10.04.2009
Hindi'nin milliyeti
http://toplumvetarih.blogcu.com/hindi-nin-milliyeti_14443951.html
Hindinin milliyeti
Zülfü Livaneneli
http://www2.vatanim.com.tr/root.vatan?exec=yazardetay&sid=&Newsid=98325&Categoryid=4&wid=5
Geçenlerde yabancı bir büyükelçilikte şükran günü davetindeydim. Bilindiği gibi Amerikalılar bu önemli bayramlarında hindi yiyorlar.
Masaya kızarmış bir hindi gelince söz ister istemez bu hayvana “turkey” adı verilmesine kaydı.
Bu konu bazı Türkleri çok rahatsız ediyor ve İngilizce’de Turkey yerine Türkiye denilmesi için büyük bir mücadele veriyorlar.
Oysa bu ismin, bazen karışıklık yaratması dışında hiçbir sakıncası yok. İnsanlar ülkeden bahsederken hindiyi akıllarına getirmezler bile.
Karışıklık dediğim de şu: Geçen gün yabancı bir internet sitesinde frozen ve Turkey kelimelerini görünce, Türkiye’nin AB üyeliğinin dondurulduğunu anlatan bir makale sanıp hemen tıkladım ve karşıma hindinin donmuş olarak da fırına sürülebileceğini anlatan bir yemek tarifi çıktı.
Böyle yanlışlıklar dışında kimsenin aklına hindi denilince Türkiye gelmez.
Düşünün ki biz de bu kuşa bir başka ülkenin adını vermişiz; hindi diyoruz. Hindi dediğimizde de aklımıza Hindistan gelmiyor.
O akşam yemeğinde yanımda oturan Ürdün Büyükelçisi’nin eşi, hindiyle ilgili çok ilginç bilgiler verdi.
Araplar hindiye Rumi ya da Habeş diyorlarmış. Daha doğrusu kind-i Rumi ve kind-i Habeş derlermiş: Yani Rumi horozu ya da Habeş horozu.
Daha da ilginci şu:
Brezilyalılar hindiye Peru adını vermişler.
Bunları öğrendikten sonra benim sözlüğümde hindiyi karşılayan sözcük ve ülke-halk-kültür sayısı beşe çıktı: Turkey, Hindi, Rumi, Habeş, Peru.
Nedense bu acayip hayvana herkes bir ülke adı vermiş. Keşke etimoloji uzmanları bu garip olguyu açıklasa da işin gerçeğini öğrensek.
Dolayısıyla fazla alınganlık göstermeye ve kendimizi hindi gibi hissetmemize gerek yok.
Tarayacak olsanız her dil, başka kültürler hakkında çok acıtıcı ve aşağılayıcı ifadeyle dolu. Hindiye gelene kadar neler var.
Baksanıza biz bile kendimizle ilgili konularda çok duyarlı davranmamıza rağmen, başkalarını aşağıladığımızı fark etmeden neler söylüyoruz.
Koskoca Acem kültürünü Acemi diye aşağılıyoruz, dilimiz Araplar hakkında bir sürü küçültücü ifadeyle dolu; “Ne Arabın yüzü ne Şamın şekeri” diyoruz, karmakarışık olmuş işleri Arap saçına benzetiyoruz, Arap kelimesini de siyahi karşılığı kullanıyoruz ama kendi dertlerimizle o kadar ilgiliyiz ki başkalarının canını yakacak ifadelerimizi fark etmiyoruz bile.
Kısacası içiniz rahat olsun; biz hindi değiliz.
**
Hindi meselesi
Z.Livaneli
Pazar günü “Hindinin Milliyeti” başlıklı bir yazı yazmış ve hindiye İngilizcede ‘turkey’ deniyor oluşunun kimilerimizi rahatsız ettiğinden ama aslında bunun o kadar da büyütülecek bir mesele olmadığından, kelimenin etimolojisine bakmak gerektiğinden söz etmiştim.
Bu yazıyla ilgili olarak okurlardan birçok mesaj aldım. Okurlarımdan biri ise konuyla ilgili ilginç bir makale göndermiş.
Makalenin yazarı olan Giancarlo Casale, Amerika’ya özgü bir kuşun neden ‘turkey’ adıyla anılıyor olduğunu merak edip araştırmaya koyulmuş.
Bu kuşa Portekizcede ‘peru’, Türkçede ‘hindi’, Arapçada ‘Etiyopya kuşu’, Yunancada ‘Fransız kız’ manasına gelen ‘gallapoula’, Fransızcada ‘Hindistan’dan gelen’ manasında ‘dinde’ dendiğini; Hindistan’da ise konuşulan dillerden hiçbirinde bu kuş için bir isim bulunmadığını (çünkü Hindistan’da böyle bir kuş yetiştirilmiyor) öğrenince iyice kafası karışan Casale bir uzmana başvurmaya karar vermiş.
Harvard Üniversitesi’nde dünyaca ünlü bir filolog ve Türk dilleri uzmanı olan Prof. Şinasi Tekin’e başvurmuş. Bakın Prof. Tekin nasıl bir açıklama yapmış:
“Türkiye’nin kırsal bölgelerinde çulluk adıyla anılan bir kuş vardır. Bu kuş hindiye benzer fakat daha küçüktür ve eti çok lezzetlidir.
Amerika’nın keşfinden uzun yıllar önce İngiliz tacirler bu kuşu keşfetmiş ve İngiltere’ye ihraç etmeye başlamışlardı.
Çulluk İngiltere’de çok sevildi ve ‘Turkey bird’ (Türkiye kuşu) ya da kısaca ‘turkey’ diye anılmaya başlandı.
Daha sonra İngilizler Amerika’ya çıktığında burada gördükleri kuşları çulluk sandılar ve onlara da ’turkey’dediler.
Fakat başka ülkelerde yaşayanlar, haklı olarak, bu kuşların vatanının Amerika olduğunu düşünüyorlardı ve onlara ‘India birds’ (Hindistan kuşları) ‘birds’ (Peru kuşları) veya ‘Ethiopian birds’ (Etiyopya kuşları) demeye başladılar.
O yüzyıllarda Hindistan, Peru ve Etiyopya, Yeni Dünya’ya verilen farklı isimlerden bazılarıydı. Hem insanların coğrafya anlayışları henüz tam gelişmemişti, hem de ‘Amerika’ isminin yerleşmesi zaman aldı.
Zaman içinde Amerikalılar kuşlarını dünyanın dört bir tarafına ihraç etmeye başladılar ve biz Türkler de bu kuşun etini yemeye başladık.
İnsanlarımız çulluğun varlığını unuttu. Çok yazık çünkü çulluğun eti çok daha lezzetlidir.”
İşte Profesör Tekin’in açıklaması böyle. Kendisinin 2004 yılında vefat etmiş olduğunu belirtmeden geçmeyelim.
Bu konuyla ilgili olarak mesaj gönderen ve bilgilerini paylaşan tüm okurlara teşekkür ediyorum.
**
Türkiye ve Hindi-Turkey Konusunun Tarihsel Kökenleri Üzerine
İslami Kaynaklarda Adem neden "Hindistan"a indirilir?
**************************************************************
Hindinin milliyeti
Zülfü Livaneneli
http://www2.vatanim.com.tr/root.vatan?exec=yazardetay&sid=&Newsid=98325&Categoryid=4&wid=5
Geçenlerde yabancı bir büyükelçilikte şükran günü davetindeydim. Bilindiği gibi Amerikalılar bu önemli bayramlarında hindi yiyorlar.
Masaya kızarmış bir hindi gelince söz ister istemez bu hayvana “turkey” adı verilmesine kaydı.
Bu konu bazı Türkleri çok rahatsız ediyor ve İngilizce’de Turkey yerine Türkiye denilmesi için büyük bir mücadele veriyorlar.
Oysa bu ismin, bazen karışıklık yaratması dışında hiçbir sakıncası yok. İnsanlar ülkeden bahsederken hindiyi akıllarına getirmezler bile.
Karışıklık dediğim de şu: Geçen gün yabancı bir internet sitesinde frozen ve Turkey kelimelerini görünce, Türkiye’nin AB üyeliğinin dondurulduğunu anlatan bir makale sanıp hemen tıkladım ve karşıma hindinin donmuş olarak da fırına sürülebileceğini anlatan bir yemek tarifi çıktı.
Böyle yanlışlıklar dışında kimsenin aklına hindi denilince Türkiye gelmez.
Düşünün ki biz de bu kuşa bir başka ülkenin adını vermişiz; hindi diyoruz. Hindi dediğimizde de aklımıza Hindistan gelmiyor.
O akşam yemeğinde yanımda oturan Ürdün Büyükelçisi’nin eşi, hindiyle ilgili çok ilginç bilgiler verdi.
Araplar hindiye Rumi ya da Habeş diyorlarmış. Daha doğrusu kind-i Rumi ve kind-i Habeş derlermiş: Yani Rumi horozu ya da Habeş horozu.
Daha da ilginci şu:
Brezilyalılar hindiye Peru adını vermişler.
Bunları öğrendikten sonra benim sözlüğümde hindiyi karşılayan sözcük ve ülke-halk-kültür sayısı beşe çıktı: Turkey, Hindi, Rumi, Habeş, Peru.
Nedense bu acayip hayvana herkes bir ülke adı vermiş. Keşke etimoloji uzmanları bu garip olguyu açıklasa da işin gerçeğini öğrensek.
Dolayısıyla fazla alınganlık göstermeye ve kendimizi hindi gibi hissetmemize gerek yok.
Tarayacak olsanız her dil, başka kültürler hakkında çok acıtıcı ve aşağılayıcı ifadeyle dolu. Hindiye gelene kadar neler var.
Baksanıza biz bile kendimizle ilgili konularda çok duyarlı davranmamıza rağmen, başkalarını aşağıladığımızı fark etmeden neler söylüyoruz.
Koskoca Acem kültürünü Acemi diye aşağılıyoruz, dilimiz Araplar hakkında bir sürü küçültücü ifadeyle dolu; “Ne Arabın yüzü ne Şamın şekeri” diyoruz, karmakarışık olmuş işleri Arap saçına benzetiyoruz, Arap kelimesini de siyahi karşılığı kullanıyoruz ama kendi dertlerimizle o kadar ilgiliyiz ki başkalarının canını yakacak ifadelerimizi fark etmiyoruz bile.
Kısacası içiniz rahat olsun; biz hindi değiliz.
**
Hindi meselesi
Z.Livaneli
Pazar günü “Hindinin Milliyeti” başlıklı bir yazı yazmış ve hindiye İngilizcede ‘turkey’ deniyor oluşunun kimilerimizi rahatsız ettiğinden ama aslında bunun o kadar da büyütülecek bir mesele olmadığından, kelimenin etimolojisine bakmak gerektiğinden söz etmiştim.
Bu yazıyla ilgili olarak okurlardan birçok mesaj aldım. Okurlarımdan biri ise konuyla ilgili ilginç bir makale göndermiş.
Makalenin yazarı olan Giancarlo Casale, Amerika’ya özgü bir kuşun neden ‘turkey’ adıyla anılıyor olduğunu merak edip araştırmaya koyulmuş.
Bu kuşa Portekizcede ‘peru’, Türkçede ‘hindi’, Arapçada ‘Etiyopya kuşu’, Yunancada ‘Fransız kız’ manasına gelen ‘gallapoula’, Fransızcada ‘Hindistan’dan gelen’ manasında ‘dinde’ dendiğini; Hindistan’da ise konuşulan dillerden hiçbirinde bu kuş için bir isim bulunmadığını (çünkü Hindistan’da böyle bir kuş yetiştirilmiyor) öğrenince iyice kafası karışan Casale bir uzmana başvurmaya karar vermiş.
Harvard Üniversitesi’nde dünyaca ünlü bir filolog ve Türk dilleri uzmanı olan Prof. Şinasi Tekin’e başvurmuş. Bakın Prof. Tekin nasıl bir açıklama yapmış:
“Türkiye’nin kırsal bölgelerinde çulluk adıyla anılan bir kuş vardır. Bu kuş hindiye benzer fakat daha küçüktür ve eti çok lezzetlidir.
Amerika’nın keşfinden uzun yıllar önce İngiliz tacirler bu kuşu keşfetmiş ve İngiltere’ye ihraç etmeye başlamışlardı.
Çulluk İngiltere’de çok sevildi ve ‘Turkey bird’ (Türkiye kuşu) ya da kısaca ‘turkey’ diye anılmaya başlandı.
Daha sonra İngilizler Amerika’ya çıktığında burada gördükleri kuşları çulluk sandılar ve onlara da ’turkey’dediler.
Fakat başka ülkelerde yaşayanlar, haklı olarak, bu kuşların vatanının Amerika olduğunu düşünüyorlardı ve onlara ‘India birds’ (Hindistan kuşları) ‘birds’ (Peru kuşları) veya ‘Ethiopian birds’ (Etiyopya kuşları) demeye başladılar.
O yüzyıllarda Hindistan, Peru ve Etiyopya, Yeni Dünya’ya verilen farklı isimlerden bazılarıydı. Hem insanların coğrafya anlayışları henüz tam gelişmemişti, hem de ‘Amerika’ isminin yerleşmesi zaman aldı.
Zaman içinde Amerikalılar kuşlarını dünyanın dört bir tarafına ihraç etmeye başladılar ve biz Türkler de bu kuşun etini yemeye başladık.
İnsanlarımız çulluğun varlığını unuttu. Çok yazık çünkü çulluğun eti çok daha lezzetlidir.”
İşte Profesör Tekin’in açıklaması böyle. Kendisinin 2004 yılında vefat etmiş olduğunu belirtmeden geçmeyelim.
Bu konuyla ilgili olarak mesaj gönderen ve bilgilerini paylaşan tüm okurlara teşekkür ediyorum.
**
Türkiye ve Hindi-Turkey Konusunun Tarihsel Kökenleri Üzerine
İslami Kaynaklarda Adem neden "Hindistan"a indirilir?
**************************************************************
Türkiye ve Hindi-Turkey Konusunun Tarihsel Kökenleri Üzerine
İslami Kaynaklarda Adem neden Hindistan'a İndirilir ?
Bu anlatımlarda sözkonusu edilen "Hindistan", aslında Hindi tapınımı ile ilgili olan Asur/Yezidi ön toplulukların toprakları olabilir mi?
Hıristiyan/Masonik inançlarda Yılbaşı ritüellerinde "kızartılmış Hindi" yeme geleneği ile, "Adem'in Hindistan'a indirilmesi" kavrayışı arasında bağ var mı?
Bu gibi soruların yanıtları, Halil Berktay'ların veya Murat belge'lerin nihlist tarihçiliğinden çok daha kapsamlı birikim gerektiriyor ve öyle görünüyor ki, "Turkey/Hindi" sorununda bize kapıları açacak olan da, böyle kapsamlı bir çalışma olabilir...
Aşağıda yer alan Turan Dursun'un yazısına, her şeyden önce onun konulara yaklaşım tarzı bakımından, katılmıyoruz.
Bununla birlikte, hem İslam’ın “Cennet” tanımlarının ve hem de “Adem” ve Havva”nın, “yaratıldıklarında” yerleştirildikleri “Cennet”in “Hindistan” olarak yorumlanması veya tanımlanmasının nedenlerinin açığa çıkarılması; bunların erken Akado-sammaru kaynaklarından beri tanıdığımız “Anka kuşu”, “Tavus kuşu”, “Horoz” gibi kavramlarla, Yezidi Taus’u ve “Mavi yasağı” ile “Türkuaz” renginin falan bağlarını kurmaya çalışmak bakımından önem taşıyor.
Safa Kaçmaz
/////////////////////////////////////////////////////////////////////
Süleyman Yağız'ın sorusu:
TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ BAŞKANLIĞI'NA
Aşağıdaki sorularımın, Başbakan Sayın Recep Tayyip Erdoğan tarafından yazılı olarak yanıtlanması isteğimi bilgilerinize sunarım.
Saygılarımla.
