Şerif Mardin’in mantıksal düzeni
Adını tam vermese de, özünde “Laik Cumhuriyet” ile “İslam Şeriatı” arasındaki karşılaştırmada Ş. Mardin’in mantıksal dizgesi de oldukça basite benziyor. Her tarihsel devirde toplumsal bilinçte yeniden içerik biçimlenişine uğrayan “İyi, güzel ve doğru”ları, tarihsel, toplumsal, ekonomik ve ahlaki anlam sürecinden kopararak tanımlamaya kalkışan sosyoloji okullarından öğrendiği kategorilere dayanan Şerif Mardin, bu noktaya o kadar nihilist, o kadar tarihsellikten uzak yaklaşıyor ki, en sonunda işi, “Laik Cumhuriyet”le özdeşleşmiş olan “öğretmenin dünya görüşünde iyi, doğru ve güzel yoktu” iddiasına kadar vardırıyor:
“öğretmende de iyi, doğru ve güzelin olmaması….”…
“Cumhuriyet’te iyi, doğru ve güzel hakkında çok derine giden bir düşünce yok.”
Şerif Mardin, sunmaya çalıştığı böyle bir tabloda kurduğu “tahtaravalli”nin “Laik Cumhuriyet” kefesini ne kadar “hafif” ve “yok” hükmünde göstermeye çalışa da, anlaşılıyor ki, yine de “akademik günahları” ve akademik olması gerekmeyen en basit gerçekler, onu, istediği görüngüyü sunma tutumundan, alıkoyuyor. İster istemez, “Laik Cumhuriyet”in de, kendi bakımından uygun, anlamlı ve yığınları etrafında toparlayan “değer”lerinin var olduğunu, kabul etmek zorunda kalıyor.
Bütünüyle inkar ve yok sayamadığı hallerde ise, “…derine giden düşünce yok..”luğundan, bu değerlerin “kuru”luğundan bahsederek, tanıtım fotoğrafındaki “var-yok” ikileminin temelsizliğini gizlemeye gayret etse de, yine de sonuçta kabullenmek zorunda kalıyor.Çünkü “Laik Cumhuriyet”in de, derin veya yüzeysel olsun, kendine ait “iyi, güzel, doğru”ları vardı!
Onun sunduğu fotoğraftaki “tahtaravalli”nin iki yanı var: “Laik Cumhuriyet” ve “İslam”… Fakat bizzat böyle bir “denge” ağacında, bir yanı sadece “yok”luğun oluşturduğunu düşünmek kadar saçmalık ve anlamsızlık olabilir mi? O durumda bir "karşılaştırma" ve "terazi"ye ne gerek var? Eğer “uluslaşma” sürecindeki toplumumuzda, “laik Cumhuriyet” değerleri de, “iyi, güzel ve doğru”ya sahip olmasa idi, 7 asırlık Osmanlı düzeni nasıl olur da, toplum nezdinde “kötü, çirkin ve yanlış” değerler toplamı halini alır ve terazinin kefesindeki yeri “hafif”leyerek, yaşamın iktidar dışı yanına nasıl konulabilirdi?
Eğer toplum yaşamı, tarihsel süreçte biri ağırlaşınca, öteki hafifleyen “terazi”li bir denge üzerinden ilerliyorsa, Osmanlı İslami yönetimine karşı “Laik Cumhuriyet”in, “iyi, güzel ve doğru”sunun, hiç olmazsa “ulusal kurtuluş çağında”, 7 asırlık İslami Osmanlı’ya galebe çalacak kadar “ağır” olduğu gayet açıktır. Cumhuriyet’in erken dönemindeki “idealist tarihçi” ve “idealist laikler” de, tıpkı Şerif Mardin’in şimdi laik Cumhuriyet için söylediklerinin benzerini, Arap toplumunun imanı saydıkları İslam dini bakımından, hiç de aşağı kalmamak üzere, söylüyorlardı. Milli Eğitim Bakanlığı’nın şimdi kütüphane raflarında kalmış eski kitapları açılıp bakılırsa, “Laik Cumhuriyet”in Fransız devriminden etkilenmiş ve beslenmiş felsefi ve siyasi değerlerinin Türkiye topraklarına ekilmesi için ne büyük çabalar gösterilmiş ve bazan yalan-yanlış argümanlarla desteklenerek olsa da, düşünsel alanda epeyce çalışılmış olduğu kolayca görülür. Şerif Mardin gibilerinin, genç "Laik Cumhuriyet"in, binlerce yıllık derin köklere sahip din’e ve onun iktidarına karşı bu çabalarını unutturmaya çabalaması, toplumsal hafızayı yanıltmak bakımından belki anlamlı olsa da, bilimsel bakımdan tam bir çıkmazdır.
