10.12.2009

Sayın Çığ’ın Hatalı Tufan Kavrayışı



Sayın Çığ’ın Hatalı Tufan Kavrayışı

Muazzez İlmiye Çığ, “Nuh Tufan’ı” bağıntısında, geçen yıllarda, “Karadeniz Tufan’ı” tezine yakın duruyordu; daha sonra ise bu görüşünden vazgeçerek, “Sumerlilerin Tufan’ı”nı Orta Asya steplerinde aramaya başlamış olduğunu, kitabında, şöyle özetliyor:

“Ben Karadeniz’de olan bu Tufan olayını ilk kez İstanbul Üniversitesi Prehistorya bölümünde Walter Pitman’ın bu konuda verdiği Konferansta duymuştum. Daha sonra Cumhuriyet Bilim Teknik dergisinde bu konuyu okuyunca Sumerlilerin yazdıkları Tufan olayının bundan kaynaklanmış olabileceğine oldukça aklım yatmış ve Kuran, İncil ve Tevrat’ın Sumer’deki Kökeni kitabımın 51. sayfasında not olarak vermiştim. Fakat olayın Sumerlilere geçiş varsayımı beni pek tatmin etmiyordu. Çünkü bu büyük olayın etkisinin Sumerlilere gelinceye kadar, Karadeniz’in etrafında ve Anadolu’da yaşayanlar arasındaki yerel söylencelerin bulunması, oraların Sumerlilerle bir bağlantısı olması beklenirdi. Hatta oradan Avrupa’ya gidenler bu olayı anlatmış olmalılardı. Halbuki buna ait bir iz olmadığı anlaşılıyor. Bu yüzden Sumerlilerle bu olay arasında bir bağlantı kuramıyor; ama bir bağlantının gerekliliğine inanıyordum. İşte Önsöz’de sözünü ettiğim kitaplar [ Benim Notum: ( “Ufkumu açan kitaplardan biri Begmyrat Gerey’in Beş Bin Yıllık Sümer- Türkmen Bağları adlı kitabı…. İkincisi Doç. Dr. Tahsin Parlak’ın Tufan’dan Turan Denizi’ne, Turan Denizi’nden Günümüze Aral’ın Sırları adlı kitabı… M. İ. Çığ sf.9/10) ], diğer araştırmalarımın sonuçları bana Sumer Tufan olayının Orta Asya’daki taşkınlıklardan kaynaklanmış olabileceğini, Sumerlilerin oralar ile bağlantıları olduğunu açıkça gösteriyordu. “ (M. İ. Çığ, adı geçen kitap, sf. 73/74)

Her şeyden önce, “Sümer Tufan” anlatımının kaynakları konusunda, “Karadeniz Tsunamisi”nden “Orta Asya Taşkınlarına” doğru bir görüş değişikliği için Sayın Çığ’ın, Cumhuriyet Bilim Teknik dergisi gibi, başvuru kaynaklarının ne ölçüde “bilimsel” bir taban oluşturabileceğini akademi dünyamızın değerlendirmesine sunalım. Bizce bu “görüş değişikliği” süreci ve dayanılan “kaynak”lar, yıllarını Akado sammaru tablet çözümlerine hasretmiş bir bilim insanı için oldukça üzücüdür.

Fakat bütün bunlar işin sadece bir yanıdır.

Her şeyden önce, Sayın Muazzez İlmiye Çığ, öteki bir dizi “realist”, “gerçekçi”, “doğacı” bilim adamı veya tez sahibi gibi, Tevrat’taki haliyle Tufan anlatımının “doğal bir sel afeti”, “tsunami” olayına; tarihteki doğal bir felaketin insan belleğindeki izlerine dayanmış olabileceğinden yola çıkmaktadırlar.

Onlar için, anlatımlardaki “sel”, bildiğimiz anlamıyla bir “su taşkını”; anlatımlardaki “insan toplumu” , bildiğimiz anlamıyla “yeryüzü”nün bütün insanlığı” ; anlatımlardaki “yeryüzü”,”dünya”, “toprak” ise, şu anda bilinen haliyle “yer küremiz” ; anlatımlardaki “gemi” ise, şu anda da bildiğimiz haliyle bir “kayık”, “gemi”, “sal” idi…

Çalışmalarım içinde göstermeye çabaladım ki, Akado-sammaru kayıtlarında ve ondan kaynaklanan “kutsal tufan” anlatımlarında bahsedilen “Su taşkını haliyle Tufan”, aslında bir dizi farklı türü bulunan “kıyamet ayinleri”, “insan kurban edimli ziyafet bayramları”nın sadece biri idi. Bu nedenle de, anlatımlardaki tanrı, böyle bir “tufan” ile, mutlaka suda boğma yoluyla bir “tufan” tanımlıyor ve gerçekleştiriyordu.

Mezopotamya’da birbirinden farklı bir dizi Tufan, yani “kıyamet” biçimleri bulunuyordu. “Suda boğma” veya Cehennem’in “ kaynar sularda haşlanma” motifleri bulunduğu kadar “veba salgınları”; “karakış” kıyametleri; “yangın afetleri” de, tıpkı, Mezopotamya’daki toplum birimlerden sadece bazılarının katıldığı “insan kurban edimli ittifak toplantıları”nın farklı türlerini oluşturuyordu.

Kurban veren topluluk için “felaket”, kurban alan toplum için ise “bayram” yönleriyle öne çıkan Kıyamet-Bayram toplantıları birer ritüel olduğu için, tamamen takvimsel bir zemine, takvimsel bir değere oturmaktaydı. Akado Sammaru kayıtlarında ve onlara dayanan sonraki dinlerdeki “kıyamet – bayram ayinleri” genellikle, en az üç günlük bir takvimsel değere sahiptir. “Yaratılış” olarak tanıdığımız olay da, tam olarak bir “kıyamet- bayram ayini” olduğu için, o da “6 gün, 6 gece” sürmüştü.
Bizim tanıdığımız “İnsanoğlu”, genel olarak “insan”ların sadece bir bölümünü; bizim tanıdığımız “yeryüzü”, “toprak” , “dünya”, “küre”, Mezopotamya’nın tarım yapılan “toprak”larını ifade ediyordu. Eski tabletlere göre, “Yukarı Mezopotamya” , zamanla “Gök” ve “Cennet” kavramlarıyla eşitlenmiş ; “Aşağı Toprak”lar ise, “Dünya”, “Toprak” ve “aşağılık insan”ların yerleştiği alanlar olarak ifade edilmeye başlanmıştı. “Yüce Varlıklar” ve “Aşağılık, Kusurlu, Günahlı İnsanoğlu” ayırımın da dayandığı bu ikilemin tarihteki özelliklerine değinmiştik.

