ kuralı da onların ‘akıl’lılıklarını, ‘insan sevgisi’ni vb. göstermez; düşünülüp tercih edilmiş davranışlar değildir çünkü bunlar.
Toplumları ‘iyi toplum’, ‘kötü toplum’ diye ayırmaya kalkışan Murat Belge’lerin “entelektüellikleri”nin sınırını, toplum bilim yasaları değil, Batı hayranlığı ve kendine ait olana her şeye nihilist yaklaşım belirler.
Aziz Nesin’in de, uydurma Salman Rüştü kitabını yayınlamak için gösterdiği o derin çabalarının gerisinde aynı nihilizm yatıyordu... Kitaplarında Muhammed’in sakalına tapan imanlıları aşağılayan Salman Rüştü’nün yaşadığı İngiltere’de soyluların veya mahkeme heyetinin başlarına geçirdikleri perukların da, özünde saç-sakal tapımcılığı olduğunu bile bilmeden yürütülen böyle bir ‘din düşmanlığı’, bizim aydınlarda, özel olarak ‘İslam düşmanlığı’ alanı ile sınırlı kalır ve hemen ötesinde ise Batı hayranlığının erimiş şekerleri akmaya başlar.
Sağlam bir ateist çerçevede yer alabilmek, ‘Rönesans Aydınlanma’cılığın Batı propagandası temellerinden kurtulmakla ve toplum yasalarını (yeniden) tanımakla başlayabilir.
(…)
“…İslam karşısında olsun da, ne olursa olsun, kabulümüzdür….” türü bir yaklaşım, Türkiye’de nihilizmin temel düsturu ola gelmiştir. Murat Belge de, bu akımın dışında değil, hatta tam göbeğinde. Din tanımazların yapacağı iş ise, dinler arası bir karşılaştırmayı, şartlı da olsa, bir tercihle sonuçlandırmak olamaz, olmamalı.
Bu dinleri, o halleriyle şekillendiren erken toplulukların bu davranışlarında fazla özgür olmadıklarını biliyoruz. ‘Marul’u yeme/yememe konusunda; fasulye veya mercimek yeme/yememe konusunda onlar için bir “özgür seçim” söz konusu değildi. Tıpkı ‘balık’ yeme veya yememede; tavşan, domuz, deve, midye vb. yeme veya yememede olduğu gibi... Bütün bu Bitki-Hayvan Totemlerin bir kısmı silinmiş, kaybolmuş olsa bile, eski toplumda, farklı toplulukların totem-sembolleri idi ve onlara, kendi aid’leri olan insanların kurban edilmesi yerine, inek, koyun, kuzu, keçi, balık, buğday, üzüm, mercimek, marul, tavuk, horoz, ceylan, eşek, fıstık vb. sunma ve böylece ilgili insan’ın canını kurtarma olanağı sağlıyordu. Eski toplum, öküze, ata, domuza, deveye zeytin’e, hurma’ya tapmış, onu ata, ana, baba, hala vb. kabul etmiş; kendi varlığı ile birebir özdeşleştirmiş, “kurtarıcı tanrı” olarak baş köşelere oturmuş ise, onlar kendi canını kurtarabildikleri içindi…
Şimdi bir insana “odun”, “öküz”, “eşek” denildiğinde; bir kadına “piliç”, “güvercin”, “fıstık” denildiğinde, sadece bu eski totem araçlarla tanımlanmış eski insan toplulukların kalıntılarına dayanmış oluruz ve bu nedenle, bazı dinsel günlerde balık kesinlikle yenilmez ve fakat bazı günlerde balığın mutlaka yenilmesi gereklidir, vb… Bu 'balık', şimdiki dinlerde, eski toplumda denizdeki, nehirdeki “hayvan balık” halinde algılanmaya başlanmadan önce; doğrudan doğruya bir “insan toplumu”nun adı olarak ele alınıyordu;bu topluluklar “Balık adam”lar, “Balık burçlular”, “Nisan oğulları” olarak algılanıyor olmalıydılar.. Özel olarak Enki'nin “Yunus balığı” olarak tanımlanan Rahipleri, Ermenilerin Ohannes’inin ve bizim Belge’mizin dayandığı Yuhanna’nın da etimolojik, dini kaynağıdır.