Çünkü böyle bir tutum, 200 yıl önce Maximilien de Robespierre’in dilinde büyük Fransız devriminin en temel “üçlü”sü olan “Liberté, Égalité, Fraternité” (Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik), yani Fransız devriminin formüle ettiği “iyi, güzel, doğru”su, günümüz Fransa’sında,şimdi artık devlet dairelerinin giriş kapılarında, resmi damgalarda ve “Avrupa para”sının bir yüzünde kalmış soluk sloganlar haline geldi diye, bütün dünyayı ve o arada Osmanlı aydınlarını ve toplumunu derinden etkileyen Fransız devriminin “iyi, güzel ve doğrusu” yoktu veya “yeterince temelli” değildi demek gibidir bu…
Buradaki temel sorun, toplumların ahlaki, ekonomik ve-ya siyasi değerlerinin, içinde yaşanılan her farklı çağa göre biçimlendiğini kabul etmek ve kavramaktır. “Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik” düsturları, ortaya çıktığı Fransız topraklarında, günümüzün “küresel sermaye çağı”nda şimdi böylesine değer kaybetti ise, bu, tek başına o kavramların kendilerinden ötürü değildir; o değerleri yaratan siyasi, ekonomik ve ahlaki ortamın temellerinin değişmesinden ötürüdür.
Skolastik tarzın egemen olduğu felsefe veya sosyoloji okulları, isterse içlerinden dünyanın o anki koşullarının en büyük beyinleri ortaya çıkarmış olsunlar, genel geçerli bir “iyi, güzel, doğru” tanımları yapmaya kalkıştıklarında, sadece boşluğa şekil çizmiş oluyorlardı. Kavramların, değerlerin ekonomik ve siyasi temelini var kabul etmeyen bir idealizm türü olarak onlar, dinsel alanda bile sabit içerikli bir “iyi, güzel, doğru” bulunmadığını gizleyemezler.
Binnaz Toprak’ta “cemaatten topluma geçiş” formülü
NTV tartışma programındaki konuşmasında Şerif Mardin’de ifrat düzeyini bulan ve “yok” göstermeye çalıştığı “Cumhuriyet’in iyi, güzel ve doğruları”nın varlığı o kadar açıktı ki, bir çok temel konuda Şerif Mardin’in fikirlerine destek veren Binnaz Toprak bile, ona itiraz etmek ihtiyacı duymuştu:
“Orada da bu iyi, doğru ve güzel kavramı, Şerif Bey’in bahsettiği hakikaten gerçekten önemli ama, Şerif Bey affınıza sığınarak orada tam da size katılmıyorum.
Yani Kemalizm iyi, doğru ve güzel tanımı yapmadı değil. Bunu eksik yapmış olabilir, çok derinlemesine yapmamış olabilir. Çünkü o Türkiye’nin de batılılaşmasıyla geçirdiği evrelerle ilgili bir şey.”