23 Nisan 2008
Süleyman Yağız
DSP İstanbul Milletvekili
Türkiye genelinde yaklaşık 17 bin üyesi bulunan ve sosyal sorumluluk projeleri üreten bir düşünce kulübü olan, sözcülüğünü Gazeteci Sayın Yener Atlı'nın yaptığı "Yeni Türkiye Hareketi" bir kampanya başlatmıştır. "Türkiye adının bütün dünyada Türkiye olarak kullanılması" konulu bu kampanyanın gerekçesinde özetle şu ifadelere yer verilmiştir:
"Turkey kelimesi Osmanlı İmparatorluğu'nun son zamanlarında ilk defa İngiliz kaynaklarında, biraz da alay ifade ederek kullanılmıştır. Bazı ülkeler kendilerini 'GREAT=BÜYÜK, ÖNEMLİ' olarak nitelerken, ülkemizin, İngilizce'de bir kümes hayvanının ismi ile anılması kabul edilemez. Bu kelime, iticiliği ve ülkemizi ne şekilde ifade edeceği düşünülmeden biz Türkler tarafından da kullanılmış ve kullanılmaktadır. Oysa özel isimler, bir başka dilde de aynı şekilde yazılır.
Bir zamanlar Habeşistan olarak bilinen ülke, tüm dünyaya adının Etiyopya olduğunu ve bundan böyle Habeşistan olarak gönderilen hiçbir postanın alınmayacağını açıklamıştır. Sonunda tüm dünya 'Etiyopya' adını kullanmaya başlamıştır. Ya Türkiye! Maalesef şu anda İngilizce'de bir kümes hayvanının adı ile anılıyor. Uluslararası toplantılarda ülkemizi temsil eden başta Sayın Cumhurbaşkanı olmak üzere tüm görevlilerin önünde 'hindi' anlamında 'TURKEY' yazıyor. Bundan rahatsız olmamak mümkün mü?" Bu bağlamda sormak istiyorum:
1- İngilizce'de kümes hayvanı "hindi" anlamına gelen "Turkey" kelimesinin, "Türkiye Cumhuriyeti" ifadesinin karşılığı olan "Republic of Türkiye" biçiminde değiştirilmesi için girişimde bulunmayı düşünüyor musunuz?
2- Yeni Türkiye Hareketi Sözcüsü Gazeteci Sayın Yener Atlı'nın, "Aslında yapılacak şey, hükümetin bir açıklama yaparak bir yıllık geçiş süresi sonunda 'Turkey' yazılı hiçbir postanın kabul edilmeyeceğini dünyaya açıklamasıdır. Habeşistan böyle yaptı, Etiyopya oldu. Biz bütün logolarımızı Türkiye olarak yazsak bile Turkey diyenlere engel olamayabiliriz. O nedenle, Etiyopya'nın izlediği yolu izlemeliyiz. Böylece ülkemizin dünya çapında kampanyası da yapılmış olur" önerisine katılıyor musunuz?
***
Ey vaiz sen bize vaaz edemezsin,
Çünkü her bir ilmin deryasıyız biz.
Bizim yurdumuza hiç gidemezsin,
Hakikat Kaf'ının Anka'sıyız biz.
Harabi
http://img.blogcu.com/uploads/toplumvetarih_yezidi.jpg
Yezidi Tavus/Taus Kuşu
Zümrüdü Anka
Kaf dağının Ankası
***
Halil Berktay
Taraf Gazetesi
Türkiye nire Turkey nire
Hey allahım! Bu, o kadar komik, o kadar komik bir "öneri" ve "hesap sorma" girişimi (!) ki, birkaç satır yazmaktan kendimi alamayacağım.
Önce tarih bilgisizliklerini düzeltelim.
(1) Hayır, ülkemiz (Süleyman Yağız'ın sandığı gibi) bir kümes hayvanının adıyla anılmıyor. Ülkemizin adı, kuşun adından mülhem değildir. Tersine, kuşun adı ülkemizin adından gelir. Daha net ifade edeyim : yaşadığımız ülkenin adının bugünkü şekli alması, o kuşa (hindiye) İngilizce'de "turkey" denmesinden çok öncedir. Çeşitli Türk boylarının 11. yüzyıldan itibaren Anadolu'ya göçü, Küçük Asya'nın demografik ve linguistik bileşimini değiştirdi. Buna bağlı olarak, Anadolu ile en yoğun alışverişte bulunan İtalyan (Venedik ve Cenova) tüccarı, 13. yüzyıldan itibaren bu diyardan "Turchia" diye söz etmeye başladı. Bu kullanım giderek yaygınlaştı; İtalyancadan diğer Avrupa dillerine de geçti. İngilizceye de böyle girdi. Yani (büyük harf T ile) "Turkey", İngilizcede bir kuşun adı değil, "Türklerin yaşadığı diyar" anlamında yerleşti. Bir başka ifadeyle, "Turkey", "Türkiye"nin İngilizce yazılışından başka bir şey değildir.
(1a) Süleyman Yağız dünyayı İngilizceden mi ibaret sanıyor? İngiliz ve Amerikalılar "Turkey" diyor. Fransızlar "Turquie". İtalyanlar? "Turchia". Burada, o kuş ile biçimsel benzeşme dahi tamamen kayboluyor. Ve ülke adının, Türklerin diyarı anlamına geldiği daha net ortaya çıkıyor.
(2) Zamanla Osmanlı İmparatorluğu büyüyüp genişledi, çok geniş bir alanı kapladı. Daha net bir ifadeyle, Avrupa ile Uzak Doğu (Çin, Hindistan vb) arasındaki çok geniş alana yerleşti. Öyle ki, bir kısım Avrupalıların gözünde, adeta Şarkın (Doğunun, Asya'nın) tamamıyla özdeş hale geldi. Üstelik Avrupa, Osmanlı'nın daha doğusunda kalan diyarların pek çok ürününü, maddi kültür ögelerini hep Osmanlı üzerinden elde etmeye başladı. Bu, bu tür pek çok şeye "Türkiye'den geliyor" diye bakılmasına yol açtı. Bizim "hindi" dediğimiz kuş için de böyle oldu. -- Yalnız burada, özel bir teşhis ve terminoloji yanlışı da söz konusu. Hindi, aslında sadece Amarika kıtasının yerli kuşudur. İngilizler bu kuş ile, Kolomb'dan sonra, Amerika'nın kolonizasyonu sırasında karşılaştılar. Bir teşhis hatası yaptılar: "Gine tavuğu" ile aynı kuş sandılar. "Gine tavuğu" Osmanlı üzerinden Avrupa'ya yayılmıştı ve bu yüzden "turkey cock = Türk horozu" adıyla anılıyordu. Dolayısıyla İngilizler, Kuzey Amerika'da gördükleri kuşa da "turkey cock", "turkey bird" veya kısaca "turkey" demeye başladılar. Böylece, dolambaçlı bir yoldan, "Türkiye" anlamında "Turkey"e izafeten kuşun adı "turkey" kaldı. Yalnız bu arada, aynı kuş Amerika'dan Avrupa'ya ve oradan Osmanlı topraklarına yayılırken, Osmanlılar aynı hataya düşmediler. Onlar bu yeni kuşun nereden geldiğini biliyorlardı : Amerika'dan. Ama Amerika'nın adı, birçok kimsenin dilinde, hala "West Indies", yani "Batı Hint Adaları" idi (çünkü Kolomb, Karayiplerde bir yerde karaya çıktığında, Hindistan'a vardığını sanıyordu). Batı Hint Adaları'ndan mülhem, kuşun adı Osmanlı Türkçesinde "hindî" ve sonuçta "hindi" oldu. Böylece aynı kuşa, İngilizler Osmanlı topraklarından yayılan Gine Tavuğu ile karıştırdıkları için "turkey", Osmanlılar ise (Amerika = Batı Hint Adaları'ndan geldiği gerekçesiyle "hindi" demiş oldular.
Geçelim. Bu tarih açıklamasının ötesinde, bir de dilin kullanımı sorunu var.
(3) Süleyman Yağız "özel isimler bir başka dilde de aynı şekilde yazılır" diyor. Kişi adları için doğru; ülke ve şehir adları için YANLIŞ. Ülke ve şehir adları, o dile belirli bir tarihsel-kültürel konjonktürde nasıl geçip yerleştiyse öyle yazılır. Habeşistan'ın Etiyopya'ya dönüşmesini örnek gösteriyor. Allah allah ! Acaba "Etiyopya", o ülkenin kendi dilinde de "Etiyopya" diye mi yazılıyor? Etiyopya devleti, sadece Etiyopya demekle kalmayacaksınız; üstelik bunu, aynen benim yazdığımı gibi yazacaksınız... diye mi karar almış??? Biraz mantık, lütfen. Başka bazı örnekler verelim.
(3a) İngiltere. Türkçeye İtalyanca üzerinden geçme (= Inghilterra). İngilizcenin kendisinde böyle bir sözcük yok. Herkesi kendi dilinde dahi "Türkiye" diye yazmaya zorlayacaksak, aynı kurala göre biz de Türkçede "England" veya "Great Britain" diye mi yazacağız? "Birleşik Krallık" ifadesi yerine, Türkçe metinlerde "United Kingdom" mı diyeceğiz? Mesela, "Bu yaz tatilimi United Kingdom'da geçirdim" mi diyeceğiz?
(3b) Londra. İngilizcesi "London". Bundan böyle, "London'un rakip takımları..." filan diye mi yazıp konuşacağız?
(3c) Yunanistan. Batı dillerinde genellikle "Greece", "Grece" veya bir türevi (Grek'lerden geliyor). Osmanlı Türkçesinde ve sonra Modern Türkçede (İyon'lar ve İyonya'dan türetilerek) Yunanistan denmiş. Oysa Yunanlılar kendilerine kuşkusuz "İyon" demiyorlar. Hatta "Grek" bile demiyorlar. "Hellen" veya "Elen" diyorlar. Ülkelerinin adını da "[H]elleniki Demokratia" olarak kullanıyorlar (zira Yunancada, Latin asıllı "res publica" = cumhuriyet sözcüğü yok; buna, bütün bir dil ve kültür geleneği içinde, "demokratia" denk düşüyor). Şimdi, Süleyman Yağız'ın getirmek istediği evrensel kurala (!) göre, biz de bundan böyle Yunanistan'dan, Türkçe yazar ve konuşurken, her seferinde "Elleniki Demokratia" diye mi söz etmeliyiz ??? Diyelim ki İnönü stadında milli maç oynanıyor. Skor tabelasında Türkiye ve Elleniki Demokratia mı yazacak ? Spiker, "Elleniki Demokratia orta saha oyuncusu Nikos..." diye mi maç anlatacak ???
(3d) Yok yok, daha da iyisi : bundan böyle, neden bütün Yunanca isimleri, doğrudan doğruya Yunan alfabesiyle yazmayalım ? Ve hatta Arapça isimleri özgün Arap ortografisiyle. Ve Hint, İran, Çin, Japon, İsrail isimlerini, hep kendi yazılarıyla ? Öyle ya; bizim herkesin Türkiye'yi Türkçe yazmasını talep etme hakkımız olacaksa, onların da aynı hakkı olmalı.
İlahi Süleyman Yağız! Sabah sabah hem güldürdünüz, hem de bana bu kadar yazdırttınız. İyisi mi ben bunu Taraf'a da bir yazı yapayım. Hep beraber gülelim, fena mı?
***
Bir baba gine tavuğu...
Murat Belge
http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=254073
DSP'li olup da CHP'den Meclis'e girenlerden birinin Türkiye'nin adının bütün yabancı dillerde de 'Türkiye' olarak yazılmasının sağlanmasına dair TBMM'de bir önerge verdiğini gazetelerde okumuştuk. Bugünlerde CHP kurultayı yaklaştığı için bazı köşedeşlerimiz CHP'nin niçin 'sosyal-demokrat' olamayacağı hakkında yazılar yazıyor (ben de çok uzun süredir aynı fikirde olmuşumdur, kendimi 'sosyal-demokrat' veya 'sosyalist' saydığım için de bu partiye yaklaşmamışımdır). Evet, CHP'den ne kadar sıksan sosyal-demokrasi çıkmaz, ama üç aşağı beş yukarı aynı nedenlerle, DSP'den de çıkmaz.
Zaten çıkan çıkıyor, görüyoruz. Epey süre önce CHP'den bir milletvekili de ortaöğretimde niçin bu kadar çok 'yabancı dil' öğretildiğine dair soru önergesi vermişti. O zat sonra AKP'ye geçti. Oysa o soruyu soracak bir kişinin asıl yeri CHP olmalıydı. Şimdi de DSP'li 'Turkey=hindi' adına takmış. 'Çıkan'lar, işte bunlar.
Baktım, bugünkü Taraf'ta Halil Berktay konuyu ele almış, her zamanki 'erüdisyon'uyla, niçin ve nasıl, ülkenin adının Amerika'nın keşfinden sonra Eski Dünya'nın tanıdığı bu kuşa verildiğini anlatıyor. Anlattıktan sonra, haklı olarak, alfabeler sorununa kadar getiriyor konuyu. Çinliler nasıl yazacak, bu muhterem 'solcu' milletvekilinin önerdiği 'Republic of Türkiye' adını? 'Almanya' der dururduk, ama Almanlar ülkelerini (ve kendilerini) bu adla anmıyorlar. Muhterem 'solcu' milletvekilinin bu çok 'ulusal' önerisi bütün dünyada kabul görürse, biz de 'Deutschland' demeye başlayacak mıyız?
'Türkiye' adı ilk İtalyanca 'Turschia'dan çıkar. Çeşitli halklar bunu kendi dillerinin telaffuzuna ve ortografisine uydurarak söylüyor, yazıyor. Bunu onlardan alıp kendi ülkemizin adı olarak kabul eden de biziz. İtalyanca'da bu kelime 'hindi' anlamına filan gelmiyor. Şimdi onlar da mı değiştirsin, kelimenin kullanımını!
Ya muhterem 'solcu' milletvekilinin bu itirazının uluslararası önemini idrak eden Hindistan, 'Vay, siz bize hindi diyormuşsunuz! Bunu hemen değiştirin!' diye bir nota verirse, bunu kabul edecek mi, muhterem 'solcu' milletvekili? Maça gittiğinde 'Bir baba gine tavuğu' diye bağırmaya razı mı? Ya o zaman Gine itiraz ederse?
Ama bu absürd konu değil, üstüne birkaç söz söyleme ihtiyacını duyduğum şey. Sağda veya solda (bizim şu andaki tuhaf ölçülerimiz içinde söylüyorum) durduğunu iddia eden partilere kaydolarak 'siyaset' yapan ve sonunda seçilip Meclis'e de girmeyi başaran milletvekilleri, bu arkadaşlarının bu şekilde, başka yığınla arkadaşlarının da yığınla başka biçimde kanıtladığı bir bilgi eksikliğini, bir akıl yürütme deformasyonunu, bir nitelik düşüklüğünü, daha ne kadar sürdürecekler? Böyle bir zat, böyle bir önerge vermeden önce, konuyu bilen birine danışmayı hiç düşünmez mi? Yoksa, danışmış da mı vermiştir? Öyleyse, danıştığı kimdir? Bu toplum bu niteliksizliğe ve bu temelsiz, mantıksız 'ulusalcı' ajitasyona daha ne kadar 'maruz' kalacak?
Şüphesiz, bu sorunun asıl muhatabı, cevabı vermesi gereken, toplumun kendisi. Toplum bu gibi demagojileri, ağzı açık bir kayıtsızlıkla seyre devam ettikçe, demagoji de devam edecektir.
Peki, neden bu böyle? Ha, soru böyle konunca, o zaman bunun muhatabı da 'toplum' değil. Bunun muhatabı, Türkiye'de parlamentoyu ve parlamentarizmi bu hale getirenler.
***
Turkey (Hindi) kelimesinin kökeni
İngilizcede “hindi” anlamına gelen Turkey kelimesinin nereden geldiğini biliyor musunuz? Peki İngilizlerin bize hindi diyerek hakaret ettiğini mi düşünüyorsunuz?
http://forum.hossohbet.com/makaleler/7900-turkey-hindi-kelimesinin-kokeni.html
Harvard Üniversitesi’nden doktora öğrencisi Giancarlo Casale “Turkey” kelimesinin orijini hakkında bir yazı yazmış. Bu yazının türkçe özetini okuyunca anlayacaksınız ki; aslında bizim HİNDİ dediğimiz fakat yakın bir tarihte (Amerika kıtasının keşfiyle) insanlığın tanıdığı bu kuş türüne avrupalılar TURKEY ismini vermeden çok önce ülkemize Turkey diyorlardı. Sözün özü, ingilizler Türkiye’ye hindi demiyor aksine HİNDİ’ye Türkiye diyor =)
Giancarlo Casale’in yazısı:
Konuşan hindi (turkey):
Memleketi Amerika olan bu kuşun adını Doğu’daki bir ülkeden nasıl aldığının hikayesi.
