18.12.2009

Nemrut'un Kült Yazıtları

NEMRUT DAĞ TAPINAK MEZARINDAKİ
BÜYÜK KÜLT YAZITI ÇEVİRİSİ

1. Kommagene: Unutulan Krallık

Kommagene Krallığı Türkiye'nin güneydoğusunda, Dicle ve Fırat Nehirlerinin yukarı kıyılarında kurulmuştu.

“Meşe ve çınar ormanları tepenin yamaçlarını kaplıyor. Vadilerinde incir, zeytin, ceviz ve nar yetişiyor. Mısır dünyanın başka hiç bir yerinde bu kadar iyi ürün veremez.” Bu manzarının yüzyıl başında bölgeye gelen Alman bir gezginin güncesinde olduğuna inanmak zor.

Sanki bir yeryüzü cenneti tasvir ediliyor. Gerçektende Aden Bahçesi'nin burada çiçeklendiği söylenir.

Bugün bu topraklar anlatılan o cennete ait ipuçları vermiyor-cenneti çağrıştırmakta zorlanıyor. Yamaçları kapladığı söylenen o ağaçlar artık yok ve keçi sürüleri bitki örtüsünün son yeşilliklerini tüketmekle meşgul. Başlatılan sulama kanalları mucizeler yaratacak ve verilen çabalar sonunda bölge yeniden ağaçlanacak zira toprak burada çok verimli ve sayısız dağ pınarı var.

Kommagene kömür, demir, altın ve petrol gibi mineral ve madenleriyle ünlü çok verimli bir bölgeydi. Bu zenginliklerin bir kısmı bugün yeniden keşfedilmiş durumda. Örneğin 1960larda bir arkeolog Fırat'tan altın çıkarmayı başardı.
Diğer bir keşif petro ile yaşandı. Son birkaç yıldır bölgede yaygın olarak ham petrol sondajı yapılıyor. Heryerde Türk Petrol Ofisi'nin kara altın çıkaran petrol çıkarma şantiyelerini görmek mümkün.

Ama artık zamanda yolculuk etme vakti. Kommageneyi ilk kez İ.Ö. 850 civarında yazılı tarihin kayıtlarında görmeye başlıyoruz. Bir Asur kralının tutanaklarında, halkın krala yıllık vergi olarak altın, gümüş ve sedir ağacından yapılmış tahta verdiği yazılı. Belli ki o günlerde değerli sedir ağaçları sadece Lübnan'da değil Kommagene topraklarında da yetişiyordu. Kommagene Asurluların bir uydusu haline geldiği dönemde.

İ.Ö. 700 civarında bir Kommagen Kralı Asurlulara başkaldırır. Asur kralı Sargon Kommagenleri yener ve yenilen asi kralı: "Tanrılardan korkusu olmayan tanrısız bir adam bu. Sadece kötü planlar yapan bir hilekar." diyerek suçlar. Kral Sargon'un nitelemesi fazlasıyla öznel görünebilir. Ancak Sargon sözlerine şöyle devam eder:
"Karısını, oğullarını ve kızlarını, malını ve hazinelerini aldım ve son olarak halkını aldım ve onları Mezopotamya'nın güneyine (bugün Irak) sürdüm." Anlaşılan, yerleşik halkları yurtlarından topraklarından sürmek o zamanlarda da uygulanan bir yöntemdi.

İ.Ö. 600 dolaylarında Babilliler Asurluları yenilgiye uğratırlar. Sonradan Kommagene krallığını başkenti olacak olan Samosata'da son kez savaşırlar. Bu savaşta Mısır ordusu Asurlulara destek verir ancak Babilliler birleşik orduları yenmeyi başarırlar.
Kommagene halkı İ.Ö. 550 dolaylarında, önce Babillileri yenen Perslerin sonra da Persleri yenen Büyük İskender'in ordularının istilasına tanık olur.
İ.Ö. 300'lerde Büyük İskender'in velihatlarından biri olan Kral Seleukos 1. Nikator bölgesinde hüküm sürer. 1.Nikator Kommagene krallarının Yunan atalarından birisidir. İ.Ö. 130'larda Kommagene krallığı bağımsızlığını kazanır.

2. Kral Mithradates 1. Kallinikos
Küçük Asya'da hüküm süren çoğu krallık gibi Kommagene de doğu ve batı halklarının kaynaştığı bir pota oldu. Farklı kültürleri, gelenekleri olan farklı diller konuşan insanlardı onlar ve doğal olarak kendilerini birleşmiş tek bir halk olarak görmüyorlardı. Onlar için aile ve kan bağı Kommagene krallığı altında birleşmiş olmakdan daha önemliydi.

Kral Mithradates bu tavrı değiştirmek için çok çalıştı. Örneğin her yıl atalarının onuruna Kommagene krallığında Olimpiyat Oyunları düzenledi. Bu oyunlar, Yunanlıların Olimpiyat Oyunlarıyla karşılaştırılabilir nitelikteydi.
Gençlik yıllarında Kral Mithradates de bu oyunlara katılmış ve Kommageneliler arasında popüler olmayı başarmıştı. Yetenekleri sayesinde Kral Mithradates pek çok ödül almış ve bunun bir sonucu olarak 'Güzellikle zafer kazanan' anlamına gelen 'Kallinikos' adını almıştı.

Mithradates Laodike adında bir Seleukos prensesiyle evlendi. (*) Üç kızları oldu ve dördüncü çocukları da kız olunca çift bir oğul sahibi olamama kaygısına kapıldılar. Bir oğula sahip olmak krallığın kalıcılığı açısında çok önemliydi ve erkek evladı olmayan bir kralın velihatı da yok demekti.

Oğulları olduğunda tattıkları mutluluk ve rahatlık sonsuzdu ve çocuğa Laodike'nin babasının adı, Antiochos, verildi.

Kommagene krallığı gücünü kat kat aşan güçlerin tehditi altındaydı ve Mithradates yardıma muhtaçtı. Yardım alma amacıyla Mithradates tanrılarla bir anlaşma yaptı. Bu tanrıların gerçek mi hayali mi oldukları bilmiyoruz, ancak krallığın bağımsızlığını koruduğu dikkate alınırsa Mithradates'in anlaşmasının işe yaradığı söylenebilir.
Diger taraftan bu sözleşmenin halklar arasındaki uyumsuzlukları yumuşattığı anlaşılıyor. Kommagene Krallığı'nı oluşturan bu başka başka köklerden gelen insanların kendilerini birbirleriyle bağlantılı hissetmeleri güçtü. Ancak tanrılarla yapılan sözleşmeden etkilendiler ve kendilerini tanrıların korumayı kabul ettiği seçilmiş insanlar olarak gördüler.

Böylelikle, Mithradates krallığını meydana getiren halklar arasında bir bağ oluşturulabildi. Kral bu sözleşmenin onuruna ülkenin her yerinde, temenos denilen, küçük tapınaklar inşaa ettirdi.

Temenoslar ülkenin en göze çarpıcı noktalarında kuruldu. Bu noktalardan tapınakların en önemlisi olan kutsal Nemrud Dağı'nın tepesindeki tapınağı görmek mümkündü. Bu tapınakların hepsinde tanrılardan biriyle el sıkışan Kral Mithradates'in tasvir edildiği beş tablet bulunurdu. Mithradates tanrılarai Yunanca ve Persce olan isimler verdi

1. Apollo / Mithras
2. Artagnes / Herakles
3. Zeus / Oromasdes
4. Hera / Teleia
5. Helios / Hermes

Mithradates tanrılara her iki dilde isim vermesinin sebebi krallığını oluşturan halkların kendilerini tanrılara yakın hissetmelerini sağlamaktı. Bu taş tabletler stel olarak da bilinir. Bu steller sayesinde Kral Mithradates tebasını sadece onun sayesinde koruma altıda olabileceklerine inandırdı. Bur temenoslar kralın tanrılarla yaptığı anlaşmanın şahitleriydiler.

Loos'un onuncu günü--14 Temmuz-- "Yüce Tanrıların Tezahürü" günü olarak kabul edildi. O gün Kral Mithradates'in taç giydiği gün olarak da seçilmişti. Her yıl o gün Kommageneliler köylerinin veya kasabalarının yakınındaki tapınaklarında biraraya gelerek kutlamalar yaparlardı.

Bu kutlu günde Kral Mithradates Nemrud Dağı'nın zirvesinde Kommagene'nin asilzadeleri ve diğer önemli şahsiyetleriyle biraraya gelir ve yüzlerce yurttaşının önünde tanrıların temsilcilerini kabul ederdi.

3. Kral Antiochos I Theos
Kral Mithradates'in oğlu Antiochos ailesinden Yunan ve Pers kültürün karışımı bir eğitim aldı. Annesi Kraliçe Laodike Büyük İskender'in soyundandı, babası ise Perslerin 'kralların kralı' dedikleri 1. Darius idi.

Antiochos çok genç yaştayken babası onu bir Seleukos prensesi olan İsias Philostorgos, 'Sevgili' ile evlendirdi. Bu evlilik tamamen politik bir amaç uğruna planlanmıştı ve aşkla pek ilgisi yoktu.

Kral Antiochos 1. Theos'un Aile Ağacı




Mithradates tahtını oğluna bıraktıktan sonra onu gözetmeye devam etti. Nemrud Dağı'ndaki tapınağı birlikte tasarladılar. Tapınak Mithradates'in temellerini attığı tanrılarla yapılan sözleşmenin merkezi olacaktı.

Mithradates 'in yaklaşımı, her zaman olduğu gibi pragmatikti. Tapınak öylesine etkileyici bir anıt olmalıydı ki tebası sözleşmenin önemini anlamalıydı. Nemrud Dağı'nın bölgeye hakim konumu tapınağın ülkenin heryerinden kolaylıkla görülmesini sağlayacaktı.


(*) Antiochos ise idealistti. Ona göre sözleşme yeni bir dine beşik, Nemrud Dağı da onun merkezi olacaktı. Bu yeni din Nemrud'dan tüm medeni dünyaya yansıyacaktı. Bir din yaratmanın verdiği güvenle olsa gerek, Antiochos taç giyişinin hemen ardından kendine Theos (Tanrı) adını verdi. Ve kendince bir efsane oldu.
Antiochos babasına çok derin bir saygı duyar ancak annesi Laodike'yi herşeyin üstünde severdi. Bir çok yazıtta kendisini 'annesini seven kişi' olarak kaydettirmiştir. Annesine tanrıça anlamına gelen Thea ismini verdi.
Nemrud Dağı tanrılarının heykelleri arasında annesini kendisiyle birlikte ölümsüzleştirdi. Tanrı Zeus'un soluna Kommagene Kralı, Theos olarak kendisini, Zeus'un sağına da Kommagene'nin Anası, Thea, olarak annesi Laodike'yi yerleştirdi.

4. Sanat
Kommagene'nin tamamen kendine özgü bir sanat geleneği vardı. Bu gelenek Yunan ve Pers sanatlarının eşsiz bir senteziydi. Antiochos sanata destek verdi. Meclisinde sanatçıları ve bilginleri toplardı. Bunlara 'aralın arkadaşları' anlamına gelen philoi denirdi.

Kral Mithradates zamanında sanatta doğu etkisi ağır basmaktayken Kral Antiochos dönemi sanatı daha doğalcı (naturalist) ve daha az stilize (geleneğe uygun) bir uslup kazandı. Antiochos Yunan kültürünü tercih etmiş ve kendine 'Yunanlıların ve Romalıların dostu' adını vermişti.

Dağın zirvesindeki heykeller Kommagene sanatının ihtişamını belgeler. Orada doğu ve batı tam bir uyumla kaynaşır.

Batı Terası'ndaki Antiochos başında formu bozabilecek tüm ayrıntılardan arındırılmış çok güzel bir örnektir. Heykelde süslü bir sakal, takı ya da başka bezemeler yoktur. Sade ve dinamik bu eser bugün bile ebedi güzelliğiyle görenleri heyecanlandırır.

5. Ticaret
Ticaret Kommagene Krallığı için önemli bir gelir kaynağıydı. Romalılar ile Partlar arasında büyüyen sorunlar doğu ve batı arasındaki ticareti engelliyordu. Bu iki süper güç arasında bağımsız tek devlet olan Kommagene hem Romalılar hem de Partlarla ticari ilişkiler kurmuştu. Kommageneli tüccarlar özgürce Partların topraklarında ticaret yapabilyorlardı. Çin'den ipek, Hindistan'dan egzotik hayvanlar ve baharatlar dahil pek çok malın ticaretini yapıyorlardı.

Antiochos denetimi altında tuttuğu Toros Sıradağları ve Fırat Nehri geçitleri sayesinde ağır vergiler topluyordu. Zenginliği sayesinde Kommagene sadece bir geçiş yeri değil aynı zamanda lüks malların tüketildiği bir ülke olmuştu.
Getirilen mallar başkent Samosata'da Romalılara ve zengin Kommagenelilere satılıyordu. Antiochos devrinde Samosata doğu ile batı arasındaki ticaretin merkezi haline geldi. Partlar, Kommageneliler, Romalılar, Yunanlılar ve Araplar orada biraraya geliyorlardı.

6. Roma'yla Savaş




KÜÇÜK ASYA Haritası, İ.Ö. 100:
Pergamum, Bythinia, Pisidia, Galatia, Cappadocia,
Pontus, Arm, Seleukos, Kommagene, Parthia, Roma.

Romalılar batı Anadoluya ilk adımlarını atar atmaz Bythinia, Pisidia, Galatia ve Cappadocia gibi Küçük Asya krallıklarını birer birer ele geçirmeye başladılar
Pergamum'dan sonra İ.Ö. 80 dolaylarında Bythinia ve Pisidia'yı egemenlikleri altına aldılar. Aynı sıralarda Partlar da Kommagene sınırlarına varmışlardı.

http://www.nemrud.nl/img/asia80bc.jpg
KÜÇÜK ASYA Haritası, İ.Ö. 80:
Galatia, Cappadocia, Pontus, Arm, Seleukos,
Kommagene, Parthia, Roma.

Romalılar İ.Ö. 70 sıralarında en büyük düşmanları Pontus Krallığı'nı devirdiler. Hemen arkasından da Pontus'un güçlü müttefiki olan Arm krallığını yıktılar ve fetihlerini tamamlamak için süratle bölgedeki son bağımsız krallık olan Kommagene'ye yöneldiler. Bu küçük ülkenin istilası başlangıçta hiç de zor görünmüyordu.

http://www.nemrud.nl/img/asia70bc.jpg
KÜÇÜK ASYA Haritası, İ.Ö. 70:
Pontus, Arm, Seleukos, Kommagene, Parthia, Roma.

İ.Ö. 69'da Kommagene'nin başkenti Samosata (Samosata) kuşatıldı. Ancak hiç umulmayan bir şey oldu ve Roma savaş makinesi durdu. Romalı askerler daha önce hiç görmedikleri bir maddeyle bombalanıyorlardı. Romalı tarihçi Plinius 'onun vurduğu asker silahıyla beraber yanıyordu.' Anlaşılan Kommagene dışında bilinmeyen bu gizli silahın sebep olduğu korku çok büyük olmuştu.

Samosata düşmedi. Roma konsülü Lucullus ile Kral Antiochos özel bir görüşme için biraraya geldiler. Bu görüşmenin kaydı yok ama toplantı sonunda Roma ordusu geri çekildi.

Kommagene için durum gerginliğini korumaya devam ediyordu zira bir yanlarında sömürgeci savaş tutkunu Romalılar diğer tarafta güçlü Part ülkesi vardı.


http://www.nemrud.nl/img/asia60bc.jpg
KÜÇÜK ASYA Haritası, İ.Ö. 60:
Kommagene, Parthia, Roma.

İ.Ö. 64'de Romalılar istilalarına devam ettiler. Seleukos devletinden kalanlar Suriye vilayetine dahil edildi. Bu devirde Roma'nın Kommagene Krallığı dışında Küçük Asya'da egemenliği altına almadığı devlet kalmamıştı.
Kommagene Seleukos devletinin yıkılışından küçük bir toprak parçasını ülkesine katarak yararlandı.

Kommagene'nin stratejik konumu Roma'nın doğuya doğru genişlemesinde hayati önem taşımaktaydı. Ya burası da istila edilecek ya da genişlemekten vazgeçilecekti.
Antiochos Partlarla ilişkisini güçlendirmesi gerektiğini biliyordu. Bu amaçla kızı Laodike'yi Part kralına eş olarak verdi. Bu evlilikten bir erkek çocuk dünyaya geldi, Pakoros. O babasının gözdesi ve tahtının tek varisiydi.
Küçük Asya'da savaşlar sürüyordu. İ.Ö. 53 yılında Partlar Romalıları yenerek Suriye'yi fethettiler. Bunu fırsat bilen Pontus Krallığı Roma'ya başkaldırma gücünü kendinde buldu.