Akado-sammaru topluluklarını ve onların kültürlerini birer uydurmalar manzumesi olarak ele almaz; Mezopotamya topluluklarının gerçek varoluş ve yaşayış anlatım biçimleri olarak ele almaya başlarsak, aslında, bütün “hurafeler”, bir şekilde, bizi, geçmiş toplulukların yaşam ve kült biçimlerine taşır. Bunlara ait son derece canlı örneklerin bir bölümünü ele almaya çalışmıştık. Bir topluluğun “marul yemeyi günah” addetmesi veya Paskalya sırasındaki bir günde mutlaka “marul yemesi” gerektiği gibi kurallar, hiç de “aptallık” veya “cehalet” göstergesi sayılmamalıdır. Hıristiyan yortusunda mutlaka “mercimek” (onun da “yeşil” ve “kırmızı” mercimek ayrımı bile bulunuyor!) yemek, “mercimeği fırına vermek”, nasıl ki, cinsel içerikli bir “festival”, “düğün”, “ittifak şenliği” edimini ifade ediyorsa, marul, fasulye, nar veya “kurban eti” yemek veya yememek de bu tür “kıyamet – bayram” etkinliklerine “sunucu toplum” veya “sunulan toplum” olarak katılmış olmak veya olmamayı anlatıyordu.
Bunlarla ilgili daha geniş bilgilere, Tufan ile ilgili yazılarımdan ulaşılabilir.

“Tufan” olayına bir kez, “sel baskını”, “Nuh gemisi”ne de, bilinen “gemi” olarak bakmaktan vazgeçtiğimiz andan itibaren, Akado-sammaru tabletlerindeki “Tufan”dan, “kutsal kitap” denilen “kitaplar” a kadar uzanan bütün Tufan anlatımlarının, aslında ne zaman başlayacağı, ne zaman biteceği belli olan, tapınaklarda icra edilen, insan kurbanlı birer ritüel olduğu ve tek sefere mahsus bulunmadığı anlaşılır.

Gemi artık bir “gemi” değildir. Eski Kudüs tapınağı önündeki “arınma havuzu”, “tunç kazan”dır! Dolayısıyla, Muhammed Kuran’ındaki gibi, Nuh döneminde “kazanı kaynayan gemi” gibi “buharlı gemi” saçmalıklarıyla uğraşmaya da gerek kalmaz.

Tevrat’ın buluşma çadırı veya eski Kudüs tapınak yapısı ve ölçüleri, sanki birebir, “Nuh’a yapılması” emredilen “Üç katlı”, “üçüncü katında mutlaka çatısı olan”, “eni boyuna eşit” vb. ölçü ve plandaki bir “tapınak” yapısı olduğunu açığa çıkmaya başlar.

Türkiye’nin bilim adamları, ateistleri, konular üzerine düşünen, tezler hazırlayan akademisyenleri, dünyanın en şanslı kesimleri arasındadır aslında. Çünkü, anlatılan Tufan’lar bizim topraklarımıza referans vermektedir. Anlatılan Tufan’ların “gemisi” ya, Cudi’ye, ya da “Ararat”a gelip konarlar!

Bu kadar da değil! “Toprağın adamı” olan “çiftçi Adem” bile, muhtemelen eski Asur tarım alanlarında “yaratılmış”tı. Tabii ki, burada dindarların düşündüğü şekilde bir “yaratma” yoktu. Bir tanımlama, “ad verme”, “sınıflama”, karşılıklı birbirini tanıyıp var kabul etme anlamlarında bir “yaratma” idi. Bir meselenin “adını koyalım”, “bu iddianın adını koyalım” dediğimizde, nasıl ki, olayı tanımlamak, tanımak ve tanıtmaktan bahsetmek istiyor isek, eski tanrılar ve eski farklı Adem’ler durmadan “eşyaya ad vermekten”, “varlıkları tanımlamaktan” vb. bahsediyorlar ise, bu aynı zamanda onların “yaratma” edimleri anlamına geliyor olmalıydı.

Bize ulaşmış haliyle Mezopotamya kaynaklı Tufan anlatımlarını eski dünyanın doğal felaketlerinde aramak, bütün “gerçekçi” ve-ya “ateist” görünümüne rağmen, büyük bir yanılgıdır. Orada anlatılan “Tufan”lar, insan kurbanlı ittifak edimleri, felaket, kıyam günleri, kıyamet ve dolayısıyla bayram ritüelleriydi.


Aşağıdaki yazılar, bu temelde okuduğumuzda oldukça ilginç noktalar açığa çıkmaktadır..

….
Mümin Köksoy, “Nuh Tufanı ve Sümerlerin Kökeni”
Başlıklı kitabıyla ilgili

….
Feyzullah Budak
Ahmet Yesevi Üniversitesi Mütevelli Heyet Üyesi

Yukarıdaki başlık, henüz matbaada baskı aşamasında olup, 2002 yılının son günlerine doğru okuyucuya ulaşacak olan bir kitabın adıdır. Onu, yazarı Prof. Dr. Mümin KÖKSOY’un özel ricası üzerine (bazı konuları birlikte yeniden gözden geçirmek, özellikle dili ve doğru anlaşılırlığı konusunda kontrol etmek amacıyla) baskıdan önce okumak gibi bir şansım oldu. Bu şansın yarattığı faydayı değerli okuyucularımla da paylaşarak çoğaltmak için, daha piyasaya çıkmadan sizleri bu kitaptan ve yazarın çarpıcı iddialarından haberdar etmek istedim.

Prof. Dr. Mümin Köksoy’u dört yıldan beri tanıyorum. Bir Fen Bilimci olmasına rağmen Sosyal Bilimler’e yakın ilgisi ve Sosyal Bilimcilerle sıcak ilişkisi hemen dikkatimi çekmişti. Sosyal Bilimlere Fen Bilimci gözüyle yaklaşıyor, olayları ve konuları o gözle eleştiriyor ve daha önce hiç düşünülmemiş bir sentezle olaylara yeni yorumlar getiriyordu. Tamamını büyük bir dikkatle ve zevkle okuduğum “Yerbilimlerinin Katkısıyla, NUH TUFANI VE SÜMERLERİN KÖKENİ” Sayın Köksoy’un işte bu anlayışla yazdığı bir kitap. Kitapta; felsefeyi, teolojiyi, mitolojiyi, arkeolojiyi, Sümerolojiyi ve tarihi ilgilendiren pek çok konular bir fen bilimci ve özellikle bir yerbilimci gözüyle derinlemesine inceleniyor.

