12.12.2009

Muazzez İlmiye Çığ'ın Hatalı Tufan'ı 6

Mezopotamya Toplumlarının Tarihinde
“Yaratış”lar ve “Tufan”lar


Muhammed Emin Galib et-Tavil tarafından 1924 yılında Lazkiye’de yayınlanan “Nusayriler. Arap Alevilerinin Tarihi. (Tarih'il Aleviyyin Lazkiye)” adlı kitabın başlangıç kısımlarında, “İnsanoğlu” soyunun geçmişi ve bu arada Tevrat’ın bu geçmiş dönemi tarihlendirmesi ve Nuh Tufan’ı da ele alınmaktadır.

Akado-sammaru kayıtlarında karşılaştığımız ve kısmi değişikliklerle “kutsal” denilen kitaplara da girmiş olan “Tufan”, doğal bir afetin, Mezopotamya toplumlarının bilincinde yer etmiş ve üstüne eklemeler yapılmış anılarına dayanmıyordu. “Gerçekçi” olduğu varsayılan bir dizi yazar veya düşünür, “Gemi” ve “Sel Taşkını” motifleriyle süslenmiş olarak bize ulaşan “Tufan” anlatımlarının, geçmiş tarihlerdeki muhtemel sel veya tsunamilerin toplum bilincindeki izlerinden kaynaklanmış olabileceğini ileri sürmüşlerdi. Sayısız yerli yabancı akademisyenimizin yanı sıra, bu kanaati taşıyanlar arasında Abdullah Öcalan ve Muazzez İlmiye Çığ da bulunmaktadır.

Sayın Çığ, bu kanaatini :
“ Yaptığımız bu araştırmalarda Sumerlilerin vatanının Orta Asya toprakları olduğu, dillerinin Türk diline olan büyük benzerliği, yazdıkları Tufan olayının da Orta Asya’daki su taşkınlıklarından kalan hatıralara dayandığını kanıtlamaya çalışacağız” diyerek (M. İ. Çığ, Sumerlilerde Tufan, Tufan’da Türkler, sy:13) ortaya koymaktaydı. Burada, önsel bir Türkçü ideolojik varsayım bulunmakta ve hem de “Tufan” anlatımları doğal su taşkınlarının anılarına dayandırılmaktadır. Abdullah Öcalan’da ise, Türkçü’lük karşısında Kürtçülük bulunuyor olmasına karşın, “doğal sel baskınları” ve bunun toplumlardaki hatıraları gibi motifler, neredeyse kelimesi kelimesine uyum sağlamaktadır.

Mezopotamya kaynaklı olan ve bizim tanıdığımız haliyle “Nuh Tufan’ı” aslında, periyodik “kıyam” ritüellerinden sadece birisi idi. İnsan kurban edimli ve sonuçları da özel önem taşıyan bir ortak bayram veya kıyamet, çok somut bir tarihte başlıyor, somut bir süre devam ediyor ve yine çok somut bir tarihte son buluyordu. Bütün bu anlatımlarda, karşımıza çıkan takvimsel değerler bile, bize aktarılan haliyle “Nuh Tufan’ı”nın bir “ritüel” anlatımı olduğuna pek şüphe bırakmaz.

Eski Ahit’in Tufan anlatımında bu nokta,

“…Ve 601. yılında, 1. ayda, ayın birinde yeryüzünde sular kurudu ve ikinci ayda ayın on yedisinde yer kurudu…” (M.İ.Çığ, agk, s.22) biçiminde oldukça ayrıntılı olarak yer alabiliyor ise, nedeni, bu olayın, tamamen bilinçli bir ritüel olarak hazırlanmasındandır. Zaten, Tanrı da, Nuh’a “gemi” hazırlatmak gibi emirler vererek, hiç acelesi olmadığını ortaya koymuştu.

Karşımızda olan edim, somut bir riütel olduğu için, Nusayri olan Muhammed Emin Galib et-Tavil, eserinde, “Tevrat’a göre, yeryüzünü taşıran Tufan, yaratıştan 1656 yıl sonra, yağmurların Ekim’den Mart’ın başına dek aralıksız yağışıyla meydana gelir…” (s.30) derken, Musevi toplumunun din adamlarının, ataları Nuh’un başına gelenleri, neden “Tufan’dan önce” ve “Tufan’dan sonra” diye miladi bir takvim değerine temel yapmış oldukları anlaşılmaktadır.

Çünkü bu olay, doğal bir “su taşkını” değil, çok genel bir “kıyamet ritüeli”, “bir festival”, “bir yas ayini” idi ve kurban sunan ve kurban alan toplulukların birlikte düzenledikleri geniş kapsamlı bir ittifak ayiniydi. Bu tarihten itibaren, bu ritüele yani “anlaşma toplantısı”na katılan Nuh soyuna ait olanlara “kan içmek ve çiğ et yemek”, artık kesin bir şekilde yasaklanmıştı.