Hindi adını nereden aldı acaba? Bu zararsız soru bir sabah aklıma düştü ve noel tatilinin yaklaşmakta olduğunu fark ettim. Öncelikle hindi’den daha Amerikan hiçbir şey olmadığını düşündüm. Eti bu kıtaya gelen İngiliz göçmenlerini açlıktan kurtarmıştı. Minnettarlığımızı belirtmek için (eğer buna minnettarlık denilebilirse) her şükran gününde ve noel’de “turkey” yiyoruz, yıl boyunca da sandviç arasında götürüyoruz. Peki nasıl oldu da, bu yaratık adını orta doğu’daki bir ülkeden aldı? “Tesadüf müydü” diye kendime sordum ve araştırmaya başladım.
Bir sonraki gün bunu brezilyalı ev sahibime anlattığımda, bana portekizcede bu hayvana “peru” dediklerini söyledi. Aynı kuş ama farklı bir ülke..
Merakım artmıştı ve olayın kaynağına inmek istedim. Aynı öğleden sonra bir Türk buldum ve bu hayvanın Türkçe’deki adını sordum. “Hindi.. Hindistan’dan geliyor” dedi bana. Hindistan? İşler iyice karışmaya başladı.
Sonraki günlerde bu kuşun adını diğer dillerde aradım ve bulduğum sonuçlar oldukça şaşırtıcıydı. Araplar “etiyopya kuşu”, yunanlılar “fransız kızı”, iranlılar da “bukalemun” diyorlardı hayvancağıza.
İtalyanlar ise kuşun adının “türk mısırı”?ndan geldiğini söylüyorlar. Gene Türkiye’ye döndü muhabbet! Türk arkadaşım da mısır kelimesinin kendi dillerinde aynı zamanda bir ülke olduğunu söylemesin mi? İyice kafam karıştı.
Olay çığırından çıkmak üzereydi ama ben araştırmaya devam ettim. Fransızca’da kuşun adı “dinde”, yani “Hindistan’dan gelen” anlamına geliyor, Türkçe’de olduğu gibi. Kelime Almanca ve Rusça?da da benzer anlamlar taşıyor. Sonunda sonuca doğru ilerlediğimi düşündüm ve bir arkadaşımın Hindistan’lı karısını aradım, acaba Hindistan’da bu hayvana ne diyorlardı?
“Hmm” dedi, “bizim ülkede hindi (turkey) yoktur. Amerika’dan geliyor, herkes bunu bilir?
dedim “evet, ama bi ismi olması lazım dilinizde. televizyonda film oynarken aktörler hindiler hakkında konuşursa, bunu çevirmeniz gerekir dilinize, öyle değil mi”?
“o zaman sadece Amerika’da kullanılan kelimeyi söyleriz, “turkey” deriz herhalde” dedi.
İşte o an anladım ki sonuca tek başıma ulaşmam imkansızdı. Profesyonel yardıma ihtiyacım vardı. Harvard Üniversitesi’nde Türkoloji profesörü Şinasi Tekin’le konuyu görüşmek için randevu aldım.
Ofisine doğru gittiğimde pişman olmayacağımı anlamıştım bile. Prof. Tekin ermiş bir yüze ve beyaz bilgili bir sakala sahipti. Odasında bir yığın kitap vardı ve sorumun cevabının burada olduğunu biliyordum. Sorumu sordum ve profesör Tekin’in yanıtını dinlemeye başladım.
”Türkiye”de köylerde bir kuş vardır, adına çulluk denir. Hindiye benzer ama daha ufaktır ve eti çok daha lezizdir. Amerika’nın keşfinden çok zaman önce İngiliz tüccarlar bu leziz çulluğu keşfedip İngiltere’ye götürmüşlerdi ve gayet ilgi gören bu hayvana “Türk kuşu”, ya da “turkey” demişlerdi. Daha sonra İngilizler Amerika’ya gidince, oradaki kuşların da çulluk olduğunu düşünüp yanılgıya düşmüşlerdi. Fakat dünyadaki diğer ülkeler bu yanılgıya düşmediler. Onlar bu kuşun Amerika?dan geldiğini biliyorlardı, ve kuşa “hint kuşu”, “peru kuşu”, “etiyopya kuşu” adını verdiler. O zamanlar “Hindistan”, “peru” ve “Etiyopya” yeni kıta Amerika için verilen isimlerdi, insanların coğrafya bilgisi o zaman gelişmemişti ve “Amerika” isminin yaygınlaşması uzunca bir süre aldı.
Amerikalılar kuşlarını tüm dünyaya ihraç ettiler ve hatta Türkler de hindi’yi yemeye başladılar. Kendi lezzetli çulluklarını çoktan unutmuşlardı. Bu oldukça üzücü, çünkü çulluğun eti çok daha lezzetlidir.?
**
Hindi'nin milliyeti
Türkiye ve Hindi-Turkey Konusunun Tarihsel Kökenleri Üzerine
İslami Kaynaklarda Adem neden "Hindistan"a indirilir?
«Türk » Kavramının Tarihteki Anlamları Hakkında...
Erken Resim-yazı çizimlerinde Gök,Yer,Adam Ve Kadın..
Din ve Mezheplerde Sürekliliğin İzlenmesi-2
Kavramların Serüveni...
**************************************************************
7.04.2009
6.04.2009
Urfa Buluntusu Mezar ve Cenaze Töreni Mozayiği
CENAZE TÖRENİ MOZAİĞİ
Buluntu Yeri: 1956 yılında J. B. Segal tarafından Şanlıurfa merkez Eyyubiye Mahallesi’nde bir kaya mezarında bulunmuştur. Parçalanmıştır, parçalarından bir kısmı Beyrut’ta bir antikacı pazarında görülmüştür.
Çalıntı Yeri: Bulunduğu yerden çalınmıştır.
Çalıntı Tarihi: Bilinmiyor.
Envanter Bilgileri:
Mozaik eserin en dışında sarı, mavi kırmızı renkli saç örgüsü motifli band bulunmaktadır. Bunun hemen içinde kırmızı renkli bir şerit band vardır. Tarih olarak eksik formda 549 yılı verilmiştir, bu da 238 yılına karşılık gelir. Mozaikteki yazılar yukarıdan aşağıya doğru dört ayrı yerde verilmiştir.
Mozaik üzerinde sekiz kişi bulunmaktadır. Arkalıklı tahtta oturan bir bayan figürü sağ elini sağa doğru açmış ve sol elini taht ile sol bacağı üzerine dayamıştır. Başında köfü bulunmaktadır. Köfünün üzerinde ise sarı yaşmak vardır. Elbisesi pembe renkli olup üzerinde sarı renkli ehram bulunmaktadır.
Bu bayanın sağında divana uzanmış bir erkek figürü yer alır. Sol kolunu pembe renkli yastığa dayamış ve sol elinde çift kulplu kâse tutmaktadır. Elbisesi gri renklidir. Sakallı ve bıyıklı olup başında bir tür başlık vardır. Sağ kolu sağ bacağı üzerine doğru uzatmıştır. Önünde kendisi ile aynı renk elbise giyen figürün elinde ise kâseye ait altlık bulunmaktadır. Pembe renkli bir şalvar giymiştir. Daha yakın planda iki figür daha vardır Bunlar büst şeklinde görülmektedir ve her ikisi de sarı elbiselidir. Arka planda ise ayakta üç kişi görülür. Birisi bayan ikisi baydır. Bayanın başında mavi renkli yaşmak ve vücudunu örten aynı renk ehram vardır. Elbisesi pembe renktedir. Erkek figürlerden birisi sarı diğeri ise pembe renkli elbiselidir.
Bu çerçeveli kompozisyonun hemen üzerinde üçgen motifli band ile siyah ve kırmızı renkli çizgi şeridin üzerinde Süryanice yazıtın bulunduğu kısım yer almaktadır ancak yer yer tahrip olmuştur.
Mozaik eser Süryanice yazıtlıdır.
Yazıtın tercümesi:
(Beş) yüz (kırk) dokuz yılının Ağustos ayında Ben Barbaşamin oğlu Zeydallat; bu mezarı kendim için ve çocuklarım için yaptım.
Zeydallat’ın eşi Avi.
Zeydallat’ın kızı Kimi.
Barba’şamin oğlu Zeydallat.
Zeydallat oğlu Barşalmo.
Zeydallat oğlu Ma’mi.
Zeydallat kızı Z……
Zeydallat oğlu M……..u.
Zeydallat oğluBarba’şamin.
***
( Bu tür bilgileri ileti halinde TvT'ye aktaran, www.suryaniler.com'dan sayın Özcan Geçer'e teşekkürlerimle...)
********************
Eski Hayvan Totemlerden Urfa Mezar Mozaiklerine...
*********************************************************************
5.04.2009
Göbekli Tepe
Göbekli Tepe
5.4.2009
....une architecture monumentale , ancien lieu de culte....
**
**
reconstitution ?
**
Göbekli Tepe - 9000 BC
Photos and explanatory text from the Image Science 8 / 2000 and 1 / 2002
Unnoticed by the rest of the world was in South-East Anatolia discovered a miracle: The oldest place of worship in the world - far older than the previously traded as the oldest city of Jericho - comes up with wonderful animal sculptures on. How does that fit together that paleolithic hunters and gatherers at such a high cultural level of development are?
The fact is, in any case - and Sitchin explains: The two-stream country was destroyed by the deluge and uninhabitable. The survivors settled on the surrounding heights. Enlil gives the surviving people of the deluge equipment and seeds. In the highlands, the agricultural sector. Enki domesticates animals.
http://www.urgeschichte.org/DieBeweise/GobekliTepe/gobeklitepe.htm
Of the oldest temples in the world will get bigger and more powerful. During the last excavation campaign, Dr. Klaus Schmidt and his German and Kurdish volunteers in East Anatolia 11 new giant pillar uncovered. Altogether there are now 36th All measure about three meters - with two exceptions: These pillars are five meters high, when they are fully excavated. Thus they are as big as the monoliths of Stonehenge - but the Kalksteinkolosse in osttürkischen Bergland 6000 years older.
Before 11,000 years ago, at the end of the Palaeolithic, hunter-gatherer created on the Göbekli Tepe ( "navel hill") is a complex cult center, which until today is no comparison (Bild der Wissenschaft 1 / 2002, "The House of the Foxes"). The prehistorian of the German Archaeological Institute presented several round and rectangular rooms with up to 15 meters in diameter free - a monumental architecture, the scientists the "primitive" Stone Age societies have not wanted to admit.
The sensation, however, the T-shaped pillars, the pieces of the limestone ridge of the pickled and Terrazzoböden roads have been established. They are free or are incorporated into the masonry, half is decorated with animal reliefs with foxes, lions, bulls, ducks, wild boar and snakes. Since the last campaign also inhabit gazelle-like and two cranes Onagaer stylized water before the stone zoo.
A newly excavated area goes up to 4 meters in depth and has the gigantic inner diameter of 20 meters. In this "Appendix C" massage on the piers, the depictions of wild boar. Schmidt: "Here, people have acted with a particular fondness for boar had." Previously appeared most often on foxes.
Schmidt can explain the wild boar scrum just as the - also unique - pictograms on the piers. Rätselhaft probably remain for ever, why the stone temple Zeitler their carefully zuschütteten. This fact owes Schmidt now secured his dating Wunderbaus: A geochemical method can Versinterung of the stones in time to be determined. The first set, when the masonry was overcast, so after the plant had been buried.
***
Göbekli Tepe - 9000 BC
Photos et texte explicatif de l'Image Science 8 / 2000 et 1 / 2002
L'insu du reste du monde a été dans le sud-est de l'Anatolie a découvert un miracle: le plus ancien lieu de culte dans le monde - soit beaucoup plus vieux que précédemment commercialisés sous la plus vieille ville de Jéricho - revient avec de magnifiques sculptures sur des animaux. Comment cela se fit en même temps que les chasseurs et cueilleurs paléolithique à un niveau culturel élevé de développement?
Le fait est, en tout cas - et Sitchin explique: Les deux flux de pays a été détruit par le déluge et inhabitables. Les survivants s'installent sur les hauteurs environnantes. Enlil donne aux gens de survivre au déluge des équipements et des semences. Dans les hautes terres, le secteur agricole. Enki animaux domestique.
http://www.urgeschichte.org/DieBeweise/GobekliTepe/gobeklitepe.htm
Parmi les plus anciens temples dans le monde deviennent de plus en plus puissant. Au cours de la dernière campagne de fouilles, le Dr Klaus Schmidt et ses bénévoles en allemand et en kurde dans l'Est de l'Anatolie 11 nouveaux pilier géant découvert. Au total, il existe maintenant 36ème Tous mesure environ trois mètres - à deux exceptions près: Ces piliers sont cinq mètres de haut, quand ils sont entièrement fouillée. Ainsi, elles sont aussi grandes que des monolithes de Stonehenge - mais la Kalksteinkolosse dans osttürkischen Bergland 6000 ans de plus.
Avant de 11.000 ans, à la fin du paléolithique, chasseurs-cueilleurs créé sur le Göbekli Tepe ( «nombril colline») est un complexe de centre de culte, qui jusqu'à aujourd'hui est sans comparaison (Bild der Wissenschaft 1 / 2002, "La Maison de le renard ").
Le préhistorien de l'Institut archéologique allemand a présenté plusieurs pièces rondes et rectangulaires, avec un maximum de 15 mètres de diamètre libre - une architecture monumentale, les scientifiques de la "primitive" Stone Age sociétés n'ont pas voulu l'admettre.
La sensation, cependant, les piliers en forme de T, les pièces de la crête de calcaire pour le décapage et Terrazzoböden routes ont été mis en place. Ils sont gratuits ou sont incorporés dans la maçonnerie, la moitié est décoré de reliefs d'animaux avec des renards, des lions, des taureaux, des canards, des sangliers et des serpents. Depuis la dernière campagne habitent gazelle-like et de deux grues Onagaer stylisés l'eau avant de la pierre zoo.
Une nouvelle zone de fouilles va jusqu'à 4 mètres de profondeur et a le diamètre intérieur du gigantesque de 20 mètres. Dans cette "Annexe C" de massage sur les quais, les représentations de sanglier. Schmidt: "Ici, les gens ont agi avec une certaine prédilection pour le sanglier avait." Auparavant, semble le plus souvent sur les renards.
Schmidt peut expliquer le sanglier tout comme la mêlée - aussi unique - de pictogrammes sur les quais. Rätselhaft restera probablement à jamais, pourquoi les Zeitler leur temple de pierre soigneusement zuschütteten. Ce fait doit Schmidt obtenu son datant Wunderbaus: Une méthode géochimique Versinterung des pierres dans le temps à déterminer. La première série, lorsque la maçonnerie était couvert, après l'usine avait été enterré.
**
Göbekli Tepe - 9000 BC
Bilder und erklärende Texte aus Bild der Wissenschaft 8/2000 und 1/2002
Unbemerkt vom Rest der Welt wurde in Süd-Ost-Anatolien ein Wunder entdeckt: Die älteste Kultstätte der Welt - weit älter als das bisher als älteste Stadt gehandelte Jericho - wartet mit wunderbaren Tierskulpturen auf. Wie passt das zusammen, dass altsteinzeitliche Jäger und Sammler auf einer solch hohen kulturellen Entwicklungsstufe stehen?