Jül Sezar Küçük Asya'ya yürüyerek ayaklanmayı bastırdı. Sezar'ın tarihe geçen 'Geldim, gördüm, yendim' sözü bu zaferin ardından söylenmiştir.
Sezar'ın öldürülmesiyle Roma İmparatorluğu bölündü. Markus Antonius doğuyu Oktavianus batıyı aldı. Markus Antonius meclisini, sevgilisi Kleopatra da yanında olduğu halde, Tarsus'ta kurdu. Jül Sezar da Mısır kıraliçesinin güzelliği karşısında ezilmiştir.

İ.Ö. 38'de Markus Antonius Part ordusunu yendi ve velihat prens Pakoros'u öldürdü. Annesi Laodike ve Part Kralı olan babası derin bir acıya düştüler. Antiochos kızı ve damadının acısını paylaştı ve onlara yardım etmek istedi.

Antiochos savaştan kaçarak Kommagene'ye sığınanları himayesini altına aldı ve onları Marcus Antonius'a teslim etmeyi reddetti. Savaş istemeyen Antiochos esirlere karşılık, 25 bin ton gümüşe eşit olan 1000 talens teklif etti.

Zenginliğiyle ünlü Kommagene'nin tüm altın ve gümüş varlığına göz koyan Markus Antonius sığınmacılara karşılık olarak Kommagene'nin tüm servetini istedi. Antiochos'un bu teklifi kabul etmesi söz konusu olamazdı.

Markus Antonius küçücük bir krallıktan gelen bu cevabı büyük bir hakaret olarak görerek askerlerine derhal Kommagene'yi kuşatmalarını emretti; kendisi Tarsus'ta, meclisinin başında, kalarak ordusundan gelecek iyi haberleri beklemeyi tercih etti.
Ancak beklenenin aksine, Samosata kuşatması istenildiği gibi gitmiyordu. Bunun üzerine gücünü arttırmak isteyen Markus Antonius Tarsus'daki keyifli yaşantısını bırakıp yanına Judea Kralı Herod da olduğu halde ordusunun başına geçti. Zaferin yakın olduğuna emindi.

(*) Belki de şu gerçekleşti: Samosata kuşatması boyunca Kommagene askerleri Kommagene'yi çevreleyen alanlarda yoğunlaşmayı sürdürdüler. Eli silah tutan her Kommageneli krallarının çağrısına sadakat gösterdi. Yeterli sayıya ulaştıklarında Roma ordusunun malzeme kollarına saldırıya başladılar. Kısa bir süre sonra Roma ordusu malzeme sıkıntısı çekmeye başladı bunun üzerine Markus Antonius durumun düzeltilmesi için bölgeye kendi süvarisini gönderdi.

Kommagene konseyinin beklediği hamle de tam buydu. Ağır zırlı seçkin Kommagene süvarilerini devreye girdi.

Kommagene ordusunu askerleri ve atları kendileri adeta yenilmez kılan siyah çelikten zırlarını kuşandılar. Sayıları ancak bir kaç yüz kadardı ancak saldırılarına hiç bir düşman dayanamazdı. Bu çelik kuvvet ordunun gözbebeğiydi.

Kommagene atlıları sabah sisinde Roma süvarilerini bekliyorlar. Atlar sinirli sinirli toprağı eşeliyor. Aniden yürek titreten bir trompet sesi sisi yırtıyor. Bu işaretle Kommagene süvarileri harekete geçiyor. Şaşkınlık içindeki Roma ordusu için artık çok geç. İlk saldırıya karşı koyabilmek için Roma süvarileri saflarını çekiliyorlar.

Trompet sesleri ikinci kez duyulduğunda Kommageneli süvariler koşuya geçiyorlar. Şimşek gibi ilerleyen atların altında yer titriyor. Ağır zırhlı atlılar hafif kuşamlı Roma süvarilerinin üzerine saldırıyorlar. Romalılar oyuncak askerler gibi yıkılıyorlar. Soğuk kanlı ve yüksek disiplinli Roma süvarileri çabucak toparlanıyor ve sayıca olan üstünlüklerine de güvenerek bu küçük çelik gücü çember içine almaya çalışıyorlar.

Ve yine trompet sesleri. Kommagene süvarilerinin iki yanından bir kartalın kanatlarını andırırcasına çıkıveren okçu birliği Roma süvarilerine ok yağdırmaya başlıyor. Hafif kuşamlı süvariler çelik ok yağmuru altında çaresizler ve pek çoğu yaralanıyor. Ağır zırhlı Kommagene atlıları Romalıları okçuların önüne doğru sürüyorlar. Okçular müthiş bir hızla ok yağdırmaya devam ediyorlar. Romalılar önce akıllarını sonra da hayatları kaybediyorlar.
Günün sonunda Markus Antonius süvari birliğini yitirmiştir. Bir yanda Samosata surları diğer yanda Kommagene süvarileri olmak üzere Romalılar artık kuşatan değil kuşatılmış olandır.

Böylece Markus Antonius Samosata kuşatmasından vazgeçmek zorunda kalır. Ortağı Herod savaşın sonunu beklemeden krallığı Judea'ya döner. Markus Antonius çaresiz geri çekilir.

Antiochos durumu yumuşatmak için Markus Antonius'a 300 talens verir. Sadakatsızlıktan nefret eden Antiochos verdiği para karşılığında Markus Antonius'dan kendisine bir vatan hainini teslim etmesini şart koşar.

7. Kommagene'nin Sonu
Bu olaylardan kısa bir süre sonra ölen Antiochos Nemrud tapınağına, tahminen babasının yanına, gömüldü. Antiochos'tan sonra tahta oğlu 2. Mithradates geçti. Kommagene Roma İmparatorluğu'na denk değildir artık.

2. Mithradates'in yönetimindeki Kommagene Suriye'nin önce uydusu sonrada eyaleti haline gelir. Romalılara karşı verilen savaşta oğlunu kaybeden Part Kralı'nın acısı o kadar derindir ki kendi arzusuyla tahtından feragat eder. Velihat prensin dedesi Antiochos'un Kommagene'yi riske atarak krallığına sığınan Part askerlerini koruması da babanın üzüntüsünü hafifletmemiştir.

Part Kralının yerine oğullarından biri geçer. Bu acımasız bir hükümdardı ve tahtını tehlikeye atacağına inandığı, Laodike ve onun çocukları dahil, kimseyi öldürtmekten kaçınmaz.

2. Mithradates kızkardeşini Kommagene topraklarındaki Karakuş mezar tepesine gömer. Laodike'nin kabrine üzerinde 'o tüm kadınların en güzeliydi' yazan çok güzel bir taş yazıt koyar.

Annesi İsias ve diğer bir kızkardeşi Antiochis ve onu kızı Aka da orada yatmaktadırlar. Mithradates Karakuş'u Kahta Çayı'nın kıyısında yaptırmıştır. Mithradates yazlık malikanesinin terasından derin çaya inen baş döndürücü vadiyi ve Karakuş'un seyreder böylelikle ölümlerinden sonra da sevdiklerini yanında hissedebilirdi.

Kıskanç kardeş 2. Antiochos 2. Mithradates'i tahttan indirmek istiyordu. Bu nedenle Roma senatosu 2. Antiochos'u ölüm cezasına çarptırdı. İ.Ö. 29'da Roma'da idam edildi.
Kommagene son olarak, kısa bir süre için, Kral 4. Antiochos devrinde bağımsız kalmıştır. 4. Antiochos İ.S. 71'de Roma ordusuna yenildi. Kommagene'nin ağır zırhlı ünlü süvarileri ve muhteşem okçuları 'cohortes Comagenorum' adı altında Roma ordusuna dahil edilmek suretiyle küçük Kommagene ordusu lağvedildi.

Gelecekte çıkabilecek isyanlara önlem olarak Kommagene Krallığı'nın yüceliğini hatırlatan binalar ve heykeller yerle bir edildi. Kutsal Nemrud Dağı'ndaki tapınak yıkıldı. Kommagene devrinin kapanışıyla Nemrud sadece dağ rüzgarlarının ve yolunu kaybeden çobanların ziyaretleriyle irkileceği uzun uykusuna daldı.

*-*-*-*-*-*













Grekçe aslından Prof. Dr. Sencer Fahin tarafından Türkçeye çevrilmiştir. Yayın hakları Arkeoloji ve Sanat Yayınlarına aittir

Yazıt 1

Kral Mithradates Kallinikos¹un ve Anasever Kral Antiochos Epiphanes Kallinikos kızı Tanrıça, Kraliçe, Kardeşsever Laodike¹nin oğlu Tanrı, Adil ve Epiphanes, Roma ve Helen Dostu, Muzaffer Büyük Kral Antiochos, kutsanmış taht kaidelerine dokunulmaz harflerle kendi lûtufkârlığından kaynaklanan işleri, ebediyete intikali için yazdırdı.

Ben, Dindarlığın biz insanlar için bütün iyilikler içinde sadece en güvenilir dost olduğuna değil, aynı zamanda en tatlı haz olduğuna da inandım ve bu inanca hem talihli iktidarımın, hem de bu iktidarın takdis edilmiş icraatının kaynağı olarak sahip oldum. Tüm hayatım boyunca Kraliyetimdeki bütün insanlar karşısında, dindarca davranışı en güvenilir savunma aracı ve eşi bulunmaz bir haz kaynağı olarak gören bir insan sıfatıyla durdum. Bu nedenle, beklenenin tersine, büyük tehlikeleri savıp, ümitsiz durumların üstesinden geldim ve uzun yıllar mutlu bir yaşam sürdüm.
Ata hükümdarlığını devraldığım zaman, dindarlığımın bir sonucu olarak, tahtıma bağlı Krallığı tüm tanrıların ortak yurdu yaptım. Onları, şekli temsillerini kendi soyumun talihli köklerinin geldiği Pers ve Hellenlerin eski usullerine göre çeşitli biçimlerde yapmak suretiyle, kurbanlar keserek ve şölenler düzenleyerek, eskiden beri insanlar arasında ortak bir adet olduğu üzere, onurlandırdım. Onursal duyguları somut ifadeye dönüştürmek ise benim hakbilir düşüncemin bir buluşudur.

Zamanın tahribine dirençli bu tapınaksal mezarın temellerini göksel tahtların yakınında atmaya karar verdiğimde, bu kutsal mekan, sadece ileri yaşıma rağmen hâlâ sıhhat ve selamet içinde olan bedenimi saran kılıfa, tanrının sevdiği ruhum Zeus Oromasdes¹in göksel tahtlarına yolcu olduktan sonra, ebedi bir istirahatgâh olsun istemedim; buranın aynı zamanda bütün tanrıların ortak tahtları olmasını da kararlaştırdım. Çünki benim çabalarım sonucunda orada sadece kahraman atalarımın şu gördüğün resim dizeleri bulunsun istemedim; daha çok da, bu kutsal tepe üzerinde tanrıları temsil için kutsanarak dikilen ilahi bir figür, artık ıssız kalmayacak bu mekanı tanrılar karşısında ifa ettiğim dindarlığın bir kanıtı olarak görsün istedim.

Yazıt 2

İşte, gördüğün gibi, tanrılara gerçekten lâyık oldukları bu heykelleri diktirdim: Zeus Oromasdes¹in, Apollon Mithras Helios Hermes¹in, Artagnes Herakles Ares¹in ve herşeyi besleyen vatanım Kommagene¹nin heykelleri. Aynı taştan ve aynı tahtlar üzerinde duaları işiten tanrıların yanına kendi heykelimi de koydurttum. Böylece ulu tanrıların ezeli saygınlığını kendi genç bahtıma çağdaş kıldım. Ve böylece onların kraliyete ilişkin olarak giriştiğim işlerde sık sık ve somut olarak, âlicinap bir yardım olarak bana tevcih ettikleri sonsuz ihtimam ve himayelerinin hakkaniyetli bir taklidçisi oldum.

Kurban törenlerinin çeşitli biçimlerde yapılmasını sağlamak amacıyla kafi derecede arazi ayırdım ve onlardan sağlanacak gelirlere el sürülmemesini buyurdum. Sürekli bir kurban hizmeti kurdum ve seçkin rahipler tayin ettim; onları Pers giysileriyle donattım; tören ve tüm onursal hizmetleri benim şanıma ve tanrıların yüceliğine yaraşır biçimde düzenledim.

Kurban hizmetlerinin sürekliliği için, eskiden beri varolan ve müşterek bir hukuka dayanan kurban törenlerinin yanısıra, Krallığımda yaşayan tüm insanların, hem tanrılara karşı vecibelerini yerine getirmeleri hem de bizi onurlandırmaları maksadıyla yeni ihdas edilen bayramları kutlamalarını kural olarak koydum. Böylece bedenimin doğum günü olan Audnaios ayının 16. gününü ve taç giydiğim Loos ayının 10. gününü yüce tanrıların yeryüzüne zuhur edişlerine vakfediyorum; çünkü bunları ben talihli hükümranlığımın menşei ve tüm Krallığımdaki genel saadet ve refahın sebebi olarak telakki ettim.

Bunlardan başka kurbanların daha zengin ve şölenlerin daha mükemmel olması için ve yılda bir kutlanmak üzere iki günü daha bayram olarak tahsis ettim. Ülke halkını toplantı, yani şölenlere katılım amacıyla, köy ve kentlere göre gruplara ayırdım ve bayramları herkesin en kolay erişeceği en yakın kült yerlerinde kutlanmak üzere düzenledim. Geri kalan zamanı, yani doğum günüme tekabül eden 16. ve Diademi takdığım güne tekabül eden 10. günü, her ay tekerrür etmek ve rahipler tarafından sürekli kutlanmak üzere tören günü olarak düzenledim.

Yazıt 3
Bu düzenlemelerin daimi olması için, tanrıların buyrukları doğrultusunda kutsal bir kanun vakfettim ve bunu dokunulmaz kıldığım steller üzerine yazdırdım; çünkü bunların sürekli korunması aklıselim sahibi kişiler için dindarca bir iştir; sadece bizim onurumuz için değil, aynı zamanda her ferdin kendi talihi uğruna bel bağladığı en aziz beklentiler için de bu böyledir. Sonsuz zaman kaderin bir cilvesiyle tüm insanlar arasından hangi soyu bu ülkenin mirasına oturtursa, o insan soyu için bu kanunu korumak bir vecibe olmalıdır; şunu bilerek ki, kraliyetin rahmete kavuşmuş soyunun intikamı ağırdır, ihmal ve cürümden gelen din düşmanlığını eşit derecede cezalandırır ve takipçisi olur; kutsanmış atalarımın kanunu hakarete uğramışsa, merhamet tanımaz cezalar verir. Zira dindarca yapılan her iş kolaydır; ama dinsizliğin sonu zorunlu olarak sefalettir. Bu kanun benim sesimi duyurdu, tanrıların vahyi ise ona geçerlik kazandırdı.

Kanun
Tarafımdan hem tanrılar ve hem de resimlerini Toros uçurumlarının zirvesine, bedenimi saran bu kutsal mezarın yanıbaşına çepeçevre kutsayarak dizdiğim rahmete kavuşmuş atalarım için tayin edilen halihazırdaki rahip ve gelecekte bu görevi devralacak olan rahip, bütün diğer görevlerinden azad olunmalı, engel olunmadan ve bahane bulunmadan bu kutsal tapınak mezardaki görevini kült törenlerine ve kutsal heykellerin uyarınca süslenmelerine vakfederek ifa etmelidir.

Her ay ve her yıl tüm yıl boyunca sürekli kutlanmalarını emir buyurduğum tanrıların ve benim doğum günlerimizde bu rahip, kendisine benim lutfumla ve soyumun ata geleneği icabı takdir edilmiş olan Pers giysisini giyerek, tanrıların dindar onurlarına vakfettiğim bütün heykelleri altın çelenklerle süslemelidir. Rahmetli soyumun aziz menfaatlerine adadığım köylerden sağlayacağı gelirle bu sunaklar üzerinde bol bol tütsü ve kokulu otlar sunmalı ve besili kurbanlıkları tanrıların ve bizlerin onuruna yaraşır biçimde kurban etmeli, kutsal masaları uyarınca bol ziyafet malzemesiyle donatmalı ve testileri suyla karıştırılmış bol miktarda şarapla doldurmalıdır. Buraya gelen yerli ve yabancı bütün ahaliyi büyük bir ihtimamla karşılamalı ve bir araya gelen cemaate herkesin eşit derecede keyf alacağı bir şölen hazırlamalıdır. Kendisi için de, adet olduğu üzere, rahiplik makamının onursal hakkı olarak pay ayırmalıdır; bunu yaparken geri kalanların da lutfumdan serbestçe yararlanmalarını sağlamalıdır, öyle ki, her bir kimse, kutsal günlerde kafi miktarda yiyecek içecek alabilmek için, gözetildiği hissine kapılmaksızın şölenin keyfini çıkarsın ve dilediği köşede, istediği kadar yiyip içsin. Tapınak hizmetine sunmuş olduğum içki kupalarını ise, ancak kutsal alanda birlikte bulundukları sürece kullanabilirler.