Geniş bir literatür desteğiyle çok yeni görüşler açık bir şekilde ortaya konuluyor. Herkesçe kabul görmüş ve klasikleşmiş görüşlerin yerine yepyeni farklı bir sentezin ortaya konuşu, pek çok kimse üzerinde adeta bir şok etkisi yapacak nitelikte. Ancak duyguları bir tarafa bırakıp yeni yorumları bilim objektifliğiyle incelemeğe kalktığınızda itiraz edilecek, eleştirilecek noktaları yakalamakta da güçlük çekmektesiniz. Meselâ; Yahudi ve Hıristiyan inanç sistemlerinde binlerce yıldan beri tartışılmasına rağmen net bir çözüme bağlanamayan; “biri yaratılan ilk insan olan Adem, diğeri Sümerler’in ilk Peygamberleri Adem olmak üzere iki Adem’in var oluşu” ilk defa bu eserde dile getirilmektedir. Yine ilk defa bu eserde Hz. Nuh’un da Sümer halkına gönderilmiş bir Peygamber olduğu açıkça ifade ediliyor.

Diğer konuları bir kenara bırakırsak, bu çalışmada beni en fazla etkileyen ve ilgilendiren konu Prof. Köksoy’un Sümerler’in ve ilk Türklerin kökenleri ile ilgili görüşleri oldu. Prof. Köksoy bu görüşlerini ortaya koyarken Jeolojiyi ve Paleocoğrafya’yı âdeta bir teleskop gibi kullanmış. Bunu yapabilmek için 15-20 bin yıl önceki son buzul çağının sona ermesinden yola çıkarak günümüze doğru Orta - Asya’nın Paleocoğrafik evrimini özetlemiş. Bölgenin değişen şartlarına paralel olarak ortaya çıkan yaşam şartlarının bölge insanları üzerindeki olumlu ve olumsuz etkileri ve bunlara karşı bölge insanlarının muhtemel karşı davranışlarını adım adım senaryolaştırarak tarih öncesindeki M.Ö. 4000-5000’lere dayanan arkeolojik verilere bağlamış. M.Ö. 3000-2500’lü yıllara doğru yazının icat edilmesiyle arkeolojik verileri yazılı belgelerle destekleme imkanı doğmuştur. Bu sebeple daha sonraki tarihi dönemlerden günümüze kadar akıp gelen medeniyet tarihi daha kesin bilgiler ve belgelerle tarihçiler tarafından kaleme alınmıştır.

Prof. Köksoy, yerli ve yabancı literatürde ve ansiklopedilerde parça parça yer alan bu verileri cesur bir şekilde analiz ederek “Sümer ve İndüs medeniyetlerini kuranların kardeş topluluklar olduklarını” belirtmekte ve bu toplulukların atalarını Orta Asya’nın TURAN ovasında M.Ö. 5000-4000 yıllarında yaşamış olan “İlk Türkler”e (Proto Türkler) bağlamaktadır.

Kendisinin geliştirdiği ve “jeo-arkeolojik teleskop” diye adlandırdığı yeni bir yöntemle de İlk Türkleri M.Ö.15.000-6.000 yıllarında Orta Asya’da yaşamış olan “ilk Ural Altaylılar”a (Proto- Ural- Altaylılar) bağlamaktadır. Prof. Köksoy bu eserinde; Nuh Tufanı’nın gerçek bir tarihi-jeolojik olay olduğunu, ancak kutsal kitapların yanlış yorum ve tercümeleri sebebiyle bu olayın efsaneleştirilerek gerçek dışına doğru itildiğini iddia ediyor. Nuh Tufanı ile ilgili olarak, gerçek olmasını mümkün görmediği bazı söylemleri ise şöyle tespit ediyor:

• Nuh Tufanı M.Ö. 2900’lü yıllarda Aşağı Mezopotamya’da meydana gelmiş doğal ve yerel bir sel baskınıdır. Suların bütün dünyayı ve karaları kapsamış olması mümkün değildir, doğru değildir.
• Geminin Ağrı Dağı’nın veya Cudi Dağı’nın tepesine konmuş olması mümkün değildir. Geminin ya Basra Körfez’inde bir kum tepeciğine takılıp kalmış veya “Dağlık Yöre” (Cudi=Ararat) diye anılan Yukarı Mezopotamya’da, Dicle Nehri kenarında kıyıya bağlanmış olması daha çok muhtemeldir.

• Geminin Ağrı Dağı’nda aranması, Hıristiyanların, özellikle Ermenilerin dini, siyasi, etnik ve ideolojik propagandasının bir aracıdır. Ağrı Dağı’nda bulunduğu iddia edilen gemiye benzer görüntüler bölgeye özgü jeomorfolojik yeryüzü şekilleridir.

• Gemiye her türden birer çift canlının alınmış olması; diğerlerinin Tufandan boğulup yok oluşları; daha sonraki bütün canlıların ve insanların gemidekilerden türemiş olması doğru değildir. Çünkü, en azından Aşağı Mezopotamya’dan başka coğrafyalarda hayat kesintisiz devam etmekteydi.

Prof. Dr. Mümin Köksoy’ un eserinde jeoloji biliminin verileriyle desteklediği bu görüşleri elbette eleştirilmeye ve geliştirilmeye açıktır. Ancak ortaya konulan bu görüşlerin ve geliştirilen yöntemlerin özellikle Türk Tarihi ve Arkeolojisi araştırmacıları için yeni ufuklar açacağına inanıyor, değerli ilim adamımızı bu önemli çalışması sebebiyle yürekten kutluyorum. Kitabın nereden ve nasıl temin edileceğine gelince; Kitap, Yeni Avrasya Yayınları’ndan çıkıyor. Dağıtımını ise Yeni Avrasya Yayın Grubu yapıyor.

http://www.biroybil.com/showthread.php?t=4053

*-*-*-*


Hz.Nuh ve Sümerler

Aslında iddia Mümin Köksoy isimli bir jeoloji profesörüne dayanıyor. Kuran’da geçen Adem isimli iki şahsın birinin insanlığın atası Adem diğerinin de Sümerlere gönderilmiş bir peygamber olduğu, Nuh tufanının sadece şimdiki Irak’ta ki bir bölgeyi etkilediği, Cennetten sadece iki kişinin dünyaya indirilmediği, Karadeniz ve Aral-Hazar tufanları, Nuh’un gemisinin şekli gibi konularda fikir beyan ediyor.
Aşağıdaki konular hakkında bir kaç kırıntıda bizden olsun ..