Sayın M. İ. Çığ, “kutsal Me”ler arasında anayasal bir kurum olarak yer alan ve düzenli, takvimsel değerlere bağlı kalarak tekrarlanması öngörülen “Tufan Kıyamet Bayramı”nın [ ki, “Kıyam bayramı” tanımı biraz garip görünse bile, şu anda, günümüzde, Süryani topluluğu tarafından kutlanmaya hala devam edilmektedir. Kaldı ki, İslami Kurban Bayramının “Kıyam Bayramı” olduğu ve tarihte bu “bayramlarda” koyun, kuzu yerine insan ve çocuk boğazlanmış olduğu da unutulmamalıdır. Bkz: (http://toplumvetarih.blogcu.com/tufan-kiyamet-ritueli-kiyam-bayrami/5508483 ) ] Somut bir ritüel tanımı olduğunu maalesef görememektedir. Bu nedenle de, bir Protestan başpiskoposu, “yaratılış”ın veya daha sonraki “Tufan”ın yıl ,gün ve hatta saat hesabını yapınca, bundan şaşkınlığa düşerek şöyle demektedir:

“ Museviler insanın yaradılışını 5000 yıl önceye götürürken, bir Protestan Başpiskoposu tarafından bu tarih 4004 yıl önce 23 Ekim Cuma günü saat 9 olarak saptanmış. Cumartesi günü de tanrı dinlenmiş…”
( M.İ.Çığ, agk. Sy. 16)

Musevi veya Hıristiyan din adamlarının “Yaratılış”ı, onların düşüncesine göre, genel anlamıyla canlıların ve bu arada İnsan’ın ortaya çıkışını 5790 yıl kadar önceki bir tanrısal edim olarak tanıtmalarına elbette gülüp geçeceğiz. Fakat, öte yandan da, Musevi takviminin şu anda “yaratılış”tan bu yana 5790 yıl içinde olduğumuz; Tufan’ın ise “Yaratıştan” 1656 yıl sonra gerçekleşmiş olduğu gibi düşüncelerin hangi nedenlere dayanıyor olduğunu düşüneceğiz.

Mezopotamya kaynaklı ilahi veya destanlarda, kuru bir şekilde, eski insanının sadece uydurmalarını ve-ya hayal gücünü okuyanlardan olmayacağız. Çünkü böyle bir tutum bizlere, eski toplumun gerçek tarihini, örgütlenme ve yaşam kurallarını tanıma olanağı sunamaz. Konu üzerinde bunca yıllık övülecek çalışmalarına karşın, Sayın Çığ, Mezopotamya destanlarında, ne yazık ki, kelimenin şimdiki yoz anlamında, “efsane” dışında çok az gerçek olgular saptayabilmiştir. O toplumların yaşamını, Ahura Mazdacılığa; Yezidiliğe, Museviliğe, farklı Hıristiyan topluluklarının fiili ve dini yaşamına yeterince taşıyamamıştır.

Fakat, biz, eğer 5790 - 2000 = 3790 gibi bir rakama ulaşıyor isek, Musevi din adamlarının “yaratış” dediği olayın günümüzden yaklaşık 3500 yıl kadar önceki Yukarı Mezopotamya ve Aşağı Mezopotamya toplulukları arasında gerçekleşen ilkel ittifak başlangıçlarına dayandığını anlayabiliyoruz. Bizzat “Yaratış” anlatımının kendisi de “6 gündüz, 6 gece süren” bir ittifak ritüelinden başka bir şey değildi. Öyle ki, o anlatımlarda, “Yer’in Gök’ten ayrılması” edimi, “Yukarı Mezopotamya” yani “Gök”ün, “Aşağı Mezopotamya” , yani “Yer”- “Toprak”ın birbirinden “ayrıştırılması”, tapınaklarda “ekmek pişirilmeye” ve “tapınaklarda ekmek yemeye” bağlı olarak anlatılıyordu.

“ Ekmek yemek” ve “su içmek”, şimdi bile Musevi ve Hıristiyan ayinlerin en temel söylemi ve edimi olmaya devam ediyorsa, bu alanda yeterli donanıma sahip her araştırıcı, erken dönem ilahilerinin mısralarında anlatılan “yaratış”ın ve sonraki “Tufan”ın, farklı toplum birimlerinin katılımıyla gerçekleşen ve o dönemdeki toplulukların örgütlenme tarzlarını ve aralarındaki evlilik ve yiyecek ilişkilerini tanzim eden ittifak ritleri olduğunu görebilecektir.

Zaten, “kutsal” denilen bu dinsel kitapların “Yaratış” veya “Tufan” anlatımlarının bir toplu ve toplumsal ayin olduğu; düzenli yıkımların, kıyamet’lerin öteki yüzlerinin de düzenli yaratma olduğu bir kez kavranılınca, karşımızdaki bütün bu anlatımlar; alışkanlıklarını, deyimlerini hala yaşamımızda taşıdığımız eski Mezopotamya topluluklarının gerçek tarihlerine bağlanıvereceklerdir.