Yazıt 4
Tanrılar için ve kendi onuruma tanrısal istem doğrultusunda vakfettiğim bu tapınak kölelerini ve onların çocuklarını ve bu soyun tüm zaman içinde gelecek nesillerini hiç kimse, ister kral olsun ister hükümdar, ister rahip olsun ister yönetici, ne kendine köle yapmaya ne de bir başkasına herhangi bir şekilde satmaya, ne de onlardan birine bir kötülük yapmaya ve görevlerini yerine getirmekten menetmeye izinlidir; tam tersine rahipler onlara ihtimam göstermeli, krallar ve yöneticiler ve özel bütün kişiler onlara yardım etmelidirler. Böyle davrananlar tanrılar ve rahmetli atalarım nezdinde dindarlığın lutfuna nail olacaklardır.

Aynı şekilde, şurdaki tanrılara adadığım köyleri kendi mülkiyetine geçirmek, satmak ya da bir başka kurala bağlamak, ya da bu köylere veya bunların tanrıların dokunulmaz mülkü olarak vakfettiğim gelirlerine herhangi bir şekilde zarar vermek, kimsenin hakkı ve haddi olmayacaktır. O halde, cürümün bir başka türüne ya da bir hakarete veya kendi vakfettiğim kurban şölenlerinin ve toplantılarının şan ve şöhretimiz aleyhine bertaraf edilmesine vesile olacak uygulamalarda bulunmak, hiç kimsenin yanına kâr kalmayacaktır.


Yazıt 5
Her kim ki ama, bu düzenin kutsal geçerliğini ya da ölümsüz iradenin teyid ettiği rahmet abidesini bozar ya da zarar verir ya da gerçek anlamını değiştirmeye yeltenirse, yalnız kendisi değil, aynı zamanda tüm soyu sopu rahmetli atalarımın ve tüm tanrıların hışmına uğrasın, taki cezasını tamamıyle çekinceye kadar.

Tanrılara ve atalara karşı gösterilmesi kutsal bir görev olan dindarlığın bir örneğini ben, birçok diğer vesilelerle olduğu gibi, buradaki eserlerimle de çocuklarımın ve torunlarımın gözleri önüne sermiş bulunuyorum ve inanıyorum ki, onlar bu güzel örneklere özenip, soyumuzun geleneksel onurlarını sürekli artıracak ve bana benzer biçimde kendi yaşamlarının doruk noktasında soyumuzun ününe ün katacaklardır.

Pers ve Makedonya ve Kommagene ülkesindeki bütün tanrıların ilgi ve rahmetinin böyle hareket edenlerin üzerinde olmasını niyaz ediyorum. Zamanın akışı içinde her kim, bu ister bir kral ister bir hükümdar olsun, bu ülkenin yönetimini devraldığında, bu kanunu ve bize ibadeti korur ve sürdürürse, benim hayır dualarımla, tüm rahmetli atalar ve tanrılar ondan razı olsun; bu kanuna karşı gelen ve tanrılara saygısızlıkta direnenin ise her türlü felaket başına gelsin.

Grekçe aslından Arkeoloji ve Sanat Yayınları için Profesör Dr. Sencer Şahin tarafından Türkçeye tercüme edilmiştir.

http://www.nemrud.nl/tr/sc_tekst1.asp

13.12.2009

Hanuka: Bir Musevi Bayramı

Işıklar ve yeniden adanma bayramı HANUKA




TvT'nin Notu :

Musevi topluluğuna ait Şalom gazetesinden aktarılan bu yazıda, okurlarımızın dikkatlerini, daha çok, “Hanuka Bayram'ı”nın ritüel anlamı; kutlanma biçimi ve yiyeceklerle olan ilişkisi gibi noktalara çekmek istiyoruz.
Hiç kuşkusuz, bu yazıda, “Hanuka Bayram'ı”nın “kaynağı”na ilişkin yazılmış olanlar, sonradan “imal edilmiş” görüşlerdir. Bu hususlar bizi, şu anda fazla ilgilendirmiyor. Bu ritüelin, asıl anlamları, “mum” ile ateş eşitlemesi üzerinden ateş tapınması dönemine ait görünmektedir. Ateş kültünün özü, doğal “ateş” kullanımının, zaman içinde, tüm toplum üyelerinin elinden alınması, kontrol edilebilir hale getirmeye yönelik olarak, ruhani görevlilere devredilmesine yönelik bir uygulama olmasıdır. Ateş’in kutsallaşması süreci, ateş’in (insan) kurban tüketim hazırlık aracı olarak ruhani kesimin kontrolüne taşınması sürecinden başka bir şey değildir. Diyelim ki, “Ateş’e bıçak uzatmayı günah addetmek” inancı, ateşte pişirilen etin gelişigüzel kişilerce kesilmesini önleme direktifinden başka bir anlama gelmiyor. Aynı nedenle, sadece Musevi ruhanileri bakımından değil, Bektaşi ocaklarında da, “ateş’i yakmak” ( ve “sevindirmek”, “söndürmek”) ödevi sadece çok kutsal kişilerce ve-ya o kişilerin denetiminde gerçekleşebilmektedir. Burada söz konusu olanın ayinsel anlamıyla ve ayinsel nedenlerle kullanımdaki “ateş”in kontrol altına alınması olduğu çok açıktır.
Farklı dinlerin bayramları daha derinlemesine tanındıkça, o bayramlarda “mutlaka marul yemek”, “mutlaka (yeşil) (kırmızı) mercimek yemek”, “mutlaka balık yemek”, “mutlaka deniz ürünleri yemek” ... gibi edimlerin geçmiş dönemdeki hayvan totem ve bitki totem tapınması uygulamalarına denk düştüğü ve bu ayinlerin "anlamsızlık" veya "cehalet"le açıklanmaması gerektiği daha çok ortaya çıkacaktır.
**************





*********
İbrani Takvimine göre Kislev ayının 25’inde başlayan ve sekiz gün süren Hanuka Bayramı, Işıklar ve Tanrı’ya yeniden adanma bayramı olarak kutlanır.

http://www.salom.com.tr/news/detail/13812-Isiklar-ve-yeniden-adanma-bayrami-HANUKA.aspx





Hanuka Bayramı, İbrani takvimine göre Kislev ayının 25’inde (bu yıl 11 Aralık Cuma akşamüstü) başlayıp sekiz gün ve sekiz gece boyunca devam eder.



Bu bayram, Suriye-Yunan Kralı Antiohus ve ordularının, Makabiler tarafından bozguna uğratılıp, II. Bet-Amikdaş’ın putperestlerden kurtarılmasını ve tekrar Tanrı’ya adanmasını simgeler. Bet-Amikdaş putlardan ve simgelerden temizlendikten sonra, Tapınak’taki Ebedi Işık’ı yakmak için sadece bir küçük kap kutsiyeti bozulmamış yağ bulundu. Bu yağ, Menora’yı yalnızca bir gün boyunca yakmaya yetecek miktardaydı. Mucize eseri, o küçük kap yağ, tam sekiz gün boyunca yanmaya devam etti ve Koen’ler o arada yeni kutsal yağ hazırlayabildiler.



25 Kislev’den başlayarak, sekiz gece boyunca, her gece bir mum artırarak Hanuka mumları yakılır ve bu mucize tekrar yaşatılarak evler Işık’la doldurulur. Mumlar, Hanukiya’ya, (yakana göre) sağdan sola doğru dizilir, yakarken soldan sağa doğru yakılır.

Hanukiya’nın yeri
Hanukiya evde iki yere konulabilir. Birincisi ve tercih edileni, yoldan geçen herkesin bu mucizeye şahit olabilmeleri için pencere önüne koymaktır. Diğeri ise, kapıdan içeri girerken hemen girişin soluna yerleştirmektir. Böylece kişi, kapıdan girerken, sağında Mezuza, solunda Hanukiya mitzvalarıyla çevrili olacaktır.
Hanukiya yanarken bir yerden bir yere taşınmaz. Söndükten sonra istenilen yere götürülebilir.


Yakma Zamanı ve Süresi
Hanukiya, Şabat öncesi harici, her gün yıldızlar çıktıktan sonra, akşam yatana kadar yakılabilir. Bir gece Hanukiya’yı yakmayı unutan kişi, ertesi gün, akşama kadar, (ama berahasız olarak) yakabilir. Hanukiya, en az yarım saat yanmalıdır. Mumlar veya yağ, buna göre ayarlanmalıdır. Yarım saat dolmadan önce Hanukiya sönerse (Şabat harici), yakma işlemi tekrarlanır ama beraha söylenmez.


Cuma akşamüstü, önce Hanukiya yakılır, bir süre sonra, güneş batmadan yirmi dakika önce de Şabat mumları yakılır. Cuma akşamüstü yakılan Hanukiya mumlarının veya yağının, güneş battıktan sonra yarım saat daha yanacak şekilde ayarlanması gerekir.


Cumartesi, Şabat çıkışında, İstanbul adetlerine göre, önce Avdala (Şabat’ın bitişi ve yeni haftanın karşılanması) yapılır, sonra Hanukiya yakılır. Ancak önce Hanukiya yakılıp sonra Avdala yapılırsa da hata değildir.



Hanuka’nın yakılması
1. Bütün ev halkı Hanukiya’nın etrafına toplanır.
2. Önce gerekli berahalar (şükür duaları, methiye ve dilekler), sırasıyla okunur:


1) Vii Noam Ad. Eloenu
2) Leadlik Ner Hanuka
3) Şeasa Nisim Laavotenu
Ve ek olarak Yalnızca İlk Gece; “Şeeheyanu” berahası okunur.
3. Mumlar aşağıda belirtilen şekilde, soldan sağa yakılır:
Birinci mum yakıldıktan sonra “ Anerot Alalu” söylenir.
1. gece: İlk önce yakana göre en sağdaki mum + Şamaş =2 mum
2. gece: İlk olarak, yakana göre en soldaki mum(yeni mum) + sonra sağdaki mum (1.gece yakılan mumun yerine konulan mum) + Şamaş = 3 mum

Mumlar yakılırken prensip, her gece önce yeni bir mucizenin kutlanmasıdır. Bu yüzden önce o geceye ait olan mum, yeni mucizeyi kutlamak için yakılır. Daha sonra önceki gecelerin mumları yakılır.

3. gece: İlk olarak, yakana göre en soldaki mum (yeni mum) + sonra onun sağındaki (2.gece yakılan mumun yerine konulan mum) + sonra en sağdaki mum (1.gece yakılan mumun yerine konulan mum) + Şamaş = 4 mum
4.5.6.7.8. geceler de, hep bu şekilde 1 mum arttırılarak önce yeni mum ile mucize kutlanır, sonra diğer mumlar yakılır.



Geleneksel Hanuka Yemekleri
Bir günlük yağın mucize eseri sekiz gün yanmasını hatırlamak için, Hanuka’da çoğunlukla yağda kızarmış yemekler tercih edilir.
Latke: Rendelenmiş patates, yumurta, soğan ve un karışımıyla yapılan bu patates gözlemeleri sıcak olarak, yanında elma sosu veya krema ile servis edilir.


Sufganiya: Ponçik tarzı bir tatlı olan sufganiya, kızgın yağda kızartılır, bunlar daha sonra pudra şeker ve/veya tarçına batırılarak servis edilir. Sufganiya, özellikle İsrail’de çok popüler olup, Hanuka başlamadan bir ay öncesinden itibaren sokaklarda satılmaya başlanır.

Sütlü yiyecekler ve peynir: Haşmonailerden dul Yeudit, komutan Holofernes’e kendi yaptığı peynirden hatırı sayılır bir miktarda yedirip, susamasını sağlamış, susuzluğunu da bol bol şarapla gidermişti. Holofernes o kadar peynir ve şarap sonucu sızıp kalınca Yeudit de Komutanın kılıcını alıp onu öldürmüştü. Komutanın kafasını da kumaşlara sarıp yanında götürmüştü. Komutanları olmayınca şaşkına dönen Suriye-Yunan orduları bu şekilde kolayca bozguna uğratılıp ülkelerine kaçmışlardı. Bu kahraman Yahudi kadınının hatırasına Hanuka’da sütlü tatlılar ve özellikle peynir yenir.

******

Hanuka: Karanlığın Kovulması
Bunun bir yıl sonrasında dönemin Sanedrin'i, bu yağ mucizesinin anısına bu tarihten itibaren sekiz günü nesiller boyu bir bayram olarak ilan ettiler. Sözcük anlamı olarak "Hanuka", "adamak/ihdas etmek" anlamındadır. Bu sözcüğü "Hanu-K-A - [Kislev ayının] 25'inde kamp kurdular/durdular" şeklinde anlamak da mümkündür [Kaf=20; E=5]. Tora Yunanca'ya çevrildiği zaman dünya üzerine üç gün boyunca bir karanlık çöktüğü söylenir. Suriye-Yunanlılar üç temel Yahudi kuralını kanundışı bırakmışlardı: Şabat; Yeni Ay'ın hesaplanması ve sünnet. 25 Kislev tarihinde Bene-Yisrael'in tarihindeki üçüncü sürgün sona erdi; heybetli Yunan İmparatorluğu, Yahudi Ulusu'nun küçük ışığıyla yanıp kül oldu.


Hanuka Nasıl Kutlanır?
1) 25 Kislev günü , sekiz günlük Hanuka bayramı başlar. Hanuka’da (Şabat günü hariç) her türlü iş yapılabilir, ancak bu günler sevinçli olduğu için oruç tutulmaz. Hanuka ışıklarının yandığı süre içinde kadınlar ev işleri yapmamayı adet edinmişlerdir.
2) Eğer Hanuka ışıkları için yağ ve pamuk (meças) kullanılıyorsa, zeytin yağı kullanılması tercih sebebidir. Ancak bulunamıyorsa başka yağlar kullanılabilir.
3) Hanukiya yıldızlar çıktıktan sonra yakılır. Hanukiya’nın yakılışı sırasında tüm ev halkı bir arada olmalıdır. Eğer tüm gece boyunca bir engel sebebiyle Hanukiya yakılmamışsa, ertesi gün herhangi bir değişiklik yapılmaz. Her gün kendisine ait sayıda mum yakılır.
4) Hanukiya’nın en az yarım saat yanması gerekir. Mumlar buna göre seçilmeli, yağ da bu süre göz önünde tutularak koyulmalıdır.
5) Hanukiya’nın yakılışının yarım saat öncesinden itibaren, yemek yenmez; hatta Tora bile çalışılmaz.
6) Hanukiya’nin ışığından yararlanılmaz. Bir ışığı yakmak için diğerlerinden yararlanılamaz. Aydınlanma konusunda ise “Şamaş” ışığından yararlanılabilir.
7) Cuma akşamı, güneş batımından yirmi dakika önce Şabat mumları yakılır. Hanukiya Şabat Mumları’ndan önce yakılmalıdır. Bu durumda Cuma akşamı yakılan Hanukiya’nın mumları veya yağı, en az 70 dakika yanabilecek şekilde ayarlanmalıdır. Bu sayede ışıklar yıldızlar çıktıktan sonra yarım saat süreyle yanabilirler.
8) Şabat Çıkışı’nda (İstanbul geleneğine göre) önce Avdala yapılır, sonra Hanukiya yakılır. Ancak tersi yapılırsa bir hata yoktur.
9) Hanukiya normal bir insanın göz hizasında, kapının girişinde sol taraftan görülecek şekilde yerleştirilir. Böylece, odaya giren bir kişi sağında Mezuza, solunda ise Hanukiya’yı görecektir.
10) Işıklar Hanukiya’nın (yakana göre) sağından başlayarak dizilmelidir. Önce o geceye ait olan (yakana göre en soldaki) ışık, daha sonra sağa doğru sırayla diğer ışıklar yakılır.
11) Örnek olarak beşinci gece ışıklar (soldan itibaren) 5-4-3-2-1-ŞAMAŞ sırasıyla yakılır.
12) Hanukiya yakılışında, önce berahalar söylenir. Daha sonra ilk ışık yakılır ve “Anerot Alalu” söylenir. Beraha sadece, ilk mumu yakacak kişi tarafından söylenir; diğerleri de “Amen” şeklinde cevap verirler.
13) Yanlışlıkla eksik sayıda mum yakılmışsa, sayı tamamlanabilir. Ayrıca beraha söylenmez.
14) Yarım saat dolmadan önce ışıklar sönerse, yakma işlemi tekrar yapılır fakat beraha söylenmez.
15) Hanukiya yanarken başka bir yere götürülmez. Ancak yarım saat dolmuşsa ışıklar söndürülebilir ve Hanukiya taşınabilir.
16) Hanukiya’nın yakılması herkes için bir mitsvadır.
17) Hanuka ışıkları için elektrik kullanılmaz. Rabi Şelomo Zalman, bir Hanuka ışığının dört farklı özelliği olması gerektiğini ifade eder :
Bir yakıt kaynağı ve bir fitil
Bet-Amikdaş’daki ışıklara benzeyen gerçek bir alev.
Tükenir yakıtlardan çıkan bir alev
Yakış sırasında belirli bir yakıt miktarının var olması

Elektrik bu koşullardan hiçbirini yerine getirmez.
“El Gid Para El Pratikante” - Rabi Nisim Behar

Hanuka Mumlarının Yakılması:
Mumların yakılış düzeni şöyledir:
Birinci gece yakılacak olan mum, Hanukiyanın sağ ucuna yerleştirilir.
mum Tanrı’nın “ışık olsun” deyişini anımsatır.
İkinci gece, sola doğru bir mum ilave edilir.
Önce yeni ilave edilen mum yakılır. İkinci ışık “Tora”’nın ışığıdır.
mum “Tora”’yı simgeler.
mum “Adalet” ışığıdır.
mum “merhamet” ışığıdır.
mum “kutsallık” ışığıdır.
mum “sevgi” ışığıdır.
mum “sabır” ışığıdır.
mum “cesaret” ışığıdır.
Şamaş: Bir mumun diğer mumları yakıp, yine ışığından hiç bir şey kaybetmemesi örneğinde olduğu gibi, Yahudilik de çağlar boyunca bir çok ülkede gerçek ışığını yakıp, bugüne dek ışıldamasını sürdürmüştür. Şamaş bu fikri simgelemektedir.