1- İlk insan Adem ile Sümerlere gönderilmiş bir peygamber olan Adem’in ayrı şahsiyetler olması
2- Cennette sadece Adem ile Havva değil yüzlerce binlerce ademoğlunun dünyaya inmiş olmaları
3- Hz. Adem’den sonra Sümer halkına O’nun onuncu nesilden torunu Hz.Nuh’un peygamber olarak gönderilmesi
4- Hz. Nuh ve Tufan hadisesi. Tufan’ın bütün insanlığa değil sadece Hz. Nuh’un kavmine yönelik olduğu.
5- Hz. Nuh’un gemisi
6-Karadeniz Tufanı ve Sümerlerin Kökeni
İlk insan Adem ile Sümerlere gönderilmiş bir peygamber olan Adem’in ayrı şahsiyetler olması

Prof.Köksoy’a göre Hz.Nuh Sümerlere yaklaşık olarak M.Ö.2900 yıllarında gönderilmiş bir peygamberdir. O’nun yaşının kutsal kitaplarda 950 yıl olarak geçmesi ise şöyle açıklanmaktadır. Sümerlerin ilk kullandıkları takvim kameri ay hesabına dayanan bir takvimdi. Bu takvimde yıl yok sadece ay vardı. Ayın yeniaydan dolunaya kadar geçen yaklaşık 29-30 günlük süresi “bir sene” olarak isimlendiriliyor idi. Buna göre 950 yıl yaşadığı söylenen Hz. Nuh ile 1000 yıl yaşadığı söylenen Hz. Adem aslında bu ay takvimine göre 950 ve 1000 sene yaşamış bizim şu anda kullandığımız Justinyen takvimine göre 77 ve 79 yıl yaşamış olması gerekiyor idi.

Kuran’da hz. Nuh’un “950 sene” yaşadığı söylenir. Burda geçen sene tabiri sözlüklerde belli bir zaman dilimini gösteren bir kelimedir. Sene kelimesi kesin olarak dünyanın güneş etrafında bir dönümü ya da Kameri 12 aya tekabul eden bir “yıl” kavramına denk gelmez. Mesela Sene-i Kuranî tabiri “eyyam-ı Kuran” (Kuran günleri) olarak çevrilmiştir. Burda sene kelimesi “geçen günler” olarak kullanılmış görünüyor. Yani “950 sene” tabiri tam olarak bildiğimiz 950 yıla tekabul etmeyebilir. Burda Köksoy’un ortaya koyduğu düşünceye itiraz sadedinde bir şey denilemez. Ayrıca Muhyiddin ibni Arabi Adem konusunda Futuhat-ı Mekkiye’de şöyle der:
“Bir kimsenin rüyasında gördüğü gibi, Allah bana yüzlerini tanımadığım bir gurup insanla birlikte kendimi Kabe’yi tavaf ederken gösterdi. İlk mısraını hatırlamadığım bir şiiri ezberden okuyorlardı.

“Yıllarca sen tavaf ettik.e biz tavaf ettik bu evin etrafını hep birlikte her birimiz”

Bu insanlardan birisi tanımadığım bir isimle kendini tanıtıp bana : ” Ben senin soyundan atalarından biriyim” dedi. “Öleli kaç yıl oldu” diye sordum. “40 bin yıldan çok daha uzun bir süre” dedi. “Ama” dedim, ” Adem (a.s) bu kadar yıl önce yaşamıyordu.” Şöyle dedi: ” Hangi Adem’den bahsediyorsun? Sana yakın olandan mı yoksa diğerlerinden mi” O zaman Peygamber(s.a.v.)’ in şu hadisini hatırladım:”Allah yüzbin Adem yaratmıştır” (Hayal Alemleri-W.Chittick-Kaknus Yayınları)

Elmalı Tefsirinde Nuh ile Adem arasında bin yıl olduğu sözüne getirilen yorum şöyle:
“Bu bakımdan ya Âdem’in yaratılışına dayandırılan tarihin yanlışlığına hükmetmek veya O Âdem’den maksadın, insanlığın babası olan Âdem olmadığına inanmak gerekir.”(Hak Dini Kuran Dili-E.Hamdi Yazır-Zaman yay.)

Burada Hindu Kozmolojisinden bir alıntı yapalım. Hinduizmdeki kozmik devirler öğretisine göre “bu dünya”‘nın tam tekamülünü içeren bir “Kalpa” (en büyük devir. Kainatından yaratılışından Kıyamete kadar olan süre. Tabi bizim kainatımızın ve bizim kıyametimizin.) iki yedili “Manvantara” dan oluşur..Hindu geleneğinde zaman daireseldir.. (modern dünyanınki çizgisel,bize göre islamda ise helezoniktir). Zaman bir tekerleğe benzetilir. Ve her bir tam dönüş bir manvantaradır. Her Manvantara dört çağa (Yuga) ayrılır. Ve bu çağlarda bir iniş, bir düşüş sözkonusudur. Yani en mükemmel çağ ilk çağ en kötü çağ ise son çağdır. Kreta-Yuga denilen ilk çağ (Romalıların Altın Çağ dedikleri) manevi açıdan en mükemmel çağdır. Şamanistlerin ve bir çok dinsel içerikli metinlerin de dediği gibi o çağda insanlar göğe çıkabiliyorlardı. (Eliade, M.-Şamanizm) Diğer çağlarda tam bir “iniş” vardır. Bu “iniş” ile modern düşüncenin “ilerleme” mefhumuna dikkat çekelim. Modern düşünce bunun tam tersini ileri sürer. Eski Çağlar ilkeldir ve Darwin’e göre hayvansıdır. Zamanda ileriye doğru sürekli bir mükemmelleşme vardır. Bütün dinler bir “bozulma”‘dan bir “düşüş”‘ten bahsederken modern düşünce bir ilerleyişten bahsediyor. Burda modern düşüncenin herzaman gördüğümüz bir yanını görüyoruz. Hakikatları tersyüz etme. Darwin, Marx ve Freud (üçüde yahudidir) ile zirveye ulaşan ilerleme düşüncesi bu çağın manevi boşluğunu örtmek gizlemek için uydurulmuş bir saçmalıktır. (ayrıntılı bilgi için şu kitaba bakılabilir : Rene Guenon, Modern Dünyanın Bunalımı)

Manvantara’nın dört çağı Kreta-yuga, Treta-yuga, Dwapara-yuga ve Kali-yuga’dır. Süre olarak bunlar: Bir manvantarayı 10 kabul edersek 4-3-2-1 olarak dağılır. Hiç birinin kesin bir bitiş ve başlangıç tarihi yoktur. Ve ilham edilmemiş hiç bir kalp bunu bilemez. Bu romalıların altın, gümüş, tunç, demir çağına tekabül eder. Son çağ Kali-yuganın -ki karanlık çağda derler ve bazılarına göre 6480 sene bazılarına görede 2500 senedir- son zamanlarını yaşadığımıza inanılır. Acaba bu son çağda veyahut her Manvantara Çağında farklı bir Adem’mi geldi?