Das ist jedenfalls Fakt - und Sitchin erläutert: Das Zweistromland war durch die Sintflut zerstört und unbewohnbar. Die Überlebenden siedelten sich auf den umliegenden Höhen an. Enlil übergibt den überlebenden Menschen der Sintflut Geräte und Samenkörner. Im Hochland beginnt die Landwirtschaft. Enki zähmt Tiere.
http://www.urgeschichte.org/DieBeweise/GobekliTepe/gobeklitepe.htm
DER ÄLTESTE TEMPEL der Welt wird immer größer und gewaltiger. In der letzten Grabungskampagne haben Dr. Klaus Schmidt und seine deutschen und kurdischen Helfer in Ostanatolien 11 neue Riesenpfeiler freigelegt. Insgesamt sind es jetzt 36. Alle messen über drei Meter - mit zwei Ausnahmen: Diese Pfeiler werden fünf Meter hoch sein, wenn sie komplett ausgegraben sind. Damit sind sie so groß wie die Monolithe von Stonehenge - nur sind die Kalksteinkolosse im osttürkischen Bergland 6000 Jahre älter.
Vor 11.000 Jahren, am Ende der Altsteinzeit, schufen Jäger und Sammler auf dem Göbekli Tepe („Nabelberg") ein komplexes Kultzentrum, zu dem es bis heute keinen Vergleich gibt (bild der wissenschaft 1/2002, „Das Haus der Füchse"). Der Prähistoriker des Deutschen Archäologischen Instituts legte mehrere runde und rechtwinklige Räume mit bis zu 15 Meter Durchmesser frei - eine Monumentalarchitektur, die Wissenschaftler den „primitiven" Steinzeitgesellschaften bislang nicht zugestehen wollten.
Die Sensation jedoch sind die T-förmigen Pfeiler, die am Stück aus dem Kalkstein des Bergrückens gepickelt und auf planierten Terrazzoböden aufgestellt wurden. Sie stehen frei oder sind ins Mauerwerk eingebunden, die Hälfte ist mit Tierreliefs geschmückt: mit Füchsen, Löwen, Stieren, Enten, Keilern und Schlangen. Seit der letzten Kampagne bevölkern zusätzlich gazellenartige Onagaer und zwei Kraniche vor stilisiertem Wasser den steinernen Zoo.
Ein neu ausgegrabener Raum geht bis 4 Meter in die Tiefe und hat den gigantischen Innendurchmesser von 20 Metern. In dieser „Anlage C" massieren sich auf den Pfeilern die Darstellungen von Wildschweinen. Schmidt: „Hier haben Leute agiert, die eine besondere Vorliebe für Keiler hatten." Bislang tauchten Füchse am häufigsten auf.
Erklären kann Schmidt das Wildschwein-Gedränge ebenso wenig wie die - ebenfalls einmaligen - Piktogramme auf den Pfeilern. Rätselhaft bleibt wohl für immer, warum die Steinzeitler ihren Tempel sorgfältig zuschütteten. Diesem Umstand verdankt Schmidt die nun gesicherte Datierung seines Wunderbaus: Mit einer geochemischen Methode kann die Versinterung der Steine zeitlich bestimmt werden. Die setzte erst ein, als das Mauerwerk bedeckt war, also nachdem die Anlage zugeschüttet worden war.
**
Göbekli Tepe - 9000 aC
Foto e testo esplicativo della Scienza Immagine 8 / 2000 e 1 / 2002
Inosservato il resto del mondo è stato nel Sud-Est Anatolia scoperto un miracolo: il più antico luogo di culto nel mondo - molto più di quanto precedentemente negoziate la più antica città di Gerico - nasce con una magnifica scultura su animali. Come funziona adatti insieme che paleolitico cacciatori e raccoglitori ad un alto livello culturale di sviluppo sono?
Il fatto è, in ogni caso - e Sitchin spiega: I due-stream paese è stato distrutto dal diluvio e inabitabile. I sopravvissuti si insediano sulle alture circostanti. Enlil dà superstite gente del diluvio attrezzature e sementi. Nelle Highlands, il settore agricolo. Enki domesticates animali.
http://www.urgeschichte.org/DieBeweise/GobekliTepe/gobeklitepe.htm
Tra i templi più antichi del mondo avranno più grande e più potente. Durante l'ultima campagna di scavi, Dr. Klaus Schmidt e il suo tedesco e curdo volontari in East Anatolia 11 nuovi giganti pilastro scoperto. In totale ci sono ora 36. Tutte le misura di circa tre metri - con due eccezioni: I pilastri sono cinque metri di altezza, quando sono completamente scavato. Così sono grandi come i monoliti di Stonehenge - ma il Kalksteinkolosse nel 6000 Bergland osttürkischen anni di età.
Prima di 11000 anni fa, alla fine del Paleolitico, cacciatori-raccoglitori creato sul Göbekli Tepe ( "ombelico collina") è un complesso centro di culto, che fino ad oggi non è il confronto (Bild der Wissenschaft 1 / 2002, "La Casa di Le volpi "). Il prehistorian del Archeologico Istituto tedesco ha presentato diversi ambienti rettangolari e rotonde con un massimo di 15 metri di diametro, libero - una monumentale architettura, gli scienziati il "primitivo" Stone Age società non hanno voluto ammettere.
La sensazione, però, la forma di T-pilastri, i pezzi di calcare il crinale del decapato e Terrazzoböden strade sono state stabilite. Essi sono liberi o sono incorporati in muratura, la metà è decorata con rilievi di origine animale con le volpi, leoni, tori, anatre, cinghiali e serpenti. Dopo l'ultima campagna abitano anche gazzella-come e due gru Onagaer stilizzata acqua prima pietra zoo.
Un recente scavo va fino a 4 metri di profondità ed è il gigantesco diametro interno di 20 metri. In questa "Appendice C" massaggio su moli, le raffigurazioni di cinghiale. Schmidt: "Qui, le persone hanno agito con una particolare predilezione per il cinghiale era". In precedenza è apparso più spesso su volpi.
Schmidt può spiegare il cinghiale mischia come: - l'unica anche - pittogrammi sui moli. Rätselhaft probabilmente rimarrà per sempre, perché il tempio di pietra ZEITLER loro attenzione zuschütteten. Questo fatto deve Schmidt ora garantito la sua datazione Wunderbaus: Un metodo può Versinterung geochimici delle pietre in tempo per essere determinata. La prima serie, quando la massoneria è stato coperto, per cui dopo l'impianto era stato sepolto.
**
Göbekli Tepe - 9000 aC
Fotos y texto explicativo de la Ciencia Imagen 8 / 2000 y 1 / 2002
Inadvertida por el resto del mundo fue en el sudeste de Anatolia descubrió un milagro: el más antiguo lugar de culto en el mundo - mucho más que el previamente negociados como la ciudad más antigua de Jericó - viene con maravillosas esculturas de animales. ¿Cómo es que encajan entre sí que paleolítica cazadores y recolectores a tan alto nivel de desarrollo cultural son?
El hecho es, en todo caso - y Sitchin explica: El flujo de dos país fue destruida por el diluvio y inhabitable. Los sobrevivientes se asentaron en las alturas circundantes. Enlil le da la población superviviente de la avalancha de equipo y semillas. En las tierras altas, el sector agrícola. Enki domesticates animales.
http://www.urgeschichte.org/DieBeweise/GobekliTepe/gobeklitepe.htm
De los templos más antiguos del mundo sean más grandes y poderosos. Durante la última campaña de excavación, el Dr. Klaus Schmidt y su alemán y voluntarios kurdo en el este de Anatolia 11 nuevos pilar gigante descubierto. En total, hay ahora 36a Todos medida unos tres metros - con dos excepciones: Estos pilares son cinco metros de altura, cuando están totalmente excavada. Por lo tanto, son tan grandes como los monolitos de Stonehenge - Kalksteinkolosse pero el Bergland osttürkischen en 6000 años de edad.
Antes de 11.000 años atrás, al final del Paleolítico, los cazadores-recolectores, creada en el Göbekli Tepe ( "colina ombligo") es un complejo centro de culto, que hasta el día de hoy no es la comparación (Bild der Wissenschaft 1 / 2002, "La Casa de la los zorros "). El prehistoriador del Instituto Arqueológico Alemán presentó redondos y rectangulares de varias habitaciones con un máximo de 15 metros de diámetro libre - una arquitectura monumental, los científicos de la "primitiva" edad de piedra, las sociedades no han querido admitir.
La sensación, sin embargo, los pilares en forma de T, los pedazos de la piedra caliza de la cresta en vinagre y Terrazzoböden carreteras se han establecido. Son libres o se incorporan a la albañilería, la mitad está decorado con relieves de animales con los zorros, leones, toros, patos, jabalíes y serpientes. Desde la última campaña también habitan-como gacela y dos grúas Onagaer estilizada agua antes de la piedra zoológico.
Un nuevo área excavada es de hasta 4 metros de profundidad y tiene el gigantesco diámetro interior de 20 metros. En este "Anexo C" masaje en los muelles, las representaciones de jabalí. Schmidt: "Aquí, la gente ha actuado con especial cariño para jabalí había". Anteriormente apareció con mayor frecuencia en los zorros.
Schmidt puede explicar el jabalí al igual que la melé - también única - pictogramas sobre los muelles. Rätselhaft probablemente seguirá siendo para siempre, ¿por qué el templo de piedra cuidadosamente sus Zeitler zuschütteten. Este hecho debe Schmidt ahora garantizado su datación Wunderbaus: Un método puede Versinterung geoquímica de las piedras en el tiempo que se determine. La primera serie, cuando la mampostería se nublado, así que después de la planta había sido enterrado.
*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-
Klaus Schmidt : Göbekli Tepe/ En eski Tapınağı Yapanlar
Klaus Schmidt : Göbekli Tepe/ En eski Tapınağı Yapanlar
5.4.2009
http://www.arkeolojisanat.com/tr/product_details.asp?product=535
Göbekli Tepe (Klaus Schmidt)
Aşağıda, “Arkeoloji ve Sanat Yayınları”ndan çıkmış olan “Klaus Schmidt .Göbekli Tepe/ En eski Tapınağı Yapanlar” başlıklı kitaptan yapılan bazı alıntı/bölümler bulunmaktadır.
Bu çabayı sürdüreceğiz ve daha sonra K. Schmidt’in Göbekli Tepe kazılarından elde edilen bulgulara ilişkin yorumlarına ve değerlendirmelerine dönme fırsatımız olacak…
Fakat şimdiden şunları söylemekte pek sakınca yok: ”İlk tapınak”, “avcı- toplayıcı topluluk” gibi doğruluğu çok şüpheli erken genel yargılar bir yana, Göbekli Tepe’ye ilişkin olarak bay K. Schmidt’in değerlendirmelerinde, eski toplumların hayvan totemler ve bunların dinsel inançtaki yerleri vb. pek, hatta hiç, göz önünde tutulmamaktadır.
Oysa, domuzdan eşeğe, aslandan tavşana, turnadan ceylan’a kadar burada resmedilmiş hayvanlar, toplum bilim alanında çalışan bir uzmana , “hayvanat bahçesine girme hissi” değil, verse verse, eski toplumun örgütsel yapılanmasındaki o yüksek bilgeliği ve zenginliği anlatabilmeliydi....
Göbekli Tepe’de söz konusu olanın, genel , anlamsız ve karmaşık bir “ hayvan”lar değil, çok somut ve belirli bir hayvan dizgesi olarak var olduğunu ve bunun da o zamanki toplulukların karşılıklı ilişki ve örgütlenmesiyle bağlantılı olduğunu saptayabilmektir..
Bay K. Schmidt’e çalışmalarından ötürü teşekkür duygumuz , ona eleştiride bulunmaya engel değil..
Bu tür konuları adım adım örerek , bilgilenim sürecini ilerleteceğiz..
S. Kaçmaz
***************************
“Klaus Schmidt .Göbekli Tepe/ En eski Tapınağı Yapanlar”
Arkeoloji ve Sanat Yayınları..
………Bu kaynaklar aynı zamanda, zafer kazanmış Makedonyalı Büyük İskender’in M.Ö. 4. yüzyılın 30’lu yıllarında şehri “Edessa” olarak isimlendirmesine de neden olmuştur. Bu ismi Makedonya ‘da bir resim kadar güzel şelaleleri olan kendi şehri Edessa’yı anmak için vermiştir.
Sf.24
………..
Buranın (Gürcü Tepe) zengin hayvan türleri (Göbekli Tepe’de ise bir tek hayvan türü tespit edilmiştir)sadece yabani hayvanları öncelikle de yabani boğayı, ceylanı, yabani domuzu, tilkiyi ve onageri, yani asya yaban eşeğini kapsamaktaydı. Benzeri bir buluntu da Reinder Neef tarafından yapılan botanik buluntuların analizinde de kendini gösterdi: Gürcütepe’de kültüre alınmış bitkiler var ama Göbekli Tepe’de hiç yok.Sonuç olarak Göbekli Tepe’deki yapılar Gürcütepe’den daha eski değillerdi ama bu bölgedeki insanların daha farklı beslenme alışkanlıkları vardı ve farklı besin kaynaklarına sahiptiler.
Gürcütepe’deki (vadi yerleşmeleri) Göbekli Tepe’deki dağ yerleşmesi)karşısında konumlanmıştı ancak sürekli derin zıtlıklar ortaya çıkmaktaydı. Bu nedenle Göbekli Tepe ve Gürcütepe’nin bu iki buluntu yerinin ilk neolitik yerler arasında,iki karşıt örnek oldukları sonucunu çıkarabiliriz.(resim 22)
Sf.90
…….
Sessizlik Kuleleri….Bununla beraber bu düşünceler bizi batıda yaygın olmayan bir ölü gömme tören çeşidine, sessizlik kulelerine yöneltiyor.Bu tanımlama 19. yy’da Avrupalılar tarafından özel işlevleri olan İran-Hint yapıları için kullanılmıştır.İran’da bu tür yapılara “mezar” Dakhmah denilmektedir. Ancak burada özel biri mezar söz konusudur. Zerdüşt dininde, toprak, su, hava ve ateş kutsal sayılır ve kirletilmeleri yasaktır. Bu nedenle cesedi ne yakmak ne de toprağa gömmek mümkündür. Çözüm ölünün gökyüzü altında kayalar üzerine bırakıldığı “güneş gömmesindedir” Leş yiyici kuşların kolayca görebilmesi için Dakhmahlar su ve bitkinin olmadığı yüksek yerlere yapılır. Bu nedenle sessizlik kuleleri, kuleden daha çok büyük bir havuzla karşılaştırılabilir. Özellikle leş yiyici kuşlar ve rüzgar ve diğer hava koşulları ölünün çabuk çürüyen bölümlerinin ortadan kaldırılmasını üstlenir.Geriye kalan kemikler ise kayaya oyulmuş çukurlara veya da (Astodan) denilen taş sandukalara konulur……
Burada Göbekli Tepe’de ele geçen kemik buluntuları arasında leş yiyen karga türü kuşların oranının yüzde elli olduğunu söylemek gerekmektedir. Bulunan akbaba kemiklerinin sayısı da hiç az değildir. Belki bu hayvanlar uzaklara bakabilecekleri böylesi yerleri çok seviyorlardı ama belki de burada aynı zamanda “yiyecek” bir şeyler de buluyorlardı.
Sf.133
……….
…..Burası betimlemelerdeki yabani domuzların daha doğrusu erkek yaban domuzların yoğunluğu nedeniyle gazeteci Michael Zeick tarafından erkek yaban domuzu evi olarak tanımlanmıştır.Ancak bu tanımlama pek doğru değildir çünkü çapı 30 metreden daha geniş böylesi büyük ve gösterişli yapının,başlangıçta üstünün kapalı olması oldukça zordur.Çok özel önemleri olan erkek yaban domuzlar ise hemen fark edilmekte.C yapısında açığa çıkarılan kabartmalardan altı tanesi erkek yaban domuzuna aittir.Bulunan toplam dört erkek yaban domuzu heykelinin üç tanesi buradan çıkmıştır.
Sf.138
……………..
Ağdaki ördekler?
Dikilitaş on ikide ikinci çevre duvarının içine inşa edilmiştir. Burada ise şans eseri T başı ve gövdenin büyük bir bölümü açıkta kaldığı için uzaktan bile görülebilmektedir.Bu dikilitaşta da bir sürpriz bekliyordu bizleri…Dikilitaş on birde olduğu gibi T başında bir kabartma süs vardı ama ilk kez tüm yüzeyi kaplamaktaydı. Ördeğe benzeyen beş tane kuş ağ benzeri çizgili bir desen önünde hareket etmekte sanki sanatçı boş yüzeyleri doldurma içgüdüsüyle (bunun uzmanlar arasındaki deyimi ise Latince Horror vacui, yani boşluktan nefret)ağ desenini tüm T başa yaymış ve sadece kuşlar için bir yer bırakmıştır….