Hanukiya’yı Yakma Berahaları :
(Elokenu ve Elokay kelimelerindeki “k” harflerini okumayınız.)
Vii Noam AD... Elokenu Alenu Umaase Yadenu Konena Alenu Umaase Yadenu Koneneu.
Baruh Ata AD... Elokenu Meleh Aolam Aşer Kideşanu Bemitsvotav Vetsivanu Leadlik Ner Hanuka.
Baruh Ata AD... Elokenu Meleh Aolam Şeasa Nisim Laavotenu Bayamim Aem Bazeman Aze.
-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-
(Sadece İlk Gece İcin)
Baruh Ata AD... Elokenu Meleh Aolam Şeeheyanu Vekiyemanu Veigiyanu Lazeman Aze.
-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-

Anerot Alalu Anu Madlikin Al Anisim, Veal Apurkan, Veal Agevurot, Veal Ateşuot, Veal Aniflaot, Veal Anehamot, Şeasita Laavotenu Bayamim Aem Bazeman Aze Al Yede Koaneha Akedoşim Vehol Şemonat Yeme Hanuka, Anerot Alalu Kodeş En, Veen Lanu Reşut Leiştameş Baen, Ella Lirotan Bilvad, Kede Leodot Lişmeha Al Niseha Veal Yeşuoteha Veal Nifleoteha.
Mizmor Şir Hanukat Abayit Ledavid.
Aromimha AD..., Ki Dilitani, Velo Simahta Oyevay Li. AD... Elokay, Şivati Eleha Vatirpaeni. AD... Eelita Min Şeol Nafşi, Hiyitani Miyaredi Vor. Zameru L’AD... Hasidav, Veodu Lezeher Kodşo. Ki Rega Beapo Hayim Birtsono, Baerev Yalin Behi, Velaboker Rina. Vaani Amarti Beşalvi, Bal Emot Leolam. AD..., Birtsonha Eemadta Leareri Oz, İstarta Paneha Ayiti Nival. Eleha AD... Ekra, Veel AD... Ethanan. Ma Betsa Bedami, Beridti El Şahat Ayodeha Afar, Ayagid Amiteha. Şema AD... Vehoneni, AD... Eye Ozer Li. Afahta Mispedi Lemahol Li, Pitahta Saki Vateazereni Simha. Lemaan Yezamerha Havod Velo Yidom, AD... Elokay Leolam Odeka.

Çeviriler:

NOT: Burada verilen çeviri, sadece okuduğumuzu genel olarak anlama amacındadır ve serbest olarak yapılmıştır. Hanukiya'nın yakılışı sırasında, çeviriyi değil, İbranice metni okuyunuz.

Vii. Tanrı'mızın lütfu üzerimizde olsun, ve O, yaptıklarımızı, yükseklerdeki mekanlarına yerleştirsin ve bu şekilde yaptıklarımız bizim için sağlam ve ayakta kalsınlar.

Leadlik Ner Hanuka. Bizleri emirleriyle kutsayan ve bizlere Hanuka kandilini yakmayı emreden, Evrenin Kralı, Sen - Tanrı'mız - Mübareksin.

Şeasa Nisim Laavotenu. Atalarımıza o günlerde ve yılın bu vaktinde mucizeler yapan, Evrenin Kralı, Sen - Tanrı'mız - Mübareksin.

Şeeheyanu. Bizleri yaşatan, ayakta tutan ve yılın bu vaktine eriştiren, Evrenin Kralı, Sen - Tanrı'mız - Mübareksin.

Anerot Alalu. Bizler bu kandilleri, atalarımıza, kutsal Koenlerin'in yoluyla, o günlerde ve yılın bu vaktinde yaptığın mucizeler, kahramanlıklar, kurtuluşlar, olağanüstü olaylar ve teselliler için yakıyoruz.
Hanuka'nın sekiz gün boyunca bu kandiller kutsaldırlar ve bizlerin onlardan yararlanma iznimiz yoktur. Onlara sadece bakabiliriz ve bu sayede, mucizelerin, kurtuluşların ve olağanüstü işlerin sebebiyle İsmin'e şükran duyarız.

Mizmor Şir. Bet-Amikdaş'ın hizmete açılışı için David'in kompoze ettiği bir şarkı:
Senin Yüceliğini anlatayım, ey Aşem!
Çünkü beni yükselttin ve düşmanlarımı sevindirmedin.

Tanrı'm Aşem; hasta olduğum zaman sana yakardım ve beni iyileştirdin.
Aşem; canımı ölüm çukurundan yükselttin, mezara inmek üzereyken beni yaşattın.
Kendisi'ne sadık olanlar Aşem'e şarkı söylesinler ve Kutsal İsmi'ne şükranlarını sunsunlar.
Çünkü O'nun siniri sadece bir anlıktır, asıl istediği yaşamdır; kişi geceleyin ağlayarak yatsa bile, sabahleyin mutlulukla kalkacaktır.
Ve ben, sükunet zamanımda dedim; hiçbir zaman başarısız olmayacak ve düşmeyeceğim.

Çünkü Aşem; istekli olduğun zamanda, onurumu cesaret dağına sabitlemiştin; ama Yüzün'ü benden gizlediğin zaman, ne yapacağımı bilemedim.

Sana sesleneceğim ey Aşem; ve Aşem'den merhamet dileyeceğim.
Ölsem, yokoluş çukuruna insem neye yarar; topraktaki kişi Seni kabullenir mi, Doğruluğun'u anlatır mı?
Dinle lütfen ey Aşem, ve bana acı; Aşem bana yardımcı ol.

Yaslı dönemimi mutluluk danslarına çevirdin, üzerimden yas çuvalını çıkardın ve beni mutluluk halatlarıyla bağladın.

Sana duraksamadan onur şarkıları söylemem için! Tanrı'm Aşem, Sana ebediyen şükranlarımı sunacağım!
(* Çeviride Teilim Yesod Malhut'tan yararlanılmıştır.)
http://www.sevivon.com/bayramlar/hanuka/article2.htm

*****************************

http://toplumvetarih.blogcu.com/hanuka-bir-musevi-bayrami/6540504

12.12.2009

Muazzez İlmiye Çığ'ın Hatalı Tufan'ı 6

Mezopotamya Toplumlarının Tarihinde
“Yaratış”lar ve “Tufan”lar


Muhammed Emin Galib et-Tavil tarafından 1924 yılında Lazkiye’de yayınlanan “Nusayriler. Arap Alevilerinin Tarihi. (Tarih'il Aleviyyin Lazkiye)” adlı kitabın başlangıç kısımlarında, “İnsanoğlu” soyunun geçmişi ve bu arada Tevrat’ın bu geçmiş dönemi tarihlendirmesi ve Nuh Tufan’ı da ele alınmaktadır.

Akado-sammaru kayıtlarında karşılaştığımız ve kısmi değişikliklerle “kutsal” denilen kitaplara da girmiş olan “Tufan”, doğal bir afetin, Mezopotamya toplumlarının bilincinde yer etmiş ve üstüne eklemeler yapılmış anılarına dayanmıyordu. “Gerçekçi” olduğu varsayılan bir dizi yazar veya düşünür, “Gemi” ve “Sel Taşkını” motifleriyle süslenmiş olarak bize ulaşan “Tufan” anlatımlarının, geçmiş tarihlerdeki muhtemel sel veya tsunamilerin toplum bilincindeki izlerinden kaynaklanmış olabileceğini ileri sürmüşlerdi. Sayısız yerli yabancı akademisyenimizin yanı sıra, bu kanaati taşıyanlar arasında Abdullah Öcalan ve Muazzez İlmiye Çığ da bulunmaktadır.

Sayın Çığ, bu kanaatini :
“ Yaptığımız bu araştırmalarda Sumerlilerin vatanının Orta Asya toprakları olduğu, dillerinin Türk diline olan büyük benzerliği, yazdıkları Tufan olayının da Orta Asya’daki su taşkınlıklarından kalan hatıralara dayandığını kanıtlamaya çalışacağız” diyerek (M. İ. Çığ, Sumerlilerde Tufan, Tufan’da Türkler, sy:13) ortaya koymaktaydı. Burada, önsel bir Türkçü ideolojik varsayım bulunmakta ve hem de “Tufan” anlatımları doğal su taşkınlarının anılarına dayandırılmaktadır. Abdullah Öcalan’da ise, Türkçü’lük karşısında Kürtçülük bulunuyor olmasına karşın, “doğal sel baskınları” ve bunun toplumlardaki hatıraları gibi motifler, neredeyse kelimesi kelimesine uyum sağlamaktadır.

Mezopotamya kaynaklı olan ve bizim tanıdığımız haliyle “Nuh Tufan’ı” aslında, periyodik “kıyam” ritüellerinden sadece birisi idi. İnsan kurban edimli ve sonuçları da özel önem taşıyan bir ortak bayram veya kıyamet, çok somut bir tarihte başlıyor, somut bir süre devam ediyor ve yine çok somut bir tarihte son buluyordu. Bütün bu anlatımlarda, karşımıza çıkan takvimsel değerler bile, bize aktarılan haliyle “Nuh Tufan’ı”nın bir “ritüel” anlatımı olduğuna pek şüphe bırakmaz.

Eski Ahit’in Tufan anlatımında bu nokta,

“…Ve 601. yılında, 1. ayda, ayın birinde yeryüzünde sular kurudu ve ikinci ayda ayın on yedisinde yer kurudu…” (M.İ.Çığ, agk, s.22) biçiminde oldukça ayrıntılı olarak yer alabiliyor ise, nedeni, bu olayın, tamamen bilinçli bir ritüel olarak hazırlanmasındandır. Zaten, Tanrı da, Nuh’a “gemi” hazırlatmak gibi emirler vererek, hiç acelesi olmadığını ortaya koymuştu.

Karşımızda olan edim, somut bir riütel olduğu için, Nusayri olan Muhammed Emin Galib et-Tavil, eserinde, “Tevrat’a göre, yeryüzünü taşıran Tufan, yaratıştan 1656 yıl sonra, yağmurların Ekim’den Mart’ın başına dek aralıksız yağışıyla meydana gelir…” (s.30) derken, Musevi toplumunun din adamlarının, ataları Nuh’un başına gelenleri, neden “Tufan’dan önce” ve “Tufan’dan sonra” diye miladi bir takvim değerine temel yapmış oldukları anlaşılmaktadır.

Çünkü bu olay, doğal bir “su taşkını” değil, çok genel bir “kıyamet ritüeli”, “bir festival”, “bir yas ayini” idi ve kurban sunan ve kurban alan toplulukların birlikte düzenledikleri geniş kapsamlı bir ittifak ayiniydi. Bu tarihten itibaren, bu ritüele yani “anlaşma toplantısı”na katılan Nuh soyuna ait olanlara “kan içmek ve çiğ et yemek”, artık kesin bir şekilde yasaklanmıştı.

Sayın M. İ. Çığ, “kutsal Me”ler arasında anayasal bir kurum olarak yer alan ve düzenli, takvimsel değerlere bağlı kalarak tekrarlanması öngörülen “Tufan Kıyamet Bayramı”nın [ ki, “Kıyam bayramı” tanımı biraz garip görünse bile, şu anda, günümüzde, Süryani topluluğu tarafından kutlanmaya hala devam edilmektedir. Kaldı ki, İslami Kurban Bayramının “Kıyam Bayramı” olduğu ve tarihte bu “bayramlarda” koyun, kuzu yerine insan ve çocuk boğazlanmış olduğu da unutulmamalıdır. Bkz: (http://toplumvetarih.blogcu.com/tufan-kiyamet-ritueli-kiyam-bayrami/5508483 ) ] Somut bir ritüel tanımı olduğunu maalesef görememektedir. Bu nedenle de, bir Protestan başpiskoposu, “yaratılış”ın veya daha sonraki “Tufan”ın yıl ,gün ve hatta saat hesabını yapınca, bundan şaşkınlığa düşerek şöyle demektedir:

“ Museviler insanın yaradılışını 5000 yıl önceye götürürken, bir Protestan Başpiskoposu tarafından bu tarih 4004 yıl önce 23 Ekim Cuma günü saat 9 olarak saptanmış. Cumartesi günü de tanrı dinlenmiş…”
( M.İ.Çığ, agk. Sy. 16)

Musevi veya Hıristiyan din adamlarının “Yaratılış”ı, onların düşüncesine göre, genel anlamıyla canlıların ve bu arada İnsan’ın ortaya çıkışını 5790 yıl kadar önceki bir tanrısal edim olarak tanıtmalarına elbette gülüp geçeceğiz. Fakat, öte yandan da, Musevi takviminin şu anda “yaratılış”tan bu yana 5790 yıl içinde olduğumuz; Tufan’ın ise “Yaratıştan” 1656 yıl sonra gerçekleşmiş olduğu gibi düşüncelerin hangi nedenlere dayanıyor olduğunu düşüneceğiz.

Mezopotamya kaynaklı ilahi veya destanlarda, kuru bir şekilde, eski insanının sadece uydurmalarını ve-ya hayal gücünü okuyanlardan olmayacağız. Çünkü böyle bir tutum bizlere, eski toplumun gerçek tarihini, örgütlenme ve yaşam kurallarını tanıma olanağı sunamaz. Konu üzerinde bunca yıllık övülecek çalışmalarına karşın, Sayın Çığ, Mezopotamya destanlarında, ne yazık ki, kelimenin şimdiki yoz anlamında, “efsane” dışında çok az gerçek olgular saptayabilmiştir. O toplumların yaşamını, Ahura Mazdacılığa; Yezidiliğe, Museviliğe, farklı Hıristiyan topluluklarının fiili ve dini yaşamına yeterince taşıyamamıştır.

Fakat, biz, eğer 5790 - 2000 = 3790 gibi bir rakama ulaşıyor isek, Musevi din adamlarının “yaratış” dediği olayın günümüzden yaklaşık 3500 yıl kadar önceki Yukarı Mezopotamya ve Aşağı Mezopotamya toplulukları arasında gerçekleşen ilkel ittifak başlangıçlarına dayandığını anlayabiliyoruz. Bizzat “Yaratış” anlatımının kendisi de “6 gündüz, 6 gece süren” bir ittifak ritüelinden başka bir şey değildi. Öyle ki, o anlatımlarda, “Yer’in Gök’ten ayrılması” edimi, “Yukarı Mezopotamya” yani “Gök”ün, “Aşağı Mezopotamya” , yani “Yer”- “Toprak”ın birbirinden “ayrıştırılması”, tapınaklarda “ekmek pişirilmeye” ve “tapınaklarda ekmek yemeye” bağlı olarak anlatılıyordu.

“ Ekmek yemek” ve “su içmek”, şimdi bile Musevi ve Hıristiyan ayinlerin en temel söylemi ve edimi olmaya devam ediyorsa, bu alanda yeterli donanıma sahip her araştırıcı, erken dönem ilahilerinin mısralarında anlatılan “yaratış”ın ve sonraki “Tufan”ın, farklı toplum birimlerinin katılımıyla gerçekleşen ve o dönemdeki toplulukların örgütlenme tarzlarını ve aralarındaki evlilik ve yiyecek ilişkilerini tanzim eden ittifak ritleri olduğunu görebilecektir.