B. Toprak’ın, konuşma sıcağı içinde Şerif Mardin’e, çok öne çıkarmadan olsa da, bu şekilde karşı çıkması elbette yerindeydi. Ne var ki, akademik sunuşlar, öylesine düzenbazlık gösterileri halini almıştır ki, dikkatli olmayanlar, bu düzenbazlık sınırları içine,farkında olmadan da dahil olabiliyorlar bazan.. Binnaz Toprak da, Şerif Mardin’in illüzyonizmine kapılmaktan kendini alıkoyamıyor ve “cemaat- ulus” bağlamındaki kesin yapısal ayrımı vurgulamak ve bu tanımlamalar ile ifade edilen “insan ilişkileri”nin farklı özelliklerine dikkat çekmek yerine, “cemaat”i ve “ulus”u, aynı ortak kategorinin anlamı halindeki bir “toplum” olarak sunmaya açık konuşmalar yapıyor. Bu nedenle onun konuşmasında asıl dikkat edilecek nokta, “topluluk” yapılarının ve verili topluluğu oluşturan bireylerin aidiyet bağlarının farklı özelliği olacaktır.
Oysa Binnaz Toprak, konuşmasının “cemaat ve-ya toplum” ilişkisi bağıntısında, bizzat kendisinin bu noktada son derece kafa bulanıklığı içinde olduğunu yansıtan sözler ederek şöyle diyor:
“Şimdi cemaat baskısı denince, cemaatten ne anlıyoruz, ben de birazcık geriye giderek onu irdelemek istiyorum. Çünkü gerçekten de sosyal bilimlerde cemaat kavramı ve bunun karşısında eskiden cemiyet denilen, bugün toplum diyebileceğimiz bu ikilem çok tartışılmış bir ikilemdir.
Bir anlamda da benim anlayışıma göre de bu oldukça premodern bir yapı. Ve aslında, yani bütün bu son 200 yıldır diyelim, insanlık tarihindeki modernite mücadelesine baktığınızda, bunu böyle okumak da mümkün. Yani cemaatten topluma geçiş
mücadelesi diye okumak da mümkün. Şimdi öbür tarafta o cemiyet dediğimiz şey bu... Bu ayırımı geri götürebiliriz.”
Bu yaklaşımda “cemaatten topluma geçiş” gibi bir kavramı “sosyoloji”de bir yere oturtmak, içerikleri ayrıştırılmadığı sürece mümkün ve anlamlı değildir. Çünkü bu ifade tarzı, “cemaat”i bir “toplum” biçimi olarak görmediği gibi, modernite “toplum”unu da “ulus” anlamıyla etnik kökene bağlanmış farklı bir kategori olarak vurgulamayarak, “dinsel birlik halindeki ümmet”le eşitleyen bir yan taşıyarak ele almak, sadece kafa karışıklığı yaratmaktadır.
Doğal olarak insan, topluluk halinde olması bakımından, bütün tarihte bir “toplum”sal özellik taşıyordu. Fakat bu verili “toplum”un, her dönemde ona özellik kazandıran farklı temel eksenleri vardı ve bu yüzden de ancak, “köleci toplum”, “dini toplum”, “kapitalist toplum” gibi "farklı toplum"lar olarak var olabilirdi. Feodal özelliklerin egemen olduğu “toplum”da Padişahlık, Kırallık, Derebeylik tarzı “devlet” biçimi egemen iken, “kapitalizm”in şafağında, etnik temelde birlikler sağlanmaya çalışılarak “ulus toplum”lar gündeme girmeye ve oluşmaya başladılar. Farklı din ve farklı derebeylik topraklarındaki insanlar “ulusal” aidiyet bağlarını güçlendirerek “Cumhuriyet” tarzı devlet örgütlenmesine doğru evrim gösterdiler. “Ulus” bağı, etnik köken, dil birliği, sınır birliği, “tek”leşme eğilimini hızlandırır. “Laik”lik, farklı dinlerden oluşan “toplum”un “tek”leşmesinin de bir ifadesi olarak önem kazanır. Örneğin Türkiye’de o sıralarda “Türk”lük vurgusu, “dinsel birlik” olarak Osmanlı “tebaa”lığına karşı öne çıkıyordu. “ Güneş dil teorisi”, “herkesin Türklükten gelmesi” gibi tezlerin o dönemlerde gelişmesi, nedensiz değildi.