Sf.139
…………….
C yapısının iç çevre duvarının üst kenarında dikilitaş 24 ve 36 arasında üzerinde neredeyse bütün olarak koruna gelmiş yüksek kabartma olan büyük bir kireç taşı levha buldum. Kabartmada dizleri üstüne çökmüş küçük bir köpeğe benzeyen küçük dişleri dışarıda, kıvrık geniş bir kuyruğu olan bir hayvan betimlenmiştir. Kafası, “ dişleri dışarıda yırtıcı hayvan” tipi ana hatlarına çok benzeyen oldukça iyi koruna gelmiş bu örnek, genel bir yeniden kurgulamaya olanak sağlamaktaydı. Yüksek kabartma “sürüngenler” tipiyle birlikte,burada yeni bir betim tipi ortaya çıkmaktadır:Çömelmiş, saldırıya hazır,saldırgan, yırtıcı hayvan.
Sf.141
………
Sırt üstü yatan yaban domuzunun özgün konumda açığa çıkarıldığını diğer özellikleri de desteklemektedir: Kabartmalı kapı delik taşına, kendi tarzında şimdiye kadar hiç bilinmeyen yapı elemanı da eşlik etmektedir. Önce güneyde, kapı delik taşı önünde bütünüyle plastik özellikler taşıyan bir hayvan heykeli açığa çıkartıldı. İlk önce bu güçlü yırtıcı hayvanın boğazının yırtılırcasına açılmış olduğu tespit edildi. Bu heykelin bir aslana mı yoksa bir ayıya mı ait olduğu saptanamamıştır. Kazıların ileri aşamalarında bu betimli sütunun diğer parçası buradan sadece seksen santimetre uzaklıkta ortaya çıkartıldı. Kazının daha sonraki aşamalarında ise doğudaki sütunun batıdaki benzeri ile birlikte şimdiye kadar hiçbir yerde benzeri olmayan U biçimli görkemli, monolitik bir nesneye ait olduğu anlaşılmıştır. Bu taşın kapı delik levhası ile birlikte C yapısının girişini işaret etmekte olduğu açıkça görülmektedir.80 cm genişliğindeki delikten bakıldığında açığa çıkarılan yırtıcı hayvanın türü rahat bir şekilde değerlendirildiğinde, doğudaki heykeli de bunun yansıması gibi düşünürsek karşımıza neredeyse “bir aslanlı kapı” çıkmakta. Yırtıcı hayvanlar bu girişi korumaktadır: Kapı delik levhasındaki sırt üstü yatmış erkek yaban domuzu ise buradan bakanlara görsel olarak önünde ilerleyen yolun bir başka bölgeye-ölüler ülkesine- gitmekte olduğunu gösterir gibidir.
Sf.143
…………..
…..Bir örnekte ise Romalı Tanrı Janus’ta olduğu gibi, bir yüzüyle öne diğer yüzüyle arkaya bakan bir betimleme söz konusu.Buluntu yeri belli olmamakla birlikte,kesinlikle ilk neolitik çağa tarihlenen benzeri bir başka buluntunun ise Gaziantep Müzesi’nde olduğundan bahsedilmişti.
Nevari Çori heykelleriyle karşılaştırıldığında ortaya oldukça ilginç gözlemler çıkmakta. Orada “kuş” motifi ve insan başı iki kez tespit edilmiştir, ancak saldırgan yırtıcı hayvan betimleri hiç görülmemektedir; en azından bu durum büyük plastik betimlerde böyledir. Kireçtaşından yapılmış kurt ya da aslan başına benzeyen bir küçük hayvan kafası heykeli Göbekli Tepe’de bulunan büyük yırtıcı hayvan motiflerini hatırlatır.
Nevali Çori’de az sayıda plastik örnekler olduğu gözlemi çok önemlidir. Çünkü kötülüklerden koruyucu yabani hayvanların burada olmayışı, buranın Göbekli Tepe’deki kült yerinden çok daha farklı bir işleve sahip olduğuna işaret etmektedir; Nevali Çori yaşayanların yeriydi, Göbekli Tepe ise ölülerin…
Sf 145
…………….
Giriş taşları, çifte delikler ve oyuklar bu bölümde işlevi tam olarak anlaşılamayan ancak yuvarlak dikili taşlı yapılarda göze çarpan bazı özelliklerinden bahsedeceğiz. Çevre duvarının iç kısımlarında bazen 20- 30 cm iç mekana uzatılan taşlar bulduk. Bu taşlar duvara sıkıca yerleştirilmiş durumdaydı. Önce bunların bir türü merdiven gibi iç mekana geçişi sağlayan giriş taşları olduğunu düşündük bu görüş, kazıların ilerleyen aşamalarında geçerliliğini yitirdi; çünkü öne doğru çıkan taşlar yukarı duvar bölgesinde yer almaktaydı ve merdivenimsi bir şekilde dizilmemişti: Kazı işçilerinin aklına gelen ilk düşünce ise, bu yükseltilere mumların yerleştirildiğiydi. Mantıklı olarak böyle bir şey olası değildi. Ancak derin tabaklar ya da kaşık biçimindeki yağ lambaları son Neolitik çağdan beri bilinmekteydi ve benzerleri Göbekli Tepe buluntuları arasında yer almaktaydı.
Eğer bu yorum doğru ise, o zaman aydınlanma gereksinimi sorunu ve bununla bağlı olarak ta yapının üstünü kapatan bir dam konstrüksiyonu ya da yapının gece kullanılmasıyla da ilgili olasılıklarla karşı karşıyayız demektir. Bununla beraber en azından bu taşlardan bazılarının hayvan ya da insan biçimli protom ( eski Yunanca bir varlığın ön yüzünün ekleme halinde (aplike) veya tek başına bir heykel gibi plastik tarzda yeniden betimlenmesi için kullanılan bir sözcük-ç.n.- ) şeklinde biçimlendirilmiş olduğunu göz ardı etmemek gerekir.
Sf 146
………….
Bir diğer görüngü ise organik yani geriye kalmayan malzemelerden yapılan mimari parçaların varlığıdır. Ağ yapısındaki iki merkezi dikili taşta ilk göze çarpan dikilitaş gövdesinin köşelerinde, köşeyi delip geçen küçük halka şeklindeki çifte deliklerdir. Günümüzde ise bu delikleri çoğunlukla kireçli tortuyla ya da köşe kırıldığı için çifte delikleri parçalanmış bağlantı kanalları şeklinde görmekteyiz. Çok sayıda bütün olarak koruna gelmiş örnek, tahrip edilmiş ya da kireçli tortuyla dolmuş örneklerin gerçek biçimleri hakkında bize hiçbir kuşkuya yer vermeyecek bilgiler vermektedir.
………….
Göbeklitepe’de dikilitaş 1’de bu tür çifte delikler neredeyse düzenli bir sırayla, dikilitaşın mekana dönük dar yüzünde dikilitaş 2’de Bukranionun boynuzlarının bittiği yerde yer almaktadır. Daha sonra ise diğer dikilitaşlarda çok sayıda benzer çifte delikler tespit ettik. (Resim 71)
Sf .147
………….
Göbekli Tepe’deki bütün çifte delikler öylesine küçük yapılmışlardı ki, kopçalardaki büyük baskı nedeniyle bunların bir işleve sahip olabilecekleri görüşü kendiliğinden geçerliliğini yitirmektedir. Bu delikler ince ipliklerin kolaylıkla kullanılması içinse uygundur.Bu nedenle çifte delikler sayesinde dikili taşlara bazı hafif nesnelerin asılarak tutturulmuş olabileceği düşüncesi akla daha yatkındır.Yani bir tür flama ya da bayrağımsı bir ya da- düşünce sınır tanımamaktadır- bir tür kurban adağı veya bir tür zafer andacı gibi asılmış olabilir.
Üçüncü bir görüngü olarak da, dikilitaşların tepe yüzeylerinde bulunan ve sıralı düzenleri ile Göbekli Tepe ziyaretçilerinin dikkatini çeken kalp biçimli oyuklar belirtilmiştir. (resim 72)Burada kesin bir yorum yapmak mümkün değil. Kesin olan bu oyukların insanlar tarafından yapılmış olduğu ve doğal koşullar sonucunda aşınmalarla meydana gelmediğidir. Oyukların çoğunlukla dikilitaşların tepe yüzeylerinde olması sebebiyle bunların dikilitaşların yapım aşamasında yer almadıkları, yapıların doldurulması sonrasında dikilitaşların görünen yüzeylerine işlenmiş olabilecekleri düşünülmektedir. Bu görüngü ve neden sorusu üzerine daha fazla tartışmadan, en azından bu oyukların dikilitaşların özel anlamlarını hiç kuşku götürmeyecek şekilde öne çıkardığını söyleyebiliriz.(resim 73-74)
S.148
……………….
En iyi korunmuş olan 5. D yapısı- taş çağı hayvanat bahçesinde en iyi korunmuş olanı 4. yapıdır. Oldukça belirgin oval bir plana sahiptir ve en geniş yerinde 20 metreye kadar ulaşan iç çapıyla en büyük yapı özelliğine sahiptir. Çok sayıda kabartmalarla süslenmiştir. Dikili taşlı yuvarlak yapıda yapılan bir yürüyüş insanda taşlaşmış bir hayvanat bahçesinde gezi yapıyor duygusu uyandırmaktadır. Ama dikkati çeken sadece çok sayıda hayvan türü değil, daha çok grup olarak betimlenmiş sahnelerdir. Bu eşi benzeri olmayan resimleri doğru şekilde anlamanın zorluğu “göldeki turnalar” örneği ile göstermeye çalışalım: İlk bakışta bir su, bir nehir ya da bir göl olarak yorumladığımız dalga çizgilerini, iki turna kabartması sayesinde tanımlayarak, biraz şiirsel kaçan bu ismi verdik. İsim daha sonra Göbekli Tepe üzerine yazılmış bir yazının da adı oldu.
Kazıların ilerleyen aşamalarında ise, göl dalgaları olduğunu düşündüğümüz çizgilerin aslında yılanları tanımladığını anladık. Yorum için başka bir yardım umudumuz olmadığı için bu resmin anlattığı hikaye sonsuza kadar gizli kalacaktır. Ancak kesin olan şudur ki bu yapıların neolitik ziyaretçilerinin bir zamanlar bu resimleri anlamış olduklarıdır. Bizler ise böylesi bir resim tanımlamasında daha önce olduğu gibi yanılabiliriz. Bu durum ileride daha açıklık kazanacaktır. Merkezi dikilitaş 18, Nevali Çori tipi dikilitaşların bir türüne benzer
…Sol kolun kıvrımında bir tilki görülmektedir… göğüs tarafında …Piktogram(resim,sembol,yazı işareti ç.n.) şeklinde işaretler görülmektedir.Yukarıda H biçimli bir sembol bunun altında bir daire ve yatay bir yarım ay bulunmaktadır. H sembolü yakından bakıldığında birbirine zıt yerleştirilmiş iki kişiye belki de dik duran iki hayvana işaret eden iki parçaya dönüşmektedir. Ancak henüz kesin bir yorum yapacak durumda değiliz. (resim 78-79)
Daire ve yarım ay sembolünde doğal olarak “ güneş ve ay” yorumu..
Daire ve yarım ay sembolünde doğal olarak “ güneş ve ay” yorumu ağırlık kazanmaktadır…Bu konuda pek çok şey düşünülebilir ancak bizler bundan sonra da temkinli olmak istiyoruz: en azından Göbekli Tepe’deki kaya yüzeylerinde çok sayıda daire sembolüne rastlamaktayız.Güney platosunda neredeyse 1 metre büyüklükte dairesel disk biçimi verilmiş ortasında merkezi bir çukurluk olan yuvarlak biçimli kaya işareti bulunmaktadır….
D yapısının merkezi iki dikili taşı Nevali Çori tipindedir, ikisi de “göğüslerinde” semboller taşımaktadır: Doğudaki dikilitaşta aşk işareti daire ve yarımay, batıdakinde ise bukranium bulunmaktadır. Bu en önemli ikiz dikili taşlara yapılmış sembolleri taş çağı ziyaretçileri için
Büyük önem taşıdığı açıkça ortadır. Ama bunları nasıl yorumlamalıyız? Acaba Bukranion erkeği aşk işareti, daire ve yarım ay ise kadını mı temsil ediyordu? O zaman bu durumda kadını temsil eden dikilitaşta sağ kol altında bir tilkinin taşındığını, erkeği temsil eden dikilitaşta ise( şimdiye kadar )hiçbir sembolün bulunmadığını belirtebiliriz…
Yılan, boğa, tilki- doğudaki çevre duvarına ait dikilitaşlar…
…Dikili taş 20’de gördüğümüz bu yılan, boğa ve tilki kombinasyonunda boğa, mağlup bir konumda betimlenmiştir…Gezimiz dikilitaş 21’e doğru devam ediyor.(resim 84) soldaki sütun yüzeyinde neredeyse doğal büyüklükte bir ceylan kafası görünmektedir…
Aşağıya doğru ise boynuzsuz başka bir hayvan görülmektedir. Bu hayvanın Asya yabani eşeği- onager- olduğu düşünülmektedir…Ceylan ve yaban eşeğinin altında üçüncü bir hayvan daha seçilebilmekte…Bu betimin bir aslan ya da bir leopara ait olabileceği düşünülmektedir.
Sf.152
…Dikilitaş 21’in sağ yüzü boş iken ön yüzünde ise uygun ışık geldiğinde hiç alışılmadık iki hayvan resmi seçilebilmektedir. İlk bakışta kesin olan iki hayvanın dörtten fazla bacağı olduğudur. İlk bakışta daha çok böcek ve örümceğe benzemektedirler. ..Bundan
sonra…görünen parça bir tavşanı anımsatmaktadır.
Sf.154
Batı yarısına devam etmeden önce burada saptadığımız türleri sıralamak isterim: Çok sayıda yılan, bir boğa, dört tilki, bir ceylan ve büyük olasılıkla aslan, iki yaban eşeği, böcekler ve örümcekler ve büyük oranda çevre duvarıyla örtülmüş bir hayvan, belki bir tavşan bunlara ek olarak bir de baş üstü döndürülmüş H biçimli bir piktogram.
(Devam edecek…)
***************************************************************************
5.4.2009
http://www.arkeolojisanat.com/tr/product_details.asp?product=535
Göbekli Tepe (Klaus Schmidt)
Aşağıda, “Arkeoloji ve Sanat Yayınları”ndan çıkmış olan “Klaus Schmidt .Göbekli Tepe/ En eski Tapınağı Yapanlar” başlıklı kitaptan yapılan bazı alıntı/bölümler bulunmaktadır.
Bu çabayı sürdüreceğiz ve daha sonra K. Schmidt’in Göbekli Tepe kazılarından elde edilen bulgulara ilişkin yorumlarına ve değerlendirmelerine dönme fırsatımız olacak…
Fakat şimdiden şunları söylemekte pek sakınca yok: ”İlk tapınak”, “avcı- toplayıcı topluluk” gibi doğruluğu çok şüpheli erken genel yargılar bir yana, Göbekli Tepe’ye ilişkin olarak bay K. Schmidt’in değerlendirmelerinde, eski toplumların hayvan totemler ve bunların dinsel inançtaki yerleri vb. pek, hatta hiç, göz önünde tutulmamaktadır.
Oysa, domuzdan eşeğe, aslandan tavşana, turnadan ceylan’a kadar burada resmedilmiş hayvanlar, toplum bilim alanında çalışan bir uzmana , “hayvanat bahçesine girme hissi” değil, verse verse, eski toplumun örgütsel yapılanmasındaki o yüksek bilgeliği ve zenginliği anlatabilmeliydi....
Göbekli Tepe’de söz konusu olanın, genel , anlamsız ve karmaşık bir “ hayvan”lar değil, çok somut ve belirli bir hayvan dizgesi olarak var olduğunu ve bunun da o zamanki toplulukların karşılıklı ilişki ve örgütlenmesiyle bağlantılı olduğunu saptayabilmektir..
Bay K. Schmidt’e çalışmalarından ötürü teşekkür duygumuz , ona eleştiride bulunmaya engel değil..