Zaten, “kutsal” denilen bu dinsel kitapların “Yaratış” veya “Tufan” anlatımlarının bir toplu ve toplumsal ayin olduğu; düzenli yıkımların, kıyamet’lerin öteki yüzlerinin de düzenli yaratma olduğu bir kez kavranılınca, karşımızdaki bütün bu anlatımlar; alışkanlıklarını, deyimlerini hala yaşamımızda taşıdığımız eski Mezopotamya topluluklarının gerçek tarihlerine bağlanıvereceklerdir.



*-*-*-*-*-*-





Nusayriler. Arap Alevilerinin Tarihi. (Tarih'il Aleviyyin Lazkiye)
Muhammed Emin Galib et-Tavil


Çiviyazıları, Mart 2000.
( sf. 29-31)


1. BÖLÜM
TARİH ÖNCESİ ÇAĞLAR


Bugün elimizde bulunan Tevrat insanlığın başlangıcının, yani Adem ile Havva'nın cennetten inişinin, günümüzden altı ya da yedi bin yıl öncesine dayandığını, Havva anamızın Hicaz'da Cidde'ye Adem'in ise Seylan-Serendib adı verilen adaya indiğini, ikisinin büyük zorluklardan sonra kavuştuklarını, Fırat'ın kıyısında adına Aden bahçesi denilen bir yere yerleştiklerini anlatır.


[ ……. ]

Bu nedenle Adem ile Havva'nın yeryüzüne inişinin bir masal değil, olanaklı doğal bir olay olduğunun ortaya çıkmasını uzak bir olasılık olarak görmüyoruz. Bununla birlikte Tevrat'ta anlatıldığı gibi canlıların yaşının yedi bin yıldan ibaret olduğuna da inanmıyoruz, çünkü bulunan insan kalıntıları bunların, yirmi hatta yüz bin yıl önce, canlılar aleminde yaşadığını kanıtlıyor. Başlangıçta bir ateş cismi olan dünyanın ise ısısının uzayda yayılarak kabuk bağlaması, yörüngesine oturması, en az otuz milyon yıl önce gerçekleşmiş olmalıdır.

Daha önce söylendiği gibi, Adem ile Havva, Fırat'ın kıyısındaki Aden bahçesine yerleşerek ürediler. Sayıları çoğalınca ahlak ve inanç yozlaşması baş gösterdi. İlahi hikmet insanların terbiye edilmesini gerektirdi ve semavi kitapların anlattığı Tufan meydana geldi.

İnsanlığın ikinci babası olan Nuh Peygamber, Kufe dolaylarında yaşıyordu; rabbine yeryüzünde dolaşan tek bir kafir bırakmasın diye dua etti ve ona ailesini, az sayıdaki mümini ve her canlıdan bir çift taşıyacağı bir gemi inşa etmesi vahyedildi. Öyle de oldu, gemi bugünkü
yaratıkların atalarının tek sığınağı oldu.

Tevrat'a göre, yeryüzünü taşıran Tufan yaratıştan 1656 yıl sonra, yağmurların Ekim’den Mart’ın başına kadar aralıksız yağışıyla meydana gelir, nihayet sular yeryüzünü kaplar. Nuh'un gemisi içindekilerle birlikte yüzerek Kürt illerindeki Ararat sıradağlarının bir parçası olan Cudi dağına oturur.

Nuh Tufanı ile ilgili bir dizi görüş ve kuram vardır. Kimileri bunun o zaman olağandışı bir biçimde gerçekleşen bir gelgitten kaynaklandığını söylüyor. Bugün Basra körfezindeki gelgitleri bilen ve Kufe'nin eskiden, Fırat, Dicle ve diğer nehirlerle derelerin sürüklediği alüvyonlarla dolmuş olan, Basra körfezinin en ucundaki yerde olduğunu hatırlayanlar, bu görüşü savunanlara bir gerekçe bulabilir ve gelgitin Tufan'la bir ilgisi olduğuna inanabilir. Ancak bu görüş Tufan'ın gerçekleştiğini reddetmiyor, hatta kabul ediyor.

Gelgit zaten ilahi kudretin belirtilerinden biridir. Bu kuramı kabul etmekle Tufan'ın gerçekleştiğini ispatlamış oluruz. Çünkü gelgit olayı güneş ve ayın çekim gücünün etkisiyle oluşur. Tufan'ı ispatlamak için dünyanın yakınından geçen bir gök cisminin çekim gücünün güneş ve ayın çekim gücüyle birleştiğini varsayarsak Tufan'ın doğal nedeni ortaya çıkar. Bu da yüce ilahi kudretin tecellisinden başka birşey değildir.

Bu konuya ilişkin kuramlar çeşitli olsa da, kesin olan Tufan'ın gerçekleştirdiği, Çinliler ülkemize uğramadı diye inkar etse de, Tufan'ın bütün yeryüzünü kapladığıdır.

Tufan'dan sonraki insanoğullarının soyu Nuh'un (Nuh b. Lamek b.Mütevaşlıh b. Uhnuh b. Nun b. Mihlail b. Kınyan b. Anüş b. Şis b. Adem) üç oğlunun soyundan gelir: Sam, Ham ve Yafes….

(sf. 29- 31 )

*-*-*-*-**-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*

10.12.2009

Sayın Çığ’ın Hatalı Tufan Kavrayışı



Sayın Çığ’ın Hatalı Tufan Kavrayışı

Muazzez İlmiye Çığ, “Nuh Tufan’ı” bağıntısında, geçen yıllarda, “Karadeniz Tufan’ı” tezine yakın duruyordu; daha sonra ise bu görüşünden vazgeçerek, “Sumerlilerin Tufan’ı”nı Orta Asya steplerinde aramaya başlamış olduğunu, kitabında, şöyle özetliyor:

“Ben Karadeniz’de olan bu Tufan olayını ilk kez İstanbul Üniversitesi Prehistorya bölümünde Walter Pitman’ın bu konuda verdiği Konferansta duymuştum. Daha sonra Cumhuriyet Bilim Teknik dergisinde bu konuyu okuyunca Sumerlilerin yazdıkları Tufan olayının bundan kaynaklanmış olabileceğine oldukça aklım yatmış ve Kuran, İncil ve Tevrat’ın Sumer’deki Kökeni kitabımın 51. sayfasında not olarak vermiştim. Fakat olayın Sumerlilere geçiş varsayımı beni pek tatmin etmiyordu. Çünkü bu büyük olayın etkisinin Sumerlilere gelinceye kadar, Karadeniz’in etrafında ve Anadolu’da yaşayanlar arasındaki yerel söylencelerin bulunması, oraların Sumerlilerle bir bağlantısı olması beklenirdi. Hatta oradan Avrupa’ya gidenler bu olayı anlatmış olmalılardı. Halbuki buna ait bir iz olmadığı anlaşılıyor. Bu yüzden Sumerlilerle bu olay arasında bir bağlantı kuramıyor; ama bir bağlantının gerekliliğine inanıyordum. İşte Önsöz’de sözünü ettiğim kitaplar [ Benim Notum: ( “Ufkumu açan kitaplardan biri Begmyrat Gerey’in Beş Bin Yıllık Sümer- Türkmen Bağları adlı kitabı…. İkincisi Doç. Dr. Tahsin Parlak’ın Tufan’dan Turan Denizi’ne, Turan Denizi’nden Günümüze Aral’ın Sırları adlı kitabı… M. İ. Çığ sf.9/10) ], diğer araştırmalarımın sonuçları bana Sumer Tufan olayının Orta Asya’daki taşkınlıklardan kaynaklanmış olabileceğini, Sumerlilerin oralar ile bağlantıları olduğunu açıkça gösteriyordu. “ (M. İ. Çığ, adı geçen kitap, sf. 73/74)

Her şeyden önce, “Sümer Tufan” anlatımının kaynakları konusunda, “Karadeniz Tsunamisi”nden “Orta Asya Taşkınlarına” doğru bir görüş değişikliği için Sayın Çığ’ın, Cumhuriyet Bilim Teknik dergisi gibi, başvuru kaynaklarının ne ölçüde “bilimsel” bir taban oluşturabileceğini akademi dünyamızın değerlendirmesine sunalım. Bizce bu “görüş değişikliği” süreci ve dayanılan “kaynak”lar, yıllarını Akado sammaru tablet çözümlerine hasretmiş bir bilim insanı için oldukça üzücüdür.

Fakat bütün bunlar işin sadece bir yanıdır.

Her şeyden önce, Sayın Muazzez İlmiye Çığ, öteki bir dizi “realist”, “gerçekçi”, “doğacı” bilim adamı veya tez sahibi gibi, Tevrat’taki haliyle Tufan anlatımının “doğal bir sel afeti”, “tsunami” olayına; tarihteki doğal bir felaketin insan belleğindeki izlerine dayanmış olabileceğinden yola çıkmaktadırlar.

Onlar için, anlatımlardaki “sel”, bildiğimiz anlamıyla bir “su taşkını”; anlatımlardaki “insan toplumu” , bildiğimiz anlamıyla “yeryüzü”nün bütün insanlığı” ; anlatımlardaki “yeryüzü”,”dünya”, “toprak” ise, şu anda bilinen haliyle “yer küremiz” ; anlatımlardaki “gemi” ise, şu anda da bildiğimiz haliyle bir “kayık”, “gemi”, “sal” idi…

Çalışmalarım içinde göstermeye çabaladım ki, Akado-sammaru kayıtlarında ve ondan kaynaklanan “kutsal tufan” anlatımlarında bahsedilen “Su taşkını haliyle Tufan”, aslında bir dizi farklı türü bulunan “kıyamet ayinleri”, “insan kurban edimli ziyafet bayramları”nın sadece biri idi. Bu nedenle de, anlatımlardaki tanrı, böyle bir “tufan” ile, mutlaka suda boğma yoluyla bir “tufan” tanımlıyor ve gerçekleştiriyordu.

Mezopotamya’da birbirinden farklı bir dizi Tufan, yani “kıyamet” biçimleri bulunuyordu. “Suda boğma” veya Cehennem’in “ kaynar sularda haşlanma” motifleri bulunduğu kadar “veba salgınları”; “karakış” kıyametleri; “yangın afetleri” de, tıpkı, Mezopotamya’daki toplum birimlerden sadece bazılarının katıldığı “insan kurban edimli ittifak toplantıları”nın farklı türlerini oluşturuyordu.

Kurban veren topluluk için “felaket”, kurban alan toplum için ise “bayram” yönleriyle öne çıkan Kıyamet-Bayram toplantıları birer ritüel olduğu için, tamamen takvimsel bir zemine, takvimsel bir değere oturmaktaydı. Akado Sammaru kayıtlarında ve onlara dayanan sonraki dinlerdeki “kıyamet – bayram ayinleri” genellikle, en az üç günlük bir takvimsel değere sahiptir. “Yaratılış” olarak tanıdığımız olay da, tam olarak bir “kıyamet- bayram ayini” olduğu için, o da “6 gün, 6 gece” sürmüştü.
Bizim tanıdığımız “İnsanoğlu”, genel olarak “insan”ların sadece bir bölümünü; bizim tanıdığımız “yeryüzü”, “toprak” , “dünya”, “küre”, Mezopotamya’nın tarım yapılan “toprak”larını ifade ediyordu. Eski tabletlere göre, “Yukarı Mezopotamya” , zamanla “Gök” ve “Cennet” kavramlarıyla eşitlenmiş ; “Aşağı Toprak”lar ise, “Dünya”, “Toprak” ve “aşağılık insan”ların yerleştiği alanlar olarak ifade edilmeye başlanmıştı. “Yüce Varlıklar” ve “Aşağılık, Kusurlu, Günahlı İnsanoğlu” ayırımın da dayandığı bu ikilemin tarihteki özelliklerine değinmiştik.

Akado-sammaru topluluklarını ve onların kültürlerini birer uydurmalar manzumesi olarak ele almaz; Mezopotamya topluluklarının gerçek varoluş ve yaşayış anlatım biçimleri olarak ele almaya başlarsak, aslında, bütün “hurafeler”, bir şekilde, bizi, geçmiş toplulukların yaşam ve kült biçimlerine taşır. Bunlara ait son derece canlı örneklerin bir bölümünü ele almaya çalışmıştık. Bir topluluğun “marul yemeyi günah” addetmesi veya Paskalya sırasındaki bir günde mutlaka “marul yemesi” gerektiği gibi kurallar, hiç de “aptallık” veya “cehalet” göstergesi sayılmamalıdır. Hıristiyan yortusunda mutlaka “mercimek” (onun da “yeşil” ve “kırmızı” mercimek ayrımı bile bulunuyor!) yemek, “mercimeği fırına vermek”, nasıl ki, cinsel içerikli bir “festival”, “düğün”, “ittifak şenliği” edimini ifade ediyorsa, marul, fasulye, nar veya “kurban eti” yemek veya yememek de bu tür “kıyamet – bayram” etkinliklerine “sunucu toplum” veya “sunulan toplum” olarak katılmış olmak veya olmamayı anlatıyordu.
Bunlarla ilgili daha geniş bilgilere, Tufan ile ilgili yazılarımdan ulaşılabilir.

“Tufan” olayına bir kez, “sel baskını”, “Nuh gemisi”ne de, bilinen “gemi” olarak bakmaktan vazgeçtiğimiz andan itibaren, Akado-sammaru tabletlerindeki “Tufan”dan, “kutsal kitap” denilen “kitaplar” a kadar uzanan bütün Tufan anlatımlarının, aslında ne zaman başlayacağı, ne zaman biteceği belli olan, tapınaklarda icra edilen, insan kurbanlı birer ritüel olduğu ve tek sefere mahsus bulunmadığı anlaşılır.

Gemi artık bir “gemi” değildir. Eski Kudüs tapınağı önündeki “arınma havuzu”, “tunç kazan”dır! Dolayısıyla, Muhammed Kuran’ındaki gibi, Nuh döneminde “kazanı kaynayan gemi” gibi “buharlı gemi” saçmalıklarıyla uğraşmaya da gerek kalmaz.

Tevrat’ın buluşma çadırı veya eski Kudüs tapınak yapısı ve ölçüleri, sanki birebir, “Nuh’a yapılması” emredilen “Üç katlı”, “üçüncü katında mutlaka çatısı olan”, “eni boyuna eşit” vb. ölçü ve plandaki bir “tapınak” yapısı olduğunu açığa çıkmaya başlar.

Türkiye’nin bilim adamları, ateistleri, konular üzerine düşünen, tezler hazırlayan akademisyenleri, dünyanın en şanslı kesimleri arasındadır aslında. Çünkü, anlatılan Tufan’lar bizim topraklarımıza referans vermektedir. Anlatılan Tufan’ların “gemisi” ya, Cudi’ye, ya da “Ararat”a gelip konarlar!

Bu kadar da değil! “Toprağın adamı” olan “çiftçi Adem” bile, muhtemelen eski Asur tarım alanlarında “yaratılmış”tı. Tabii ki, burada dindarların düşündüğü şekilde bir “yaratma” yoktu. Bir tanımlama, “ad verme”, “sınıflama”, karşılıklı birbirini tanıyıp var kabul etme anlamlarında bir “yaratma” idi. Bir meselenin “adını koyalım”, “bu iddianın adını koyalım” dediğimizde, nasıl ki, olayı tanımlamak, tanımak ve tanıtmaktan bahsetmek istiyor isek, eski tanrılar ve eski farklı Adem’ler durmadan “eşyaya ad vermekten”, “varlıkları tanımlamaktan” vb. bahsediyorlar ise, bu aynı zamanda onların “yaratma” edimleri anlamına geliyor olmalıydı.

Bize ulaşmış haliyle Mezopotamya kaynaklı Tufan anlatımlarını eski dünyanın doğal felaketlerinde aramak, bütün “gerçekçi” ve-ya “ateist” görünümüne rağmen, büyük bir yanılgıdır. Orada anlatılan “Tufan”lar, insan kurbanlı ittifak edimleri, felaket, kıyam günleri, kıyamet ve dolayısıyla bayram ritüelleriydi.


Aşağıdaki yazılar, bu temelde okuduğumuzda oldukça ilginç noktalar açığa çıkmaktadır..

….
Mümin Köksoy, “Nuh Tufanı ve Sümerlerin Kökeni”
Başlıklı kitabıyla ilgili

….
Feyzullah Budak
Ahmet Yesevi Üniversitesi Mütevelli Heyet Üyesi

Yukarıdaki başlık, henüz matbaada baskı aşamasında olup, 2002 yılının son günlerine doğru okuyucuya ulaşacak olan bir kitabın adıdır. Onu, yazarı Prof. Dr. Mümin KÖKSOY’un özel ricası üzerine (bazı konuları birlikte yeniden gözden geçirmek, özellikle dili ve doğru anlaşılırlığı konusunda kontrol etmek amacıyla) baskıdan önce okumak gibi bir şansım oldu. Bu şansın yarattığı faydayı değerli okuyucularımla da paylaşarak çoğaltmak için, daha piyasaya çıkmadan sizleri bu kitaptan ve yazarın çarpıcı iddialarından haberdar etmek istedim.