Adem sözcüğünün anlamlarından biri “KIRMIZI”dır. İbranice’deki “Topraktan olma” anlamına gelen “adamoh”, “Kan” anlamına gelen “dam”, “Kırmızı varlık” anlamına gelen “adam” sözcüklerinden birinden türemiştir. Ayrıca Latincede toprak manasına gelen “humus” ile insan manasına gelen “homo” yada “humunus” arasındaki benzerlik ilgi çekicidir.

İncil’de geçen Edom sözcüğüde ilgi çekicidir. Edom ile Adem arasında sadece sesli harflerde bir farklılık var. ve gerçekte farklı bir beşer ırkına Edom “kızıl” demektir tekabül eder.

Farsçada da Adem manasına gelen kelime Keyumers’dir. Süryanice de Adem toprak manasına gelir. (Geleneksel Formlar ve Kozmik Devirler – Rene Guenon – insan yay.)


2- Cennette sadece Adem ile Havva değil yüzlerce binlerce ademoğlunun dünyaya inmiş olmaları

Köksoy Adem ile Havva’nın cennette birçok çocuk ve torunu olduğunu yeryüzüne bunların hepsinin beraber indirildiğini, cennetteki “ruhani” bedenlerine mukabil dünyada biyolojik bir bedene sahip olduklarını ileri sürmektedir.

Ehli sünnet inancına göre cennet veya cehennemdeki beden ruhani bir beden değildir. İnsanlar şimdiki bedenlerine benzer latif bir bedene sahip olacaklardır. Kuranın ve Kutsal Kitapların bir çok yerinde Hz. Adem’in topraktan yaratıldığı sonra Ruh üflendiği söylenir.Buna göre cennetteki yaşam ruhani bir bedenle olan bir yaşam değildir. Hem ruhların üreyerek çoğalması garip bir iddia olur. Kurandaki “ihbitu – hepiniz inin” kelimesi ilk bakışta Adem ile Havva’nın cennette bir çok çocuğu olduğu imajını doğuruyor ise de tefsir alimleri bunu farklı bir şekilde yorumlamıştır.
Burda Adem ve Havva’nın şahsında tüm insalığa bir hitap vardır.(Hak Dini Kuran Dili – I-280.) Adeta Ademin sülbünden gelen herbir insana bir hitap söz konusudur.
Bakara Suresi ayet :36-38:

36-Derken, şeytan ayaklarını oradan kaydırdı. Onları içinde bulundukları konumdan çıkardı. Bunun üzerine biz de, “Birbirinize düşman olarak inin. Sizin için yeryüzünde belli bir süre barınak ve yararlanma vardır” dedik.

37-Derken, Âdem (vahy yoluyla) Rabbinden birtakım kelimeler aldı, (onlarla amel edip Rabb’ine yalvardı. O da) bunun üzerine tövbesini kabul etti. Şüphesiz O, tövbeleri çok kabul edendir, çok bağışlayandır.

38-“İnin oradan (cennetten) hepiniz. Tarafımdan size bir yol gösterici (peygamber) gelir de kim ona uyarsa, onlar için herhangi bir korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir” dedik.

Burda geçen “Tarafımdan size bir yol gösterici (peygamber) gelir de kim ona uyarsa” ifadesi “ihbitu” emrinin Adem’den sonra gelecek olan her nesle bir hitap olduğunu doğrular niteliktedir.


3- Hz. Adem’den sonra Sümer halkına O’nun onuncu nesilden torunu Hz.Nuh’un peygamber olarak gönderilmesi

Köksoy’un Hz. Adem’in yaklaşık olarak M.Ö. 3100 yılında yaşadığı ve Sümerlere gönderilmiş bir peygamber olduğu yönündeki iddiasına hiçbir delil yoktur. O sadece Kitab-ı Mukaddes’in Hz. Adem ile Hz. Nuh arasında on neslin geçtiği görüşüne dayanıyor.
Adem ile Nuh arasındaki kişiler Tekvin Kitabı 5.Babda şu şekilde sıralanıyor:
Adem,
Şit,
Enoş,
Kenan,
Mahalalel,
Yared,
Hanok,
Metuşelah,
Lamek
ve Nuh.
Burada da görüldüğü gibi Nuh Kabil’in değil Adem’in diğer oğlu ve Kuran’da Peygamber olarak bildiğimiz Şit (Seth) soyundandır. Köksoy Bedrettin Cömert’e dayanarak soyu Kabil’e çıkarıyor. Adem ile Nuh arasında sadece İdris olduğunu birçok sahabenin kabul etmediğini İdris(as)’ın Nuh(as)’dan sonra geldiğini Elmalılı Hamdi Yazır kitabında aktarıyor. Unutmamak gerekir ki Kitab-ı Mukaddes sayı, isim, tarih ve soyağacı yönünden kesinlikle güvenilir değildir. Birçok yerde kendisini tekzib eder. Kitab-ı Mukaddesde bir yerde ki soyağacı ile başka bir yerdeki soyağacı veyahut bazı sayı ve isimler farklı ve hatta birbirini tekzip eder nitelikte olabilir. Maurice Bucaile kitabında Tevratta geçen bu tip yanlışlıklara işaret etmiştir. (Çıkış Kitabı – Maurice Bucaile – Gelenek yay.)

Köksoy sadece bu bilgiye dayanarak Hz. Adem’in M.Ö. 3100 yılında yaşadığı tezini öne sürüyor. Başka bir dayanağı olmayışı ve Tevrattaki soyağaçları ve sayılara olan güven eksikliği bize bu iddianın yeterli delile dayandırılmadığını düşündürüyor. Hz. Adem ile ilk insan Adem farklı kişiler olabilirler fakat Peygamber Adem’in M.Ö.3100 de yaşayan ve Sümerlere gönderilen bir peygamber olduğu tezini doğrulanamaz.
Ali-İmran Suresinde geçen “Şüphesiz Allah, Âdem’i, Nûh’u, İbrahim ailesini (soyunu) ve İmran ailesini (soyunu) birbirinden gelmiş birer nesil olarak seçip âlemlere üstün kıldı.” ayeti Adem, Nuh ve İbrahim’in aynı soydan gelen seçilmişler olarak göstermesi Adem(a.s.)’ın ilk Adem değil de ondan sonra gelen Peygamber Adem olma ihtimalini güçlendirir. Gerçekten Adem ile Hz. Adem farklı kişiler ise Kuran ve diğer Kutsal Kitaplar bu konuda kesin bir bilgi vermek yerine böyle ifadeler kullanmayı niye tercih etmiş olabilir?