Bu tür konuları adım adım örerek , bilgilenim sürecini ilerleteceğiz..
S. Kaçmaz
***************************
“Klaus Schmidt .Göbekli Tepe/ En eski Tapınağı Yapanlar”
Arkeoloji ve Sanat Yayınları..
………Bu kaynaklar aynı zamanda, zafer kazanmış Makedonyalı Büyük İskender’in M.Ö. 4. yüzyılın 30’lu yıllarında şehri “Edessa” olarak isimlendirmesine de neden olmuştur. Bu ismi Makedonya ‘da bir resim kadar güzel şelaleleri olan kendi şehri Edessa’yı anmak için vermiştir.
Sf.24
………..
Buranın (Gürcü Tepe) zengin hayvan türleri (Göbekli Tepe’de ise bir tek hayvan türü tespit edilmiştir)sadece yabani hayvanları öncelikle de yabani boğayı, ceylanı, yabani domuzu, tilkiyi ve onageri, yani asya yaban eşeğini kapsamaktaydı. Benzeri bir buluntu da Reinder Neef tarafından yapılan botanik buluntuların analizinde de kendini gösterdi: Gürcütepe’de kültüre alınmış bitkiler var ama Göbekli Tepe’de hiç yok.Sonuç olarak Göbekli Tepe’deki yapılar Gürcütepe’den daha eski değillerdi ama bu bölgedeki insanların daha farklı beslenme alışkanlıkları vardı ve farklı besin kaynaklarına sahiptiler.
Gürcütepe’deki (vadi yerleşmeleri) Göbekli Tepe’deki dağ yerleşmesi)karşısında konumlanmıştı ancak sürekli derin zıtlıklar ortaya çıkmaktaydı. Bu nedenle Göbekli Tepe ve Gürcütepe’nin bu iki buluntu yerinin ilk neolitik yerler arasında,iki karşıt örnek oldukları sonucunu çıkarabiliriz.(resim 22)
Sf.90
…….
Sessizlik Kuleleri….Bununla beraber bu düşünceler bizi batıda yaygın olmayan bir ölü gömme tören çeşidine, sessizlik kulelerine yöneltiyor.Bu tanımlama 19. yy’da Avrupalılar tarafından özel işlevleri olan İran-Hint yapıları için kullanılmıştır.İran’da bu tür yapılara “mezar” Dakhmah denilmektedir. Ancak burada özel biri mezar söz konusudur. Zerdüşt dininde, toprak, su, hava ve ateş kutsal sayılır ve kirletilmeleri yasaktır. Bu nedenle cesedi ne yakmak ne de toprağa gömmek mümkündür. Çözüm ölünün gökyüzü altında kayalar üzerine bırakıldığı “güneş gömmesindedir” Leş yiyici kuşların kolayca görebilmesi için Dakhmahlar su ve bitkinin olmadığı yüksek yerlere yapılır. Bu nedenle sessizlik kuleleri, kuleden daha çok büyük bir havuzla karşılaştırılabilir. Özellikle leş yiyici kuşlar ve rüzgar ve diğer hava koşulları ölünün çabuk çürüyen bölümlerinin ortadan kaldırılmasını üstlenir.Geriye kalan kemikler ise kayaya oyulmuş çukurlara veya da (Astodan) denilen taş sandukalara konulur……
Burada Göbekli Tepe’de ele geçen kemik buluntuları arasında leş yiyen karga türü kuşların oranının yüzde elli olduğunu söylemek gerekmektedir. Bulunan akbaba kemiklerinin sayısı da hiç az değildir. Belki bu hayvanlar uzaklara bakabilecekleri böylesi yerleri çok seviyorlardı ama belki de burada aynı zamanda “yiyecek” bir şeyler de buluyorlardı.
Sf.133
……….
…..Burası betimlemelerdeki yabani domuzların daha doğrusu erkek yaban domuzların yoğunluğu nedeniyle gazeteci Michael Zeick tarafından erkek yaban domuzu evi olarak tanımlanmıştır.Ancak bu tanımlama pek doğru değildir çünkü çapı 30 metreden daha geniş böylesi büyük ve gösterişli yapının,başlangıçta üstünün kapalı olması oldukça zordur.Çok özel önemleri olan erkek yaban domuzlar ise hemen fark edilmekte.C yapısında açığa çıkarılan kabartmalardan altı tanesi erkek yaban domuzuna aittir.Bulunan toplam dört erkek yaban domuzu heykelinin üç tanesi buradan çıkmıştır.
Sf.138
……………..
Ağdaki ördekler?
Dikilitaş on ikide ikinci çevre duvarının içine inşa edilmiştir. Burada ise şans eseri T başı ve gövdenin büyük bir bölümü açıkta kaldığı için uzaktan bile görülebilmektedir.Bu dikilitaşta da bir sürpriz bekliyordu bizleri…Dikilitaş on birde olduğu gibi T başında bir kabartma süs vardı ama ilk kez tüm yüzeyi kaplamaktaydı. Ördeğe benzeyen beş tane kuş ağ benzeri çizgili bir desen önünde hareket etmekte sanki sanatçı boş yüzeyleri doldurma içgüdüsüyle (bunun uzmanlar arasındaki deyimi ise Latince Horror vacui, yani boşluktan nefret)ağ desenini tüm T başa yaymış ve sadece kuşlar için bir yer bırakmıştır….
Sf.139
…………….
C yapısının iç çevre duvarının üst kenarında dikilitaş 24 ve 36 arasında üzerinde neredeyse bütün olarak koruna gelmiş yüksek kabartma olan büyük bir kireç taşı levha buldum. Kabartmada dizleri üstüne çökmüş küçük bir köpeğe benzeyen küçük dişleri dışarıda, kıvrık geniş bir kuyruğu olan bir hayvan betimlenmiştir. Kafası, “ dişleri dışarıda yırtıcı hayvan” tipi ana hatlarına çok benzeyen oldukça iyi koruna gelmiş bu örnek, genel bir yeniden kurgulamaya olanak sağlamaktaydı. Yüksek kabartma “sürüngenler” tipiyle birlikte,burada yeni bir betim tipi ortaya çıkmaktadır:Çömelmiş, saldırıya hazır,saldırgan, yırtıcı hayvan.
Sf.141
………
Sırt üstü yatan yaban domuzunun özgün konumda açığa çıkarıldığını diğer özellikleri de desteklemektedir: Kabartmalı kapı delik taşına, kendi tarzında şimdiye kadar hiç bilinmeyen yapı elemanı da eşlik etmektedir. Önce güneyde, kapı delik taşı önünde bütünüyle plastik özellikler taşıyan bir hayvan heykeli açığa çıkartıldı. İlk önce bu güçlü yırtıcı hayvanın boğazının yırtılırcasına açılmış olduğu tespit edildi. Bu heykelin bir aslana mı yoksa bir ayıya mı ait olduğu saptanamamıştır. Kazıların ileri aşamalarında bu betimli sütunun diğer parçası buradan sadece seksen santimetre uzaklıkta ortaya çıkartıldı. Kazının daha sonraki aşamalarında ise doğudaki sütunun batıdaki benzeri ile birlikte şimdiye kadar hiçbir yerde benzeri olmayan U biçimli görkemli, monolitik bir nesneye ait olduğu anlaşılmıştır. Bu taşın kapı delik levhası ile birlikte C yapısının girişini işaret etmekte olduğu açıkça görülmektedir.80 cm genişliğindeki delikten bakıldığında açığa çıkarılan yırtıcı hayvanın türü rahat bir şekilde değerlendirildiğinde, doğudaki heykeli de bunun yansıması gibi düşünürsek karşımıza neredeyse “bir aslanlı kapı” çıkmakta. Yırtıcı hayvanlar bu girişi korumaktadır: Kapı delik levhasındaki sırt üstü yatmış erkek yaban domuzu ise buradan bakanlara görsel olarak önünde ilerleyen yolun bir başka bölgeye-ölüler ülkesine- gitmekte olduğunu gösterir gibidir.
Sf.143
…………..
…..Bir örnekte ise Romalı Tanrı Janus’ta olduğu gibi, bir yüzüyle öne diğer yüzüyle arkaya bakan bir betimleme söz konusu.Buluntu yeri belli olmamakla birlikte,kesinlikle ilk neolitik çağa tarihlenen benzeri bir başka buluntunun ise Gaziantep Müzesi’nde olduğundan bahsedilmişti.
Nevari Çori heykelleriyle karşılaştırıldığında ortaya oldukça ilginç gözlemler çıkmakta. Orada “kuş” motifi ve insan başı iki kez tespit edilmiştir, ancak saldırgan yırtıcı hayvan betimleri hiç görülmemektedir; en azından bu durum büyük plastik betimlerde böyledir. Kireçtaşından yapılmış kurt ya da aslan başına benzeyen bir küçük hayvan kafası heykeli Göbekli Tepe’de bulunan büyük yırtıcı hayvan motiflerini hatırlatır.
Nevali Çori’de az sayıda plastik örnekler olduğu gözlemi çok önemlidir. Çünkü kötülüklerden koruyucu yabani hayvanların burada olmayışı, buranın Göbekli Tepe’deki kült yerinden çok daha farklı bir işleve sahip olduğuna işaret etmektedir; Nevali Çori yaşayanların yeriydi, Göbekli Tepe ise ölülerin…
Sf 145
…………….
Giriş taşları, çifte delikler ve oyuklar bu bölümde işlevi tam olarak anlaşılamayan ancak yuvarlak dikili taşlı yapılarda göze çarpan bazı özelliklerinden bahsedeceğiz. Çevre duvarının iç kısımlarında bazen 20- 30 cm iç mekana uzatılan taşlar bulduk. Bu taşlar duvara sıkıca yerleştirilmiş durumdaydı. Önce bunların bir türü merdiven gibi iç mekana geçişi sağlayan giriş taşları olduğunu düşündük bu görüş, kazıların ilerleyen aşamalarında geçerliliğini yitirdi; çünkü öne doğru çıkan taşlar yukarı duvar bölgesinde yer almaktaydı ve merdivenimsi bir şekilde dizilmemişti: Kazı işçilerinin aklına gelen ilk düşünce ise, bu yükseltilere mumların yerleştirildiğiydi. Mantıklı olarak böyle bir şey olası değildi. Ancak derin tabaklar ya da kaşık biçimindeki yağ lambaları son Neolitik çağdan beri bilinmekteydi ve benzerleri Göbekli Tepe buluntuları arasında yer almaktaydı.
Eğer bu yorum doğru ise, o zaman aydınlanma gereksinimi sorunu ve bununla bağlı olarak ta yapının üstünü kapatan bir dam konstrüksiyonu ya da yapının gece kullanılmasıyla da ilgili olasılıklarla karşı karşıyayız demektir. Bununla beraber en azından bu taşlardan bazılarının hayvan ya da insan biçimli protom ( eski Yunanca bir varlığın ön yüzünün ekleme halinde (aplike) veya tek başına bir heykel gibi plastik tarzda yeniden betimlenmesi için kullanılan bir sözcük-ç.n.- ) şeklinde biçimlendirilmiş olduğunu göz ardı etmemek gerekir.
Sf 146
………….
Bir diğer görüngü ise organik yani geriye kalmayan malzemelerden yapılan mimari parçaların varlığıdır. Ağ yapısındaki iki merkezi dikili taşta ilk göze çarpan dikilitaş gövdesinin köşelerinde, köşeyi delip geçen küçük halka şeklindeki çifte deliklerdir. Günümüzde ise bu delikleri çoğunlukla kireçli tortuyla ya da köşe kırıldığı için çifte delikleri parçalanmış bağlantı kanalları şeklinde görmekteyiz. Çok sayıda bütün olarak koruna gelmiş örnek, tahrip edilmiş ya da kireçli tortuyla dolmuş örneklerin gerçek biçimleri hakkında bize hiçbir kuşkuya yer vermeyecek bilgiler vermektedir.
………….
Göbeklitepe’de dikilitaş 1’de bu tür çifte delikler neredeyse düzenli bir sırayla, dikilitaşın mekana dönük dar yüzünde dikilitaş 2’de Bukranionun boynuzlarının bittiği yerde yer almaktadır. Daha sonra ise diğer dikilitaşlarda çok sayıda benzer çifte delikler tespit ettik. (Resim 71)
Sf .147
………….
Göbekli Tepe’deki bütün çifte delikler öylesine küçük yapılmışlardı ki, kopçalardaki büyük baskı nedeniyle bunların bir işleve sahip olabilecekleri görüşü kendiliğinden geçerliliğini yitirmektedir. Bu delikler ince ipliklerin kolaylıkla kullanılması içinse uygundur.Bu nedenle çifte delikler sayesinde dikili taşlara bazı hafif nesnelerin asılarak tutturulmuş olabileceği düşüncesi akla daha yatkındır.Yani bir tür flama ya da bayrağımsı bir ya da- düşünce sınır tanımamaktadır- bir tür kurban adağı veya bir tür zafer andacı gibi asılmış olabilir.
Üçüncü bir görüngü olarak da, dikilitaşların tepe yüzeylerinde bulunan ve sıralı düzenleri ile Göbekli Tepe ziyaretçilerinin dikkatini çeken kalp biçimli oyuklar belirtilmiştir. (resim 72)Burada kesin bir yorum yapmak mümkün değil. Kesin olan bu oyukların insanlar tarafından yapılmış olduğu ve doğal koşullar sonucunda aşınmalarla meydana gelmediğidir. Oyukların çoğunlukla dikilitaşların tepe yüzeylerinde olması sebebiyle bunların dikilitaşların yapım aşamasında yer almadıkları, yapıların doldurulması sonrasında dikilitaşların görünen yüzeylerine işlenmiş olabilecekleri düşünülmektedir. Bu görüngü ve neden sorusu üzerine daha fazla tartışmadan, en azından bu oyukların dikilitaşların özel anlamlarını hiç kuşku götürmeyecek şekilde öne çıkardığını söyleyebiliriz.(resim 73-74)
S.148
……………….
En iyi korunmuş olan 5. D yapısı- taş çağı hayvanat bahçesinde en iyi korunmuş olanı 4. yapıdır. Oldukça belirgin oval bir plana sahiptir ve en geniş yerinde 20 metreye kadar ulaşan iç çapıyla en büyük yapı özelliğine sahiptir. Çok sayıda kabartmalarla süslenmiştir. Dikili taşlı yuvarlak yapıda yapılan bir yürüyüş insanda taşlaşmış bir hayvanat bahçesinde gezi yapıyor duygusu uyandırmaktadır. Ama dikkati çeken sadece çok sayıda hayvan türü değil, daha çok grup olarak betimlenmiş sahnelerdir. Bu eşi benzeri olmayan resimleri doğru şekilde anlamanın zorluğu “göldeki turnalar” örneği ile göstermeye çalışalım: İlk bakışta bir su, bir nehir ya da bir göl olarak yorumladığımız dalga çizgilerini, iki turna kabartması sayesinde tanımlayarak, biraz şiirsel kaçan bu ismi verdik. İsim daha sonra Göbekli Tepe üzerine yazılmış bir yazının da adı oldu.
Kazıların ilerleyen aşamalarında ise, göl dalgaları olduğunu düşündüğümüz çizgilerin aslında yılanları tanımladığını anladık. Yorum için başka bir yardım umudumuz olmadığı için bu resmin anlattığı hikaye sonsuza kadar gizli kalacaktır. Ancak kesin olan şudur ki bu yapıların neolitik ziyaretçilerinin bir zamanlar bu resimleri anlamış olduklarıdır. Bizler ise böylesi bir resim tanımlamasında daha önce olduğu gibi yanılabiliriz. Bu durum ileride daha açıklık kazanacaktır. Merkezi dikilitaş 18, Nevali Çori tipi dikilitaşların bir türüne benzer
…Sol kolun kıvrımında bir tilki görülmektedir… göğüs tarafında …Piktogram(resim,sembol,yazı işareti ç.n.) şeklinde işaretler görülmektedir.Yukarıda H biçimli bir sembol bunun altında bir daire ve yatay bir yarım ay bulunmaktadır. H sembolü yakından bakıldığında birbirine zıt yerleştirilmiş iki kişiye belki de dik duran iki hayvana işaret eden iki parçaya dönüşmektedir. Ancak henüz kesin bir yorum yapacak durumda değiliz. (resim 78-79)
Daire ve yarım ay sembolünde doğal olarak “ güneş ve ay” yorumu..