Prof. Dr. Mümin Köksoy’u dört yıldan beri tanıyorum. Bir Fen Bilimci olmasına rağmen Sosyal Bilimler’e yakın ilgisi ve Sosyal Bilimcilerle sıcak ilişkisi hemen dikkatimi çekmişti. Sosyal Bilimlere Fen Bilimci gözüyle yaklaşıyor, olayları ve konuları o gözle eleştiriyor ve daha önce hiç düşünülmemiş bir sentezle olaylara yeni yorumlar getiriyordu. Tamamını büyük bir dikkatle ve zevkle okuduğum “Yerbilimlerinin Katkısıyla, NUH TUFANI VE SÜMERLERİN KÖKENİ” Sayın Köksoy’un işte bu anlayışla yazdığı bir kitap. Kitapta; felsefeyi, teolojiyi, mitolojiyi, arkeolojiyi, Sümerolojiyi ve tarihi ilgilendiren pek çok konular bir fen bilimci ve özellikle bir yerbilimci gözüyle derinlemesine inceleniyor.

Geniş bir literatür desteğiyle çok yeni görüşler açık bir şekilde ortaya konuluyor. Herkesçe kabul görmüş ve klasikleşmiş görüşlerin yerine yepyeni farklı bir sentezin ortaya konuşu, pek çok kimse üzerinde adeta bir şok etkisi yapacak nitelikte. Ancak duyguları bir tarafa bırakıp yeni yorumları bilim objektifliğiyle incelemeğe kalktığınızda itiraz edilecek, eleştirilecek noktaları yakalamakta da güçlük çekmektesiniz. Meselâ; Yahudi ve Hıristiyan inanç sistemlerinde binlerce yıldan beri tartışılmasına rağmen net bir çözüme bağlanamayan; “biri yaratılan ilk insan olan Adem, diğeri Sümerler’in ilk Peygamberleri Adem olmak üzere iki Adem’in var oluşu” ilk defa bu eserde dile getirilmektedir. Yine ilk defa bu eserde Hz. Nuh’un da Sümer halkına gönderilmiş bir Peygamber olduğu açıkça ifade ediliyor.

Diğer konuları bir kenara bırakırsak, bu çalışmada beni en fazla etkileyen ve ilgilendiren konu Prof. Köksoy’un Sümerler’in ve ilk Türklerin kökenleri ile ilgili görüşleri oldu. Prof. Köksoy bu görüşlerini ortaya koyarken Jeolojiyi ve Paleocoğrafya’yı âdeta bir teleskop gibi kullanmış. Bunu yapabilmek için 15-20 bin yıl önceki son buzul çağının sona ermesinden yola çıkarak günümüze doğru Orta - Asya’nın Paleocoğrafik evrimini özetlemiş. Bölgenin değişen şartlarına paralel olarak ortaya çıkan yaşam şartlarının bölge insanları üzerindeki olumlu ve olumsuz etkileri ve bunlara karşı bölge insanlarının muhtemel karşı davranışlarını adım adım senaryolaştırarak tarih öncesindeki M.Ö. 4000-5000’lere dayanan arkeolojik verilere bağlamış. M.Ö. 3000-2500’lü yıllara doğru yazının icat edilmesiyle arkeolojik verileri yazılı belgelerle destekleme imkanı doğmuştur. Bu sebeple daha sonraki tarihi dönemlerden günümüze kadar akıp gelen medeniyet tarihi daha kesin bilgiler ve belgelerle tarihçiler tarafından kaleme alınmıştır.

Prof. Köksoy, yerli ve yabancı literatürde ve ansiklopedilerde parça parça yer alan bu verileri cesur bir şekilde analiz ederek “Sümer ve İndüs medeniyetlerini kuranların kardeş topluluklar olduklarını” belirtmekte ve bu toplulukların atalarını Orta Asya’nın TURAN ovasında M.Ö. 5000-4000 yıllarında yaşamış olan “İlk Türkler”e (Proto Türkler) bağlamaktadır.

Kendisinin geliştirdiği ve “jeo-arkeolojik teleskop” diye adlandırdığı yeni bir yöntemle de İlk Türkleri M.Ö.15.000-6.000 yıllarında Orta Asya’da yaşamış olan “ilk Ural Altaylılar”a (Proto- Ural- Altaylılar) bağlamaktadır. Prof. Köksoy bu eserinde; Nuh Tufanı’nın gerçek bir tarihi-jeolojik olay olduğunu, ancak kutsal kitapların yanlış yorum ve tercümeleri sebebiyle bu olayın efsaneleştirilerek gerçek dışına doğru itildiğini iddia ediyor. Nuh Tufanı ile ilgili olarak, gerçek olmasını mümkün görmediği bazı söylemleri ise şöyle tespit ediyor:

• Nuh Tufanı M.Ö. 2900’lü yıllarda Aşağı Mezopotamya’da meydana gelmiş doğal ve yerel bir sel baskınıdır. Suların bütün dünyayı ve karaları kapsamış olması mümkün değildir, doğru değildir.
• Geminin Ağrı Dağı’nın veya Cudi Dağı’nın tepesine konmuş olması mümkün değildir. Geminin ya Basra Körfez’inde bir kum tepeciğine takılıp kalmış veya “Dağlık Yöre” (Cudi=Ararat) diye anılan Yukarı Mezopotamya’da, Dicle Nehri kenarında kıyıya bağlanmış olması daha çok muhtemeldir.

• Geminin Ağrı Dağı’nda aranması, Hıristiyanların, özellikle Ermenilerin dini, siyasi, etnik ve ideolojik propagandasının bir aracıdır. Ağrı Dağı’nda bulunduğu iddia edilen gemiye benzer görüntüler bölgeye özgü jeomorfolojik yeryüzü şekilleridir.

• Gemiye her türden birer çift canlının alınmış olması; diğerlerinin Tufandan boğulup yok oluşları; daha sonraki bütün canlıların ve insanların gemidekilerden türemiş olması doğru değildir. Çünkü, en azından Aşağı Mezopotamya’dan başka coğrafyalarda hayat kesintisiz devam etmekteydi.

Prof. Dr. Mümin Köksoy’ un eserinde jeoloji biliminin verileriyle desteklediği bu görüşleri elbette eleştirilmeye ve geliştirilmeye açıktır. Ancak ortaya konulan bu görüşlerin ve geliştirilen yöntemlerin özellikle Türk Tarihi ve Arkeolojisi araştırmacıları için yeni ufuklar açacağına inanıyor, değerli ilim adamımızı bu önemli çalışması sebebiyle yürekten kutluyorum. Kitabın nereden ve nasıl temin edileceğine gelince; Kitap, Yeni Avrasya Yayınları’ndan çıkıyor. Dağıtımını ise Yeni Avrasya Yayın Grubu yapıyor.

http://www.biroybil.com/showthread.php?t=4053

*-*-*-*


Hz.Nuh ve Sümerler

Aslında iddia Mümin Köksoy isimli bir jeoloji profesörüne dayanıyor. Kuran’da geçen Adem isimli iki şahsın birinin insanlığın atası Adem diğerinin de Sümerlere gönderilmiş bir peygamber olduğu, Nuh tufanının sadece şimdiki Irak’ta ki bir bölgeyi etkilediği, Cennetten sadece iki kişinin dünyaya indirilmediği, Karadeniz ve Aral-Hazar tufanları, Nuh’un gemisinin şekli gibi konularda fikir beyan ediyor.
Aşağıdaki konular hakkında bir kaç kırıntıda bizden olsun ..

1- İlk insan Adem ile Sümerlere gönderilmiş bir peygamber olan Adem’in ayrı şahsiyetler olması
2- Cennette sadece Adem ile Havva değil yüzlerce binlerce ademoğlunun dünyaya inmiş olmaları
3- Hz. Adem’den sonra Sümer halkına O’nun onuncu nesilden torunu Hz.Nuh’un peygamber olarak gönderilmesi
4- Hz. Nuh ve Tufan hadisesi. Tufan’ın bütün insanlığa değil sadece Hz. Nuh’un kavmine yönelik olduğu.
5- Hz. Nuh’un gemisi
6-Karadeniz Tufanı ve Sümerlerin Kökeni
İlk insan Adem ile Sümerlere gönderilmiş bir peygamber olan Adem’in ayrı şahsiyetler olması

Prof.Köksoy’a göre Hz.Nuh Sümerlere yaklaşık olarak M.Ö.2900 yıllarında gönderilmiş bir peygamberdir. O’nun yaşının kutsal kitaplarda 950 yıl olarak geçmesi ise şöyle açıklanmaktadır. Sümerlerin ilk kullandıkları takvim kameri ay hesabına dayanan bir takvimdi. Bu takvimde yıl yok sadece ay vardı. Ayın yeniaydan dolunaya kadar geçen yaklaşık 29-30 günlük süresi “bir sene” olarak isimlendiriliyor idi. Buna göre 950 yıl yaşadığı söylenen Hz. Nuh ile 1000 yıl yaşadığı söylenen Hz. Adem aslında bu ay takvimine göre 950 ve 1000 sene yaşamış bizim şu anda kullandığımız Justinyen takvimine göre 77 ve 79 yıl yaşamış olması gerekiyor idi.

Kuran’da hz. Nuh’un “950 sene” yaşadığı söylenir. Burda geçen sene tabiri sözlüklerde belli bir zaman dilimini gösteren bir kelimedir. Sene kelimesi kesin olarak dünyanın güneş etrafında bir dönümü ya da Kameri 12 aya tekabul eden bir “yıl” kavramına denk gelmez. Mesela Sene-i Kuranî tabiri “eyyam-ı Kuran” (Kuran günleri) olarak çevrilmiştir. Burda sene kelimesi “geçen günler” olarak kullanılmış görünüyor. Yani “950 sene” tabiri tam olarak bildiğimiz 950 yıla tekabul etmeyebilir. Burda Köksoy’un ortaya koyduğu düşünceye itiraz sadedinde bir şey denilemez. Ayrıca Muhyiddin ibni Arabi Adem konusunda Futuhat-ı Mekkiye’de şöyle der:
“Bir kimsenin rüyasında gördüğü gibi, Allah bana yüzlerini tanımadığım bir gurup insanla birlikte kendimi Kabe’yi tavaf ederken gösterdi. İlk mısraını hatırlamadığım bir şiiri ezberden okuyorlardı.

“Yıllarca sen tavaf ettik.e biz tavaf ettik bu evin etrafını hep birlikte her birimiz”

Bu insanlardan birisi tanımadığım bir isimle kendini tanıtıp bana : ” Ben senin soyundan atalarından biriyim” dedi. “Öleli kaç yıl oldu” diye sordum. “40 bin yıldan çok daha uzun bir süre” dedi. “Ama” dedim, ” Adem (a.s) bu kadar yıl önce yaşamıyordu.” Şöyle dedi: ” Hangi Adem’den bahsediyorsun? Sana yakın olandan mı yoksa diğerlerinden mi” O zaman Peygamber(s.a.v.)’ in şu hadisini hatırladım:”Allah yüzbin Adem yaratmıştır” (Hayal Alemleri-W.Chittick-Kaknus Yayınları)

Elmalı Tefsirinde Nuh ile Adem arasında bin yıl olduğu sözüne getirilen yorum şöyle:
“Bu bakımdan ya Âdem’in yaratılışına dayandırılan tarihin yanlışlığına hükmetmek veya O Âdem’den maksadın, insanlığın babası olan Âdem olmadığına inanmak gerekir.”(Hak Dini Kuran Dili-E.Hamdi Yazır-Zaman yay.)

Burada Hindu Kozmolojisinden bir alıntı yapalım. Hinduizmdeki kozmik devirler öğretisine göre “bu dünya”‘nın tam tekamülünü içeren bir “Kalpa” (en büyük devir. Kainatından yaratılışından Kıyamete kadar olan süre. Tabi bizim kainatımızın ve bizim kıyametimizin.) iki yedili “Manvantara” dan oluşur..Hindu geleneğinde zaman daireseldir.. (modern dünyanınki çizgisel,bize göre islamda ise helezoniktir). Zaman bir tekerleğe benzetilir. Ve her bir tam dönüş bir manvantaradır. Her Manvantara dört çağa (Yuga) ayrılır. Ve bu çağlarda bir iniş, bir düşüş sözkonusudur. Yani en mükemmel çağ ilk çağ en kötü çağ ise son çağdır. Kreta-Yuga denilen ilk çağ (Romalıların Altın Çağ dedikleri) manevi açıdan en mükemmel çağdır. Şamanistlerin ve bir çok dinsel içerikli metinlerin de dediği gibi o çağda insanlar göğe çıkabiliyorlardı. (Eliade, M.-Şamanizm) Diğer çağlarda tam bir “iniş” vardır. Bu “iniş” ile modern düşüncenin “ilerleme” mefhumuna dikkat çekelim. Modern düşünce bunun tam tersini ileri sürer. Eski Çağlar ilkeldir ve Darwin’e göre hayvansıdır. Zamanda ileriye doğru sürekli bir mükemmelleşme vardır. Bütün dinler bir “bozulma”‘dan bir “düşüş”‘ten bahsederken modern düşünce bir ilerleyişten bahsediyor. Burda modern düşüncenin herzaman gördüğümüz bir yanını görüyoruz. Hakikatları tersyüz etme. Darwin, Marx ve Freud (üçüde yahudidir) ile zirveye ulaşan ilerleme düşüncesi bu çağın manevi boşluğunu örtmek gizlemek için uydurulmuş bir saçmalıktır. (ayrıntılı bilgi için şu kitaba bakılabilir : Rene Guenon, Modern Dünyanın Bunalımı)

Manvantara’nın dört çağı Kreta-yuga, Treta-yuga, Dwapara-yuga ve Kali-yuga’dır. Süre olarak bunlar: Bir manvantarayı 10 kabul edersek 4-3-2-1 olarak dağılır. Hiç birinin kesin bir bitiş ve başlangıç tarihi yoktur. Ve ilham edilmemiş hiç bir kalp bunu bilemez. Bu romalıların altın, gümüş, tunç, demir çağına tekabül eder. Son çağ Kali-yuganın -ki karanlık çağda derler ve bazılarına göre 6480 sene bazılarına görede 2500 senedir- son zamanlarını yaşadığımıza inanılır. Acaba bu son çağda veyahut her Manvantara Çağında farklı bir Adem’mi geldi?

Adem sözcüğünün anlamlarından biri “KIRMIZI”dır. İbranice’deki “Topraktan olma” anlamına gelen “adamoh”, “Kan” anlamına gelen “dam”, “Kırmızı varlık” anlamına gelen “adam” sözcüklerinden birinden türemiştir. Ayrıca Latincede toprak manasına gelen “humus” ile insan manasına gelen “homo” yada “humunus” arasındaki benzerlik ilgi çekicidir.

İncil’de geçen Edom sözcüğüde ilgi çekicidir. Edom ile Adem arasında sadece sesli harflerde bir farklılık var. ve gerçekte farklı bir beşer ırkına Edom “kızıl” demektir tekabül eder.

Farsçada da Adem manasına gelen kelime Keyumers’dir. Süryanice de Adem toprak manasına gelir. (Geleneksel Formlar ve Kozmik Devirler – Rene Guenon – insan yay.)


2- Cennette sadece Adem ile Havva değil yüzlerce binlerce ademoğlunun dünyaya inmiş olmaları

Köksoy Adem ile Havva’nın cennette birçok çocuk ve torunu olduğunu yeryüzüne bunların hepsinin beraber indirildiğini, cennetteki “ruhani” bedenlerine mukabil dünyada biyolojik bir bedene sahip olduklarını ileri sürmektedir.

Ehli sünnet inancına göre cennet veya cehennemdeki beden ruhani bir beden değildir. İnsanlar şimdiki bedenlerine benzer latif bir bedene sahip olacaklardır. Kuranın ve Kutsal Kitapların bir çok yerinde Hz. Adem’in topraktan yaratıldığı sonra Ruh üflendiği söylenir.Buna göre cennetteki yaşam ruhani bir bedenle olan bir yaşam değildir. Hem ruhların üreyerek çoğalması garip bir iddia olur. Kurandaki “ihbitu – hepiniz inin” kelimesi ilk bakışta Adem ile Havva’nın cennette bir çok çocuğu olduğu imajını doğuruyor ise de tefsir alimleri bunu farklı bir şekilde yorumlamıştır.
Burda Adem ve Havva’nın şahsında tüm insalığa bir hitap vardır.(Hak Dini Kuran Dili – I-280.) Adeta Ademin sülbünden gelen herbir insana bir hitap söz konusudur.
Bakara Suresi ayet :36-38:

36-Derken, şeytan ayaklarını oradan kaydırdı. Onları içinde bulundukları konumdan çıkardı. Bunun üzerine biz de, “Birbirinize düşman olarak inin. Sizin için yeryüzünde belli bir süre barınak ve yararlanma vardır” dedik.