İsa, İncil anlatımlarında, 5000 kişiye ‘Balık ziyafeti’ çektiğinde, bu ziyafetin “Balık”ları, tarihteki biçimiyle “balık topluluğunun insanları”ndan, “balık adam”lardan sunulan kurbanlardan oluşuyor olmalıydı. Bu nedenle şimdi Hıristiyan yortularında, haftanın belli günlerinde balık ya yasak, ya mutlaka yenilmesi gereken “hayvan” olarak yer alır. Üstelik bu balıkların türü bile belirlenmiştir. Bu özellikleriyle de, domuz yemeyen İslam’la, Musevilikle; tavşan yemeyen Alevilikle; marul veya fasulye’den, köpek’ten “iğrenen” Yezidilikle temelde en küçük bir mantık ayrılığına sahip değildir.
Din üzerine gayet bilgiç laflar eden Bay Belge, İsa’nın ‘Tanrı Oğlu’ oluşuna da 3. sınıf bir kesiş kafasıyla yaklaşır: tek farkla, biri 'olur' der, öteki “mantığı zorlar” der. ..
Oysa “Tanrı” veya “Tanrı Evlatları” şeklindeki tanımlar, eski toplumda, bir topluluğun tamamının sıfatı idi. Bu nedenle de dini kitaplarda “Dünya” ve “Gök” ayrımı bulunuyor; Gök topluluğunun tamamı, İslam’da “melek-şeytan” vb. topluluğu ; “Yerdekiler” ise, “âdem topluluğu”nu oluşturuyordu.
Eski-yeni Ahit'lerde ise, “Gök topluluğu”, çok açık biçimde “tanrısal varlıklar”, tanrısal evlatlar, İbn’ullah olarak ve “Dünya- Toprak- Yer- Kara” topluluğu da “İnsanoğlu varlıkları” diye ayrılırlar. İşte bu “tanrısal varlıklar”, “Yer'deki İnsanoğlu kızları”yla evlenirler. Bu, elbette, Mezopotamya toplulukları arasında gerçekleşen, gerçek bir evlilik yoluyla ittifak ediminin, dinselleşmiş ifadesinden başka bir şey değildi. Bu toplulukları, Asur, Akad, Samiri’ler, Samara’lılar arasında aramalıyız; şimdiki anlamıyla 'gök'lerde değil!
Akado sammaru topluluklarından beri de “Tanrı Oğulları” ve “İnsanoğulları” ayrımı, kişisel düzeyde değil, iki temel farklı toplum birim düzeyinde, vardır. Bay Belge, çok etkilendiğini söylediği Yuhanna’yı doğru düzgün, anlama amacıyla, okusa idi, orada da o 'etkileyici' Yuhanna’nın, “kendilerinin bütününün 'tanrı oğulları' olduğu”nu defalarca ve gerekçelendirerek açıklamış olduğunu görebilirdi.
Bütün bu noktaları bilince çıkardıkça, dinlerin, genellikle değer değiştirmiş kavramları eski toplumda farklı bir anlam bulmaya başlayacak, dinlerin eski toplumun yapı ve ilişkilerinin yansıtıcıları olduğunu daha berrak görebileceğiz.
Fakat, Murat Belge’nin hatırını kırmayalım da, ille de bir karşılaştırma yapalım diye düşünürsek, söylemeliyiz ki, ‘insan sevgisi’ konusunda Hıristiyan söylemin arka yüzü, gerçek bir yamyamlık edimidir ve tipik Hıristiyan ailenin toplu yemek yeme alışkanlığının; yemeğe ‘giriş’ ve yemeği bitiriş dualarının kaynağını bu iç yamyamlığın ifadeleri de olan ‘Pardon’ ve ‘Şükür’ duaları oluşturur. Çünkü Papa hazretlerinin, ötekiler de 'şahit-tanık' olsun diye kaldırıp gösterdiği kadehin içinde bütün o kurban edilmiş İsa’ların kanı; eline alıp dişlediği ‘ekmek’ veya ‘yiyecek’te ise İsa’ların eti bulunur!
Dinsizim-elhamdullah/1
Dinsizim-elhamdullah-2
************
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)