Daire ve yarım ay sembolünde doğal olarak “ güneş ve ay” yorumu ağırlık kazanmaktadır…Bu konuda pek çok şey düşünülebilir ancak bizler bundan sonra da temkinli olmak istiyoruz: en azından Göbekli Tepe’deki kaya yüzeylerinde çok sayıda daire sembolüne rastlamaktayız.Güney platosunda neredeyse 1 metre büyüklükte dairesel disk biçimi verilmiş ortasında merkezi bir çukurluk olan yuvarlak biçimli kaya işareti bulunmaktadır….
D yapısının merkezi iki dikili taşı Nevali Çori tipindedir, ikisi de “göğüslerinde” semboller taşımaktadır: Doğudaki dikilitaşta aşk işareti daire ve yarımay, batıdakinde ise bukranium bulunmaktadır. Bu en önemli ikiz dikili taşlara yapılmış sembolleri taş çağı ziyaretçileri için
Büyük önem taşıdığı açıkça ortadır. Ama bunları nasıl yorumlamalıyız? Acaba Bukranion erkeği aşk işareti, daire ve yarım ay ise kadını mı temsil ediyordu? O zaman bu durumda kadını temsil eden dikilitaşta sağ kol altında bir tilkinin taşındığını, erkeği temsil eden dikilitaşta ise( şimdiye kadar )hiçbir sembolün bulunmadığını belirtebiliriz…
Yılan, boğa, tilki- doğudaki çevre duvarına ait dikilitaşlar…
…Dikili taş 20’de gördüğümüz bu yılan, boğa ve tilki kombinasyonunda boğa, mağlup bir konumda betimlenmiştir…Gezimiz dikilitaş 21’e doğru devam ediyor.(resim 84) soldaki sütun yüzeyinde neredeyse doğal büyüklükte bir ceylan kafası görünmektedir…
Aşağıya doğru ise boynuzsuz başka bir hayvan görülmektedir. Bu hayvanın Asya yabani eşeği- onager- olduğu düşünülmektedir…Ceylan ve yaban eşeğinin altında üçüncü bir hayvan daha seçilebilmekte…Bu betimin bir aslan ya da bir leopara ait olabileceği düşünülmektedir.
Sf.152
…Dikilitaş 21’in sağ yüzü boş iken ön yüzünde ise uygun ışık geldiğinde hiç alışılmadık iki hayvan resmi seçilebilmektedir. İlk bakışta kesin olan iki hayvanın dörtten fazla bacağı olduğudur. İlk bakışta daha çok böcek ve örümceğe benzemektedirler. ..Bundan
sonra…görünen parça bir tavşanı anımsatmaktadır.
Sf.154
Batı yarısına devam etmeden önce burada saptadığımız türleri sıralamak isterim: Çok sayıda yılan, bir boğa, dört tilki, bir ceylan ve büyük olasılıkla aslan, iki yaban eşeği, böcekler ve örümcekler ve büyük oranda çevre duvarıyla örtülmüş bir hayvan, belki bir tavşan bunlara ek olarak bir de baş üstü döndürülmüş H biçimli bir piktogram.
(Devam edecek…)
***************************************************************************
Göbeklitepe: Ermeniler,Kürtler, Türkler ve Tarihsel Bakış...
http://picasaweb.google.com.tr/ToplumVeTarih/Gobeklitepe
Göbeklitepe Mucizesi /
Taş devrinde Ermeniler ve Türkler
***********************************
Göbeklitepe Mucizesi
05 Ekim 2008 Pazar Saat 09:39
Radikal Gazetesi,
Haluk Şahin,
http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=YazarYazisi&ArticleID=901800&Yazar=%20&Date=23.10.2008&PAGE=
Doğu ve güneyimizdeki ülkelerde toprağın altı petrol ile dolu olduğu halde aynı bölgeye başını uzatmış olan yurdumuzun petrol fakiri olmasını anlamakta zorluk çekeriz. Bunun çeşitli açıklamaları olabilir. Ama, bence, bir de tesellisi vardır: Bu yörede toprak altının petrol ile değilse bile, çok önemli insan yapısı kalıntılarla dolu olması!
İki hafta önce Urfa yakınlarındaki Göbekli Tepe’yi gezerken ve daha sonra kazıyı yapan Prof. Dr. Klaus Schmidt ile konuşurken düşündüm bunları. Urfa’da şu sıralar 35 yerde kazı yapılıyor, hepsi birbirinden önemli. Ancak, Göbekli Tepe kazısı gerçekten insanlık tarihinin yeniden yazılmasını gerektiriyor.
Şöyle bir kıyaslama yapın: Dünyanın en eski tapınağı diye bilinen ve İngiltere’de bulunan Stonehenge’in yapılışı en cömert bir tahminle M.Ö. 3100 yılına gidiyor. Göbekli Tepe’de bulunan ve bir çeşit ‘tapınak’ olduğu sanılan dikilitaş ve heykellerin ise M.Ö. 10 binli yılllara ait olduğu düşünülmekte.
Dikkat edin, yüzyıllardan değil, bin yıllardan söz ediyoruz!
Bu dönem tarihte neolitik çağ olarak biliniyor. İnsanlığın avcılık-toplayıcılık yaptığı evreden yerleşik tarım yaptığı evreye geçtiği çağ. Tarih derslerinde Cilalı Taş Devri olarak anlatılan dönem...
Bu dönem hakkında bilgimiz sınırlı. Çok yakın tarihlere kadar Anadolumuz, bu çağın kalıntıları açısından fazla zengin olmayan bir yer sayılıyordu. Yaygın görüşe göre bu çağ Urfa’nın epey güneyindeki bölgelerde geliştikten sonra kuzeye gelmiş, oradan da Avrupa kıtasına doğru yayılmıştı.
Göbekli Tepe’nin bulguları bunun doğru olmadığını, neolitik çağın belki de en üst aşamasına Urfa yakınlarındaki bu tepelerde ulaştığını gösteriyor.
Bu arada Mamararay kazısı sırasında Yenikapı’da bulunan 8 bin yıllık inanılmaz kalıntıların da büyük önemini gözden kaçıramayız. O kazının hakkını verme sorumluluğu da İstanbul’u yönetenlere kalıyor.
Göbekli Tepe’ye dönecek olursak... Neredeyse 15 yıldır sürmesine rağmen burada kazıların olsa olsa başlangıç aşamasında olduğu söylenebilir. Bu tepede bile kazacak daha çok şey var. Bunun ötesinde, çevredeki diğer tepelerde de dikilitaşlarla bezeli bu türden ‘tapınaklar’ olduğu düşünülmekte.
Göbekli Tepe’den çepeçevre baktığınızda, ne kadar saçma olursa olsun, ‘Yoksa bunu uzaylılar mı yaptı?’ türünden soruların kafalardan geçebileceğini anlıyorsunuz. Kolay bir açıklaması yok bunun.
O çağa ilişkin beklentilerle ortaya çıkan buluntuların görkemi arasındaki uçurum çok büyük.
Bir kez daha hatırlatayım: M.Ö. 10. ve 9. binyıllardan söz ediyoruz!
Kazı yerini gezerken yakın tarihlerde bulunmuş bir leopar kabartma-heykeli çıktı karşımıza..
İnanın, yerinden sıçrayacak kadar canlı görünüyordu. Eski Yunan ya da Roma’dan söz etmiyoruz.
Onlara daha 7-8 bin yıl var!
Göbekli Tepe kazıları sınırlı olanaklar yüzünden oldukça yavaş ilerliyor. Gereken kaynaklar bulunup dört bir yandan yüklenilirse 10 yıl sonra İnkaların tapınaklarını solda sıfır bırakacak bir arkeolojik bölgeye sahip olabiliriz. Yeryüzünde üç kuruşluk merak sahibi olup da burayı görmek istemeyecek birini düşünemiyorum.
Şimdi bile kullanabileceğim tek sözcük ‘İnanılmaz!’
Meraklıarına Klaus Schmidt’in Rüstem Aslan tarafından dilimize çevirilen ve Arkeoloji ve
Sanat Yayınları’ndan çıkan ‘Göbekli Tepe’ kitabını tavsiye ederim. Almanya’da best-seller olmuş bir kitap bu. Hikâyesi bizim topraklarımızda geçiyor.
En çok merak edeni de biz olmalıyız! Pek ihtimal yok, ama en çok okuyanı da!
**
Haluk Şahin /Radikal
Taş devrinde Ermeniler ve Türkler
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalYazarYazisi&Date=&ArticleID=929613
Önümüzdeki günlerde Türk-Ermeni ilişkileri gündemin ön sıralarında olacak. Başkan Obama’nın ziyareti, 24 Nisan’da yapacağı açıklamada ‘soykırım’ sözcüğünü kullanıp kullanmayacağı ve o beklenen adım: Türkiye-Ermenistan sınırının açılması...
Ben Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkilerin sımsıkı bir dostluğa dönüşmesinin mümkün ve iki halk için de fevkalade yararlı olduğunu düşünenlerdenim. Yeter ki, kin ve nefret arsaları üzerine bina edilmiş çıkar şatolarının borusu ötmesin.
Ege’nin bizi Yunanlılardan ayıran değil birleştiren bir deniz olması gerektiğini uzun yıllardır savunuyoruz. Ben, Anadolu’nun da bizi Ermenilerden ayıran değil birleştiren bir öğe olabileceğine inananlardanım. Her iki tarafın da genlerine sinmiş Anadoluluğun istenirse bir kardeşlik ruhu yaratabileceğini düşünüyorum.
Bizi ayıran değil birleştiren şeyler üzerine odaklaşırsak kucaklaşabileceğimiz ortak zemini buluruz.
Zamanında Sabahattin Eyüboğlu’nun vurguladığı gibi, Anadolu’da fetheden ve fethedilen yoktur. Soylar, dinleri, adları farklı olsa da, ortak Anadolu kültürü tarafından biçimlendirilen insanlar vardır.
Ortak yiyeceklerimiz, içkilerimiz, türkülerimiz ‘Aslında kime ait?’ türünden saçma mülkiyet kavgalarına değil, ‘Ne güzel, hepimize ait’ türünden dayanışma ve dostluklara yol açabilir, açmalıdır.
***
Çok doğru olsa da, bunun söylendiği kadar kolay olmadığının farkındayım. Eğitim sistemimizde ve resmi kültürümüzde Anadolu’ya böyle bakılmasını zorlaştıran engeller olduğunu biliyor, haklı olarak eleştiriyoruz. Yavaş yavaş da olsa bazı şeyler düzeliyor.
Ya karşı taraf? Korkarım onlar bu konuda bizi çok gerilerden izliyorlar.
Bir örnek:
Geçen yıl Urfa yakınlarındaki Göbeklitepe arkeoleojik kazısının parmak ısırtıcı özelliklerine ilişkin bir yazı yazmıştım. Burada, düşünebiliyor musunuz, cilalı taş devrinden kalma, 11 bin yıllık muhteşem bir tapınak bulunmuştu. Geçmiş hakkındaki bilgimiz bir anda 6-7 bin yıllık bir sıçrama yapıyordu!
Bu müthiş kazı hakkında ABD’nin ünlü Smithsonian dergisinde uzun bir yazı yayımlandı. Yazı, Göbeklitepe’nin yerini tarif ederken Türkiye’deki Urfa kentinin yakınlarında olduğunu belirtiyordu.
Vay sen misin bunu söyleyen! Dünyanın çeşitli yerlerinden Ermeniler oraların aslında kadim Ermeni krallığına ait olduğunu ve ‘Moğollardan türemiş Türk sürülerinin’ buralara çok sonra geldiklerini, o yüzden yazıda Türkiye denmesinin vahim bir hata olduğunu belirten ateşli mesajlar gönderdiler. (Bkz: http://www.smithsonianmag.com/history-archaeology/gobekli-tepe.html?c=y&page=1)
Aklı başında birileri onlara Millattan Önce 9. binyılda, yani henüz tekerlek icat edilmemişken Türklerden de Ermenilerden de söz etmenin komik olacağını hatırlatmaya çalıştı ama dinleyen kim!
Hayır efendim, oralar ve Doğu Anadolu en baştan beri yalnızca Ermenilerindi ve kimseyle paylaşılamazdı!
Yalnızca bir manyağın kaleme aldığı bir mektuptan söz etmiyorum. Onlarcası var. Belli ki, böyle bir şeye gerçekten inanıyorlar. Dünyaya ve Türkiye’ye bu gözlerle bakıyorlar.
Ve üstelik bunlar, Smithsonian gibi entelektüellerin okuduğu bir derginin okuyucusular!
Daha önce dediğim gibi, hadi biz kendi kendimizi yavaş yavaş da olsa tedavi ediyoruz da, onları ne yapacağız?
Bir yandan lobilerin oyuncağı olmayacağını söylerken, bir yandan da ‘soykırım’ sözcüğü konusunda Ermeni lobisine söz vermiş olan Başkan Obama’ya, işin bu yanı da anlatılacak mı acaba?
*********************************************************
Göbeklitepe Mucizesi /
Taş devrinde Ermeniler ve Türkler
***********************************
Göbeklitepe Mucizesi
05 Ekim 2008 Pazar Saat 09:39
Radikal Gazetesi,
Haluk Şahin,
http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=YazarYazisi&ArticleID=901800&Yazar=%20&Date=23.10.2008&PAGE=
Doğu ve güneyimizdeki ülkelerde toprağın altı petrol ile dolu olduğu halde aynı bölgeye başını uzatmış olan yurdumuzun petrol fakiri olmasını anlamakta zorluk çekeriz. Bunun çeşitli açıklamaları olabilir. Ama, bence, bir de tesellisi vardır: Bu yörede toprak altının petrol ile değilse bile, çok önemli insan yapısı kalıntılarla dolu olması!
İki hafta önce Urfa yakınlarındaki Göbekli Tepe’yi gezerken ve daha sonra kazıyı yapan Prof. Dr. Klaus Schmidt ile konuşurken düşündüm bunları. Urfa’da şu sıralar 35 yerde kazı yapılıyor, hepsi birbirinden önemli. Ancak, Göbekli Tepe kazısı gerçekten insanlık tarihinin yeniden yazılmasını gerektiriyor.
Şöyle bir kıyaslama yapın: Dünyanın en eski tapınağı diye bilinen ve İngiltere’de bulunan Stonehenge’in yapılışı en cömert bir tahminle M.Ö. 3100 yılına gidiyor. Göbekli Tepe’de bulunan ve bir çeşit ‘tapınak’ olduğu sanılan dikilitaş ve heykellerin ise M.Ö. 10 binli yılllara ait olduğu düşünülmekte.
Dikkat edin, yüzyıllardan değil, bin yıllardan söz ediyoruz!
Bu dönem tarihte neolitik çağ olarak biliniyor. İnsanlığın avcılık-toplayıcılık yaptığı evreden yerleşik tarım yaptığı evreye geçtiği çağ. Tarih derslerinde Cilalı Taş Devri olarak anlatılan dönem...
Bu dönem hakkında bilgimiz sınırlı. Çok yakın tarihlere kadar Anadolumuz, bu çağın kalıntıları açısından fazla zengin olmayan bir yer sayılıyordu. Yaygın görüşe göre bu çağ Urfa’nın epey güneyindeki bölgelerde geliştikten sonra kuzeye gelmiş, oradan da Avrupa kıtasına doğru yayılmıştı.
Göbekli Tepe’nin bulguları bunun doğru olmadığını, neolitik çağın belki de en üst aşamasına Urfa yakınlarındaki bu tepelerde ulaştığını gösteriyor.
Bu arada Mamararay kazısı sırasında Yenikapı’da bulunan 8 bin yıllık inanılmaz kalıntıların da büyük önemini gözden kaçıramayız. O kazının hakkını verme sorumluluğu da İstanbul’u yönetenlere kalıyor.
Göbekli Tepe’ye dönecek olursak... Neredeyse 15 yıldır sürmesine rağmen burada kazıların olsa olsa başlangıç aşamasında olduğu söylenebilir. Bu tepede bile kazacak daha çok şey var. Bunun ötesinde, çevredeki diğer tepelerde de dikilitaşlarla bezeli bu türden ‘tapınaklar’ olduğu düşünülmekte.