Buna benzer bir ayette Meryem suresi 58. ayettir:
“İşte bunlar, Âdem’in ve Nûh ile beraber (gemiye) bindirdiklerimizin soyundan, İbrahim’in, Yakub’un ve doğru yola iletip seçtiklerimizin soyundan kendilerine nimet verdiğimiz nebîlerdir.”

Kuran’da her peygamberin hangi kavme gönderildiği belirtilirken Hz. Nuh’un gönderildiği kavimden sadece “kavim” olarak bahsedilmesi ilginçtir. Mesela İbrahim Suresi 9. ayette “Sizden önceki Nûh, Âd, ve Semûd kavimlerinin ve onlardan sonrakilerin –ki onları Allah’tan başkası bilmez- haberi size gelmedi mi?” diyerek diğer kavimleri isim olarak bahsettiği halde Nuh kavminin ismi söylenilmez. Kuranda Ad, Semud, Eyke, Medyen gibi bir çok kavim ismi geçer fakat Hz. Nuh’un kavminin ismi geçmez. “kavm-i Nuh” , “Nuh’un Halkı” gibi tabirler geçer. Eğer Hz.Nuh zamanında tüm insanlık sadece Hz.Nuh’un halkından ibaret olsaydı halk ve kavim gibi bir bütünün parçalarını ifade eden terimler Kuran’da kullanılmazdı kanaatindeyiz. Demekki Hz. Nuh sadece kendi kavmine gönderilmiş kavmi ise o zamanki yaşayan insan topluluklarından sadece biri olarak hayatlarını sürdürüyor idi. Araf suresi 59. ayette “Andolsun, Nûh’u kendi kavmine peygamber olarak gönderdik ..ilh..” buyrulmaktadır. Hz. Muhammed (sav) bir hadisinde diğer peygamberlerden farkını anlatırken kendisinin tüm insanlığa gönderildiğini halbuki kendisinden önce gelen peygamberlerin sadece kavimlerine gönderildiğini söylemektedir. Önemli bir husus bu hadiste Hz. Adem’den de bahsedilmemektedir. Yani Adem(as) da tüm insanlığa gönderilmemiştir.

Elmalılı Hamdi Yazır Nuh Suresi 1-3. ayetlerin tefsirinde şöyle der:
“Kavmine gönderdik.” Burada Hz. Nûh’un bütün insanlara değil, kavmine gönderildiği anlaşılıyor. Zira Peygamberler içinde bütün insanlara gönderilmiş olmak Peygamberimiz’e ait bir özelliktir. O zaman yeryüzünde ne kadar insan ve hangi kavimler vardı ve yeryüzünün nerelerinde insanlar yaşıyordu, onu da ancak Allah bilir. Bununla beraber Alûsî’nin açıklamasına göre denilmiş ki, Hz. Nûh’un kavmi Arap yarımadası ve ona yakın yerlerde oturuyordu. Meşhur olan da onu Kûfe topraklarında yani Irak’ta yaşadığı ve orada kendisine peygamberlik görevi verilmiş olmasıdır. Bundan Nûh tufanının da o bildiğimiz her tarafı sarmış olma özelliği Nûh kavmine ve onların hepsine ait demek olup bütün yerküresinin her tarafını kapsaması gerekmiyeceği ve o vakit yeryüzünde onlardan başka insan bulunup bulunmadığı da kestirilemiyeceği anlaşılıyor ki, Âlûsi’nin de tercihi budur.(Hak Dini Kuran Dili-E.Hamdi Yazır-Zaman yay.)

Hz. Nuh’un adı Sümer dilinde Ziusudra, Akad-Sami dillerinde Uta-Napiştim, Babil Gılgamış Destanında Utnapişti, İbranicede Noah, Eski Yunan’da Xisoukhros ve Türkçe’de (altay destanlarında) Nama olarak geçiyor.
Nuh Sümerlerin Şuruppak şehir devletinin kralı ve yahut soylu kişilerinden biri idi. Nuh’un kavminin kendisine söylediği “sana inananlar hep ayak takımı” ifadesi O’nun soylu biri olduğunu gösterir. Zisudra destanı yaklaşık olarak M.Ö. 2900 yılında geçiyor ve M.Ö. 2600 de tabletlere yazılıyor. Bu tablet Nippur’da bulunmuş. Akadcada “çok akıllı” manasında gelen “atrahasis” destanıda tufandan bahseden bir yazılı belge. M.Ö.1636 tarihli Ninova’da bulunan bir kil tablet üzerinde okunuyor. M.Ö. 1200 tarihli meşhur Babil Gılgamış destanı da tufandan ve Gılgamış’ın Ab-ı Hayat’ı bulmak için Utnapitim’e olan seyahatinden bahsediyor. Tufan’dan bahseden bir diğer kaynak ise Tevrat. M.Ö. 1200′lerde yaşayan Hz.Musa’ya indirilen Kutsal Kitabın en eski yazmasının M.Ö. 400′lere kadar gittiği söyleniyor.Romalı Berossus da kayıp kitabında tufandan bahsetmiş (M.Ö. 281) ayrıca ermeni tarihçi Moses of Koren de M.S.800 tarihli kitabında tufan olayından bahseder. Fakat bu kitap birçok saptırmalarla doludur.

4- Hz.Nuh ve Tufan hadisesi. Tufan’ın bütün insanlığa değil sadece Hz. Nuh’un kavmine yönelik olduğu.

Köksoy bu görüşünde yalnız değildir. Bir çok tefsir alimi (kendiside Elmalılıyı örnek olarak verir) Köksoy ile aynı görüştedir. Alusi, İbnul Esir, Elmalılı, S.Kutup gibi tefsirciler bu kanaattedir. Fakat “Allahu al’em” kaydını düşerler.

Elmalılı söyle der:
“İbnü Esir “Kâmil”de ve Ebulfidâ “Tarih”inde: “Mecusiler, Tufanı tanımazlar. Bazıları da Tufanın varlığını ikrar eder ve fakat Bâbil bölgesi ile ona yakın yerlerde olduğunu ve “Küyümers” yani Âdem oğullarının meskenleri doğuda olduğundan onlara Tufan’ın ulaşmadığını iddia ve zanneder. Aynı şekilde Hind, İran, Çin gibi doğu ülkeleri Tufan’ı tanımazlar. Bazı İranlılar onu itiraf eder ve fakat “genel değildi, Hulvân geçidini geçmemişti” derler. Doğru olan, yeryüzünde yaşayanların hepsinin Nûh (a.s)’un çocuklarından olmasıdır. Zira “Ve onun neslini baki kalanlar kıldık.” (Sâffat, 37/77) buyrulmuştur” diye yazarlar. (Sâffat Sûresi’ndeki bu âyet ile Hûd sûresindeki, “Denildi ki: Ey Nûh! Sana ve gemide seninle beraber bulunan müminlere bir selam ve bereketlerle in. Onlardan bir takım kâfir ümmetler olacak ki, biz onları dünyada rızıkla faydalandıracağız.”(Hûd, 11/48) âyetinin tefsirine bkz.)”