*-*-*-*-*-*-





Nusayriler. Arap Alevilerinin Tarihi. (Tarih'il Aleviyyin Lazkiye)
Muhammed Emin Galib et-Tavil


Çiviyazıları, Mart 2000.
( sf. 29-31)


1. BÖLÜM
TARİH ÖNCESİ ÇAĞLAR


Bugün elimizde bulunan Tevrat insanlığın başlangıcının, yani Adem ile Havva'nın cennetten inişinin, günümüzden altı ya da yedi bin yıl öncesine dayandığını, Havva anamızın Hicaz'da Cidde'ye Adem'in ise Seylan-Serendib adı verilen adaya indiğini, ikisinin büyük zorluklardan sonra kavuştuklarını, Fırat'ın kıyısında adına Aden bahçesi denilen bir yere yerleştiklerini anlatır.


[ ……. ]

Bu nedenle Adem ile Havva'nın yeryüzüne inişinin bir masal değil, olanaklı doğal bir olay olduğunun ortaya çıkmasını uzak bir olasılık olarak görmüyoruz. Bununla birlikte Tevrat'ta anlatıldığı gibi canlıların yaşının yedi bin yıldan ibaret olduğuna da inanmıyoruz, çünkü bulunan insan kalıntıları bunların, yirmi hatta yüz bin yıl önce, canlılar aleminde yaşadığını kanıtlıyor. Başlangıçta bir ateş cismi olan dünyanın ise ısısının uzayda yayılarak kabuk bağlaması, yörüngesine oturması, en az otuz milyon yıl önce gerçekleşmiş olmalıdır.

Daha önce söylendiği gibi, Adem ile Havva, Fırat'ın kıyısındaki Aden bahçesine yerleşerek ürediler. Sayıları çoğalınca ahlak ve inanç yozlaşması baş gösterdi. İlahi hikmet insanların terbiye edilmesini gerektirdi ve semavi kitapların anlattığı Tufan meydana geldi.

İnsanlığın ikinci babası olan Nuh Peygamber, Kufe dolaylarında yaşıyordu; rabbine yeryüzünde dolaşan tek bir kafir bırakmasın diye dua etti ve ona ailesini, az sayıdaki mümini ve her canlıdan bir çift taşıyacağı bir gemi inşa etmesi vahyedildi. Öyle de oldu, gemi bugünkü
yaratıkların atalarının tek sığınağı oldu.

Tevrat'a göre, yeryüzünü taşıran Tufan yaratıştan 1656 yıl sonra, yağmurların Ekim’den Mart’ın başına kadar aralıksız yağışıyla meydana gelir, nihayet sular yeryüzünü kaplar. Nuh'un gemisi içindekilerle birlikte yüzerek Kürt illerindeki Ararat sıradağlarının bir parçası olan Cudi dağına oturur.

Nuh Tufanı ile ilgili bir dizi görüş ve kuram vardır. Kimileri bunun o zaman olağandışı bir biçimde gerçekleşen bir gelgitten kaynaklandığını söylüyor. Bugün Basra körfezindeki gelgitleri bilen ve Kufe'nin eskiden, Fırat, Dicle ve diğer nehirlerle derelerin sürüklediği alüvyonlarla dolmuş olan, Basra körfezinin en ucundaki yerde olduğunu hatırlayanlar, bu görüşü savunanlara bir gerekçe bulabilir ve gelgitin Tufan'la bir ilgisi olduğuna inanabilir. Ancak bu görüş Tufan'ın gerçekleştiğini reddetmiyor, hatta kabul ediyor.

Gelgit zaten ilahi kudretin belirtilerinden biridir. Bu kuramı kabul etmekle Tufan'ın gerçekleştiğini ispatlamış oluruz. Çünkü gelgit olayı güneş ve ayın çekim gücünün etkisiyle oluşur. Tufan'ı ispatlamak için dünyanın yakınından geçen bir gök cisminin çekim gücünün güneş ve ayın çekim gücüyle birleştiğini varsayarsak Tufan'ın doğal nedeni ortaya çıkar. Bu da yüce ilahi kudretin tecellisinden başka birşey değildir.

Bu konuya ilişkin kuramlar çeşitli olsa da, kesin olan Tufan'ın gerçekleştirdiği, Çinliler ülkemize uğramadı diye inkar etse de, Tufan'ın bütün yeryüzünü kapladığıdır.

Tufan'dan sonraki insanoğullarının soyu Nuh'un (Nuh b. Lamek b.Mütevaşlıh b. Uhnuh b. Nun b. Mihlail b. Kınyan b. Anüş b. Şis b. Adem) üç oğlunun soyundan gelir: Sam, Ham ve Yafes….

(sf. 29- 31 )

*-*-*-*-**-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*