Göbekli Tepe’den çepeçevre baktığınızda, ne kadar saçma olursa olsun, ‘Yoksa bunu uzaylılar mı yaptı?’ türünden soruların kafalardan geçebileceğini anlıyorsunuz. Kolay bir açıklaması yok bunun.
O çağa ilişkin beklentilerle ortaya çıkan buluntuların görkemi arasındaki uçurum çok büyük.
Bir kez daha hatırlatayım: M.Ö. 10. ve 9. binyıllardan söz ediyoruz!
Kazı yerini gezerken yakın tarihlerde bulunmuş bir leopar kabartma-heykeli çıktı karşımıza..
İnanın, yerinden sıçrayacak kadar canlı görünüyordu. Eski Yunan ya da Roma’dan söz etmiyoruz.
Onlara daha 7-8 bin yıl var!
Göbekli Tepe kazıları sınırlı olanaklar yüzünden oldukça yavaş ilerliyor. Gereken kaynaklar bulunup dört bir yandan yüklenilirse 10 yıl sonra İnkaların tapınaklarını solda sıfır bırakacak bir arkeolojik bölgeye sahip olabiliriz. Yeryüzünde üç kuruşluk merak sahibi olup da burayı görmek istemeyecek birini düşünemiyorum.
Şimdi bile kullanabileceğim tek sözcük ‘İnanılmaz!’
Meraklıarına Klaus Schmidt’in Rüstem Aslan tarafından dilimize çevirilen ve Arkeoloji ve
Sanat Yayınları’ndan çıkan ‘Göbekli Tepe’ kitabını tavsiye ederim. Almanya’da best-seller olmuş bir kitap bu. Hikâyesi bizim topraklarımızda geçiyor.
En çok merak edeni de biz olmalıyız! Pek ihtimal yok, ama en çok okuyanı da!
**
Haluk Şahin /Radikal
Taş devrinde Ermeniler ve Türkler
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalYazarYazisi&Date=&ArticleID=929613
Önümüzdeki günlerde Türk-Ermeni ilişkileri gündemin ön sıralarında olacak. Başkan Obama’nın ziyareti, 24 Nisan’da yapacağı açıklamada ‘soykırım’ sözcüğünü kullanıp kullanmayacağı ve o beklenen adım: Türkiye-Ermenistan sınırının açılması...
Ben Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkilerin sımsıkı bir dostluğa dönüşmesinin mümkün ve iki halk için de fevkalade yararlı olduğunu düşünenlerdenim. Yeter ki, kin ve nefret arsaları üzerine bina edilmiş çıkar şatolarının borusu ötmesin.
Ege’nin bizi Yunanlılardan ayıran değil birleştiren bir deniz olması gerektiğini uzun yıllardır savunuyoruz. Ben, Anadolu’nun da bizi Ermenilerden ayıran değil birleştiren bir öğe olabileceğine inananlardanım. Her iki tarafın da genlerine sinmiş Anadoluluğun istenirse bir kardeşlik ruhu yaratabileceğini düşünüyorum.
Bizi ayıran değil birleştiren şeyler üzerine odaklaşırsak kucaklaşabileceğimiz ortak zemini buluruz.
Zamanında Sabahattin Eyüboğlu’nun vurguladığı gibi, Anadolu’da fetheden ve fethedilen yoktur. Soylar, dinleri, adları farklı olsa da, ortak Anadolu kültürü tarafından biçimlendirilen insanlar vardır.
Ortak yiyeceklerimiz, içkilerimiz, türkülerimiz ‘Aslında kime ait?’ türünden saçma mülkiyet kavgalarına değil, ‘Ne güzel, hepimize ait’ türünden dayanışma ve dostluklara yol açabilir, açmalıdır.
***
Çok doğru olsa da, bunun söylendiği kadar kolay olmadığının farkındayım. Eğitim sistemimizde ve resmi kültürümüzde Anadolu’ya böyle bakılmasını zorlaştıran engeller olduğunu biliyor, haklı olarak eleştiriyoruz. Yavaş yavaş da olsa bazı şeyler düzeliyor.
Ya karşı taraf? Korkarım onlar bu konuda bizi çok gerilerden izliyorlar.
Bir örnek:
Geçen yıl Urfa yakınlarındaki Göbeklitepe arkeoleojik kazısının parmak ısırtıcı özelliklerine ilişkin bir yazı yazmıştım. Burada, düşünebiliyor musunuz, cilalı taş devrinden kalma, 11 bin yıllık muhteşem bir tapınak bulunmuştu. Geçmiş hakkındaki bilgimiz bir anda 6-7 bin yıllık bir sıçrama yapıyordu!
Bu müthiş kazı hakkında ABD’nin ünlü Smithsonian dergisinde uzun bir yazı yayımlandı. Yazı, Göbeklitepe’nin yerini tarif ederken Türkiye’deki Urfa kentinin yakınlarında olduğunu belirtiyordu.
Vay sen misin bunu söyleyen! Dünyanın çeşitli yerlerinden Ermeniler oraların aslında kadim Ermeni krallığına ait olduğunu ve ‘Moğollardan türemiş Türk sürülerinin’ buralara çok sonra geldiklerini, o yüzden yazıda Türkiye denmesinin vahim bir hata olduğunu belirten ateşli mesajlar gönderdiler. (Bkz: http://www.smithsonianmag.com/history-archaeology/gobekli-tepe.html?c=y&page=1)
Aklı başında birileri onlara Millattan Önce 9. binyılda, yani henüz tekerlek icat edilmemişken Türklerden de Ermenilerden de söz etmenin komik olacağını hatırlatmaya çalıştı ama dinleyen kim!
Hayır efendim, oralar ve Doğu Anadolu en baştan beri yalnızca Ermenilerindi ve kimseyle paylaşılamazdı!
Yalnızca bir manyağın kaleme aldığı bir mektuptan söz etmiyorum. Onlarcası var. Belli ki, böyle bir şeye gerçekten inanıyorlar. Dünyaya ve Türkiye’ye bu gözlerle bakıyorlar.
Ve üstelik bunlar, Smithsonian gibi entelektüellerin okuduğu bir derginin okuyucusular!
Daha önce dediğim gibi, hadi biz kendi kendimizi yavaş yavaş da olsa tedavi ediyoruz da, onları ne yapacağız?
Bir yandan lobilerin oyuncağı olmayacağını söylerken, bir yandan da ‘soykırım’ sözcüğü konusunda Ermeni lobisine söz vermiş olan Başkan Obama’ya, işin bu yanı da anlatılacak mı acaba?
*********************************************************
4.04.2009
Göbekli Tepe
Göbekli Tepe - 9000 BC
Photos and explanatory text from the Image Science 8 / 2000 and 1 / 2002
Unnoticed by the rest of the world was in South-East Anatolia discovered a miracle: The oldest place of worship in the world - far older than the previously traded as the oldest city of Jericho - comes up with wonderful animal sculptures on. How does that fit together that paleolithic hunters and gatherers at such a high cultural level of development are?
The fact is, in any case - and Sitchin explains: The two-stream country was destroyed by the deluge and uninhabitable. The survivors settled on the surrounding heights. Enlil gives the surviving people of the deluge equipment and seeds. In the highlands, the agricultural sector. Enki domesticates animals.
http://www.urgeschichte.org/DieBeweise/GobekliTepe/gobeklitepe.htm
Of the oldest temples in the world will get bigger and more powerful. During the last excavation campaign, Dr. Klaus Schmidt and his German and Kurdish volunteers in East Anatolia 11 new giant pillar uncovered. Altogether there are now 36th All measure about three meters - with two exceptions: These pillars are five meters high, when they are fully excavated. Thus they are as big as the monoliths of Stonehenge - but the Kalksteinkolosse in osttürkischen Bergland 6000 years older.
Before 11,000 years ago, at the end of the Palaeolithic, hunter-gatherer created on the Göbekli Tepe ( "navel hill") is a complex cult center, which until today is no comparison (Bild der Wissenschaft 1 / 2002, "The House of the Foxes"). The prehistorian of the German Archaeological Institute presented several round and rectangular rooms with up to 15 meters in diameter free - a monumental architecture, the scientists the "primitive" Stone Age societies have not wanted to admit.
The sensation, however, the T-shaped pillars, the pieces of the limestone ridge of the pickled and Terrazzoböden roads have been established. They are free or are incorporated into the masonry, half is decorated with animal reliefs with foxes, lions, bulls, ducks, wild boar and snakes. Since the last campaign also inhabit gazelle-like and two cranes Onagaer stylized water before the stone zoo.
A newly excavated area goes up to 4 meters in depth and has the gigantic inner diameter of 20 meters. In this "Appendix C" massage on the piers, the depictions of wild boar. Schmidt: "Here, people have acted with a particular fondness for boar had." Previously appeared most often on foxes.
Schmidt can explain the wild boar scrum just as the - also unique - pictograms on the piers. Rätselhaft probably remain for ever, why the stone temple Zeitler their carefully zuschütteten. This fact owes Schmidt now secured his dating Wunderbaus: A geochemical method can Versinterung of the stones in time to be determined. The first set, when the masonry was overcast, so after the plant had been buried.
***
Göbekli Tepe - 9000 BC
Photos et texte explicatif de l'Image Science 8 / 2000 et 1 / 2002
L'insu du reste du monde a été dans le sud-est de l'Anatolie a découvert un miracle: le plus ancien lieu de culte dans le monde - soit beaucoup plus vieux que précédemment commercialisés sous la plus vieille ville de Jéricho - revient avec de magnifiques sculptures sur des animaux. Comment cela se fit en même temps que les chasseurs et cueilleurs paléolithique à un niveau culturel élevé de développement?
Le fait est, en tout cas - et Sitchin explique: Les deux flux de pays a été détruit par le déluge et inhabitables. Les survivants s'installent sur les hauteurs environnantes. Enlil donne aux gens de survivre au déluge des équipements et des semences. Dans les hautes terres, le secteur agricole. Enki animaux domestique.
http://www.urgeschichte.org/DieBeweise/GobekliTepe/gobeklitepe.htm
Parmi les plus anciens temples dans le monde deviennent de plus en plus puissant. Au cours de la dernière campagne de fouilles, le Dr Klaus Schmidt et ses bénévoles en allemand et en kurde dans l'Est de l'Anatolie 11 nouveaux pilier géant découvert. Au total, il existe maintenant 36ème Tous mesure environ trois mètres - à deux exceptions près: Ces piliers sont cinq mètres de haut, quand ils sont entièrement fouillée. Ainsi, elles sont aussi grandes que des monolithes de Stonehenge - mais la Kalksteinkolosse dans osttürkischen Bergland 6000 ans de plus.
Avant de 11.000 ans, à la fin du paléolithique, chasseurs-cueilleurs créé sur le Göbekli Tepe ( «nombril colline») est un complexe de centre de culte, qui jusqu'à aujourd'hui est sans comparaison (Bild der Wissenschaft 1 / 2002, "La Maison de le renard ").
Le préhistorien de l'Institut archéologique allemand a présenté plusieurs pièces rondes et rectangulaires, avec un maximum de 15 mètres de diamètre libre - une architecture monumentale, les scientifiques de la "primitive" Stone Age sociétés n'ont pas voulu l'admettre.
La sensation, cependant, les piliers en forme de T, les pièces de la crête de calcaire pour le décapage et Terrazzoböden routes ont été mis en place. Ils sont gratuits ou sont incorporés dans la maçonnerie, la moitié est décoré de reliefs d'animaux avec des renards, des lions, des taureaux, des canards, des sangliers et des serpents. Depuis la dernière campagne habitent gazelle-like et de deux grues Onagaer stylisés l'eau avant de la pierre zoo.
Une nouvelle zone de fouilles va jusqu'à 4 mètres de profondeur et a le diamètre intérieur du gigantesque de 20 mètres. Dans cette "Annexe C" de massage sur les quais, les représentations de sanglier. Schmidt: "Ici, les gens ont agi avec une certaine prédilection pour le sanglier avait." Auparavant, semble le plus souvent sur les renards.
Schmidt peut expliquer le sanglier tout comme la mêlée - aussi unique - de pictogrammes sur les quais. Rätselhaft restera probablement à jamais, pourquoi les Zeitler leur temple de pierre soigneusement zuschütteten. Ce fait doit Schmidt obtenu son datant Wunderbaus: Une méthode géochimique Versinterung des pierres dans le temps à déterminer. La première série, lorsque la maçonnerie était couvert, après l'usine avait été enterré.
**
Göbekli Tepe - 9000 BC
Bilder und erklärende Texte aus Bild der Wissenschaft 8/2000 und 1/2002
Unbemerkt vom Rest der Welt wurde in Süd-Ost-Anatolien ein Wunder entdeckt: Die älteste Kultstätte der Welt - weit älter als das bisher als älteste Stadt gehandelte Jericho - wartet mit wunderbaren Tierskulpturen auf. Wie passt das zusammen, dass altsteinzeitliche Jäger und Sammler auf einer solch hohen kulturellen Entwicklungsstufe stehen?
Das ist jedenfalls Fakt - und Sitchin erläutert: Das Zweistromland war durch die Sintflut zerstört und unbewohnbar. Die Überlebenden siedelten sich auf den umliegenden Höhen an. Enlil übergibt den überlebenden Menschen der Sintflut Geräte und Samenkörner. Im Hochland beginnt die Landwirtschaft. Enki zähmt Tiere.
http://www.urgeschichte.org/DieBeweise/GobekliTepe/gobeklitepe.htm
DER ÄLTESTE TEMPEL der Welt wird immer größer und gewaltiger. In der letzten Grabungskampagne haben Dr. Klaus Schmidt und seine deutschen und kurdischen Helfer in Ostanatolien 11 neue Riesenpfeiler freigelegt. Insgesamt sind es jetzt 36. Alle messen über drei Meter - mit zwei Ausnahmen: Diese Pfeiler werden fünf Meter hoch sein, wenn sie komplett ausgegraben sind. Damit sind sie so groß wie die Monolithe von Stonehenge - nur sind die Kalksteinkolosse im osttürkischen Bergland 6000 Jahre älter.
Vor 11.000 Jahren, am Ende der Altsteinzeit, schufen Jäger und Sammler auf dem Göbekli Tepe („Nabelberg") ein komplexes Kultzentrum, zu dem es bis heute keinen Vergleich gibt (bild der wissenschaft 1/2002, „Das Haus der Füchse"). Der Prähistoriker des Deutschen Archäologischen Instituts legte mehrere runde und rechtwinklige Räume mit bis zu 15 Meter Durchmesser frei - eine Monumentalarchitektur, die Wissenschaftler den „primitiven" Steinzeitgesellschaften bislang nicht zugestehen wollten.
Die Sensation jedoch sind die T-förmigen Pfeiler, die am Stück aus dem Kalkstein des Bergrückens gepickelt und auf planierten Terrazzoböden aufgestellt wurden. Sie stehen frei oder sind ins Mauerwerk eingebunden, die Hälfte ist mit Tierreliefs geschmückt: mit Füchsen, Löwen, Stieren, Enten, Keilern und Schlangen. Seit der letzten Kampagne bevölkern zusätzlich gazellenartige Onagaer und zwei Kraniche vor stilisiertem Wasser den steinernen Zoo.
Ein neu ausgegrabener Raum geht bis 4 Meter in die Tiefe und hat den gigantischen Innendurchmesser von 20 Metern. In dieser „Anlage C" massieren sich auf den Pfeilern die Darstellungen von Wildschweinen. Schmidt: „Hier haben Leute agiert, die eine besondere Vorliebe für Keiler hatten." Bislang tauchten Füchse am häufigsten auf.
Erklären kann Schmidt das Wildschwein-Gedränge ebenso wenig wie die - ebenfalls einmaligen - Piktogramme auf den Pfeilern. Rätselhaft bleibt wohl für immer, warum die Steinzeitler ihren Tempel sorgfältig zuschütteten. Diesem Umstand verdankt Schmidt die nun gesicherte Datierung seines Wunderbaus: Mit einer geochemischen Methode kann die Versinterung der Steine zeitlich bestimmt werden. Die setzte erst ein, als das Mauerwerk bedeckt war, also nachdem die Anlage zugeschüttet worden war.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)