Hud Suresi tefsirinde de Elmalılı şöyle der:

“Nuh Sûresi’nde Hz. Nuh’un duası “Ey Rabbim, kâfirlerden hiçbirine yeryüzünde adım atacak bir yer bırakma!” (Nuh, 71/26) şeklindedir. Buna göre, tufanın yerküre üzerindeki alanı da, kutup bölgeleri de dahil olmak üzere bütünü ve her tarafı değildir. O devirde insan ile meskun olan kısımlarını hesaba almak gerekecektir. O devirde Hz. Nuh’un bütün insanlara mı yoksa, kendi kavmine mi peygamber gönderildiği bahis konusu edilecektir, ki, bu noktada ihtilaf vardır. O devirde henüz insanlar Âdem’den beri bir tek kavim halinde miydiler, yoksa değişik kavimlere ayrılmış ve çeşitli bölgelere dağılmış mıydılar? Şurası kesindir ki, Hz. Nuh’un peygamber olarak gönderildiği kendi kavminin bulunduğu yerde tufanın umumiliği kesin, bunun ötesi zan ve tahmindir.”

Devam eden ayetin tefsiri sadedinde de şöyle denilmiş:
“Demek oluyor ki, tufandan sonraki insanlar yalnızca Hz. Nuh’un üç oğlunun soyundan ibaret değildir. Hz. Nuh’un yanında bulunan az sayıda müminlerin sülâleleri de berekâta mazhar olmuşlardır. Zira Hz. Nuh’un yanında bulunan oğulları “ve ehleke” ifadesinden de anlaşılacağı üzere ailesine dahildir. Yani onunla birlikte olup ona iman edenler ise aile fertlerinin dışında kalan müminlerdir ki, selamet ve berekât ile ayrıca taltif edilen “Yani seninle beraber olanlardan üreyecek ümmetler.” ifadesi gayet açık olarak diğerlerini kapsamına alır. O halde bütün ümmetlerin Hz. Nuh evlatlarından üremiş oldukları hakkındaki tarihi görüş, mutlak bir hakikat değil, çoğunluğu Nuh’un soyundan anlamına gelir. Zira bu selamet ve berekâtta en büyük hisse Hz. Nuh ile evlatlarına aittir.”

Ayrıca Ali Ünal tefsir mahiyerindeki Kuran Meali’inde Nuh tufanının tüm dünyayı kapsamadığı sadece bölgesel mahiyette olduğu,tüm dünyayı kapsamasının jeolojik açıdan mümkün olmadığını belirtir. (Kuran-ı Kerim ve Açıklamalı Meali – Ali Ünal – Define yay.)

Eğer O zaman ki tüm insanlık Nuh’un kavmine has değilse – ki kavim ibaresinin ve Nuh’un Sümerlere gelmiş olabileceği yönündeki tezin (en azından Zisudra destanına dayanarak) verdiği kuvvetle bunu rahatlıkla diyebiliriz- mesela Himalayalarda yaşayan insanların tufandan nasıl kurtulacağını akla getiriyor. Araf Suresi 64. ayette de “Âyetlerimizi yalanlayanları da suda boğduk.” ifadesi sadece Hz. Nuh’un kavminden inkar edenlerin bu azaba düçar olduklarını söylüyor gibidir.

Köksoy Tufanın fazla büyük olmadığını büyük bir sel olduğunu söylüyor bu Kuran ayetlerine ters görünüyor. Jeolojik olarak o bölgede bu kadar büyük bir tufanın olup olmadığı henüz araştrılmış bir konu değil. Fakat Kuranda “dağlar gibi dalgalar” ifadesi Kuranın icazınıda akılda tutarak denilebilir ki bir mübalağa değil gerçek bir olayı belirler.Hud Suresi 42. ayette belirtildiği gibi “Gemi, dağlar gibi dalgalar arasında onları götürüyordu.”

5- Hz. Nuh’un gemisi

Hz. Nuh’un gemisi konusunda Köksoy’un söyledikleri Kuran ayetlerine ters düşer. Kamer Suresi 13. ayette geçen şu ifade : “Biz Nûh’u çivilerle perçinli levhalardan oluşan gemiye bindirdik.” geminin o zamanın teknolojisine göre farklı bir şekilde olduğu hatta kavminin Nuh ile “bu kadar büyük ve levhalardan oluşmuş bir gemi -Dicle veya Fıratta- nasıl yüzecek türünden alay geçtiği” söylenir. Hz. Nuh “Gözetimimiz altında ve vahyimize göre gemiyi yap (Hud 37)” emrine göre yeni bir teknolojiye göre yeni mucizevi bir gemi inşa ediyor, “Kavminden ileri gelenler her ne zaman yanına uğrasalar, onunla alay ediyorlardı. (Hud 38)”

“Onun yüzüp gitmesi de durması da Allah’ın adıyladır. (Hud 41)” denilmesinden mucizevi olarak geminin dalgalar arasında gitmesi kürek ya da yelkenli ile olmayıp tamamen ilahi kudret boyunduruğu altındaydı. “Nihayet emrimiz gelip, tandır kaynamaya başlayınca (fâre’t-tennur) (Hud 40)” ifadesi insanın aklına buharlı gemi düşüncesini getirmektedir. Ali Ünal’da ayet ile ilgili açıklama verirken buna değinir. (Kuran-ı Kerim ve Açıklamalı Meali – Ali Ünal – Define yay.) Ayrıca E.Hamdi Yazır’da “Tennur” kelimesini açıklarken bunun buharlı gemi olabileceğini belirtir. “Tennur: Lügatte kapalı bir ocak, bir fırındır ki, dilimizde “tandır” olarak kullanılır. Leys demiştir ki; “tennur” genellikle bütün dillere gelmiş olan bir kelimedir. “Feveran” kelimesi de biliniyor ki, kuvvet ve şiddetle kaynamak ve fışkırmaktır. Şimdi biz gemiden söz edilirken tam ocak feveran ettiği sırada yük emri verildiğini işittiğimiz zaman o geminin hareket etmeye hazır bir vapur olduğunu anlamakta hiç tereddüt etmeyiz. Lakin vapuru görmemiş olanlar bunu anlayamazlar ve “Acaba bu ocağın feveranı da ne demektir? Bu olsa olsa bir işaret olacaktır.” diye düşünmekte mazur olurlar…