37-Derken, Âdem (vahy yoluyla) Rabbinden birtakım kelimeler aldı, (onlarla amel edip Rabb’ine yalvardı. O da) bunun üzerine tövbesini kabul etti. Şüphesiz O, tövbeleri çok kabul edendir, çok bağışlayandır.

38-“İnin oradan (cennetten) hepiniz. Tarafımdan size bir yol gösterici (peygamber) gelir de kim ona uyarsa, onlar için herhangi bir korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir” dedik.

Burda geçen “Tarafımdan size bir yol gösterici (peygamber) gelir de kim ona uyarsa” ifadesi “ihbitu” emrinin Adem’den sonra gelecek olan her nesle bir hitap olduğunu doğrular niteliktedir.


3- Hz. Adem’den sonra Sümer halkına O’nun onuncu nesilden torunu Hz.Nuh’un peygamber olarak gönderilmesi

Köksoy’un Hz. Adem’in yaklaşık olarak M.Ö. 3100 yılında yaşadığı ve Sümerlere gönderilmiş bir peygamber olduğu yönündeki iddiasına hiçbir delil yoktur. O sadece Kitab-ı Mukaddes’in Hz. Adem ile Hz. Nuh arasında on neslin geçtiği görüşüne dayanıyor.
Adem ile Nuh arasındaki kişiler Tekvin Kitabı 5.Babda şu şekilde sıralanıyor:
Adem,
Şit,
Enoş,
Kenan,
Mahalalel,
Yared,
Hanok,
Metuşelah,
Lamek
ve Nuh.
Burada da görüldüğü gibi Nuh Kabil’in değil Adem’in diğer oğlu ve Kuran’da Peygamber olarak bildiğimiz Şit (Seth) soyundandır. Köksoy Bedrettin Cömert’e dayanarak soyu Kabil’e çıkarıyor. Adem ile Nuh arasında sadece İdris olduğunu birçok sahabenin kabul etmediğini İdris(as)’ın Nuh(as)’dan sonra geldiğini Elmalılı Hamdi Yazır kitabında aktarıyor. Unutmamak gerekir ki Kitab-ı Mukaddes sayı, isim, tarih ve soyağacı yönünden kesinlikle güvenilir değildir. Birçok yerde kendisini tekzib eder. Kitab-ı Mukaddesde bir yerde ki soyağacı ile başka bir yerdeki soyağacı veyahut bazı sayı ve isimler farklı ve hatta birbirini tekzip eder nitelikte olabilir. Maurice Bucaile kitabında Tevratta geçen bu tip yanlışlıklara işaret etmiştir. (Çıkış Kitabı – Maurice Bucaile – Gelenek yay.)

Köksoy sadece bu bilgiye dayanarak Hz. Adem’in M.Ö. 3100 yılında yaşadığı tezini öne sürüyor. Başka bir dayanağı olmayışı ve Tevrattaki soyağaçları ve sayılara olan güven eksikliği bize bu iddianın yeterli delile dayandırılmadığını düşündürüyor. Hz. Adem ile ilk insan Adem farklı kişiler olabilirler fakat Peygamber Adem’in M.Ö.3100 de yaşayan ve Sümerlere gönderilen bir peygamber olduğu tezini doğrulanamaz.
Ali-İmran Suresinde geçen “Şüphesiz Allah, Âdem’i, Nûh’u, İbrahim ailesini (soyunu) ve İmran ailesini (soyunu) birbirinden gelmiş birer nesil olarak seçip âlemlere üstün kıldı.” ayeti Adem, Nuh ve İbrahim’in aynı soydan gelen seçilmişler olarak göstermesi Adem(a.s.)’ın ilk Adem değil de ondan sonra gelen Peygamber Adem olma ihtimalini güçlendirir. Gerçekten Adem ile Hz. Adem farklı kişiler ise Kuran ve diğer Kutsal Kitaplar bu konuda kesin bir bilgi vermek yerine böyle ifadeler kullanmayı niye tercih etmiş olabilir?

Buna benzer bir ayette Meryem suresi 58. ayettir:
“İşte bunlar, Âdem’in ve Nûh ile beraber (gemiye) bindirdiklerimizin soyundan, İbrahim’in, Yakub’un ve doğru yola iletip seçtiklerimizin soyundan kendilerine nimet verdiğimiz nebîlerdir.”

Kuran’da her peygamberin hangi kavme gönderildiği belirtilirken Hz. Nuh’un gönderildiği kavimden sadece “kavim” olarak bahsedilmesi ilginçtir. Mesela İbrahim Suresi 9. ayette “Sizden önceki Nûh, Âd, ve Semûd kavimlerinin ve onlardan sonrakilerin –ki onları Allah’tan başkası bilmez- haberi size gelmedi mi?” diyerek diğer kavimleri isim olarak bahsettiği halde Nuh kavminin ismi söylenilmez. Kuranda Ad, Semud, Eyke, Medyen gibi bir çok kavim ismi geçer fakat Hz. Nuh’un kavminin ismi geçmez. “kavm-i Nuh” , “Nuh’un Halkı” gibi tabirler geçer. Eğer Hz.Nuh zamanında tüm insanlık sadece Hz.Nuh’un halkından ibaret olsaydı halk ve kavim gibi bir bütünün parçalarını ifade eden terimler Kuran’da kullanılmazdı kanaatindeyiz. Demekki Hz. Nuh sadece kendi kavmine gönderilmiş kavmi ise o zamanki yaşayan insan topluluklarından sadece biri olarak hayatlarını sürdürüyor idi. Araf suresi 59. ayette “Andolsun, Nûh’u kendi kavmine peygamber olarak gönderdik ..ilh..” buyrulmaktadır. Hz. Muhammed (sav) bir hadisinde diğer peygamberlerden farkını anlatırken kendisinin tüm insanlığa gönderildiğini halbuki kendisinden önce gelen peygamberlerin sadece kavimlerine gönderildiğini söylemektedir. Önemli bir husus bu hadiste Hz. Adem’den de bahsedilmemektedir. Yani Adem(as) da tüm insanlığa gönderilmemiştir.

Elmalılı Hamdi Yazır Nuh Suresi 1-3. ayetlerin tefsirinde şöyle der:
“Kavmine gönderdik.” Burada Hz. Nûh’un bütün insanlara değil, kavmine gönderildiği anlaşılıyor. Zira Peygamberler içinde bütün insanlara gönderilmiş olmak Peygamberimiz’e ait bir özelliktir. O zaman yeryüzünde ne kadar insan ve hangi kavimler vardı ve yeryüzünün nerelerinde insanlar yaşıyordu, onu da ancak Allah bilir. Bununla beraber Alûsî’nin açıklamasına göre denilmiş ki, Hz. Nûh’un kavmi Arap yarımadası ve ona yakın yerlerde oturuyordu. Meşhur olan da onu Kûfe topraklarında yani Irak’ta yaşadığı ve orada kendisine peygamberlik görevi verilmiş olmasıdır. Bundan Nûh tufanının da o bildiğimiz her tarafı sarmış olma özelliği Nûh kavmine ve onların hepsine ait demek olup bütün yerküresinin her tarafını kapsaması gerekmiyeceği ve o vakit yeryüzünde onlardan başka insan bulunup bulunmadığı da kestirilemiyeceği anlaşılıyor ki, Âlûsi’nin de tercihi budur.(Hak Dini Kuran Dili-E.Hamdi Yazır-Zaman yay.)

Hz. Nuh’un adı Sümer dilinde Ziusudra, Akad-Sami dillerinde Uta-Napiştim, Babil Gılgamış Destanında Utnapişti, İbranicede Noah, Eski Yunan’da Xisoukhros ve Türkçe’de (altay destanlarında) Nama olarak geçiyor.
Nuh Sümerlerin Şuruppak şehir devletinin kralı ve yahut soylu kişilerinden biri idi. Nuh’un kavminin kendisine söylediği “sana inananlar hep ayak takımı” ifadesi O’nun soylu biri olduğunu gösterir. Zisudra destanı yaklaşık olarak M.Ö. 2900 yılında geçiyor ve M.Ö. 2600 de tabletlere yazılıyor. Bu tablet Nippur’da bulunmuş. Akadcada “çok akıllı” manasında gelen “atrahasis” destanıda tufandan bahseden bir yazılı belge. M.Ö.1636 tarihli Ninova’da bulunan bir kil tablet üzerinde okunuyor. M.Ö. 1200 tarihli meşhur Babil Gılgamış destanı da tufandan ve Gılgamış’ın Ab-ı Hayat’ı bulmak için Utnapitim’e olan seyahatinden bahsediyor. Tufan’dan bahseden bir diğer kaynak ise Tevrat. M.Ö. 1200′lerde yaşayan Hz.Musa’ya indirilen Kutsal Kitabın en eski yazmasının M.Ö. 400′lere kadar gittiği söyleniyor.Romalı Berossus da kayıp kitabında tufandan bahsetmiş (M.Ö. 281) ayrıca ermeni tarihçi Moses of Koren de M.S.800 tarihli kitabında tufan olayından bahseder. Fakat bu kitap birçok saptırmalarla doludur.

4- Hz.Nuh ve Tufan hadisesi. Tufan’ın bütün insanlığa değil sadece Hz. Nuh’un kavmine yönelik olduğu.

Köksoy bu görüşünde yalnız değildir. Bir çok tefsir alimi (kendiside Elmalılıyı örnek olarak verir) Köksoy ile aynı görüştedir. Alusi, İbnul Esir, Elmalılı, S.Kutup gibi tefsirciler bu kanaattedir. Fakat “Allahu al’em” kaydını düşerler.

Elmalılı söyle der:
“İbnü Esir “Kâmil”de ve Ebulfidâ “Tarih”inde: “Mecusiler, Tufanı tanımazlar. Bazıları da Tufanın varlığını ikrar eder ve fakat Bâbil bölgesi ile ona yakın yerlerde olduğunu ve “Küyümers” yani Âdem oğullarının meskenleri doğuda olduğundan onlara Tufan’ın ulaşmadığını iddia ve zanneder. Aynı şekilde Hind, İran, Çin gibi doğu ülkeleri Tufan’ı tanımazlar. Bazı İranlılar onu itiraf eder ve fakat “genel değildi, Hulvân geçidini geçmemişti” derler. Doğru olan, yeryüzünde yaşayanların hepsinin Nûh (a.s)’un çocuklarından olmasıdır. Zira “Ve onun neslini baki kalanlar kıldık.” (Sâffat, 37/77) buyrulmuştur” diye yazarlar. (Sâffat Sûresi’ndeki bu âyet ile Hûd sûresindeki, “Denildi ki: Ey Nûh! Sana ve gemide seninle beraber bulunan müminlere bir selam ve bereketlerle in. Onlardan bir takım kâfir ümmetler olacak ki, biz onları dünyada rızıkla faydalandıracağız.”(Hûd, 11/48) âyetinin tefsirine bkz.)”

Hud Suresi tefsirinde de Elmalılı şöyle der:

“Nuh Sûresi’nde Hz. Nuh’un duası “Ey Rabbim, kâfirlerden hiçbirine yeryüzünde adım atacak bir yer bırakma!” (Nuh, 71/26) şeklindedir. Buna göre, tufanın yerküre üzerindeki alanı da, kutup bölgeleri de dahil olmak üzere bütünü ve her tarafı değildir. O devirde insan ile meskun olan kısımlarını hesaba almak gerekecektir. O devirde Hz. Nuh’un bütün insanlara mı yoksa, kendi kavmine mi peygamber gönderildiği bahis konusu edilecektir, ki, bu noktada ihtilaf vardır. O devirde henüz insanlar Âdem’den beri bir tek kavim halinde miydiler, yoksa değişik kavimlere ayrılmış ve çeşitli bölgelere dağılmış mıydılar? Şurası kesindir ki, Hz. Nuh’un peygamber olarak gönderildiği kendi kavminin bulunduğu yerde tufanın umumiliği kesin, bunun ötesi zan ve tahmindir.”

Devam eden ayetin tefsiri sadedinde de şöyle denilmiş:
“Demek oluyor ki, tufandan sonraki insanlar yalnızca Hz. Nuh’un üç oğlunun soyundan ibaret değildir. Hz. Nuh’un yanında bulunan az sayıda müminlerin sülâleleri de berekâta mazhar olmuşlardır. Zira Hz. Nuh’un yanında bulunan oğulları “ve ehleke” ifadesinden de anlaşılacağı üzere ailesine dahildir. Yani onunla birlikte olup ona iman edenler ise aile fertlerinin dışında kalan müminlerdir ki, selamet ve berekât ile ayrıca taltif edilen “Yani seninle beraber olanlardan üreyecek ümmetler.” ifadesi gayet açık olarak diğerlerini kapsamına alır. O halde bütün ümmetlerin Hz. Nuh evlatlarından üremiş oldukları hakkındaki tarihi görüş, mutlak bir hakikat değil, çoğunluğu Nuh’un soyundan anlamına gelir. Zira bu selamet ve berekâtta en büyük hisse Hz. Nuh ile evlatlarına aittir.”

Ayrıca Ali Ünal tefsir mahiyerindeki Kuran Meali’inde Nuh tufanının tüm dünyayı kapsamadığı sadece bölgesel mahiyette olduğu,tüm dünyayı kapsamasının jeolojik açıdan mümkün olmadığını belirtir. (Kuran-ı Kerim ve Açıklamalı Meali – Ali Ünal – Define yay.)

Eğer O zaman ki tüm insanlık Nuh’un kavmine has değilse – ki kavim ibaresinin ve Nuh’un Sümerlere gelmiş olabileceği yönündeki tezin (en azından Zisudra destanına dayanarak) verdiği kuvvetle bunu rahatlıkla diyebiliriz- mesela Himalayalarda yaşayan insanların tufandan nasıl kurtulacağını akla getiriyor. Araf Suresi 64. ayette de “Âyetlerimizi yalanlayanları da suda boğduk.” ifadesi sadece Hz. Nuh’un kavminden inkar edenlerin bu azaba düçar olduklarını söylüyor gibidir.

Köksoy Tufanın fazla büyük olmadığını büyük bir sel olduğunu söylüyor bu Kuran ayetlerine ters görünüyor. Jeolojik olarak o bölgede bu kadar büyük bir tufanın olup olmadığı henüz araştrılmış bir konu değil. Fakat Kuranda “dağlar gibi dalgalar” ifadesi Kuranın icazınıda akılda tutarak denilebilir ki bir mübalağa değil gerçek bir olayı belirler.Hud Suresi 42. ayette belirtildiği gibi “Gemi, dağlar gibi dalgalar arasında onları götürüyordu.”

5- Hz. Nuh’un gemisi

Hz. Nuh’un gemisi konusunda Köksoy’un söyledikleri Kuran ayetlerine ters düşer. Kamer Suresi 13. ayette geçen şu ifade : “Biz Nûh’u çivilerle perçinli levhalardan oluşan gemiye bindirdik.” geminin o zamanın teknolojisine göre farklı bir şekilde olduğu hatta kavminin Nuh ile “bu kadar büyük ve levhalardan oluşmuş bir gemi -Dicle veya Fıratta- nasıl yüzecek türünden alay geçtiği” söylenir. Hz. Nuh “Gözetimimiz altında ve vahyimize göre gemiyi yap (Hud 37)” emrine göre yeni bir teknolojiye göre yeni mucizevi bir gemi inşa ediyor, “Kavminden ileri gelenler her ne zaman yanına uğrasalar, onunla alay ediyorlardı. (Hud 38)”

“Onun yüzüp gitmesi de durması da Allah’ın adıyladır. (Hud 41)” denilmesinden mucizevi olarak geminin dalgalar arasında gitmesi kürek ya da yelkenli ile olmayıp tamamen ilahi kudret boyunduruğu altındaydı. “Nihayet emrimiz gelip, tandır kaynamaya başlayınca (fâre’t-tennur) (Hud 40)” ifadesi insanın aklına buharlı gemi düşüncesini getirmektedir. Ali Ünal’da ayet ile ilgili açıklama verirken buna değinir. (Kuran-ı Kerim ve Açıklamalı Meali – Ali Ünal – Define yay.) Ayrıca E.Hamdi Yazır’da “Tennur” kelimesini açıklarken bunun buharlı gemi olabileceğini belirtir. “Tennur: Lügatte kapalı bir ocak, bir fırındır ki, dilimizde “tandır” olarak kullanılır. Leys demiştir ki; “tennur” genellikle bütün dillere gelmiş olan bir kelimedir. “Feveran” kelimesi de biliniyor ki, kuvvet ve şiddetle kaynamak ve fışkırmaktır. Şimdi biz gemiden söz edilirken tam ocak feveran ettiği sırada yük emri verildiğini işittiğimiz zaman o geminin hareket etmeye hazır bir vapur olduğunu anlamakta hiç tereddüt etmeyiz. Lakin vapuru görmemiş olanlar bunu anlayamazlar ve “Acaba bu ocağın feveranı da ne demektir? Bu olsa olsa bir işaret olacaktır.” diye düşünmekte mazur olurlar…

Âyetin bu zahirine karşı, “O zaman öyle bir vapur nasıl yapılabilirdi? Yapılmış olsa bu sanat unutulur mu idi?” gibi vehim ifade eden bir iki sual akla gelebilir. Halbuki daha önceki çağlarda bilinip de sonradan kaybolup gitmiş bir takım sanatların olduğu bile tarihi misallerle sabittir. Kaldı ki Nuh, gemisini beşerin bilgi ve tecrübe birikimiyle değil, doğrudan doğruya “Bu gemiyi Bizim gözetimimizde ve vahyimize göre yap!” âyetinde de ifade buyurulduğu gibi, Allah’ın vahyi ile ve yine O’nun gözetiminde yapmıştır.” İnsanların geçmişte belli bir teknolojiye sahip olduğu bunları sonra unuttuğu bir vakıadır. Piramitleri yapan Mısırlılar ile onlardan binlerce yıl sonra gelen Mısırlılar birbirinin soyundan geldikleri halde aynı tekolojiye sahip değillerdi. İnka-Aztek Medeniyeti de çok ileri giden bir teknolojiye sahip iken ilginç bir şekilde çöküşe geçmiş adeta o teknolojiden ispanyollar geldiğinde eser kalmamıştı.