Osmanlı dönemi “toplum”u için de kullanılan “millet” tabirinin, giderek yeni Cumhuriyetin “ulus” (millet) tanımı ile içerik bakımından yer değiştirmesini, Mustafa Kemal’in Nutuk’unda, adeta adım adım, gün gün izlemek olanaklıdır. Bu anlamda “millet”-cemiyet, toplum kavramı, Osmanlı döneminde bütün Ümmet’in, Cemaatin,Tebaa’nın bir tanım türü iken, yeni Cumhuriyet, ona tamamen yeni bir içerik kazandırıyordu.
Almanya’da, İtalya ve Japonya’da faşizm, bir bakıma, bu yeni “ulus” topluluğun, gidebildiği en uç noktalardan birisi olarak şekillenmişti. Dünyadaki diğer “ulus”ları da etkilemişti.
Dolayısıyla, Binnaz Toprak’ın “Cemaat” karşılığında da kullandığı bu “topluluk”, artık yeni bir temelde, insanlar arasında “etnik bağ”ı öne çıkaran “ulus toplum”u olmalıydı ve kavramların bu belirginlikte kullanımı, onlara anlam kazandıran farklı öğelerin altını çizmek bakımından da gerekli olmaktadır.
Günümüzde ise, sermayenin “ulus” karakterini kaybetmesi, para’nın evrenselleşmesi, “ulus devlet”lerin giderek gevşemesi ve erimesi ile neticeleniyor. “Etnik köken”, evrensel ölçekte artık yeni birleştiren ortak unsur olarak Din’ler karşısında, daha az önemli hale geliyor. Bu Türkiye’de de böyle yaşanmaktadır ve hem de bu süreç son derece hızlı bir biçimde gerçekleşmektedir. Bu durumda Din’sel eksende toparlanmış, dini bir topluluk olma yönündeki gelişmeyi, arkasındaki genel iktisadi ilişkilerle birlikte kavramak gereklidir. Güya “İslam’da olan iyi,güzel,doğru”lar ile değil!
“Ulus toplum” geçen dönemde etnik birliğe ne kadar önem veriyor ise, bugünkü “dinsel toplum” ise, “etnik farklara” o kadar töleranslı olacaktır. Fakat bu hiçbir şekilde, dinsel siyasal güçlerin modern normlara göre “demokrat” olmasından ötürü değildir. “Dinsel temeldeki birlik” talebi, evrensel ölçülere doğru geliştikçe, “etnik farklılık vurgusu”, böyle bir bütünleşme ve toparlanmanın engeli olarak rol oymayacağı için, onlar bakımından arzulanır da değildir. İslami AKP bakımından, “dini cemaat” olarak “Türk+Kürt İslami toplum” formulünün, özellikle Kürt’ler arasında, Barzani ve Talabani’ye kadar geniş bir destek bulması hiç tesadüf değildir ve günümüz dünyasında sağlam bir sosyolojik temele dayanmaktadır.
Bu nedenlerle, “ümmet birliği” anlamındaki “toplum” ile “etnik kökende ulus birliği” anlamındaki “toplum”, belki kavram olarak “toplum” tanımı ile anılabilirse de, sosyolojik çözümlerde, kavram içeriklerini ve konu ana başlıklarını yerli yerine oturtmak bakımından, pek yerinde olmayacaktır.
Binnaz Toprak’ın “ikilem” halinde de sunduğu “toplum”, bu bakımdan, dinsel cemaat ile ulus yapılanmasına denk düşerler ve bunlar, kendilerini oluşturan nedenlerin yanısıra, ortaya koydukları özellikler ve işleyiş tarzıyla da birbirlerine temelde ve ayrıntıda zıttırlar.