Âyetin bu zahirine karşı, “O zaman öyle bir vapur nasıl yapılabilirdi? Yapılmış olsa bu sanat unutulur mu idi?” gibi vehim ifade eden bir iki sual akla gelebilir. Halbuki daha önceki çağlarda bilinip de sonradan kaybolup gitmiş bir takım sanatların olduğu bile tarihi misallerle sabittir. Kaldı ki Nuh, gemisini beşerin bilgi ve tecrübe birikimiyle değil, doğrudan doğruya “Bu gemiyi Bizim gözetimimizde ve vahyimize göre yap!” âyetinde de ifade buyurulduğu gibi, Allah’ın vahyi ile ve yine O’nun gözetiminde yapmıştır.” İnsanların geçmişte belli bir teknolojiye sahip olduğu bunları sonra unuttuğu bir vakıadır. Piramitleri yapan Mısırlılar ile onlardan binlerce yıl sonra gelen Mısırlılar birbirinin soyundan geldikleri halde aynı tekolojiye sahip değillerdi. İnka-Aztek Medeniyeti de çok ileri giden bir teknolojiye sahip iken ilginç bir şekilde çöküşe geçmiş adeta o teknolojiden ispanyollar geldiğinde eser kalmamıştı.

Nuh’un gemisi Kuran’a göre “Cudi’ye” oturmuştu. Ayetlerde Cudi kelimesi bir tamlama şeklinde verilmiyor. Yani hiçbir ayette Cudi Dağı şeklinde bir ifade geçmiyor. Bu durum Prof. Köksoy’unda belirttiği gibi geminin Cudi isminde yüksek bir bölgeye oturuğu şeklindedir. Zaten geminin karaya oturması yerin sularını çekilmesinden sonra olmuştur. Bu yüksek bölge Babil Dünya haritasında gösterilen şimdiki Musul civarındaki Cudi isimli bölge olma ihtimali çok yüksektir.
“Andolsun, biz onu (tufan olayını) bir ibret olarak bıraktık. Var mı düşünüp öğüt alan?(Kamer 15)” demekki tufan veyahutta Nuh’un gemisi herkesin görüp ibret alacağı bir şekilde izler bırakmıştı. Bu “Var mı düşünüp öğüt alan” ibaresi o zamana münhasır olabileceği gibi ileriki bir zamanda Tufan ile ilgili alametlerin ortaya çıkacağının göstergesi de olabilir.

Ayrıca “‘Sakın ilâhlarınızı bırakmayın. Hele hele Vedd’i, Süvâ’ı, Yeğûs’u, Ye’ûk’u ve Nesr’i hiç bırakmayın.(Nuh 23)” burada belirtilen bu isimdeki putlar bize Nuh’un kavmini tesbit etmede bir ipucu olabilir. Tarihsel ve etimolojik olarak bu isimlerin incelenmesi ve geçmiş milletlerin Tanrı isimleriyle karşılaştırılması Nuh’un kavmini tesbitte faydası olabilir kanaatindeyiz.Bazı tefsirciler burda geçen isimlerin Hindu putları olduğunu söylemiştir.

6-Karadeniz Tufanı ve Sümerlerin Kökeni
Kitapta Köksoy birçok jeolojik veriye dayanarak ve bazı tahminlerde bulunarak şunları söylemiştir: Karadeniz şimdikinden çok daha küçük bir göl idi. Kuzeyden gelen buzul sularını taşıyan ırmaklarla besleniyordu Hazar ve Aral gölleri Karadeniz’den daha büyük ve şimdikinin birkaç misli büyükdü. Bu göller ırmaklarla birbirine bağlı idi ve bu göllerin çevresinde hayat standardı olarak çok ileri düzeyde yaşayan insanlar vardı. Karadeniz Akdenizden seviye olarak yaklaşık 150 m daha aşağıda bulunuyor idi. Marmara iç denizi ile Karadeniz arasında bir bağ yoktu. Sakarya sazlığı suların geçişine izin vermiyordu. Boğazı iyice aşındıran sular büyük bir şelale olarak Karadenize akmaya başladı. Karadeniz’in kenarında yaşayan halklar bu büyük tufandan kaçmak için değişik yörelere göç etmeye başladılar Karadenizin suları günde 10 - 15 metre yükseldiği için insan ve kaçabilecek durumda olan hayvanlar bu tufandan kurtuldular. Turan Ovası sakinleri için kötü günler başladı. Kuzey buzul göllerinin suyu kesildi ve kuraklık başladı. Kuraklık Aral ve Hazar göllerini çok ufalttı artık halk göç etmek durumunda kaldılar. Bu büyük topluluk Hindistandaki Harapa - Mohenjodaro ve Sümerlerin kökeni olarak bu ülkelere göç ettiler. Kendi yüksek kültürlerini geldikleri yerde de devam ettirdiler.

Burda Platon’un da bahsettiği Atlantis kıtasından bahsetmek istiyoruz. Rene Guenon Atlantis’in kuzeyde olduğunu düşünerek Uzak-Kuzey Atlantis olarak isimlendiriyor. Atlantis’in sular altında kalması ve o efsanevi şehrin çok ileri bir tekniğe sahip olması gerektiği aynı zamanda bu şehrin Hindu kutsal metinleri Veda’larda belirtildiği şekilde Kuzeyde hatta kutuplara yakın olduğu ve bir Manvantara yada yuganın sonunun bu şehrin sular altında kalmasıyla aynı zamana tekabül ettiği gibi bir takım düşünceler serdediyor.

Eski yunanlıların bahsettiği deucalions ve oyges tufanları ile Hindu Veda’larda geçen ve içinde bulunduğumuz Manvantaradan önce olan Satyavrata tufanları ile bu Atlantis tufanını ve hatta Nuh Tufanını karıştırmamak gerekiyor. Guenon Atlantis’i “Kırmızı Irkın” geleneği olarak adlandırıyor ve “Kırmızı” anlamına gelen Adem ismi ile ilişkilendiriyor. Atlantis ile Keltler arasında bir ilişki olabileceği üzerinde duruyor. Adem sözcüğü “topraktan olma” anlamına gelen “adamoh” veyahutta “kan” anlamına gelen “dam” sözcüklerinin birinden türemiş olabilir. Halbuki başka bir görüş bu iki kelime manasını da birleştirmiş görünüyor: “kırmızı kil toprak”. Kızıl anlamına gelen Edom sözüğü ise Guenon’a göre bizim içinde bulunduğumuz manvantaradan önceki beşer ırklarına tekabül ediyor. Prof. Köksoy bunları Homo-Spiens’ten önce dünyada yaşayan âkıl varlıklar olarak değerlendiriyor.

http://turkalinux.blogcu.com/hz-nuh-ve-sumerler/2971179

**********

http://toplumvetarih.blogcu.com/muazzez-ilmiye-cig-in-hatali-tufan-i-2/6485783