Nuh’un gemisi Kuran’a göre “Cudi’ye” oturmuştu. Ayetlerde Cudi kelimesi bir tamlama şeklinde verilmiyor. Yani hiçbir ayette Cudi Dağı şeklinde bir ifade geçmiyor. Bu durum Prof. Köksoy’unda belirttiği gibi geminin Cudi isminde yüksek bir bölgeye oturuğu şeklindedir. Zaten geminin karaya oturması yerin sularını çekilmesinden sonra olmuştur. Bu yüksek bölge Babil Dünya haritasında gösterilen şimdiki Musul civarındaki Cudi isimli bölge olma ihtimali çok yüksektir.
“Andolsun, biz onu (tufan olayını) bir ibret olarak bıraktık. Var mı düşünüp öğüt alan?(Kamer 15)” demekki tufan veyahutta Nuh’un gemisi herkesin görüp ibret alacağı bir şekilde izler bırakmıştı. Bu “Var mı düşünüp öğüt alan” ibaresi o zamana münhasır olabileceği gibi ileriki bir zamanda Tufan ile ilgili alametlerin ortaya çıkacağının göstergesi de olabilir.

Ayrıca “‘Sakın ilâhlarınızı bırakmayın. Hele hele Vedd’i, Süvâ’ı, Yeğûs’u, Ye’ûk’u ve Nesr’i hiç bırakmayın.(Nuh 23)” burada belirtilen bu isimdeki putlar bize Nuh’un kavmini tesbit etmede bir ipucu olabilir. Tarihsel ve etimolojik olarak bu isimlerin incelenmesi ve geçmiş milletlerin Tanrı isimleriyle karşılaştırılması Nuh’un kavmini tesbitte faydası olabilir kanaatindeyiz.Bazı tefsirciler burda geçen isimlerin Hindu putları olduğunu söylemiştir.

6-Karadeniz Tufanı ve Sümerlerin Kökeni
Kitapta Köksoy birçok jeolojik veriye dayanarak ve bazı tahminlerde bulunarak şunları söylemiştir: Karadeniz şimdikinden çok daha küçük bir göl idi. Kuzeyden gelen buzul sularını taşıyan ırmaklarla besleniyordu Hazar ve Aral gölleri Karadeniz’den daha büyük ve şimdikinin birkaç misli büyükdü. Bu göller ırmaklarla birbirine bağlı idi ve bu göllerin çevresinde hayat standardı olarak çok ileri düzeyde yaşayan insanlar vardı. Karadeniz Akdenizden seviye olarak yaklaşık 150 m daha aşağıda bulunuyor idi. Marmara iç denizi ile Karadeniz arasında bir bağ yoktu. Sakarya sazlığı suların geçişine izin vermiyordu. Boğazı iyice aşındıran sular büyük bir şelale olarak Karadenize akmaya başladı. Karadeniz’in kenarında yaşayan halklar bu büyük tufandan kaçmak için değişik yörelere göç etmeye başladılar Karadenizin suları günde 10 - 15 metre yükseldiği için insan ve kaçabilecek durumda olan hayvanlar bu tufandan kurtuldular. Turan Ovası sakinleri için kötü günler başladı. Kuzey buzul göllerinin suyu kesildi ve kuraklık başladı. Kuraklık Aral ve Hazar göllerini çok ufalttı artık halk göç etmek durumunda kaldılar. Bu büyük topluluk Hindistandaki Harapa - Mohenjodaro ve Sümerlerin kökeni olarak bu ülkelere göç ettiler. Kendi yüksek kültürlerini geldikleri yerde de devam ettirdiler.

Burda Platon’un da bahsettiği Atlantis kıtasından bahsetmek istiyoruz. Rene Guenon Atlantis’in kuzeyde olduğunu düşünerek Uzak-Kuzey Atlantis olarak isimlendiriyor. Atlantis’in sular altında kalması ve o efsanevi şehrin çok ileri bir tekniğe sahip olması gerektiği aynı zamanda bu şehrin Hindu kutsal metinleri Veda’larda belirtildiği şekilde Kuzeyde hatta kutuplara yakın olduğu ve bir Manvantara yada yuganın sonunun bu şehrin sular altında kalmasıyla aynı zamana tekabül ettiği gibi bir takım düşünceler serdediyor.

Eski yunanlıların bahsettiği deucalions ve oyges tufanları ile Hindu Veda’larda geçen ve içinde bulunduğumuz Manvantaradan önce olan Satyavrata tufanları ile bu Atlantis tufanını ve hatta Nuh Tufanını karıştırmamak gerekiyor. Guenon Atlantis’i “Kırmızı Irkın” geleneği olarak adlandırıyor ve “Kırmızı” anlamına gelen Adem ismi ile ilişkilendiriyor. Atlantis ile Keltler arasında bir ilişki olabileceği üzerinde duruyor. Adem sözcüğü “topraktan olma” anlamına gelen “adamoh” veyahutta “kan” anlamına gelen “dam” sözcüklerinin birinden türemiş olabilir. Halbuki başka bir görüş bu iki kelime manasını da birleştirmiş görünüyor: “kırmızı kil toprak”. Kızıl anlamına gelen Edom sözüğü ise Guenon’a göre bizim içinde bulunduğumuz manvantaradan önceki beşer ırklarına tekabül ediyor. Prof. Köksoy bunları Homo-Spiens’ten önce dünyada yaşayan âkıl varlıklar olarak değerlendiriyor.

http://turkalinux.blogcu.com/hz-nuh-ve-sumerler/2971179

**********

http://toplumvetarih.blogcu.com/muazzez-ilmiye-cig-in-hatali-tufan-i-2/6485783

7.12.2009

Cannibalism, Kanibalizm




*****

Avrupa'da yamyamlık şoku!
Almanya'da 7 bin yıl öncesine ait bir toplu mezar bulundu.

Yaşlıları manhgalda kızartarak bebekleri de çorba yaparak yemişer...

Almanya'nın Herxheim köyünde çoğu çocuk ve kadın yaklaşık 500 kişinin yamyamlık kurbanı olduğu ortaya çıktı. Arkeologlar Almanya'da bulunan toplu mezarın cilalı taş devrinde Avrupa'da yamyamlık kültürü olduğunun kanıtı olduğunu belirtti.

Herxheim'daki kazı çalışmalarını yürüten Bruno Boulestin, toplu mezarda buldukları kemiklerin yamyamlığa kanıt olduğunu söyledi. Boulestin kemiklerde kesik ve kırık izleri olduğunu, kurbanların öldürülüp yenilirken kemiklerin kesilmiş olabileceğini belirtti.

http://haber.gazetevatan.com/Avrupada_yamyamlik_soku_/274834/30/Dunya

*******************




Criteria for Cannibalism
December 6, 2009

You may have seen the news about the human remains from Herxheim, a 7,000-year-old Early Neolithic site in southwestern Germany. It’s an extraordinary site. Excavations in 1996-1999 and 2005-2008 uncovered rings of overlapping elongated pits around a small settlement dated to ca. 7,000 years ago. The pits have yielded remains of about 500 people, estimated at 1,000 if the site were fully excavated. The bones have a variety of cut marks and other indications of having been processed before burial.

Bruno Boulestin and colleagues have just published their interpretation of the site in the December issue of Antiquity, presenting “strong evidence that the site was dedicated to ritual activities in which cannibalism played an important part” (you can see a very brief abstract here and shell out a rather pricey £15 if you want to download a pdf of it). And Bruce Bower’s “Contested signs of mass cannibalism” for Science News gives a counter argument by Jörg Orschiedt and Miriam Noel Haidle, who studied the remains from the earlier excavation. They stick to their interpretation that the remains are of people who died elsewhere, who were dismembered and their bones defleshed and brought to Herxheim for burial.

Some background: Herxheim was a small village of farmers and herders in the Linear Pottery Culture (7,500-7,000 years ago). Pottery found with the bones spans at most about 50 years and includes some from as far as 400 km away. Science News gives some more details, but you can also read about the site and new interpretation, which was already covered by media back in March, here: “Germany’s stone age cannibalism” on the GuardianWeekly website, originally from Le Monde). It has additional quotes by Boulestin and site director Andrea Zeeb-Lanz and interesting bits like this: In some cases human skullcaps were arranged to form a nest, on which were scattered potsherds, broken adzes, shell jewelry, and dog foot and jaw bones.

The small size of the village (just a few houses), 50-year maximum time frame, and 1,000 defunct individuals are an odd set of facts. It seems unlikely that there were enough residents to produce that many dead people, so the dead or soon-to-be-dead were coming in from outside. The village was too small to be able to raid other sites and capture this many people, and Bruno and colleagues suggest they were perhaps slaves or war prisoners, who were brought to the site from other settlements to be sacrificed and consumed. Why? Bruno and Zeeb-Lanz believe the remains at Herxheim reflect a social-political crisis in central Europe, also reflected by massacres at three other sites about the same time. Zeeb-Lanz speculates that “perhaps they hoped to prevent the end of their world through some ceremony, of which cannibalism was just a part.”

I asked Notis Agelarakis, an anthropologist at Adelphi University, what he would look for in the bone assemblage from a site with suspected cannibalism. Here are a few of his many suggestions. Are there just cut marks, maybe an indication of defleshing only, or were certain bones crushed to facilitate marrow extraction? Do any of the fragments show ivory-like “pot varnish,” a polishing that can occur if bones are stirred around in a pot? Are there indications of thermal alteration, from discoloring to collagen deformation? Is there any preserved human fecal matter at the site? If so, the presence of the protein myoglobin could be definitive evidence. It is present in muscles, but not in the gut or internal organs, so if it is found in fecal matter it indicates consumption of human muscle tissue. Regarding the people, analysis of stable isotopes from teeth could show where they are coming from, say captives from another region. Then one has to do a study of demographics. Are these just males? Whether cannibalism or defleshing, if warriors you would expect a specific age cohort. Females as well? Subadults and children? Then it’s something else.

What evidence do the Herxheim bones offer? Isotope analysis is being done, so we should get some data about where the people came from and how that corresponds to the pottery from distant sites. Boulestin says that the damage to those bones is typical of animal butchery. But is that, or the removal of skullcaps, necessarily indicative of cannibalism? Orschiedt and Haidle suggest that the absence of jaws and skull bases from new Herxheim assemblage points to reburial, with those elements being ritually removed before the remains were placed in the pits. More convincing is the crushing of ends of limb bones and presence of scrape marks inside, indicating that marrow was removed. Boulestin also says that some chewing marks on the bones are likely from humans.

The jury may still be out on this case, but it brings into question the criteria used to determine whether or not cannibalism took place, recalling the debate about evidence for Anasazi cannibalism some years ago. It will be interesting to see how it plays out in terms of going from the physical evidence to human behaviors and beliefs.

http://archaeology.org/blog/?p=805

***********

Germany's stone age cannibalism
Viewpoint

Wednesday March 25th 2009

Tens of thousands of ancient human bones found in Germany suggest that victims were not killed just to satisfy hunger, writes Pierre Le Hir in Le Monde

Wednesday March 25th 2009

Lead article photo

Some skeletons show signs of cannibalism. Photograph: Nikolay Doychinov/Reuters

The German city of Speyer, in Rheinland-Palatinate, well known for its ­Romanesque cathedral, also boasts some much more macabre relics. A collection of skulls, shin bones and vertebrae might not seem unusual in an archaeology museum, but these particular remains are special. They all show signs of having been cut, scraped or broken, indicating that their owners were cannibalised.

"Look at these grooves, running from the base of the nose to the back of the neck, or here on the temples," says Andrea Zeeb-Lanz, the regional head of archaeology, holding up a skull. "The grooves show, beyond all possible doubt, that the flesh was torn off." It takes good eyesight to catch the fine parallel incisions made by the cutting edge of the flint stone. She then shows me a piece of thigh-bone the end of which has been crushed. Judging by the state of the bone tissue, it was smashed shortly after the victim was killed.

All these human remains were found at the stone-age site at Herxheim, near Speyer. About 7,000 years ago farmers, who grew wheat and barley, raised pigs, sheep and cattle, settled here, building a village of four to 12 houses, the post holes of which have survived. At the time the first farmer-stockherders were moving into Europe, supplanting their hunter-gatherer predecessors. The Herxheim settlers came from the north (between 5,400 and 4,950BC) and belonged to the Linear Pottery culture.

Two lines of ditches were dug around the settlement. They can't have been defensive because they weren't continuous. Nor were they intended for use as an ossuary, as the Linear Pottery people generally buried or burned their dead. However, during a rescue dig just before the area was developed as an industrial estate, in some of the ditches archaeologists uncovered tens of thousands of ­human bones.

During the first series of excavations, at the end of the 1990s, the numerous injuries visible on the skeletons were taken as evidence that the victims had been massacred. But in 2008 Bruno Boulestin, an anthropologist at Bordeaux University, examined the fragments recovered from one of the trenches, pointing out that nearly 2,000 samples belonged to fewer than 10 individuals.

"It is impossible to establish direct proof of cannibalism. But here we have systematic, repetitive gestures, which suggest that the bodies were eaten," says Boulestin. The marks of breaking, cutting, scraping and crushing indicate that the bodies were dismembered, the tendons and ligaments severed, the flesh torn off, the bones smashed. The vertebra were cut up to remove the ribs, just as butchers do today with loin chops. The tops of skulls were opened to extract the brains. Another telling clue is that there are proportionately fewer bones containing marrow, particularly vertebrae and short bones, suggesting they were set aside.

A quick investigation of the bones in neighbouring ditches showed that they had suffered the same fate. Extrapolating to the whole site, only half of which was excavated, about 1,000 people must have been butchered. There is no other example in prehistory of a mass grave of this size. "We are dealing with an exceptional event," says Zeeb-Lanz. Other cases of neolithic cannibalism have certainly been identified, in particular in France, at the caves at Fontbrégoua and Adaouste, near the south coast, or at Les Perrats, further west, but never on this scale.

What can this bloodbath mean? The potsherds found among the human remains suggest it must have occurred over a period of no longer than 50 years. There is nothing to imply the victims were killed for food. Only under extreme conditions would 100 or so farmers have been able to overcome about 10 times their number. The archaeologists have therefore concluded that this was some form of ritual killing. In some cases the tops of skulls were arranged to form a nest, scattered with pottery fragments, broken adzes, jewellery made of shells, the paws and jawbones of dogs.

There are two main types of ritual cannibalism, as the historian Jean Guilaine and palaeopathologist Jean Zammit explain in The Origins of War: Violence in Prehistory. Exocannibalism targets people outside the community: by eating a conquered enemy the aim was not so much to feed on their body as to make them disappear for ever, appropriating their strength, energy and valour.

Endocannibalism, within a community, was a token of affection, the recognition of a bond that needed to be maintained. The scientists have also excluded this possibility, given the small size of the village. But wartime exocannibalism also seems unlikely, as it would have involved raids on remote communities to bring back hordes of prisoners and their pottery.

The team that discovered the site have come up with another hypothesis. Members of the Linear Pottery culture deliberately gathered here, with their prisoners and pottery, to take part in sacrificial cere­monies.

"At this time, the Linear Pottery culture was undergoing a crisis, which led to its disappearance," says Zeeb-Lanz. "Perhaps they hoped to prevent the end of their world through some ceremony, of which cannibalism was just a part."


http://www.guardianweekly.co.uk/?page=editorial&id=1000&catID=17

*******************************